Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan , Barış Terkoğlu
Metastaz

Dinlediklerim

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Okuma kösesi

Montag, 8. September 2008

YILDIZLARA UĞURLANAN DOSTLARA...

Ali Başpınar ve Mustafa Ünüvar’ın ardından



bir yıldız kaydı gökyüzünden

yerinde kırmızı bir boşluk bıraktı

içini yakan acı soğur mu hemen

gözlerine dost bir resim bıraktı



anılarını aklının bohçasında sakla

kalbinin bahçesinde sevgili bir yeri olsun

İçinde çiçekleri açsın unutmazsın

dost kokarlar sana yasını tutmazsın



bir yıldız kayınca gecenin kalbinden

bütün şarkılar susar ve dağılır yürek

çırılçıplak bir suskunluk kalır geride

yaşamın dili yeniden çözülünceye dek



Ersin Ergün Keleş



Güle güle Ali Baş...

Sana “Öldün” diyemem ki…

Melİh Pekdemİr



İfşa ediyorum: Aramızda ‘ideolojik ayrılık’ vardı. Sen sağlık ideolojisini savunurdun, ben keyif ideolojisini... Koğuşta sen sabahın köründe kalkıp spor yapardın, ben ha bire sigara içerdim ve hep sabaha karşı yatardım… Geçenlerde, hastalığım sırasında bana telefon ettin, “Sakın ölme ha!” diye tembihledin; ben de sana, “Ölmeyelim, birlikte biraz daha direnelim Ali Abi!” dedim.

Demedim mi?

Ben senin sözünü (şimdilik) tuttum…

Ama sen benim sözümü tu-ta-ma-dın…

“Tutmadın…” diyemem ki!

Çünkü hakikaten direndin.

Şu gezegenin en amansız hastalığı karşısında tam on beş yıl pes etmedin…

Sana, “Öldün” diyemem ki!

Birkaç yıl önce bizim gençler, ‘tecrübelerimizi’ sormuştu. Onların genç yaşındaki uzuun geleceklerine nazire, ben de peşimizi terk etmeyen geçmişimizden, geceleri gökyüzüne bakarken seyir eylediğimiz, kayan yıldızlarımızdan medet ummuştum. Ve şunu hatırlamıştım:

“Baba” demişti oğlum Bulut dört yaşındayken ve gökyüzünün yıldızlarını seyrederken Ayvalık sahillerinde: “Depremde her yer sallandı, nasıl oluyor da bu yıldızlar düşmüyor oradan?” “Yumruklarını sıkmışlardır evladım” diyememiştim; deseydim, elbette anlamazdı. Ama anlayan mutlaka çıkardı vakti zamanında, şimdi de hâlâ çıkar mı? Ama hep, sanki hep geçmişimizdeymişiz gibi olsun da istiyordum... Biliyorum, sen de öyle istiyordun…

Sen ki… Şimdi… “Hoşça kalın” deyince ve gidince, geçmişimizi çoğaltmış oldun…

Sen ki… Bir başına gidince Ali Baş… Bugünümüz mutlaka eksildi…

Ama yine de bir teselli gibi:

Ardında geleceğimizi de çoğaltacak ‘insanlık malzemesi’ bıraktın…

Çünkü Devrimci Yolculuk ‘raconu’ yaratmıştın…

Ve bu yüzden, dostun da düşmanın da bilir ki, devrimci hayatından, yıldızlı pekiyi dolu bir karneyle mezunsun.

Şimdi… Sen de öyle… Gökyüzünden yumruğunu sıkmış bir yıldız olarak… bekle bizi, Ali Baş… Nasılsa biz de geleceğiz yanına…

Sen beklerken; Yağmur’a her baktığımızda, her gök gürültüsünde, senin şen kahkahalarını ve kahkahalarına meze ettiğin zılgıtlarını duyacağız.

Ve bu yıldızlı ve bu devrimci zılgıtlarını, sana ant olsun, birer slogan atar gibi, bütün sömürücülerin, zalimlerin, şerefsizlerin yüzüne her gün tekrarlayacağız.





***

Alİ BaŞpInar’In savunmasIndan

Ben Devrimciyim

Marksist Leninist Görüşleri Benimsedim. Devrimci Yol Dergilerinde Yazılan ve Savunulan Görüşlerin Tümünü Benimsiyorum ve Bu Tespitlerin Doğruluğuna İnanıyorum*

ALİ BAŞPINAR



... Asıl anayasayı değiştirmek isteyenler bizler değiliz. Yıllardır kendi ekonomik politikalarına uymadığı, nispi demokratik bir ortam sağladığı için bu anayasa ile ülkenin yönetilemeyeceğini söyleyenlerdir. Son 24 Ocak kararları ile ülke ekonomisi tamamen IMF"nin denetimine verilmiştir. Bu süreç, 1970"li yıllarda gündeme gelmiştir. IMF reçetelerinin uygulandığı tüm ülkelerde görülmüştür ki demokrasi bir yana nispi demokratik haklarda bile ortadan kalkmadan bu kararları uygulamak mümkün değildir. Çünkü emekçi ve yoksul kesimlerin örgütlülüğünün düzeyi ne olursa olsun bu soygun, daha çok sömürü, enflasyon ve aç bırakma politikalarına karşı mücadele etmesinden başkaca kurtuluşu yoktur.

Bütün demokratik hakları yok etme ve ülkedeki siyasal ortamı gerginleştirip bu kararların uygulanabileceği bir ortamı yaratmak elbette bu güçlerin görevi idi. Ülkemizdeki faşist saldırı ve kıyımların yükselmesi böyle bir programın parçasıdır. Dünyanın hangi geri bırakılmış ülkesinde IMF reçeteleri uygulanmışsa bu ülke sonuçta askeri bir yönetimle yönetilmek zorunda kalmıştır. Bu kararların uygulandığı ve demokrasiyle yönetilen tek bir ülke yoktur.

Gerek 1961 Anayasasında gerekse yeni kabul edilen Anayasada işkencelerin suç sayıldığı söylenmektedir. Bu konuda kısaca hem Türkiye boyutları ile hem de bizlere uygulananlar ile özetlemek istiyorum. Türkiye"de işkenceler kurumlaşmış uygulanmaktadır. Bu işkenceleri inkar etmek mümkün değildir. 12 Eylül ile birlikte kurumsallaşmış olan bu yapı daha da örgütlendirilip geliştirilmiş ve bir profesyonel işkenceciler grubu oluşturulmuştur. İçinde bulunduğumuz yıllardaki uygulamaları daha da yaygınlaşan ve sistemleştirilen işkence olaylarının en insanlık dışı olanları ile karşılananlardan biri olarak kısaca bunları anlatmaya çalışacağım.

Bu anlatım bugün burada sanık sandalyesinde oturtulan bizlerin hangi koşullardan geçerek, bazılarımızın işkencede ölerek birçoğumuzun sakat kalarak, kalanların da çeşitli asılsız suçlamalarla sanık yapılmalarının örneklemesi ve nasıl sanık yapıldığımızın anlatılmasına yardımcı olacağı kanısındayım. On binlerce ilerici yurtsever ve devrimcinin geçmek zorunda olduğu bir çemberin belli başlı halklarını, ana hatlarının çizeceğim. İşkencelerin dün olduğu gibi bugün de en acımasızı, en akla gelmeyeni, bizlere yani ilerici, yurtsever ve devrimcilere uygulanmaktadır. Zaten bu geçirdiğimiz uzun yılların tecrübelerinin bir göstergesi ve o yılların uygulanması ile ortaya çıkmış bir gerçektir.

İşkenceler bundan böyle de yine her zaman olduğu gibi suçlu yaratabilmek için devrimcilere, ilericilere ve yurtseverlere uygulanacaktır. Ta ki işkencelerin ortadan kalkmasına değin. Belli bir süreçtedir ki artık işkencelerin sıradan polis ve görevlilerin uygulama metodları olmaktan çıkmıştır.

Özellikle 12 Mart 1972"den bu yana işkence yapanlar insanlık düşmanı, sapı, sarhoş ve ruh hastalarından oluşan işkenceciler çetesi vardır.

Bunlar bugünkü düzende işkence yaparak, yaptırarak karşılığında çeşitli ödüller ve başarı belgeleri alıp, baskın yaptıkları evlerden çaldıkları eşyalar ve gözaltına alınanlardan el koydukları para, saat ve kıymetli eşyalarla refah için yaşatılırlar. Bugün Türkiye"de kurumsal hale gelmiş olan işkence uygulamalarının dönemin en işkenceci yönetimi olarak bilinen faşist Almanya ile karşılaştırmak kanımca ters olmasa gerek. Hitler işkence genelgesinde Marksistlere, Yahudilere, yurtseverlere, paraşütle indirilen ajanlara, anti-sosyal unsurlara, Rus ve Polanyalı serserilere işkence uygulanabilir.

Ne var ki bugün ülkemizi yönetenler böyle bir kuralı bile koymaya gerek görmemişler ve on binlerce insanı işkencecilerin ellerine teslim etmişlerdir. Bu işkencecilerde bilemediğimiz kadar insan öldürmüşlerdir ve ölenlerin sayısı bugün bilinmemektedir.



***

Bu tarihin büyük ve ızdıraplı devlerinden biridir O

Öykü Polat



“Yıldızlar ve sular tanıktır

aç ve kavruk memeden

Direnmeyi yudum yudum emen

Bir çocuk gibi öğrendik

Ve direndik”

Adnan Yücel



Direnmek; ne zor bir kelimedir. Şimdi vazgeçmek, teslim olmak çağındayız. Onlarsa direnenler çağında yaşamayı sürdürürler, bir başka dünyanın insanları gibidir. Anlaşılmazlardır. Öyle değil midir? Birilerinin Che Guevara"nın cesaretine ve serüvenciliğine "klinik bir vaka" muamelesi yapmaya çalışması bundan değil midir? Şimdilerde birilerinin "yahu nedir hala bu devrimcilik ısrarı" diye sormasını da buna bağlayamaz mıyız?

Her şeyin nedeni onlardır. "Fidel"in Yüzünden" filmini izlerken senin de aklına bizimkiler gelmedi mi? Yanlış da değildir kimilerinin yakınması, gerçekten öyledir. Fidel"in yüzündendir, bizimkilerin yüzündendir, bunca yaşanan şey.

M.Berman"ın Marx için söyledikleri, bu topraklarda en çok onlar için söylenebilir sözlerdir, “-bu tarihin- büyük, ızdıraplı devlerinden biridir o, onlar kendilerini olduğu gibi bizi de çılgınlığa sürüklemişlerdir, fakat onların ızdırapları hala daha yaşam kaynağımız olan manevi sermayenin büyük kısmını yaratmıştır”.

Kendileriyle kalmamıştır, doğrudur, bizi de çılgınlığa sürüklemişlerdir.

Evet şimdi birileri tabii çıkıp "o dönem kapandı, kapanmalı, kapanacak" falan deyip durabilir. Onların en büyükleri "başka dünya yok" derken daha bizimkiler "her yerde hep birlikte yeniden" diye sesleniyorlardı bu kahpe dünyaya.

İşte o sesleniş sürükledi bizi de bu çılgınlığın içerisine. Elbet buna da kızıp, "onların çağı kapandı ama gençleri etkiliyorlar hala" diye yazarlar.

İşte her şey bu cümlede gizlidir. Onlar her gün yenilenen ve yeniden doğan, kesintisiz ve sürekli var olan, ölümsüzlerdir. Bir yere yazmıştık, "onlar fikirleriyle bu ülkenin göklerini dolduran yumruklu yıldızlarda ölümsüzleştiler" diye. Öyleyse ne mümkündür o çağın kapanması. Bak şimdi Ali Butto"muzu yıldızlara uğurlerken ben, biz o oluyoruz. Evet, öyle, biz onların gençliğiyiz. Onlar bizim yol arkadaşımız, abimiz.

Tarihsel bir sürekliliğin içerisine doğduk, o yüzden, Ali Başpınar, bizim de Butto"muz. Şimdi yine kızdırmış olabilirim birilerini, çünkü bazen cellallenip "size mi kaldı yaşamadığımız bir tarihi sahiplenmek" diye çıkışırlar. Kim demiş yaşamadığımız bir tarih olduğunu, peki yaşadığımız nedir bizim!

"Yıldızlar ışıklarını hiç kaybetmezler" diyor şair, o ışıkla yıkandık biz. Yüreğimize bir yıldız düştü, gecelerimize ve gündüzlerimize yıldızlar doğdu. Valahi bizi de bu yıldızlar baştan çıkardı. Çünkü öyle duru ve saf, öyle direngen ve umutlu, öyle muhteşemdikiler bu çılgınlığa kapılmamak elde değildi.

Bir "kilinik vaka" mıyız, o halde, şimdi biz de.

Şüphesiz böylesine bir yok oluş içerisinde, her şeyi bir yana bırakıp da "o eskilerin", "mütevazi, dürüst, sahici, adanmış" yaşamlarının izlerini sürerek yaşamaya kalkmak, halen bir dava için hayatını ortaya koyma isteği ile yaşamak, düzenle bütünleşenler için "normal" olarak değerlendirilmez. O nedenle de anlaşılmaz.

Fidel devrimcilikle mütevazilik ve dürüstlük arasında doğrudan bağ kurar. Ali Başpınar"ı yıldızlara uğurlarken, O"na ve onlara yakışan en güzel sözde bu olsa gerek.

O bu topraklara ışık düşüren bir yıldızdı. O izi sürmekten, yıldızlara yürümekten asla vazgeçmeyeğiz. Onların yarattığı o büyük tarihin parçası olarak, iyiliğin ve güzelliğin kaynağı Devrimci Yol"da, geçmişin ve geleceğin bitmeyen yolculuğunu sürdüreceğiz...

Hüzünle, umutla, aşkla, öfkeyle, “diren yüreğim diren, geceyi teslim alan şafakta gökyüzü yumruklu yıldızlar olsun”…



***

Babaannemin üzerine titrediği Dev Gençli



mustafa korkmaz



Sevgili Ali ağabey,



Seni ilk tanımam radyo anonslarıyla başladı. Bataryalı radyonun başına toplanan köylülerin pür dikkat dinledikleri "örfi idare" bildirilerinde duyuluyordu adın. Aranıyordun. Arananlar listesindeydin. Ama ben bu listede oluşuna bir anlam veremiyordum. Benle birlikte Babaannem de bir anlam veremiyordu. Dev-Genç‘li idin. Biz Dev_Genç i halkın dertlerine sorunlarına çare olan gençler, "Dev-Genç"ler olarak biliyorduk. O nedenle neden arandığına bir anlam veremiyorduk.

Sevgili Ali ağabey, sana köylülerimizden bazıları kem söz edince, Babaannem, nasılda savunmaya geçerdi. Zira sen Babaannemin "Bizim Osman‘ın oğlu" idin. Ben bir türlü "Bizim Osman‘ın" biz imliğini öğrenemedim. Merakta etmedim o yanını. Ben o muhteşem sürecin muhteşemliğini merak ettim. 1968 kuşağının DEV-GENÇ ini..

Tutuklandığını duyduk bir zaman sonra. 12 Mart faşizminin zindanlarında, işkence hanelerin de Dev-Genç‘lilerin direniş hikayelerini okuduk. Zaman çok çabuk geçti. Köye haber erken geldi. "Tereplerin Osman‘ın oğlu Ali‘de çıkmıştı". Evet 1974 de artık aramızdaydın.

Bazıları senin artık bir şeye karışmaz dediği günlerde sen bıraktığın yerden mücadelene devam ediyordun. Mesleğe başlamıştın. Öğretmen olmuştun. Öğretmenlerin örgütlenmesi ile işe başlamıştın yeniden. Bir hızla yıldızları avuçlamaya devam ediyordun. Ediyordunuz. Ediyorduk. Artık bir kuşak daha yaratılmıştı. Bu kuşak günümüzde 78 kuşağı diye adlandırılıyor.

Güzel bir dünya, güzel bir gelecek düşümüze saldırılar artarak devam ediyordu. Bu günlerde bu zalimliğe ve zalimlere karşı direnişin gerekliliğinden hareketle; Faşizme, faşistlere karşı nasıl direnebilirliğ in sorularının yanıtlarını "teknik öğretmen" olarak bulmaya, bulup hayata geçirmeye çalışıyordun.

Tıpkı bu gün, Ergenekon‘la iyiden iyiye açığa çıkan o zamanın kontrgerillası işbaşındaydı. Kitle katliamları revaçtaydı. Kahramanmaraş, Sivas, Çorum katliamları. Bunlar olurken Karadeniz‘den yükselen bir demokrasi örneği ve kundaktaki çocuğun katledilişi. "Çorumu bırak Fatsa‘ya bak" demeçlerine karşı, Fatsa halkının sağcısından solcusuna "Fatsa‘yı rahat bırakın" ifadelerinin yetersizliği. Elbetteki kundaktaki çocuk boğulacaktı. Zira sömürü düzenini tehdit ediyordu. O çocuğun adam olacağı yaptığı işlerden belliydi. O yüzden Çorumlar bırakılmış, Fatsalar yakılıp yıkılmıştı. "Ergenekoncu lar!" yüzsüzlüklerini kara maskelerle gizleyerek halkın uyanışını katle girişmişlerdi.

Adım, adım geliyordu faşizmin açığı. Fabrikalar da işçiler grevdeydi. Tarlalarda ekinler değersiz. Ekonomi tam bir kriz içerisinde. İşte bu ortamda saldırganlaşmıştı oligarşi. Ülke iç savaşa sürükleniyordu. Ardı ardına sıralanıyordu ölümler. Çoğu da "bizim kiler"di ölenlerin.

"Nitekim" geldi 12 Eylül de.

Dört kara general oturdular, siyah beyaz camın arkasındaki koltuklarına. Biri henüz daha yeni gelmişti müttefik Amerika‘dan. Okudular o unutulmayacak bildirilerini. "Millet adına ordu idareye el koydu" dediler. Bütün demokrasi kurumları kapatıldı. Demokratik kurum olarak, bir iş veren dernekleri, bir de Türk-iş kaldı ayakta.

Sevgili Ali ağabey, bir kez karşılaştık seninle. Hastalığının ilk belirtileri artık aşama kaydetmişti. Yüzünde izi vardı kanserin.Ben seninle aynı toprağın insanı olmanın bencil duygularıyla övünmek isterken, sen benden önce bozdun sevincimi. Tek kelime ile "Seni tanıdığıma çok sevindim. Hep merak ediyordum seni. Kim bu Mustafa diye" Bencilliğimi bağışlasın tüm dostlarımız ama içten içe gururlanmadım desem yalan olacak. Ben yine birilerinin bu gün tii ye aldığı "abi"liğinle övündüm. "Abi" sözcüğünü kendime ve aldığım kültüre saygının ifadesi olarak hala daha kullanmaktayı m ve de "abi" lerime karşı kullanmaya devam edeceğim. Bu karşılaşmamız ne yazık ki geç oldu, erken bitti.Ama diyeceklerim bitmedi.

Sevgili Ali abi, faşizm var olduğu sürece, adaletsizlikler, eşitsizlikler var olduğu sürece ne sözümüz bitecek, nede isyanımız. Zira biz tepeden tırnağa insanız.

Bu gün bir çok arkadaşın, aşağıya alıntıladığım kendine ait ifadeleri alıntılamışlar çeşitli yerlerde. Bir kez de ben burada haklı olarak alıntı yapıyorum. "...Emekçi halkımıza karşı yürütülen yok etme ve sindirme politikalarına, halkımızın yanında emperyalizme, faşizme karşı mücadele etmenin haklı, doğru ve meşru bir direniş mücadelesinin içinde yer almış olmanın gururu ve onurunu taşıyorum, dünyanın hiçbir ülkesinde faşizme karşı direnenler anarşist ya da teröristlikle suçlanmaz, bizlere karşı yöneltilen bu suçlama ve niteleme de doğru değildir, Devrimci Yol dergilerinde bu gerçek emperyalizme ve faşizme karşı mücadele yöntemleri çok açık ve net bir biçimde ortaya konulmuştur. Geriye doğru baktığımızda o teorik tespitlerin doğruluğu çok açık ve net bir şekilde ortaya çıkıyor. Bugün burada son sözü bize verseniz de, gerçekte son sözü sizler nasıl bir karar verirseniz verin, Türkiye Halkları verecektir. İnanıyorum ki halkımız bizi aklayacaktır. ..."

Sevgili Ali abi, inandığın ve uğruna mücadele ettiğin; Türkiye halklarının, bağımsızlık, demokrasi ve özgürlük davası Devrimci bir dayanışma ruhuyla sürecektir. Sen rahat uyu. İsterdik bedenini taşımayı doğduğun yere. Çamlıhemşin‘e. Kaçkarların tepesine. Ama önemli değil. Biliyorum ki senin bedenin nerede olursa olsun, o büyük gün geldiğinde Türkiye emekçi halklarının sevincine oradan da ortak olacaksın.



***

Dostluk ve dayanışmanın abisi

CAHİT AKÇAM



Ali Başpınar"ı 1975 yılında tanıdım. 1975 yılından itibaren de çeşitli yerlerde ve farklı zamanla yan yana geldik. Ali Başpınar aynı zamanda benim yol arkadaşımdı. Devrimci Yol" da yıllarca birlikte mücadele ettik ve 8 yıl Mamak Cezaevi" nde birlikte yattık. Ali Başpınar 1991 yılında tahliye oldu. Ali Başpınar" ın en iyi anlatan ifadeler Anti-faşist, Anti-Emperyalist tarafıdır. Ali Başpınar bizim abimizdi. Kendisini mücadele arkadaşlarından asla ayrı tutmazdı. Gerçekten mütevazi bir insandı. Çok iyi bir yol arkadaşıydı. Ali Başpınar THKP-C üyesi olduğu gerekçesiyle 2 sene tutuklu kaldı ve ağır işkenceler gördü. Ali Başpınar"la esas yakınlaşmamız 1998 yılında olmuştur. 1998 yılında hem kuruculuğunda hem de yönetiminde birlikte yer aldığımız Dostluk Dayanışma Vakfı"nı kurduk. Amacımız; toplumdaki dayanışmayı, yardımlaşmayı güçlendirmek ve birlikte mücadele verebilmekti zorluklara karşı. Vakıf yüzlerce öğrenciye okuyabilmeleri için burs verdi. Mücadele ettikleri için işlerinden olan insanların yanında yer alarak umudun hep var olduğunu gösterdi. Vakıf insanlara tam desteğini sundu. 6 kişiyle başlayan bu mücadele şimdi çoğalarak devam ediyor. Ali Başpınar"ın hep tam destek vermiştir vakfın mücadelesine.1994 yılında yakalandığı hastalığa rağmen mücadeleyi hiç bırakmadı. Vakfın hazırladığı " Unutturulanlar, Türkiye Gerçeği" belgeseline ciddi katkıları olmuştur. Amasya"ya Havza"ya gelerek insanların bu belgesel için konuşmalarını sağlamıştır. 2008 yılında hastalığı iyice ilerledi ve kemoterapi, ardından radyoterapi ve tekrar kemoterapi gördü. Hastalığı boyunca mücadele arkadaşları Ali Başpınar"ı hiç yalnız bırakmadı ve hep onun yaptığı gibi tam destek verdi.



***

Direnç Gülü oldun gökyüzünde

Mustafa Hocam



emrah altındiş



Bir bilgisayar ekranın soğuk yüzünden bu lanet haberle karşılaşmak, hiç aklımın ucundan geçmezken hem de, daha geçen hafta haberleşmişken... ÖDP iletişimde bir e-posta: Mustafa Ünüvar"ı Kaybettik... Gözlerim dolu, dolu, boğazım düğüm düğüm, aklımda Mustafa hocamın umutlu gözleri, inanmak istemiyorum...

Mustafa Hocam benim açımdan, tükenmeyen umudun, mücadele aşkı ve disiplininin, yaşamı dönüştürmeye dair bitmeyen sonsuz bir cürretin dimdik ayakta temsilcisiydi. Neo-liberal cehennemin ateşine dayanamayarak sosyalist umutları, öfkeleri, düşleri eriyen, omurgalarını yitirmiş onca insan görmüşken, o Fatsa cennet ve cehenneminden çıkmayı başarmış büyük devrimci hep dimdik ayaktaydı. Kariyerist hırsların bir sürü güzelliği çürüttüğü sosyalist mücadelede, o hep bir mücadele neferi olarak, nerede ihtiyaç varsa orada, hem de büyük bir çoşkuyla oradaydı!

Bu ak saçlı, kızıl düşlü devrimci ile 2001 yılında ÖDP Karşıyaka ilçede tanıştık, o dönem ilçe sekreteriydi ve aşkla bağlı olduğu devrimin partisi ÖDP"ye üyeliğimi, özenli ve güzel yazısı ile kendisi yaptı. O dönem Karşıyaka çarşısının kışın hep rüzgarlı, girişinde 35 saatlik haftalık çalışma süresi talebiyle imza topluyorduk, Mustafa Hocam yaşına aldırmadan biz gençlerle beraber insanlardan imza istiyor, uzun uzun derdimizi anlatıyordu, bir sürü işten kaytarma meraklısı genç “devrimciyi” gören benim açımdan oldukça etkileyici idi bu sahne.

2002"de hezimetle çıktığımız seçimlerden sonra pek çok arkadaşımız mücadeleden düşerken, onlarca badireyi göğüslemeyi bilmiş Ünüvar hocamız, aynı inançla mücadeleyi sürdürüyordu. ÖDP, o dönemde de, iç tartışmalara gömülmüştü, yaşadığımız talihsiz bir politik olaydan dolayı istifaya karar vermiştim, uzunca ve duygusal bir istifa dilekçesi hazırladım. Benim de o dönem yönetiminde yer aldığım Karşıyaka ilçe yönetimine, Başkanı Av. Suat (Çelebi) abi ve ilçe sekreterimiz Mustafa Hocama takdim ettim. Mustafa Hoca, uzun uzun ve yüksünmeden dil dökerek beni istifa etme kararımdan vazgeçirdi; kavgaya/mücadeleye küsülmezdi sözün özü ama ben yaşadığım kırgınlıkla partiye bir süre uğramadım. Bu dönemi sonradan değerlendirdiğimde hatalı davrandığımı karar verdim. Kısa bir süre sonra partiye geri döndüğümde Mustafa Hocam yine oradaydı, inatla kavgayı sürdürüyordu.,

2004-2007 ODTÜ günlerimde de iletişimimiz hiç kopmadı, Karşıyaka ilçenin ortasında ki dikdörtgen masanın baş köşesinde (şimdi öksüz olan o köşede, ilçemizde...) genelde o otururdu. Kimi zaman çok kızsa da her gün aksatmadan 2 tane aldığı gazetesi/gazetemiz BirGün önünde, çarşıdan alınmış kimi zaman simit, kimi zaman pide ile çaylarımızı içerken, o sessiz düşmanı sigarasını keyifle içine çeker ve dönemin politik tartışma konularını, Edebiyat öğretmenliğinden de kaynaklanan güzel bir dil ile bizlerle tartışırdı.

İlk aşkı DEV-YOL kadar tutkuyla bağlıydı, aşkın ve devrimin partisi ÖDP"ye, kimi devrimcilerin düştüğü muhafazakarlık çukuruna düşmeden ama geçmişini hep onur ve mutlulukla hatırlayarak, kendisini de sürekli yenileyerek yürüyordu. Mustafa Hoca en çok, bu geçmişi bugünkü dar çıkarlarına alet edenlere, geçmiş üzerinden politika yapanlara kızar ve "...Geçmişin ruhunu çağıracağım diye; Gazetenin/partinin ruhuna fatiha okutacaklar... " derdi.

Yörsan İşçilerinin desteklenmesinden, parti sorumluluklarına (vefat ettiğinde ÖDP İzmir İl saymanı idi), kendisinin özellikle ilgilendiği Baran TURSUN davasından, Karşıyaka Kent Meclisine2, Emekli-Sen üyeliğinden, SSGSS karşıtı çalışmalara, mecliste Ufuk Uras"ın çalışmalarının desteklenmesinden3, Kürtlere karşı yapılan saldırıların karşısında durmaya4, edebiyat yazılarından5, Hopa"ya Fatsa"ya Mustafa Hocam sürekli kavganın içindeydi.,yine kendisine ait Havanda "su dövmüyoruz. Hele hele " susuz " havanla hiçbir işimiz yok, olmaz da ! sözünü birebir pratiği ile doğruluyordu Amasya cezaevi 18. koğuşunda Fatsa davasından yıllarını vermiş güzel hocamız...



Can Baba"nın Terzi Fikri ve Fatsa ile ilgili şiirini hatırlayalım:



“Terzi Fikri öyle bir giysi dikti ki Fatsa’ya

O Gürcü öyle bir gürledi ki arkadaşlarıyla

Noktalar, noktalı virgüller, askeri operasyonlar

Kimseler çıkaramaz Fatsa’nın sırtından

Emek hakkının sımsıcak çıplaklığını”



Mustafa Hocam, Terzi Fikri 12 Eylül zindanlarında son nefesini verirken yanında olduğu gibi, hem Fatsa"dan memlekete sosyalizmi gürlerken, hem de o binbir renkli sosyalizm giysisini dikerlerken Fatsa"ya yanıbaşındaydı6. Bütün yaşamını son nefesine kadar emek hakkının sımsıcak çıplaklığına adamıştı.

Mustafa Hocamın ardından, böyle bir yazı yazmak zorunda kalacağım aklımın ucundan geçmezdi. Şimdi zorla tuttuğum gözyaşlarım bir yandan böylesine güzel bir sosyalisti kaybetmekten iken, bir yandan da onunla tanışabilmiş olmanın hüzünlü mutluluğundan.



işte zamanı geldi ayrılmaların

susma, bir gerilla gibi dimdik an beni

yüreğim yıldızlaşan yumruğum benim

direnç gülü oldun sen gökyüzünde



Sen artık bizim dimdik anacağımız ve asla unutmayacağımız direnç gülümüzsün gökyüzünde Mustafa Hocam... Esenlikle Kal...

06 Eylül 2008 (BirGün den alinmistir )

Dienstag, 2. September 2008

ALİ BAŞPINAR'I KAYBETTİK

06:58 02 Eylül 2008
image001

Devrimci Yol Ana davası sanıklarından Ali Başpınar kanser nedeniyle tedavi gördüğü Hacettepe Hastanesi"nde dün akşam saatlerinde hayatını kaybetti.

12 yıldır kanserle, ölüme direnerek yaşayan Ali Başpınar için düzenlenecek cenaze töreni ile ilgili programın bugün açıklanacağı bildirildi.

Ali Başpınar 1949 yılında Rize Çamlıhemşin"de doğdu. 12 Mart döneminde THKP-C Dev-Genç davasından yargılanıp 2 yıl 4 ay cezaevinde kaldı. Devrimci Öğretmen grubunun önder kadroları arasında yer alan Başpınar, 12 Eylül döneminde Ankara Devrimci Yol davasında Merkez Komite Üyesi olduğu iddiası ile yargılandı, müebbet hapse mahkum oldu. 11 yıl cezevinde kalan Ali Başpınar Devrimci Yol hareketi içerisinde ‘Butto‘ lakabı ile anılmaktaydı.

Montag, 24. März 2008

O Hep Aklımda

257458_k_4199pamuk

Orada yaşarken ölen dostları, arkadaşları öldürülmüşken yaşayanları, iyileri, kötüleri hep aklımda tutacağım. Kendi kendimden uzaklaştığımı hissettiğim anda 'aklımda' diyeceğim. (Pamuk Yıldız)

"Geldiğimizde otlar yemyeşildi
Ve kuzeydeydi güneş
Kömür deposu boşaldı işte
Mamak'a sonbahar geldi..." (Mamak Türküsü)

Kitapla ilgili Yazarla yapilan söylesi

http://www.birgun.net/bolum-72-haber-61313.html#haber_basi

Montag, 17. März 2008

“Başka hayatlar gerek bize… sensiz bir hayat…...sessiz bir hayat…

...ve en az kaç kez çoğalacağımıza, kendi romantik eylemlerimizle karar verebileceğimiz bir hayat… mümkünse şayet!…”


Başka hayatlar gerek bize... başka çocuklar... yazılacak onca sevda mektubu, toplanacak onca bahar yağmuru, saklanıp çoğaltılacak onca nergis demeti varken dertsiz ovaların sakin yankılarında; biriktirilecek onca yeni dost, demlenecek onca anı, atılacak onca ilmek, keşfedilecek onca koy varken yaban mersinlerinin uzanıp uykulara daldığı; tenimizi acıtıyor ille de her defasında bitkin doğan ihtiyar güneş... sesim başucumda bekliyor her sabah benden önce uyanıp... “nasılsın bugün...” demek gerek her defasında, unutursam şayet biliyorum neyle karşılaşacağımı... sesim bana küsüyor ve ne zaman yaşasam bu talihsiz unutkanlığı, adsız şehirlerde “sessiz” sürgünlere terk ediliyorum... işte o an en zoru başlıyor kimsesiz seyyahlığımın... “nasılsın bugün” yanıtını bana savuruyor kısılan sesim... mecburum... en kötüsü kendine sessiz kalması kişinin, bilirim... “mutsuzum...” diyorum... “buralara ait olmaktan vazgeçemiyorum, ağrılı bir yüreği böldük ortadan ve yarısı bende kaldı, yarısı onda... her şey yarım... ağaçlar, rüzgarın sesi, verilen sözler, sobada yanan ateş, palamutlardan çaldığım ıslık, kapı komşumun gölgesi, okuduğum ve dahi okunmayı bekleyen kitaplar, günlük gazetem, uykulara daldığım koltuğum, eve dönüş hallerim, otobüs durakları, yürüyüşe çıkan anneler ve ellerinden sımsıkı tuttukları çocukları ve kimi yorgun babalar, okullar, ders kitapları, kuşlar, söz verip aramayı unutturan yarısı kayıp nedenlerim, binalar, caddeler, ve tüm kedileri bu coğrafyanın... “mutsuzum” diyorum... “ağrılı bir yüreği böldük ortadan ve yarısı bende kaldı, yarısı onda... her şey yarım... ülkem beni sevmiyor... güneş yarım doğuyor...”

Son Cuma hariç... nasıl bir sevinç bu yaşadığım, kesilmiş olmasa da çektiğimiz acıların ve yattığımız korku dolu uykuların faturası henüz... komşu köşkün sakinleri ilk kez uykusuz kaldı... yeni ayetler gerek... beş vakit yürek sıkıntısına nöbet tutmak üzere kiralandı gemiler... ve belki bu “son” sefer... karanlık kendini kılıyor bildiği duaları sayıklayarak ve aydınlıktan köşe bucak kaçarak... yağmur yarım yağmadı bu sabah... rüzgar tersten esmiyor... binalar biraz olsun sağlam duruyor yerlerinde... caddeler bu kez temiz... kediler dört ayaklı, ağaçlarımın kökleri ilk kez tokalaşıyor onca zaman sonrasında... sobadaki ateş harını aldı hepten... komşu “günaydın” diyerek koşarcasına iniyor merdivenlerden ve ilk kez unutmuyor gölgesi adımlarını sahiplenmekten... sessizce ödünç verdiğim soluğum buluyor yerini bu sabah ve ilk kez ıslık tutuyor palamutlarım fazla zahmet çekmeden... “Cuma”ya gidenler, gerçekte her Cuma gününün zaten kendiliğinden geldiğini hep nasıl da inkar ettiler... geldi işte... Cuma bu kez hepten şiddetle geldi... rivayet odur ki, “en çok satan kitaplar” listesinde başı çeken kutsal kitap, bir kızılağacın gölgesinde dualarını biraz olsun serinletebilmek ve ilk kez bir türkü tutturup bir cigara tellendirerek atmak istermiş yorgunluğunu şimdilerde... ayetler yorgun düşmüş... elçiye zeval olur mu ki...

Elhamdülillah şeriatçıyız... (21.11.1994)
Yılbaşına karşıyım... (19.12.1994)
Ben tekkeye değil dergaha gittim... (22.01.1997)
Ata’ya saygı duruşunda sap gibi ayakta durmaya gerek yok... (12.05.1994)
10 Kasım’da yaygara kopartıldı... (14.11.1994)
İçki yasaklansın... (1.05.1996)
Sadece imamlar resmi nikah kıysın...
İstanbul’u Medine yapacağız....
Bütün okullar İmam Hatip yapılacak... (17.09.1994)
Ben İstanbul’un imamıyım... (8.01.1995)
Yeşil (kaldırım rengi) medeniyettir... (25.06.1994)
Mayo reklamı şehvet sömürüsüdür.. (6.03.1996)
Milli Piyango zulümdür... (29.09.1994)
Taksim’deki caminin temelini inşallah atacağız... (01.07.1994)
Cumhurbaşkanının imam hatipli olacağı günler yakındır... (05.02.1996)
Sarık operasyonu çok komik... (15.05.1995)
Ben Meclis’in dua ile açılmasından yanayım... (8.01.1996)
İmamlar da nikah kıysın... (9.05.1995)
Askerlik yan gelip yatma yeri değildir... (2006)
Ananı da al git ulan... (2006)
Biz referansı İslam olan bir düşünceyi temsil ediyoruz... %99_u müslüman olan Türkiye’de başka bir şey olur mu?...
”Kahrolsun şeriat...” diyenler kendi kendilerine kahrolmaktadırlar... (1990)
Tevhid-i Tedrisat Kanunu nerlerin önünü tıkamak, nelerin önünü açmak içindir....
Harf İnkılabı vasıtasıyla bir ülkenin tamamının bir anda sıfır okur yazar seviyesine indirgenmesi kimlere yaramıştır... (1993)
Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor!... Yani bu millet istedikten sonra, tabii elden gidecek yahu!... Sen bunun önüne geçemezsin ki!... Millete rağmen bu yürümez zaten.... Millet isterse tabii ki gidecek be!… Sonra nedir bu laiklik Allah aşkına?.. Bir tarif edin diyorsun, tarif edemiyor… Bu nemenem şey yahu!.. (1995)
1,5 milyarlık İslam alemi, müslüman Türk Milleti’nin ayağa kalkmasını bekliyor… Kalkacağız… Işıkları göründü… Allah’ın izniyle kıyam başlayacak… (Ümraniye - 1995)
Türkiye Cumhuriyeti’nin 70 yıllık tarihine baktığımızda, rejimin yüz akı ile çıktığını söyleyemeyiz... (2. Cumhuriyet Tartışmaları - 1993)

Bize göre demokrasi amaç değil ancak bir araçtır… Hangi sisteme girmek istiyorsanız, bu düzenin seçiminde bir araçtır...
Türkiye Cumhuriyeti katı bir üniter anlayışa sahip olmuştur...
Hatta Türkiye din konusunda da aynı şeyi seçmiş, kendisine din olarak Kemalizm’i (Atatürkçülük, Laiklik, Devrimler…) almış, başka hiçbir dine (müslümanlık dahil!) hayat hakkı tanımayarak kitlelere zorla dikte ettirmiştir...
Türkiye Cumhuriyeti, 1923_ten bu yana sürekli gerileyiş içindedir... Türkiye’nin 70 yıllık tarihi boşa harcanmış bir zamandır...
Türkiye’yi İslam’ın devlet planı içinde düşünüyorum... Türkiye’nin yarınında artık Kemalizm’e ve Kemalizm benzeri rejimlere, sistemlere yer yoktur...
Bizim için en üst belirleyici, İslam’ın ilkeleridir... Her şey ona göre belirlenir…

Ben Muhammed Müslüman ümmetindenim… Türkiye dinsiz, laik bir memleket haline gelmiştir… Hayatımı Mustafa Kemal dinsizliği ile savaşa adayacağıma, Türkiye’yi bir din ve şeriat devleti haline getirmek için mücadele edeceğime, Kemal Paşa zamanında çıkarılan dinsiz kanunların tatbikini önleyeceğime, kısa zamanda ümmet esasına dayanan şeriat devletinin kurulması için çalışacağıma, dinim, Allahım ve bütün mukaddesatım üzerine yemin ve kasem ederim… (1980)
Ben değişmedim, dün neysem, bugün de oyum... (2006)

Sen istesen de değişemezsin, Bay Başkan… Taş yerinde ağırdır… dalgalar denizine, ağaçlar ormanlara, imamlar camilere, ağıtlar ölümlere, emekler işçilere, balyozlar özgürlüğe, ustalar çıraklara, kelamın geldiğin yere ve bu memleket inadına ve ille de hep bizlere aitken gerçekte, bizler “sensiz kalabilme” düşlerine teslim ediyoruz uykularımızı her gece… başka hayatlar gerek bize… sensiz bir hayat… sessiz bir hayat… ve en az kaç kez çoğalacağımıza, kendi romantik eylemlerimizle karar verebileceğimiz bir hayat… mümkünse şayet!…

Deniz Aslı 15/03/08

denizasli@gmail.com

Mittwoch, 5. Dezember 2007

Yolcuların düşü...

212545_k_6856

http://eren.com.tr/goster/kitap/kitap.asp?kitap=212545&SID=125222589949

Yolcuların düşü... Özgürlük, kardeşlik ve eşitlikti...

Yolcuların düşü,

baskı ve ayrımcılığın olmadığı,

sömürüsüz, sınırsız, bir yaşamdı...

Ne yollar tüketir, ne yolcular, ne de yolcuların düşleri...

Düşler,

Yolcular

ve mücadelemiz

yaşam varoldukça

her koşulda

yenilenerek

devam edecek...

Ta ki

düşlerimiz gerçek oluncaya dek...

Sonntag, 6. Mai 2007

İDAM EDİLİŞLERİNİN ÜZERİNDEN 35 YIL GEÇTİ

denizler
Mare Nostrum

En uzun koşuysa elbet Türkiye'de de Devrim,
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak...
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi...
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!

Can Yücel

Donnerstag, 15. Februar 2007

Aşkta örgütlü suç işleyenler (sevgililer)

Hayatınızın kadını ya da erkeğiyle karşılaştığınız anın zamanı, mekânı, ve o an orada bulunan her tür nesne, kişi, durum, o karşılaşmanın kutsallaşmasına hizmet eden ayrıntılara dönüşür. Bu karşılaşmayla birlikte duygularınız ve hayata bakışınız değişmiş, güzel olan her şey gözünüze daha güzel, çirkin olan her şey gözünüze daha çirkin gelmeye, dünyanın acılarını ve sevinçlerini daha yoğun bir biçimde yaşamaya başlamışsınızdır.

Aşk, yakanıza yapıştıktan sonra, mantığınız rüzgârda uçan bir tül gibi avuçlarınızın arasından kaybolup gitmiş, yerine riskler de alabilen duygularınızla içice geçebilen başka bir mantık yerleşmiştir. Bir şarkı sözünde olduğu gibi yürüyüşünüz bile değişmiştir artık. En azından benim için, eşim Çağlar'la karşılaşmak böyle olmuş ve hayatımı topyekün değiştirmişti. Onunla karşılaşmak, ona aşık olmak, kendi iç devrimimi de gerçekleştirecek bir gücü ortaya çıkarmış, ruhumu özgürleştirmişti. Ama bunu aşkta tam tersi bir biçimde yaşayanlar da yok değil. İnsanın aşkla karşılaşması, kendisini köleleştirip iç dünyasını bir yağmanın içine atmasına da neden olabilir. Bir insanın aşka dair beklentileri, hayata bakışıyla ilişkili bir durumdur ve bir insanın karakteri, onun kaderidir olarak karşımıza çıkar, yaşamda ve yapıtlarda.

Bugün 15 Şubat, yani sevgililer gününden bir gün sonra. Gazetelerin ya da televizyonların çoğu sevgililer gününe uzun uzun yerler ayırıyordu günlerdir. Hatta sevgililer günü için gazeteler özel ekler vermiş, televizyonlar özel programlar yapmış, mağazalar sevgililere alacakları hediyeler için özel indirimler yapmıştı. İnsanları aşka değil de, aşkı araçsallaştırarak tüketmeye yönelik tüm bu çabalar, çoğu kişinin midesini bile bulandırmış olabilir. Ama madem böyle bir gün var, neden kutlamayalım diyenlerin de, tüm tüketim kışkırtmalarına aldırmaksızın bugünü kendi olanaklarınca değerlendirmesi de mümkündü ve ben de açıkçası öyle yaptım.

Eski Roma'dan bu yana kutlanan sevgililer günü, ilk zamanlar bir karnaval havasında yaşanıyormuş. Lupercalia Bayramı'nda Roma'da büyük bir karnaval düzleniyor, genç aşıklar karnaval süresi boyunca özgürce birlikte oluyor, hatta karnaval sonrası evleniyorlarmış.

Ama bu durum, Roma İmparatoru II. Claudius'u rahatsız etmiş, aşık olan erkeklerin savaşa gitmek istememeleri ve evlenerek ordudan uzaklaşmaları, savaşa gidenlerinse aşık oldukları için dikkatlerini savaşa verememeleri, II. Claudius'u bu karnavalı yasaklamaya, hatta nişan ve evlilik törenlerini bile yasaklama ya da izne bağlamaya sevk etmiş. Aziz Valentine, Aziz Marius'la birlikte, bu yasağa karşı çıkarak gençleri evlendirdikleri için, İmparator tarafından idam cezasına çarptırılmışlar. Aziz Valentine, 14 Şubat'ta dövülerek öldürülmüş ve ismi sev-gililler günüyle birlikte anılır olmuştur.

Aziz Valentine'in bu trajik hikâyesi, çoğu kişi tarafından farklı şekillerde bilinen bir hikâye. Ama bu hikâyede çarpıcı olan nokta, militarist bir öz taşıyan tüm iktidarların, aşka ve hazlara yaklaşımının bu örnekle birlikte bir kere daha görünürleşmesi. Toplumlarda aşktan daha çok asker ve kölelerin sayısını arttırmak için üremeye dayalı evliliğin özendirilmiş, haz almaya yönelik cinsel hayatın çoğu zaman bir suç ve günah olarak görüldüğüne tanık oluyoruz.

II: Claudius gibi imparatorlar, din adamları, örgüt liderleri, devlet adamları, kendi konumlarını ve ideal toplum beklentilerini tehlikeye düşürdüğü için hazza yönelen insanlardan ve özellikle aşktan korkutmuşlardır. Özgür aşk, yozlaşmayla, ahlaksızlıkla bir tutularak katı cezalarla kuşatılmıştır.

Çünkü insanlık tarihi, felsefesi, siyaseti, her zaman için ölümden yana iktidarlarla, yaşamdan yana iktidarların savaşımıyla şekillenmiştir, Foucault'nun, Spinoza'nın değindiği gibi. Bir tarafta idealler, ülküler, bu ülküler uğruna ölmek öldürmek, ölesiye çalışmak varken, diğer tarafta hazlar, eğlenceler, özgürlükler vardır. Haz, eğlence, özgürlük gibi şeyler, ölümden yana iktidarların denetlemeye çalıştıkları, zaman zaman yok ederek kendilerini oluşturdukları tehlike arz eden konular olmuştur her zaman.

Peki aşkın doğası, ölümden yana iktidarlarla yaşamdan yana iktidarların savaşımından nasıl etkilenmiştir. Aşk ve ölüm arasındaki ilişki, edebiyatın sevdiği, sık sık ele aldığı bir konudur. Halk hikâyelerinde bile aşıkların birbirlerine kavuşamamasının propagandası, acaba insanlara aşkın tehlikelerle dolu bir alan olduğu bilgisini vererek onları aşktan uzaklaştırmak için midir, diye düşünebiliyor insan. Aşık olan kişi, çoğu zaman yaşadığı topluma başkaldıran bir karakter olarak karşımıza çıkar edebiyatta. En bilinen örnekleriyle, Anna Karenina, Romeo ve Juliet, Ferhat ile Şirin'in hikâyeleri dimağımızda böyle bir yer edinmiştir.

Orianna Fallaci'nin 'Bir İnsan' adlı romanında, "aşk, suç ortaklığıdır" der romanın karakteri. Ve Ece Ayhan'ın bir dizesinde söylediği gibi "aşk, örgütlenmektir abiler" der.

Öyleyse sevgililler için, aşk denilen suçu işlemek için örgütlenenler mi demeliyiz? O zaman aşkta örgütlü suç işleyenlerin günlerini, bir gün sonra ve her gün suç işlemeye devam etmeleri temennisiyle kutlamak düşüyor bana. Ve tabii kendi suç ortağımın da...

Bülent Usta

Donnerstag, 14. Dezember 2006

KARTALIN IBRETLIK YENIDEN DOGUSU!

Kartal, kus türleri içinde en uzun yasayanidir.
70 yila kadar yasayan kartallar vardir.
Ancak bu yasa ulasmak için, 40 yaslarindayken çok
ciddi ve zor bir karari vermek zorundadir. Kartalin yasi 40'a
dayandiginda pençeleri sertlesir,
esnekligini yitirir ve bu nedenle de
beslenmesini sagladigi avlarini kavrayip tutamaz duruma gelir.
Gagasi uzunlasir ve gögsüne dogru kivrilir. Kanatlari yaslanir ve
agirlasir. Tüyleri kartlasir ve kalinlasir. Artik kartalin uçmasi
iyice zorlasmistir.
Dolayisiyla kartalin burada iki seçimden birisini
yapmasi gerekir.
Ya ölümü seçecektir ya da yeniden dogusun acili ve
zorlu sürecini gögüsleyecektir.
Bu yeniden dogus süreci 150 gün kadar sürecektir.
Bu yönde karar verirse kartal bir dagin tepesine uçar ve
orada bir kaya duvarda, artik uçmasina gerek olmayan bir yerde
yuvasinda kalir.
Bu uygun yeri bulduktan sonra kartal gagasini sert bir sekilde
kayaya vurmaya baslar.
En sonunda kartalin gagasi yerinden sökülür ve düser.
Kartal bir süre yeni gagasinin çikmasini bekler. Gagasi çiktiktan
sonra bu yeni gaga ile pençelerini yerinden söker çikarir.

Yeni pençeleri çikinca kartal bu kez eski kartlasmis tüylerini
yolmaya baslar.
5 ay sonra kartal, kendisine 20 veya daha uzun süreli
bir yasam bagislayan meshur yeniden dogus uçusunu yapmaya hazir
duruma gelir.

Kendi yasamimizda sık sık bir yeniden dogus süreci yasamak
zorunda kaliriz.

Zafer uçusunu sürdürmek için, bize aci veren eski
aliskanliklarimizdan, geleneklerimizden ve anilarimizdan
kurtulmak zorundadayiz.

Ancak geçmisin gereksiz safrasindan kurtuldugumuzda,
deneyimlerimizinyeniden dogusumuzun getirecegi
olaganüstü sonuçlardan tam olarak yararlanabiliriz.

'Geride kalanlari unutmak ve önümüzde
bizi bekleyenlere ulasmak için hedefime dogru ilerliyorum.'

Graciela

Montag, 30. Oktober 2006

"Ölürüm ölürüm aklım sendir"

Yalnız Ruhi Su'ya değil, aynı zamanda emeğe, daha güzel bir dünya umuduna kendini adamış bir insandı Sıdıka Su....18 Ekim sabaha karşı aramızdan ayrıldı...

x

Ah... Sıdıka Su... Aramızdan ayrılış haberini aldığımdan beri o iki harflik sözcüğün, "ah" sözcüğünün içinden neler geldi geçti : Anılar, sevinçler, acılar, dinmek bilmeyen coşkular, endişeler, umutlar... Bir de sert gibi görünüp de içinde hem sorgulamayı, hem de sonsuz bir duyarlığı, şefkati, dayanışmayı, insan sıcaklığını barındıran bakışlar...

Kadın olmak zor zanaattır. Hele Türkiye'de kadın olmak daha da zor... Hele, hele düşünen, düşüncelerini hayata geçirmeye çalışan, bu uğurda çaba veren, bu çabası nedeniyle engellenen, cezalandırılan ama bunlara karşın yine de düşüncelerinden , dünya görüşünden hiç ama hiç ödün vermeyen bir kadınsa...

Kadın olmak zordur. Halkının gönlünde doruğa yerleşmiş bir "Dev"in karısı olmak daha da zor... Sazıyla, sözüyle, sesiyle ama aynı zamanda yaratıcı dehasıyla bunca ünlenmiş bir erkeğin , arkasında değil, önünde hiç değil ama hep yanında, hep yanı başında , hep omuz başında olmanın ve yine de kendi kimliğini, kişiliğini korumanın, birey olarak var olabilmenin güçlüğünü düşünün...
Kadın olmak zor iştir. Ah evet, çok zaman, çok emek, çok direnç tüketen bir "iştir" kadın olmak... Aş parası olmasa da, her gün sofraya bir şeyler konulacaktır, yemek yenecektir, karınlar doyacaktır; eve, çocuklara, eşe, üstlerine başlarına bakılacaktır... Ev sakinleri , kışın soğuktan, sıkıyönetimlerde tehditlerden, tehlikelerden korunacaktır... Sabahları, sokağa, okula, işe, işsizliğe uğurlarken onları, akşamları, üşümesinler diye üstlerini örterken onların, sanki her şey güllük gülistanlıkmış gibi davranılacaktır...
Sıdıka Su, tüm bu zorlukların üstünden gelebilmiş bir insandı.

İşte içime yerleşen "Ah!"ın içinden önce bunlar geçti...

Türkülerle filizlenen

Bursa'da lise öğrencisiyken, Bursa Cezaevinde ziyarete gittiği Nazım Hikmet'in etkisi olmasa yine de Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'ne yine de gider miydi? Bilemiyorum. Ama iyi ki gitmiş. Felsefe Bölümüne girdiğinde yıl 1946'dır. İyi ki girmiş diyorum çünkü fakültenin bir de korosu vardır. Koronun şefi Ruhi Su , koroda türkü söyleyenlerden biri Sıdıka Hanım...

Bir ömür boyu sürecek beraberlik, dayanışma, yoldaşlık, dostluk ve aşk, türkülerle filizlenecekti. Önceleri ikisinin de haberi yoktur ötekinin TKP'li olduğundan... Sıdıka Hanım 1942'de katılmıştır Türkiye Komünist Parti'sine. Ama günün koşullarında, baskı, yasak, gizlilik egemendir. Sonradan bir parti toplantısında karşılaştıklarında tek ortak yanlarının türkülere, müziğe aşkları değil aynı zamanda aynı siyasal mücadelenin içinde olduklarını keşfedeceklerdi...

1951 -52 Yılları... "Büyük Av"... Komünist tevkifatı... Önce Sıdıka Hanım bir sabaha karşı evinden alınıp İstanbul Sansaryan Han'a götürüldü. Birkaç ay sonra Ruhi Su, bir tiyatrocunun ihbarı üzerine opera binasından alınıp götürüldü. (O sırada Ankara Operasında solistti.) Harbiye Cezaevinde üç buçuk yıl kaldılar. (Füsun Akatlı'nın "Bir de Ruhi Su geçti" kitabında, cezaevindeki ilk görüşmelerinde , Ruhi Su'nun Sansaryan Han'daki işkenceden, tanınmaz halde olduğu belirtiliyor. Ancak bu iki insanın uğradıkları haksızlıklardan, asla kahramanlık payı çıkarmadıkları, bunları dillendirmedikleri vurgulanıyor. )

Cezaevinde resmi haberleşme dışında "gayrı resmi" haberleşme yöntemleri de vardı: Ruhi Su türkülerini kadın tutuklulara da duyurmak için daha yüksek perdeden söylerdi. (İki kadın tutuklu vardı: Sıdıka Hanım ve Sevim Belli) İki kadın , koğuştan bahçeye çıkmak için erkek koğuşunun önünden geçerken kullanılan işaret dili... Demir parmaklı pencereden pencereye yanıp sönen ışıklar... Bu ışıklı haberleşmeleri Ruhi Su, tahta kutulara, çantalara çizecek, Sıdıka Hanım bunları nakışlayıp işleyecekti...

O günlerden kalan "Mahsus Mahal" türküsünde Ruhi Su'nun "ölürüm ölürüm aklım sendedir" diye seslendiği ; " Mahsus Mahal derler kaldım zindanda / Kalırım kalırım dostlar yandadır / İki elleri kızıl kandadır kanda / Ölürüm ölürüm aklım sendedir" (...) "Dirliğim düzenim dermanım canım / Solum sağ tarafım imanım dinim / Benim beyaz unum ak güvercinim / Bilirim bilirim kardeş gelen gündedir" diye seslendiği Sıdıka Hanımdan başkası değildir.

Emeğe adanmışlık

Cezaevinde evlendiler. Cezaevinde aşklarını dostluklarını ve mücadelelerini büyüttüler... 1958'de tahliye oldular. O günden sonra sürgün gereği (biri Cumra'ya, öteki Ankara'ya sürgün edilmişti) ayrılıklarını saymazsak birbirlerinden hiç ayrılmadılar. Soğuk savaş yıllarında Türkiye hükümetleri , Ruhi Su'yu, işsizliğe, açlığa, sessizliğe , yokluğa, hiçliğe mahkum etmeye çalıştığı ama başaramadığı bütün o yıllar boyunca aileyi çekip çeviren Sıdıka Su'dur. Plaktan plağa, konserden konsere korolardan korolara Ruhi Su'nun sesini duymamızı sağlayan da odur.

Sıdıka Su deyince , ben kendini yalnızca Ruhi Su'ya adamış bir insanı düşünmüyorum. Kendini önce emeğe adamış bir insanı; daha güzel, daha aydınlık, sömürüsü olmayan bir dünya inancına kendini adamış bir insanı düşünüyorum. Ruhi Su'nun aramızdan ayrılışından sonra (1985) kurucusu ve başkanı olduğu Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı'yla gerçekleştirdikleri , bu düşüncemi güçlendiriyor.

Bugün Sıdıka Su ve Ruhi Su'ya hayatı zindan edenleri, hayatı zindan etmeye çalışanların hiç birinin esamesi okunmuyor. Ama Sıdıka Su ve Ruhi Su adları, eserleri, dünyayı yorumlama biçimleri, kuşaktan kuşağa geçiyor.

Zeynep Oral
Cumhuriyet- 20 Ekim 2006

Montag, 18. September 2006

Google ve komünizm

Google internetle haşır neşir olanların hemen her gün ziyaret ettikleri bir arama motoru. Daha üç beş yıl öncesinde Excite, Alta Vista, Lycos, InfoSeek gibi arkalarında muazzam bir sermaye gücü bulunan teknoloji şirketleri arasından sıyrılıp sanal dünyada ulaşılması zor bir başarı elde eden ve bütün rakiplerini geride bırakan Google'ın kurucuları henüz daha Zjo'lı yaşlarına gelmemiş iki akademisyen.

Standford Üniversitesi'nde başlayan macera biraz da Apple I Pod'la Bili Gates'in egemenliğini kıran Steve Jobs'un ya da Napster'la büyük bir başarı yakalayan Shawn Fanning'in öyküsüne benziyor. Teknolojiyi kullanarak "yeni bir alan" yaratmak ve çok kısa bir zaman dilimi içinde borsa değeri milyar dolarları bulan bir marka ortaya çıkartmak. Ardından da kapitalizmin "başarı öyküsü" katalogunda yer bulmak.

Aslında Google yaratıcılarının enteresan bir yaşam öyküleri var. Sergey Brin ve Larry Page benzer bir aile ortamı içinde büyümüşlerdi. Bir Rus Yahudisi olan Sergey Brin'in babası ve annesi bilim insanlarıydı. Aynı şekilde Larry Page'in annesi ve babası da bilgisayar alanında uzmanlık eğitimi almışlardı.

Bir önceki kuşak ise kendine özgü bir politik maceraya sahipti. Sergey Brin'in büyükannesi Chicago'da mikrobiyoloji okurken 1921'de komünistlere katılmış ve 1917 devrimiyle yeniden kurulan ülkesine dönmüştü. Baba Michael Brin ise on yıl boyunca Sovyet Merkezi Planlama örgütünde (Gosplan) ekonomist olarak çalışmıştı.

Larry Page'in büyük babası ise bir işçi direnişinin örgütleyicileri arasındaydı. Michi-gan'daki otomobil işçilerinin 1930'lu yılların sonundaki direnişleri yeni sosyal hakların ve çalışma koşullarındaki değişimlerin kazanılmasına yol açmıştı.

Brin ve Page ise yahudi köklerinin getirdiği özellikler ve politik olarak "devrimci" bir aile ortamında yetişmenin sağladığı avantajlarla gerçekten de internette bir devrime imza attılar ve onu ticarileştirmeyi başardılar. Her ikisi de internetin 2. kuşağına yetişmiş Commodore 64 döneminde çocukluklarını geçirmişlerdi. Aslında yaptıkları çok da karmaşık bir şey değildi. Bütün yazılım-teknoloji firmaları "arama moto-ru"nun ticarileşmesini mümkün görmediklerinden bu alana yönelmek kaynak aktarmak gibi konularda istekli davranmazlarken; onlar sıradan bir bilgisayar kullanıcısının isteklerini ön plana alan bir çalışma içine girmişlerdi.

Google bu nedenle internet dünyasında "fısıltıyla" ve tavsiyelerle yaygınlaştı. Hiçbir pazarlama ve reklam faaliyetine girişmeksizin en yaygın kullanılan program haline geldi. Kendi ana sayfasına reklam almayan; büyük tasarım harcamaları yapmayan geleneksel şirket yapılarından son derece farklı bir örgütlenme modeline sahip Google aynı zamanda kullanıcının ücret ödemediği bir "açık kaynak".

2005 yılı itibarıyla 79.6 milyar dolarlık bir borsa değerine sahip olan Google'ın öyküsü aynı zamanda kapitalizmin bugün gelmiş olduğu aşamayı da gözler önüne seriyor. Birinci kuşağı komünist ve işçi önderi; ikinci kuşağı bilim insanı üçüncü kuşağı ise kapitalizmin yeni döneminde dünyanın en büyük şirketlerinden birini yaratan bir "soy ağacı" Google'ı çok daha ilginç kılıyor.

Dördüncü kuşağın gözünü açtığı dünya ise artık İnternetin gündelik hayatın bir parçası haline geldiği, odalara sığmayan bilgisayarların "eser-i atika"ya dönüştüğü Google dünyası. Aslında "Google Çağı Çocukları" komünizme, işçi hareketine gönül vermiş ebeveynlerinden onların ütopyalarını gerçekleştirecekleri bir ortama çok daha yakınlar. Teknolojinin ortaya çıkarttığı imkanlar "bütün dünyanın işçilerini birleştiriyor." Sorun insanlığın bu büyük adımının kapitalizm tarafından lekelenmesi, o nedenle de özgür bir geleceğe inananların bu alanın önemini çok daha fazla kavramaları gerekiyor.

(*) Bilgiler, Google Hikayesi/David A.Vise-Koridor Yayınları'ndan alınmıştır.

Bülent Forta

bulentforta@birgun.net

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren