Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu
SS Süleyman Soylu

Dinlediklerim

Sabahat Akkiraz | Bergüzar
Bergüzar

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Can Dündar

Freitag, 11. April 2008

Enver Karagöz anısına...

EnverKaragoz

'Enver Karagöz'
Üzerine kitaplar yazılan, üniversitelerde araştırma konusu yapılan bir dönemi iki kelimeyle anlatmak zorunda kalsanız hiç şüphesiz aklınıza gelecek kelimelerden ikisi 'Enver Karagöz'dür. Ne mutlu, böyle çok sayıda arkadaşla tanıştım, ne yazık Enver'i çok çabuk kaybettik.
Oğuzhan Müftüoğlu

Devrimcilik ona yakışıyordu
Bazı insanlar yaşadığı ülkenin güzelliklerinden yararlanır. Bazı insanlar ise yaşadığı toplumu güzelleştirir. Enver de bu insanlardan biriydi. Devrimcilik ona yakışıyordu. Onunla aynı fikirleri taşıdık aynı yolda yürüdük. Devrimciliğin simgesi bir arkadaşımdı. Onu tanıdığım için gurur duyuyorum.
Sedat Göçmen

Ölüm yakışmadı ustaya
Enver Karagöz, dört çocuklu bir ailenin ilk çocuğu olarak, 2 Mayıs 1948 tarihinde Artvin- Şavşat'ta doğdu. İlkokulu doğduğu köyde bitirdi. Ortaokul ve liseyi ilçe merkezinde tamamladı. Erzurum Atatürk Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdikten sonra Şavşat Lisesi'nde Öğretmen olarak mesleğe başladı. Hem öğrenci hem de öğretmen iken, okulda ve ilçe merkezinde sol düşünceleri öğrencileriyle paylaştığı gerekçesiyle okul müdürünün ihbarıyla açığa alındı. 1975 yılında Artvin Lisesi'nde göreve başladı. Kısa zamanda öğrencilerinin çok sevdiği bir öğretmen olan Enver Karagöz, zamanla çalıştığı bölgede yediden yetmişe herkesin gönlünde taht kuran, sevilen ve saygı duyulan bir aydın oldu.

70'ler Türkiye emekçi halklarının mücadelesinde bir dönüm noktasıdır ve faşist baskı rejimine karşı başkaldırının zirveye ulaştığı yıllardır. Artvin de Türkiye'deki toplumsal mücadelenin gelişkin olduğu illerden biridir. Başka bir yaşamın filiz verdiği, birçok köylünün kolektif bir yaşam düşüncesiyle bir araya geldiği bu bölge, egemen sınıfların da dikkatini en fazla çeken yerlerden biri olmuştu. Tarihe "Şavşat katliamı" olarak geçen faşist saldırılar gibi sahneye bir dizi provakasyonlar sahneye konmaya başlamış, bölge, dönemin MC hükümetlerince adeta düşman bellenmişti.

BİR BİLGE, KOCA BİR YÜREKTİ 0 ...
Anti-faşist, anti-emperyalist mücadelenin Artvin'deki önde gelen isimlerinden olan Enver Karagöz, 1977'den itibaren egemen güçlerin kara listesine alındı. 1978'de onunla birlikte yaşamın bütün güzellikleri yanında güçlüklerini de paylaşan ve omuz omuza mücadelede birlikte olan, sevdiği kadınla, Işılay ile hayatını birleştirdi.

12 Eylül askeri darbesi Artvin'i adeta bir savaş alanına çevirdi. Uzun yıllar bölgedeki köylü çocuklarının okuyup öğretmen olarak yetiştiği Artvin Öğretmen Okulu işkence merkezine çevrildi. Onlarca insan işkencelerde ve köylerde kurşunlanarak öldürüldü. Enver Karagöz de bu dönemde gözaltına alınan binlerce insandan biriydi. Aylarca süren işkenceler sonucu çılgına dönen işkenceciler, konuşmamanın cezası olarak boğazından kaynar su boşalttılar. Tedavisi yapılmadan cezaevine gönderildi. Boğazındaki yaralar kansere dönüştü.

Türkiye'nin en büyük toplu davalarından bir olan 1700 kişilik Artvin Devrimci Yol davasının bir no'lu sanığıdır o. Hastalığına rağmen mahkemelerde kendisini, arkadaşlarını ve mücadelesini savundu. Direnişin, mücadelenin simgesi oldu. 1984'de nasıl olsa ölecek diye serbest bırakıldı. Hiç istememesine rağmen tedavisi için yurt dışına çıktı.

Bitmez tükenmez enerjisi, sarsılmaz azmi herkesi kucaklayan engin sevgisiyle bir bilge, koca bir yürekti. Sevgi dolu ağabeyimiz şimdi yok aramızda...
İbrahim Aydın

Asla hayata küsmedi
Aldırış etmedi 'tarihin sonu' nu vaaz edenlere. İnsanın insana zulmüne karşı, ezenin ezilen üzerindeki hükmüne karşı, tam kardeşçe, tam özgür, tam insanca bir hayat düşledi hep. Aman vermese de işkencelerden arta kalan yaralı vücudunun kansere dönmüş hücreleri, zaman buldu o her an, insanca bir dünya için yanımızda olmaya, kolumuza girmeye. An oldu bir bilge gibi sustu, gün oldu bir yaralı aslan gibi kükredi. Bir deniz gibi kabardı. Bir çocuğun masumiyeti ile küstü bazen bana-sana... Hayata ve bize küsemezdi ama asla. Bir çocuğun coşkusu her yeni yolculukta onunla hissedilirdi hep...
Özgürlük Dayanışma Almanya

İnatla yaşama tutunmak...
Onunla 30 yıllık yoldaşlığımız var. Çok üzgünüm. Onun en büyük özelliği, en olumsuz koşullarda bile direnmek, inatla yaşama tutunmak, olabildiğince alçak gönüllü davranmaktı. Karagöz gitti ama arkasında ümit saçan, ışıldayan bir geçmiş, yüreği gibi hiç susmayacak bir gelecek ve direncin destanını bıraktı. Bu erken gidiş, bu ölüm, yakışmadı ustaya.
Olgun Delikanlı

Öğretmenim Karagöz
Saygıdeğer öğretmenim, biliyorum konuşmazsın sen. Olsun yine de konuşacağım seninle. Borçka'da, Şavşat'ta yerel gazetelerde çala kalem yazılar yazıyordum. Şavşat'ta yerel gazetede ilçe malmüdürü ile bir röportaj yaptım. Röportajın yayınlandığı gün TÖB-DER lokaline uğradım. Pencere kenarında köşede bir masada yalnız oturuyordum Masana günaydın diyerek oturdum yanına. Elinde yerel gazete vardı. Kısa bir havadan sudan konuşmadan sonra gazetenin ilk cümlesini okudunuz. "Adınız Soyadınız" eleştirinin tarzı ve zamanı çok iyi seçilmişti. Giriş yapmadan başlamıştım röportaja. Büyük bir eksiklikti. Eleştirinin etkisiyle utangaç bir öğrenciye dönmüştüm karşında. Bunun farkına vararak kalktın ayağa oldukça sevecen bir tavırla sarıldın kucakladın beni. "Kişi noksanını bilmek kadar irfan olamaz" dedin. Teşekkür ettim. Saygıdeğer öğretmenim ilkokuldan yüksek okula değin örgün öğrenimde hiçbir öğretmenim bende olumlu bir iz bırakmadı. (...) Saygıdeğer öğretmenim, devrimci öğretmen mücadelesinde kıyıldınız, saldırılara uğradınız. Yılmadı-nız asla. Hak bildiğin yolda dimdik yürüdünüz. (...) Acı haberi duyunca ne yalan söyleyelim. Götürüp doğduğu köye türkülerle gömmek geldi içimden. Ama siz doğru olanı yaptınız. Öğretmenimin bir dünya vatandaşıydı. Bunca yıl yaşadım yeter bana diyerek ayrıldı aramızdan. Anısını yaşatmak boynumuzun borcu olsun.
Kazım Köroğlu / 03 Nisan 2007

Çözümsüzlük bilmezdi
Mahir'in bilgeliğine, Deniz'in cesaretine, İbrahim'in suskunluğuna sahipti. Boşuna değildi bunca emek, bunca çaba. Suladığın bu topraklarda daha nice çiçekler açacak...
Yücel Kaya

Artvin halkı unutmayacak
Enver abiyle Artvin sürecinin başından beri beraberim. Gerek Dev-Genç gerek Devrimci Yol sürecini bereber yaşadık. Gerçekten hem benim için hem arkadaşlarım için çok özel bir insandır Enver abi.(...) Ölüm haberi tüm arkadaşlarım gibi beni de şok etti. Toprağı bol olsun. Sevgili Enver Abi, Artvin halkı ve devrimciler seni asla unutmayacak
Sabri Çamur

Elveda bile diyemeden...
Enver Karagöz'ü tanır mıydınız? Bileniniz, göreniniz, tanıyanınız vardır elbet! Biz 12 Eylül siyasi göçmenleri onu "Enver Hoca" olarak bağrımıza basmıştık. O da dosdarını, arkadaşlarını, yol arkadaşlarını, can yoldaşlarını, insanları, hepimizi kucaklamıştı. Ansızın acı acı çaldı telefon. Gözyaşlarıyla yıkanmış haber sadece üç kelimeydi:

"Enver Hoca'yi kaybettik!" Donup kaldım! Kulaklarıma inanamadım! Vay Enver Hoca vay! Vay benim can yoldaşım, vay benim Artvinlim, Savsadım vay!

Daha iki ay önce, Hrant Dink'in kadedil-mesini protesto mitinginde, Köln'de birlikte yürümüştük. Sessiz sesiyle haykırıyordu nefes nefese: "Hepimiz Hrant'iz, hepimiz Ermeniyiz!" diye... Dom Kilisesi'nin önünde resimlerini çekmiştim. Sırtında yeşil parkası, kalbinin üstünde Hrant'ın resmi vardı. Çok resimlerini çekmiştim daha önceki yıllarda. Fotoğraf makinamda, kalbinin üstünde madalya gibi Hrant'ı taşıyan son resmi kaldı. Şimdi bu satırları yazarken bana bakıyor gülümseyerek! (...)

Türkiye, başka bir Türkiye idi o zaman. Gençler okuyor, araştırıyor, düşünüyor, yazıyor, örgüdeniyordu. Enver Karagöz de o gençlerden biriydi. Hem okuyor, hem yazıyor, hem haykırıyordu gür sesiyle! İyi bir örgütçüydü. Özü sözü bir devrimci gençti. Kendinden çok seviyordu yurdunu, toprağını, insanlarını...

Öğrencilik yıllarında olsun, öğretmenlik yıllarında olsun toplantılarda, mitinglerde, gösterilerde şiirler okurdu. En sevdiği şairlerden biri Nazım Hikmet'ti. Nazım Hikmet'in şiirlerileri sadece okumaz, yaşardı, yaşatırdı...

Enver'in sesi, dinleyenlerin damarlarına girer, akar giderdi ta akla kadar!

(...) 12 Eylül 1980 günü, tankların paletleri, silahların dipçikleriyle kesildi barışa, özgürlüğe, kardeşliğe giden yollar. Sınırsız bir kinle saldırıyorlardı devrimcilere, ilericilere, yeni bir düzen için mücadele edenlere.

12 Eylül sonrası altı yüz bin kadar insan gözaltına alındı, işkenceden geçirildi, sorgulandı, hesap soruldu... Enver Hoca da, esir alınmıştı. Ama teslim olmuyordu. Konuşmuyor, kimseyi ele vermiyordu. Ağır işkencelerle onu kana buladılar.

Enver Hoca, kana bulandı, ama alnına kara bir leke sürdürmedi. İşkenceciler onun onurlu tutumundan çılgına dönmüştü. Yapabilecekleri en büyük kötülüğü yaptılar:

Haydi bakalım bir daha oku o şiirleri! Haydi bir daha haykır bakalım o komünistin, o vatan hainin şiirlerini! diyerek bağa-zına kaynar su döktüler! Ses tellerini kaynar suyla yaktılar! Enver Hoca, boğazının yakılmasından sonra gırfiak kanseri oldu. Hapisten çıktı. Tedavi için Almanya'ya geldi. Almanya'ya iltica etti. İlticası kabul edildi. Tedavileri aralıksız devam ediyordu. Bazen bir lokma ekmek, bir damla su bile geçemedi boğazından. Ama Enver Hoca direndi. Sesi, sesini kaybetmişti. Fısıltı halinde zorlanarak konuşabiliyordu.

Gene şiirler yazdı. Gene şiirler okudu. Susmadı!

(...) Elveda! bile diyemeden ayrılmıştı kendini hem var eden, hem de kahreden topraklardan.

Uzun yıllar sürdü yurduna giden yolları açabilme uğraşı. Avukadar, dosyalar, araştırmalar, incelemeler derken yıllar geçti!

Nihayet 2004 yılında Türkiye'ye gidebilme imkânı doğdu. 18 yıl aradan sonra İstanbul Atatürk Havaalanı'nda ayaklarını kendi toprağına basmıştı. Pasaport kontrolundaki polis: "Siz biraz bizimle geliniz!" dedi. Terörle Mücadele Şubesi'ne götürdüler. Elini, gözünü bağladılar. "Açın gözünü!" dedi kirli bir ses: "Beni tanıdın mı?" dedi pis pis sırıtarak. Enver tanıdı... Erzurum'da boğazına kaynar su döken işte bu adamdı! İşkenceciler hala işbaşındaydı...

(...)Dün baş sağlığına gittim. Enver Hoca'nın evi dosdarıyla doluydu. Kemal Uzun, Hacı Mehmet, Azim Yalçın, Adnan... Enver Hoca'yı son yolculuğuna uğurlamanın hazırlığını yapıyorlardı.

(...) Ren nehri akıyordu okyanuslara doğru. Enver Hoca bir vardı, bir yok oldu! Toprağın bol olsun sevgili arkadaşım!
KEMAL YALÇIN - Bochum, 1 Nisan 2007

Devrimcilik insanlığa sahip çıkmaktır
Onunla 1981 yılında bir gece işkence sonrası Erzurum Mareşal Çakmak Askeri Has-tanesi'ne kaldırıldığımda tanıştım. Konuşa-mıyordu, kendi durumu neredeyse benden ağırdı. Aynı hücreye konduğumuzda hasretle boynuma sarıldı. Ameliyatımdan önce ve sonra kendi rahatsızlığını unutmuşcasına bana baktı. Morali her zaman yüksekti. Hastane personeliyle kurduğu iyi ilişkiler sayesinde hem dışarıdan haber almayı hem de diğer arkadaşlarla temas imkanını sağlamıştı. Söylenecek çok şey var. Tüm dostlarına sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Hamzet Irma

Can Dündar: Ses
Siz hiç sessiz kaldınız mı? Kalan birinden bahsedeceğim bugün: Enver Karagöz, Artvin'de öğretmendi. TÖB-DER'liydi. Eşiyle birlikte eğitimci olarak çalışmış, bütün ilerici eylemlerde ön safta yer almıştı. Sesi gürdü, edebiyata sevdalıydı. Mitinglerde ilk o söz alır, heyecanla şiirler okur, kitleleri dalgalandırırdı.

12 Eylül'de 650 bin kişiyle birlikte o da eşiyle birlikte gözaltına alındı. Gözetim yerine dönüştürülen Öğretmen Okulu'na götürüldü. Orada ağır işkenceden geçirildi. Kendinden geçip bayıldı. Sonra ansızın boğazında büyük bir acıyla uyandı.

İşkencecileri, kaşığın sapıyla ağzını aralamış ve boğazından aşağı kaynar su boşaltmıştı. Artık sesi yoktu.

***

Bu vahşette, bütün bir toplumun zorbalıkla suskunlaştırılmasının temsilini görüyorum ben... Karagöz'ün anılarını belgeleyen İnsan Hakları Vakfı danışmanı Ülkü Özen hatırlattı: Karagöz'ün işkencecileri ile Victor Jara'nınki-ler ne kadar da birbirine benziyor. Victor Jara Şililiydi. O da üniversitede öğretmendi. Aynı zamanda gitar çalıyordu. Ülkenin muhalif sesi olarak bilinen, bizim kuşağın efsane grubu İnti-İlimani'nin sanat danışmanıydı. Victor Jara, 1973'ün 11 Eylül sabahı üniversitede bir konsere giderken, elinde gitarıyla gözaltına alındı.

Askerler darbeyle yönetime el koymuştu. Jara da, silah zoruyla evlerinden alınıp başkent Santiago'daki stadyuma toplananların arasına kondu. Beklerken, gitarını çıkarıp "Venseremos"u ("Kazanacağız") çalmaya başladı. Şili sosyalistlerinin dillere destan marşıydı bu...

Az sonra sesler çoğaldı ve marş, stadyuma doldurulan 5 bin kişilik tutuklular korosu tarafından haykırarak söylenmeye başlandı. Askerler "kışkırtıcı"yı bulmakta gecikmedi. Jara götürülüp dövüldü. Özellikle gitar çalan ellerini dipçikliyorlardı. Yetmeyince parmaklarını kırdılar. Buna rağmen ıslıkla marşı söylemeye devam eden Jara, ancak dili ve bilekleri kesilerek susturulabildi.

Ardından da kurşuna dizildi. Geride kalan "sessizlik"te, Şili'de 35 bin muhalif öldürülecekti.

***

Gelelim bugüne:

Jara'nın grubu İnti-İlimani, müzikle muhalefetine sürgünde devam etti. Jara'nın anısını yaşatmayı sürdürdüler. Ve önceki yıl 11 Eylül'de, Şili darbesinin 30. yıldönümünde, Victor Jara'nın öldürüldüğü stadyuma onun adı verildi.

Şili halkı orada hâlâ "Kazanacağız" marşını söylüyor.

Enver Karagöz mü?

Gırtlak kanseri oldu.

Yıllarca siyasi mülteci olarak yurtdışında yaşadı. Şimdi Almanya'da...

Zor konuşuyor, ama yazılarıyla "ses vermeye" devam ediyor. 12 Eylül darbesinin 30. yıldönümünde Artvin Öğretmen Okulu "Enver Karagöz" adını alacak mı?

Bilmiyorum.

Neden mi?

25 yıl önce bizim stadyumun çevresindeki alkış sesi, "Kazanacağız" marşını ve sesi kesilenlerin haykırışını bastırdığındandır belki... O zamandan beri şiirsiz ve sessiziz.

Can Dündar (Bu yazı 13 Eylül 2005 tarihinde Milliyet Gazetesi'nde yayınlandı)

Dienstag, 1. Januar 2008

İyi Düşünün

Bu yılınızı iyi geçirdiniz mi?
Sağlıklı olduğunuz için hiç sevindiniz mi?
Bu yıl hiç gün ışığı ile uyandınız mı?
Kaç kez güneşin doğuşunu izlediniz?
Bir neden yokken kaç kişiye hediye aldınız?
Kaç sabah yolda bir kediyi okşadınız?
Bu yıl yeni doğmuş bir bebek parmağınızı sıkıca tuttu mu hiç?
Ve siz onu hiç kokladınız mı?
Yaz gecelerinde ne çok yıldız olduğuna hiç şaşırdınız mı?
Kendinize bu yıl kaç oyuncak aldınız?
Kaç kez gözlerinizden yaş gelinceye kadar güldünüz?
Yaşlı bir ağaca sarıldınız mı bu yıl?
Çimlere uzandığınız oldu mu?
Çocukluğunuzdan kalan bir şarkıyı söylediniz mi hiç?
Hiç suda taş kaydırdınız mı bu yıl?
Kaç kez kuşlara yem attınız?
Bir çiçeği dalındayken kokladınız mı?
Bu yıl kaç kez gökkuşağı gördünüz?
Ya da hediye alan bir çocuğun gözlerindeki ışığı?
Kaç kez mektup aldınız bu yıl?
Eski bir dostunuzu aradınız mı hiç?
Kimseyle barıştınız mı bu yıl?
Aslında mutlu olduğunuzu kaç kez farkettiniz bu yıl?
İyi bir yılın, bunlar gibi birçok "küçük şeye"e
bağlı olduğunu hiç düşündünüz mü bu yıl?
Yayılın çimenlerin üzerine..... Acele edin....
Er veya geç... Çimenler yayılacak üzerinize...

CAN DÜNDAR

Sonntag, 25. Februar 2007

Yangın yerinin hayaletleri

Yarın, Sabahattin Ali'nin 100. yaş günü...
"Başın öne eğilmesin" tembihiyle iki kuşaktır yere devrik gözlerimizi ufka çeviren yazarın asrını kutlayacağız yarın...
Seneye de 60. yıldönümü, yargısız infazının...
* * *
Düşünen beyinleri kurşunlama âdeti neredeyse demokrasiyle yaşıttır bizde...
Demokrasi 1946'da geldi; ilk yargısız infaz 1948'de...
O yıllarda da "gece, ümitsizlerin kalbinden karanlıktı".
Tedirgindi Sabahattin Ali de sokaklarda gezinen ürkek bir güvercin gibi...
Çıkardıkları "Marko Paşa" dergisi yüzünden hedef haline gelmişti.
Aziz Nesin'in imzasız bir yazısını sahiplenmiş, arkadaşının adını vermemek için hapse girmişti.
Daha bir sürü dava sıradaydı.
Duruşmalarını sağcılar basıyor, olay çıkarıyorlardı. Gazetenin binasına saldırıyorlardı.
Sabahattin Ali, üzerindeki baskının etkisiyle, kaygılar içindeydi. Bunları yatıştırmak için içki içiyor, tebdili kıyafet geziyor, arkadaşlarının evinde kalıyordu.
"Şehirler ona bir tuzak/ insan sohbetleri yasak"tı
Artık böyle yaşayamayacağını anlamış, kaçmayı planlamıştı.
* * *
"İki üç gece kuşu ötüşürken derinde/ Hayaletler uçuştu bu
yangın yerlerinde..."
Kaçtı Sabahattin Ali; bir peynir kamyonuyla aştı Edirne sınırını... Yanında kendisine yardımcı olsun diye muavin aldığı Ali Ertekin vardı. Sınırda mola verdiler.
Ertekin sinsice arkasında durdu.
Ve şiddetle Sabahattin Ali'nin beynine vurdu.
"Görüldü bir vücudun yerinde sallandığı...
Uzakta kaybolurken hızlı koşan adımlar,
Kucakladı kanlı bir vücudu kaldırımlar..."
* * *
Sabahattin Ali, o an hissettiklerini yıllar önce şiire dökmüştü zaten:
"Ölümün korkusudur şimdi beynini yakan.
Bir ıstırap nehridir ağzından dökülen kan.
Gözleri deli gibi fırlamış çanağından."
* * *
41 yaşındaki Sabahattin Ali'nin cesedi aylar sonra tanınmaz halde bulundu.
Katili Ali Ertekin ise sonradan bir kaçakçılık davasından yakalandı. Cinayeti "milli duygularla" işlediğini itiraf etti.
2 yıl sonra genel afla salıverildi.
Öykü tanıdık geldi değil mi?
Türk demokrasisi 60 yaşına geldi, ama Sabahattin Ali'den Hrant Dink'e kadar hiçbir şey değişmedi.
"Milli duygular"la kurşun sıkanlar...
Muhalif gördüğünü arkadan vuranlar...
Cinayetleri devlete hizmet sayılıp affa tabi olanlar... hiç eksilmedi.
* * *
Sabahattin Ali'nin 100. doğum yıldönümüyle birlikte, onun öldürülmesi üzerinden, yargısız infazların 60. yıldönümünü de idrak ediyoruz.
Kirli film "tekmili birden" yeniden vizyona giriyor. Kaldırımlar yeni kanlı vücutları kucaklıyor.
Kaçan kaçıyor; kaçamayan belalı bir tarih kitabının kayıp sayfalarına nakşoluyor.
Kulağımızda Sabahattin Ali'nin dizeleri çınlıyor:
"Hey anavatandan ayrılmayanlar
Bulanık dereler durulmuş mudur?
Dinmiş mi olukla akan o kanlar?
Büyük hedeflere varılmış mıdır?"

can.dundar@e-kolay.net

Dienstag, 13. Februar 2007

Savaş kültürü ve ırkçı tehdit

Alman Der Spiegel dergisi, "Öldürücü milliyetçilik" başlıklı yazısında "Türkiye'de eleştirel tavır takınan yazar ve gazetecileri hedef alan savaş kültürünün yoğunlaştığını" belirtti.
Polisin katillere kahraman muamelesi yapabildiğini, hükümetin ise yükselen "gerici hissiyat"a karşı bir şey yapamadığını yazdı.
* * *
Bu milliyetçi yükselişin çok nedeni var:
Amerika'nın bölgedeki saldırgan politikaları ile Avrupa'nın çifte standartlarının yarattığı öfke ve hayal kırıklığını en başa koyabiliriz.
Kürt ve Türk milliyetçiliği birbirine sürtündükçe keskinleşen bıçaklar gibi kıvılcım saçıyor.
Yarın umudunu yitiren kitleler, maziye, köklerine sığınarak güç buluyor.
İçe kapanan, farklılığa tahammülsüz bir toplum çıkıyor ortaya...
Milliyetçilik, yer yer kafatasçı bir şekle bürünüyor.
Silah üzerine Türklük yemini eden Kuvvacılardan, katliam çağrıları yapan "sol" namlı dergilere, katilleri öven ırkçı sitelerden partileşmiş linç tahrikçilerine kadar büyük bir koalisyon, gerçek anlamda "bölücü bir faaliyet"e girişmiş durumda...
Bu saldırganlığın kışkırtılmasının ne sonuçlar verebileceğini 6-7 Eylül'de Beyoğlu'nda da gördük; Sivas'ta Madımak Oteli'nde de...
* * *
Peki, nasıl gelişti bunlar?
Geçen haftaki Neden'de Nuri Gündeş önemli bir hatırlatma yaptı:
"Devletin polisinin güçlü olduğu zamanda, Ülkü Ocakları'ndan MHP'den bazı kişiler polise yardımcı oldular. Bunlar zamanla devletten aldıkları gücü kendi emelleri için kullandılar. Çek-senet mafyaları çıktı ortaya..."
Sonrasını hatırlayalım:
10 yıl önce, 1997'de Susurluk skandalının yankısı sürerken toplanan Milli Güvenlik Kurulu (MGK), Türkiye'nin tehdit önceliklerini sıralayan "Milli Güvenlik Siyaset Belgesi"nde (MGSB) önemli bir değişiklik yaptı.
"Aşırı sol tehdit"in yumuşamakta olduğunu saptadı.
Yeni tehdidi ise "ırkçılık" olarak açıkladı:
"Türk milliyetçiliği bazı kesimlerce ırkçılığa dönüştürülmek istenmektedir. Ülkücü mafya bundan yararlanmak istemektedir. Bu da bir tehdit unsuru oluşturmaktadır" dedi.
Bu, ilk kez oluyordu.
Soğuk Savaş'ın bitmesiyle komünizm tehdidinin azaldığını hisseden devlet, yıllar yılı solculara karşı "gayrimeşru bir ilişki" içinde olduğu sağcılarla İslamcıların işine son veriyordu.
Nitekim, derin kalkan ve mali destek kalkınca bu oluşumların nasıl kısa sürede tasfiye olacağı hemen görüldü.
* * *
MGK, ilk uyarıdan 8 yıl sonra 2005'te MGSB'yi yeniden yazdı:
Bu kez "aşırı sol"u iç tehdit sayarken, "aşırı sağ"ı tehdit unsuru olmaktan çıkardı. Oysa manzara tam tersiydi:
Sol, can çekişirken ırkçılık tırmanıyordu.
MGK'nın bu teşhisinin "ırkçılığı, mafya liderlerini, linç girişimlerini cesaretlendireceği" o dönem söylendi.
Nitekim de öyle oldu.
Bakalım önümüzdeki MGK, son gelişmelerden yeni bir tehdit unsuru çıkaracak mı?
* * *
Yazımıza "Öldürücü milliyetçilik" diye başlamıştık.
"Yaşatıcı insanlık"la bitirelim:
14 yaşındaki, cumhuriyet yurttaşı Yorgo Kutruli trafik kazasında öldü 10 gün önce... Babası organlarını bağışladı. Şimdi onun kalbi, karaciğeri, böbrekleriyle 4 ayrı insan, belki farklı bir açıdan, Yorgo'nun penceresinden bakıyor dünyaya...
Bir de bu Türkiye var:
Başkalarına kin saçan değil, başkalarıyla yüreğini paylaşan güzelim insanların ülkesi...
"Savaş kültürü"nü yenecek olan, bu insanlık işte...

can.dundar@e-kolay.net

Dienstag, 30. Januar 2007

Hepimiz Ermeni miyiz?

Pazar günü Malatya'da oynanan Malatyaspor-Elazığspor maçı...
Tribündeki Elazığsporlu taraftarlar "Ermeni Malatya" sloganı atıyor. Çünkü Hrant Dink Malatyalı...
Ardından bir pankart açılıyor:
"Ne Ermeniyiz, ne Malatyalıyız. Biz Elazığlıyız. Türkiye sevdalısıyız."
Bunun üzerine Malatyasporlular "PKK dışarı" diye bağırıyor.
Küfürleşme, arbedeye dönüşüyor.
Sonuç:
3'ü polis 10 yaralı...
***
Aynı günün gecesi Pop Star Alaturka programı...
Bülent Ersoy yarışmacılardan birini fırçalıyor. Fırçalarken sivri dilini ırkçılık kavanozuna batırıp çıkarıyor:
"Öyle bir söyledi ki, Ermeni üstüme geliyor zannettim" diyor.
Sonra da Dink'in cenazesinde atılan "Hepimiz Ermeniyiz" sloganını eleştiriyor. Eleştiri cümlesi şu:
"Ben elhamdülillah Müslümanım! Bedenim teneşire de gelse 'Ermeniyim' demem."
***
Dink'in cenazesinde "Hepimiz Ermeniyiz" sloganı atanların anlatmak istediği, karşı çıktığı şey tam da buydu işte:
Bazıları "Ermeni" sözcüğünü küfür niyetine kullanıyor. Bu ırkçı yaklaşıma karşı Ermenilerin yanında saf tutmak; onların hassasiyetini paylaşmak, bir insanlık görevi...
Eminim aynı topluluk, ASALA Türk diplomatlarını kalleşçe vurduğunda "Hepimiz şehit ailesiyiz" diye yürürdü; çünkü burada asıl mesele "Ermeni olmak" değil, mağdurun yanında durmak...
***
Şimdi milliyetçilik bayrağı altında Ermeni düşmanlığı yapanlara şunu sormak isterim:
"Malazgirt Savaşı'nı Türklerin Ermenilerle birlikte kazandığını biliyor muydunuz?
"İstanbul'un alınmasında Ermenilerin yaptığı kahramanlıklardan haberiniz var mı?
"Çanakkale'de Mustafa Kemal'in yanında savaşan Ermeni askerlerin adlarını biliyor musunuz?
"Atatürk'ün bugün kullandığımız alfabeyi Ermeni dil bilgini Agop Martayan'a hazırlattığını ve sonra ona Dilaçar soyadını verdiğini biliyor muydunuz?"
Son bir soru:
Bir Ermeni dostuna bu soruları soranın, Alparslan Türkeş olduğunu biliyor muydunuz?
O Türkeş'in, 600 yıllık Türk-Ermeni dostluğunu diriltebilmek için Ermenistan Devlet Başkanı Petrosyan'la buluştuğunu, Ermeni askerlerin Azeri topraklarından çekilmesi şartıyla Ermenistan'la diplomatik ilişki kurulmasını savunduğunu ve 1915'te ölenlerin anısına, Türk-Ermeni sınırına bir anıt dikilerek Ermenistan'a bakan yüzüne Türkçe, Türkiye'ye bakan yüzüne Ermenice "Verdiğimiz acılardan dolayı üzgünüz" diye yazılmasını bile düşündüğünü biliyor muydunuz?
Bu tavırdan bugünün milliyetçilerinin alacağı bir ders yok mu?
***
Bir daha yazalım:
Bizler "Türkler, Ermeniler, Kürtler, Süryaniler, Aleviler" diye ayrılmıyoruz birbirimizden...
Bizler "vicdan sahipleri" ve "vicdansızlar" olarak ayrılıyoruz.
Bir yanda ırkçı, duyarsız, vicdansız Türkler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Müslümanlar, Hıristiyanlar...
Öte yanda komşusunun acısını kendi acısı bilen, onun yarasına merhem süren, vicdan sahibi Türkler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler ve diğerleri...
Tasnifi böyle yapmazsak, sonunda hepimiz kaybederiz.

can.dundar@e-kolay.net

Samstag, 27. Januar 2007

Reşat Altay'ın yazılmamış anıları

Trabzon Emniyet Müdürü Reşat Altay merkeze alındı dün...
Malumunuz, Altay, sürekli linç, suikast, cinayet haberleriyle gündeme gelen Trabzon'daki güvenlik zaafını izah ederken, suçu reform yasalarına atmış, "Avrupa Birliği uyum kanunları istihbaratı zayıflattı" demişti.
Demokratikleşme hevesi Emniyet'te zaaf yaratmasa, polisin elinde yetki olsa, hiç bunlar başa gelir miydi?
Dilerim Altay, Trabzon'daki ağır mesai günlerinden sonra Ankara'da boş vakit bulur; anılarını yazar.
Biz de Türkiye'nin son 30 yılının hikâyesini onun kaleminden okuruz; okudukça sürekli baş sayfaya dönen kanlı bir tarih kitabı gibi...
***
Mesela o kitap 30 yıl öncesinden bir sahneyle başlayabilir:
16 Mart 1978 Perşembe günü...
Öğleyin...
İstanbul Üniversitesi çıkışında 100 kişilik öğrenci grubunun üzerine bomba atılıyor.
7 ölü, 47 yaralı var.
Esmer, kısa boylu, hırkalı bombacı, TNT'yi solcu grubun üzerine atıp üniversitenin merdivenlerinden kaçmaya başlıyor. Öğrenciler kaçışırken Beyazıt Kütüphanesi önünden de otomatik silahlarla yaylım ateşi açılıyor.
Gençler de polis de yere kapaklanıyor.
Ayağa kalktıklarında polis ateş açan saldırganları takip için fırlıyor.
Arkadan bir ses:
"Geri dönün" diye bağırıyor.
Polis geri dönüyor. Katiller kaçıyor.
Geri dönen polislerden biri Yahya Gergin...
Olayın ayrıntılarını yıllar sonra 32. Gün'den Rıdvan Akar'a anlatıyor. Meğer normalde 30-40 polisin görev yaptığı kapıda o gün sadece 9 polis görevlendirilmiş. Failleri kovalarken kendilerine "Geri dönün" diye bağıran amiri de merak edip araştırmış.
O komiser yardımcısının adı Reşat Altay'mış.
***
Belki o günü yazar Altay anılarında...
Sonra bandı 14 yıl ileri sarar:
Nisan 1992...
Çiftehavuzlar'da bir örgüt evi... 3 Dev-Sol militanı kıstırılıyor. İstense beklenip teslime zorlanabilirler. Ama hayır; polis evi basıyor ve 3'ünü de öldürüyor.
Bu yargısız infazın ardından 22 polis hakkında "kasten adam öldürmek" suçlamasıyla dava açılıyor.
Daha sonra "Zor kullanma yetkilerini kullanmışlardır" diye beraat eden sanıklar içinde ileride Susurluk davasında tanıyacağımız isimler var:
İbrahim Şahin gibi... Ayhan Çarkın gibi...
Tanıdık bir polis daha var:
Reşat Altay.
***
Ne kadar renkli anılar bunlar...
4 yıl daha geçiyor... Sayfalar çevriliyor...
3 Kasım 1996...
Susurluk skandalı patlıyor. Kazada ölen Abdullah Çatlı'nın bütün ilişkileri ortaya seriliyor.
Çatlı'nın telefon kayıtları incelemeye alınıyor. Ve şaşırtıcı sonuç ortaya çıkıyor:
Kırmızı bültenle aranan Çatlı, İstanbul Emniyet Müdürlüğü, Terörle Mücadele Şubesi'nin müdürüyle 5 kez telefonla görüşmüş.
Kim var şubenin başında?
Doğru tahmin ettiniz:
Reşat Altay...
***
Altay anılarını yazsa, bu ilişkileri anlatsa, bütün bunlara rağmen nasıl sürekli terfi edip Gaziantep'e, Bursa'ya, Trabzon'a emniyet müdürü olduğunu izah etse, biraz da Trabzon'daki örgütlenmelerden bahsetse iyi olmaz mı?
Türkiye'nin son 30 yılının hikâyesini onun kaleminden okurduk böylece; ilerledikçe hep baş sayfaya dönen kanlı bir tarih kitabı okur gibi...

can.dundar@e-kolay.net

Dienstag, 31. Oktober 2006

Sakıncalı bir destan

Bayramda şeytana uydum; sakıncalı bir destan okudum.
Suçluyum.
***
Destan, Fırat Nehri kıyısında yazılmış.
Gılgameş, Sümer ülkesinin bilge kralıymış. Güçlü, yakışıklı, ama yalnızmış. Gücüne, gönlüne göre bir arkadaşı olmadığından halkını rahatsız ediyormuş.
Halk, ona gücüne denk bir dost vermesi için tanrılara yakarmış.
Gök Tanrısı, bu yakarışı duymuş. Fırat kıyısından aldığı bir avuç topraktan Gılgameş'in gücüne denk birini yaratıp kırlara salıvermiş.
***
Bir gün avcı, ormanda vücudu gibi suratı da kıllarla kaplı, insanla hayvan arası bir yaratık görmüş.
Tuzakları söküp atacak kadar güçlüymüş. Hayvanlarla arkadaşlık ediyormuş.
Avcı koşup durumu babasına haber vermiş. Bu yaratığın Kral'a arkadaş olabileceğini düşünmüşler. Yalnız onu eğitmek, insanlaştırmak gerekiyormuş. "Bunu ancak Tanrıça İnanna'nın tapınağındaki rahibelerden biri yapabilir" demiş baba...
***
Avcı hemen tapınağa gitmiş. Gördüklerini şöyle anlatmış:
"Tapınağın içi, gidip gelen rahip, rahibeler ve tanrılara kurban getiren, dua eden insanlarla cıvıl cıvıldı. Günah çıkaran rahiplerin kırmızı giysileriyle, erkeklere cinsel yaşamı öğreten rahibelerin başörtüleri göze çarpıyordu. Tanrılara sunulacak bira, şarap, süt, yağ gibi sıvılar, et, peynir, ekmek gibi yiyecekler tapınağın mutfağına götürülüyordu. Yakılan tütsülerin kokusu, uzaktan uzağa gelen lir seslerine karışıyordu."
***
Avcı hemen başrahibeyi bulup durumu anlatmış.
Başrahibe "Sana bu işi en iyi yapabilecek Şamhat'ı vereceğim" demiş.
Çok güzel ve çekici bir kadınmış Şamhat...
Üzerine, bir omzunu açık bırakan, dolgun vücudunu ortaya seren tülden giysisini giymiş, öylece ormana gidip lir çalmaya başlamış.
Müzik sesine önce hayvanlar gelmiş, sonra yaban adam...
Büyülenmiş gibi dinlemişler. Sonra hayvanlar çekilmiş, yaban adam Şamhat'ın yanına oturmuş, elini eline değdirmiş. Göz göze gelmişler. Gülüşmüşler.
Şamhat adama sarılmış.
Ona "Kırların Adamı" anlamına gelen Enkidu adını vermiş. Onu yıkamış, tıraş etmiş, giydirmiş. Adını söylemeyi, yemek yemeyi, su içmeyi, sevmeyi, sevişmeyi öğretmiş.
Sonunda vahşi bir yaratıktan, Kral'a bir arkadaş yaratmış.
***
Sonrası mı?
Bu destan asırlarca dilden dile gezdikten sonra çivi yazısıyla tabletlere işlendi.
O tabletler bulundu, sırrı çözüldü, dünya dillerine tercüme edildi.
Ve Şamhat'ın başörtüsü, 5 bin yıl sonra Türkiye'de mahkemelik oldu.
İzmirli bir avukat, Gılgameş'ı öyküleştiren Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ hakkında dava açtı. Çığ'ın "kadınların başını örtme adetinin tapınakta genel kadınlık yapan Sümer rahibelerine dayandığını" söyleyerek "kutsal değerlere hakaret ettiği" öne sürülüyor, yayıncısıyla birlikte 1 yıla kadar hapsi isteniyordu.
Böylece, Gılgameş'i yargılayan ülke olarak tarihe geçti Türkiye...
92 yaşında, saygın bir bilim kadınını yarın mahkeme huzuruna çıkaracak olmanın utancını da sırtladı.
***
Bayramda şeytana uydum, Gılgameş'i (Kaynak, 2000) okudum.
"Keşke..." dedim, "...bugünün tapınaklarında da kadınlar, sanata, bilime tahammülsüz dağ adamlarından insanlar yaratsa ve sevmeyi öğretse, nefret dolu yüreklere..."

can.dundar@e-kolay.net

Samstag, 21. Oktober 2006

Ağar'ın çıkışı

DYP lideri Mehmet Ağar, Diyarbakır gezisinde "PKK'lı dağda silah tutacağına düz ovada siyaset yapsın" deyince ne yalan söyleyeyim ilk aklıma gelen "Kekliği düz ovada avlayalım" türküsü oldu.
Düşünce balonunda bu cümle onu söyleyenin mazisiyle örtüşmüyordu bir türlü...
Emniyet müdürüyken "PKK'yı Rambo'larla vuracağını" açıklayan, MİT raporunda "yeraltı dünyasını bakanlarla tanıştıran adam" olarak anılan, 7 TİP'li genci katletmek suçuyla "arandığı" dönemde Haluk Kırcı'nın nikâh şahitliğini yapan, Susurluk kazasında Çatlı'nın üzerinden çıkan silahın ruhsatında imzası bulunan, 1000 operasyonun ve derin devletin kahramanı Ağar mıydı bu sözleri söyleyen:
"Bölünme korkusundan vazgeçelim."
"Bu süreç (ateşkes) yürütülmeli."
"Her devletin geçmişinde vatandaşını affetmek vardır."
***
Yine itiraf edeyim ki, Ankara'ya dönüşünde, Diyarbakır'a uğrayıp dönen pek çok liderin, mesela daha önce "Kürt realitesi"ni tanıyan Demirel'in, "Kürt sorunu"nu telaffuz eden Erdoğan'ın yakalandığı hastalığı, yani "unutkanlık sendromu"nu da bekledim Ağar'dan...
Ama o, risk aldığını bile bile sözlerinin arkasında durdu. Hatta fazlasını söyledi.
Kendisine sert çıkan Genelkurmay Başkanı'na da karşı da alttan almadı.
Bütün partiler üstüne geldi, geri adım atmadı.
***
Neden?
Ne oldu da "silahlı çözüm"ün kararlı icracısı bugün "Askere rağmen barışçı çözüm" noktasına geldi?
Ağar mı değişti, koşullar mı?
Herhalde ikincisi...
NTV'ye konuşurken "Bu yıl 31. yılı... Dağ, bir türlü bitmiyor" dedi.
Geçenlerde milliyetçi kesimin önemli kalemi Avni Özgürel de Radikal'de isyanın kitleselleştiğini yazmış, "Ya acilen yeni politikalar üreterek yeni bir mutabakata gideceğiz ya da ABD'nin dizaynına rıza gösterip bölüneceğiz" demişti.
Aynı günlerde Amerikan büyükelçisi, hükümet-asker polemiğini "kakafoni" olarak nitelendirdi. Bu sözcük, "Amerika, ordunun şahin yaklaşımını desteklemiyor" diye tercüme edildi
Ve Ağar, tam da bu ortamda tabanını ürkütmeyi, askerle sürtüşmeyi göze alarak hem Amerika'ya hem acil çözüm arayanlara "Çözecek adam benim" mesajı verdi.
***
AP-ordu ilişkilerinin yarım asırlık anatomisini çıkaran Ümit Cizre-Sakallıoğlu (İletişim, 1993) bu hareketin bir ikileminden söz eder:
Bir yandan ordunun gözünde meşruiyet sağlayabilmek için askere mübalağalı övgüler düzer; öte yandan da tabanı itibariyle anti-militaristtir ve milli irade kavramına dayanır.
Ağar, DYP'nin başına geldiğinde "devlet kökenli" birinin "millet eksenli" bir partide zorlanacağı düşünülmüştü. Ancak Ağar, koşulları iyi okuyarak, içinden geldiği askeri-sivil bürokrasiyi karşısına alma pahasına hareketin ana damarına yaslandı; askere, "Orduyu en iyi ben bilirim. Ama siyasetin alanını da ben belirlerim" dedi.
Ümit Cizre'nin tabiriyle söylersek, "titrek muhalefet"e son verdi.
1993'te Alpaslan Türkeş'in Ermenistan Devlet Başkanı Petrosyan'la buluşması kadar önemli bir adım bu...
Savaşı ancak savaşanın bitirebileceği düşünülürse ayrıca anlamlı...
Mazideki mücadelesi Ağar'ı "hain" damgası yemekten alıkoyuyor.
Polemikler ise bu çıkışın icazetli olmadığını kanıtlamaya yarıyor.
Dilerim Ağar, sözlerini netleştirir, buradan barışa hizmet edecek bir politika geliştirir ve Türkiye'ye yeni bir açılım getirir.

Can Dündar (Milliyet)

Montag, 1. Mai 2006

Bir veda mektubu

dundar
"Şiir yazmak benim için her geçen gün zorlaşıyor" diyordu 1956'da Nâzım Hikmet, "Moskovalı Dostlara" başlıklı makalesinde:
"İlham mı gelmiyor yoksa yaşlılık belirtisi mi? Kim bilir belki de söyleyecek şeyim kalmadı. Halkımla bağımı yitirmiş olmamdan kaynaklanabilir mi? Bence neden bu değil. Peki öyleyse?"
Ona göre bu "ifade arayışı"ydı.
Oysa beklenen ilham çok yakında gelecek ve yine gürül gürül yazmaya başlayacaktı.
O halde niye yazamıyordu 1956'da?..
Cevabı kendisi de biliyordu aslında:
Âşık değildi.
***
Doktoru Galina Kolesnikova ile birlikte yaşıyordu Nâzım...
Galina'nın (ya da kısaca "Galya"nın) anıları "Nâzım'la 7 Yıl", geçen hafta Halkevleri Yayınları tarafından yayımlandı.
Usta şairin mahrem bir sandığının daha kapağı aralandı.
Nâzım, eşi Münevver'le oğlu Memet'i Türkiye'de bırakıp Moskova'ya kaçmıştı. Galina onun sadece doktoru değil, hemşiresi, sekreteri, tercümanı, mihmandarı, aşçısı, şoförü, muhasebecisiydi. Kendisini 4 kez Azrail'in elinden almıştı.
Peki sevdiği kadın mıydı?
Sanmıyorum.
Bunu iki şeyden anlıyoruz:
Ona hiç şiir yazmamasından...
Ve bu kitapta ilk kez yayımlanan mektuplardaki hitaplarından:
"Galuşka", "Hazin hazin öten kanaryam", "Güllü Hanım, a benim canım, sultanım, güzelim, şekerim"...vs...
Sevdiğiniz sizden "O çok iyi bir insandır", "Bende yeri başkadır" diye söz etmeye başladıysa dikkatli olun.
Nâzım çok değil, birkaç yıl sonra âşık olduğunda, sevdiği kadına şöyle hitap edecektir:
"Seviyorum seni,
ekmeği tuza banıp yer gibi/
geceleyin ateşler içinde uyanarak/
ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi..."
***
Nâzım 55 yaşındayken, 23'lük bir kıza sevdalanmıştı.
"Buna kalbin dayanmaz. 3 yılda ölürsün" demişti doktorlar.
Şair dostu Voznesenski'ye "Aşksız 10 yıl mı yaşayayım, aşkla 3 yıl mı?" diye sormuştu.
Cevabı kendisi vermişti bile:
"Aşkla 3 yıl yaşa"yacaktı.
Galina'ya şu mektubu bıraktı:
"Galya, merhaba. Bugün gidiyorum. Sağlığım fena sayılmaz. Çalışıyorum. Şiir yazdım. Münevver'e para gönderdiğin için teşekkür ederim. Ben senin sadık bir dostunum. Sen de benim kızımsın. Öpüyorum. Annene selam söyle. Güzel süveter için teşekkür ederim. Nâzım Hikmet."
***
Galina'nın anılarında ilk kez yayımlanan bu kısa mektuptaki hissiz cümleler, her kadın için yaralayıcı olsa gerek:
"Bugün gidiyorum"daki soğukluk...
"Şiir yazdım"daki keskin ima...
"Münevver'e para gönderme" teşekkürü...
"Kızımsın" itirafı...
Ve asıl beni vuran, o "güzel süveter..."
Nâzım, birlikte yaşadıkları evden pijama-terlik kaçtıktan sonra Galina o süveteri Şair'in özel şoförü ve arabasıyla birlikte yollamıştı ardı sıra; üşütüp hasta olmasın diye... İlaç, para, portakal, limon ve tıbbı talimatlarla birlikte...
Belki de bu şefkat yüzden Nâzım'ın Galina'ya "Beni affet" dediği son mektubu, şu hitapla başlıyordu:
"Canım, kızım, anam, yoldaşım, bacım, Memet'im, Münevver'im, Galyam!"
"Her şeyim" anlamı taşır gibi görünse de bu hitap aslında Nâzım'ın "terk ettiği her şey"in listesidir. Listeye son eklenen "Galya" olmuştur.
Nâzım şefkate sırt çevirip aşkın peşine koşmuştur.
Sonrası malum: Sevdayla birlikte şiire, sonra Galina'nın yasakladığı sigaraya, içkiye, uzun seyahatlere başladı Nâzım; Küba'ya, Tanganika'ya uçtu.
Ve doktorların tahmin ettiği gibi 3 yıl sonra öldü.
***
Galina'nın anılarının sonunda birbiri peşi sıra terk edilmiş iki kadının buluşma sahnesi var.
Nâzım'ı gömdükten sonra Galina, Münevver'le buluşuyor. Ona eski eşinin vasiyetnamesini teslim ediyor.
Gerisini Galina'dan okuyalım:
"Onun bütün bu yıllar zarfında çektiği sıkıntıları bildiğimi söyledim. 'Nâzım bana sizin ve Memet'in mektuplarını okurdu' dedim. Kır evine sizin ve oğlunuzun fotoğraflarını birlikte asmıştık. Çalışma masasında sizin fotoğraflarınız ve renkli İstanbul kartpostalları dururdu. Nâzım'ın ricasıyla size bizzat ben para gönderiyordum. Nâzım'la birlikte size elbise, Memet'e de bisiklet ve oyuncaklar almıştık.'"
***
Birlikte yaşadığı kadına, karısının adıyla seslenen bir erkek... O erkeğin karısına hediye alan, para yollayan bir kadın...
"Nâzım'la 7 Yıl" sadece bir şairin iç dünyasına değil, kadın-erkek ilişkisinin karanlık mağaralarına da ışık tutan bir fener:
Hem şaşırtıcı, hem öğretici...

can.dundar@e-kolay.net

Freitag, 21. April 2006

Fazla acilmak

İhtiyar balıkçı, Karayibler´de 85 gün olta salladıktan
ve eve eli boş döndükten sonra bir gün iyice açılıp
´büyük balık´ı yakalar.

Lâkin kıyıya dönerken, yedeğine aldığı, teknesinden
yarım metre daha büyük olan bu kılıç, yol boyu kan
kokusuna gelen canavar köpekbalıklarınca didik didik
edilir. Bu korkunç mücadeleden elinde kala kala
dev balığın iskeleti kalmıştır.

Kan revan içinde, uykusuz ve bitkin sahile yanaşırken
´Beni adamakıllı yendiler... Hem de ne yeniş.´ diye
geçirir içinden. Sonra silkinir ve yüksek sesle şunu söyler:
´Yenilmedim aslında, belki biraz fazla açıldım, o kadar...´

Hayat yolculuğumuz da öyle değil midir?
Kimi için güzel bir kadındır ´büyük balık´, kimi için
zengin bir damat... İyi bir hayat... Hayırlı evlat...
Ya da müstakil ev, son model araba, sınırsız servet...

Kimi, ´büyük balık´ı hiç göremeden ölür. Kimi, bir kez
tuttu mu, bir daha açılmaz hiç... Onunla gömülür.

Kimi ise; yaşam denilen, şakaya gelmez deryanın dalgalarında
yalpalana yalpalana arar büyük balığı bir ömür boyu...

Açıldıkça bulma şansıyla birlikte artar, yitirme ihtimali...
Zor bulanlar, çabuk yitirir bazen...
Acımasızca yağmalanır ve sonuçta elde bir kılçıkla kalakalırlar.

Yenilgi değildir onlarınki aslında...
Olsa olsa biraz fazla açılmışlardır.

Ama insanlık, kısmen de, onların fazla açılması sayesinde ilerler

Can Dündar hikayeleri burada

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren