Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan , Barış Terkoğlu
Metastaz

Dinlediklerim

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Montag, 30. Oktober 2006

Ne olacak bu BirGün'ün hali?

Aslında bu sorunun üst başlığı "Ne olacak bu solun hali?" olmalı. "Ne olacak bu BirGün'ün hali?" ise düpedüz bunun bir türevi. Sorunun muhatabı kim?

Elbette BirGün'ün okurları...

Bugünlerde izlediğim kadarıyla BirGün okurları hummalı bir şekilde gazetelerini tartışıyorlar, dertlerine devalar üretme peşindeler. Hakları da yok değil. Hele benim gibi taşrada yaşıyorsanız, ikide bir hava muhalefeti nedeniyle şehrinize gelemeyen gazetenizi bekler durursunuz; gözünüz televizyonda acep İstanbul'da yarın hava nasıl? Uçağa yetiştirecekler mi? diye kaygılanırsınız. Ama herkesin bu konuda samimi eleştirileri, fikirleri ve çözümleri var. Mesela Oğuzhan Müftüoğlu işin kolayını bulmuş. Gazeteyi doğrudan eleştirse, gazete çalışanlarını gücendirmiş duruma düşecek. Ne yapıyor? İşi okur mektuplarına havale ediyor. (Bu arada bir itirafta bulunup özeleştiri yapmalıyım. Vatla bir ara bu okur mektuplarını acaba kendisi mi yazıyor diye, kuşkulanmıştım. Geçen hafta yer verdiği mektuptaki okurunun "annesi" olarak sözü edilen "Dev-Yol davasının 444 no'lu sanığı" kimmiş diye arşivimdeki evraklara baktım, belki Ab-dülkadir filan çıkar diye; ama el hak doğruymuş. Yani fesatlık bendeymiş!)

BirGün'ün durumu aslında solun durumundan farksız. Birgün'ü tartışmak ile solu tartışmak sonuçta aynı kapıya çıkıyor. Solun önemli bir kesiminin bu gazeteye yönelik "sinik" bir tavrı olduğu aşikar. Bu tavırdan, geçen hafta söz etmiştim; kusuru hep başkasında arayan, sürekli hırçınlık yapıp hiçbir somut çözüm getirmeyen bir tavır. Sorunun çözümü ise bu gazeteyi hakikaten seven ve bu gazeteye karşı sinik bir tavırdan uzak duran solcuların işbirliğinde yatıyor. "İş bitkicilik" bize uymaz, ama işbirliği sayesinde, başladığımız işi başkasına havale etmeden, bu işin gereği neyse onu yapmaktan başka da bir çözüm yok. Yani, geçen hafta Tanıl Bora'dan aktardıklarımla devam edersem, bir nevi "iyi" pragmatizm şart.

Tamam kabul, "iş bitiricilik" solculukta matah bir iş sayılmaz; bu oportünistliktir ve "kötü" pragmatizmdir. Ancak işbirliğinden uzak durup fırsatları değerlendirmeyince, taş üstüne taş koymayınca da olup bitene seyirci kalırsınız. BirGün gazetesi, buyurun işte somut bir fırsattır. Somut fırsatlar ortaya çıktıkları anda işe yararlar; demek ki fırsat yaratmak bir yana, yaratılmış fırsatları elden kaçırmamak da bir marifettir. Elden kaçırmamak ise ancak dayanışmayla mümkündür. Sahi dayanışma, zaten sol kültürün olmazsa olmazlarından değil mi?

Malumun ilanına gerek yok. BirGün okurlarının büyük çoğunluğu geçim sıkıntısı içindedir. Ama burada söz konusu olan öncelikle gazeteyle dayanışmak, onu sahiplenmektir, başka bir şey değil. Hülyamız, taş üstüne taş koyarak, devrimi de beklemeden ve devrimin yollarını dö-şeyebilmek için bugünden sisteme alternatif dayanışmacı tüketici zincirleri, dayanışma için kurulmuş dershaneler, yine bu şekilde oluşturacağımız sağlık imkânları, konut imkânları vb. yaratmak değil mi? Ve böylece öncü topluluklar oluşturmak, yani toplumun diğer ezilen kesimleri gözünde solcu olmanın sistem karşısında avantajlarını da sergileyebilmek ve bütün bunları elbette bir şeyhe bağlı mistik bir cemaat tarikatçılığı şeklinde değil; eşitliğin, özgürlüğün ve dayanışmanın hüküm sürdüğü komüncü bir topluluk şeklinde gerçekleştirmek... İşte BirGün gibi bir gazete böyle bir ütopyanın şimdiden ci-simleşmiş bir hali değil mi? Yani taş üzerine konulmuş bir taş. Tam bir medya gerillası. "Sistem" denilen iti kudurtmak üzere faaliyet gösteren pirelerin savaşı.. Daha ne diyeyim?

Dedikten sonra, bizim Kemal Dama'ya telefon ettim, aynı soruyu ona da sordum. "Çaresi vardır kardeş!" dedi. Nedir? diye üsteledim. "Forum tarzı örgütlenmek, yani kendi sorularımızı sorup kendi cevaplarımızı bulmak" dedi.

Melih Pekdemir

melihpekdemir@birgun.net

"Ölürüm ölürüm aklım sendir"

Yalnız Ruhi Su'ya değil, aynı zamanda emeğe, daha güzel bir dünya umuduna kendini adamış bir insandı Sıdıka Su....18 Ekim sabaha karşı aramızdan ayrıldı...

x

Ah... Sıdıka Su... Aramızdan ayrılış haberini aldığımdan beri o iki harflik sözcüğün, "ah" sözcüğünün içinden neler geldi geçti : Anılar, sevinçler, acılar, dinmek bilmeyen coşkular, endişeler, umutlar... Bir de sert gibi görünüp de içinde hem sorgulamayı, hem de sonsuz bir duyarlığı, şefkati, dayanışmayı, insan sıcaklığını barındıran bakışlar...

Kadın olmak zor zanaattır. Hele Türkiye'de kadın olmak daha da zor... Hele, hele düşünen, düşüncelerini hayata geçirmeye çalışan, bu uğurda çaba veren, bu çabası nedeniyle engellenen, cezalandırılan ama bunlara karşın yine de düşüncelerinden , dünya görüşünden hiç ama hiç ödün vermeyen bir kadınsa...

Kadın olmak zordur. Halkının gönlünde doruğa yerleşmiş bir "Dev"in karısı olmak daha da zor... Sazıyla, sözüyle, sesiyle ama aynı zamanda yaratıcı dehasıyla bunca ünlenmiş bir erkeğin , arkasında değil, önünde hiç değil ama hep yanında, hep yanı başında , hep omuz başında olmanın ve yine de kendi kimliğini, kişiliğini korumanın, birey olarak var olabilmenin güçlüğünü düşünün...
Kadın olmak zor iştir. Ah evet, çok zaman, çok emek, çok direnç tüketen bir "iştir" kadın olmak... Aş parası olmasa da, her gün sofraya bir şeyler konulacaktır, yemek yenecektir, karınlar doyacaktır; eve, çocuklara, eşe, üstlerine başlarına bakılacaktır... Ev sakinleri , kışın soğuktan, sıkıyönetimlerde tehditlerden, tehlikelerden korunacaktır... Sabahları, sokağa, okula, işe, işsizliğe uğurlarken onları, akşamları, üşümesinler diye üstlerini örterken onların, sanki her şey güllük gülistanlıkmış gibi davranılacaktır...
Sıdıka Su, tüm bu zorlukların üstünden gelebilmiş bir insandı.

İşte içime yerleşen "Ah!"ın içinden önce bunlar geçti...

Türkülerle filizlenen

Bursa'da lise öğrencisiyken, Bursa Cezaevinde ziyarete gittiği Nazım Hikmet'in etkisi olmasa yine de Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'ne yine de gider miydi? Bilemiyorum. Ama iyi ki gitmiş. Felsefe Bölümüne girdiğinde yıl 1946'dır. İyi ki girmiş diyorum çünkü fakültenin bir de korosu vardır. Koronun şefi Ruhi Su , koroda türkü söyleyenlerden biri Sıdıka Hanım...

Bir ömür boyu sürecek beraberlik, dayanışma, yoldaşlık, dostluk ve aşk, türkülerle filizlenecekti. Önceleri ikisinin de haberi yoktur ötekinin TKP'li olduğundan... Sıdıka Hanım 1942'de katılmıştır Türkiye Komünist Parti'sine. Ama günün koşullarında, baskı, yasak, gizlilik egemendir. Sonradan bir parti toplantısında karşılaştıklarında tek ortak yanlarının türkülere, müziğe aşkları değil aynı zamanda aynı siyasal mücadelenin içinde olduklarını keşfedeceklerdi...

1951 -52 Yılları... "Büyük Av"... Komünist tevkifatı... Önce Sıdıka Hanım bir sabaha karşı evinden alınıp İstanbul Sansaryan Han'a götürüldü. Birkaç ay sonra Ruhi Su, bir tiyatrocunun ihbarı üzerine opera binasından alınıp götürüldü. (O sırada Ankara Operasında solistti.) Harbiye Cezaevinde üç buçuk yıl kaldılar. (Füsun Akatlı'nın "Bir de Ruhi Su geçti" kitabında, cezaevindeki ilk görüşmelerinde , Ruhi Su'nun Sansaryan Han'daki işkenceden, tanınmaz halde olduğu belirtiliyor. Ancak bu iki insanın uğradıkları haksızlıklardan, asla kahramanlık payı çıkarmadıkları, bunları dillendirmedikleri vurgulanıyor. )

Cezaevinde resmi haberleşme dışında "gayrı resmi" haberleşme yöntemleri de vardı: Ruhi Su türkülerini kadın tutuklulara da duyurmak için daha yüksek perdeden söylerdi. (İki kadın tutuklu vardı: Sıdıka Hanım ve Sevim Belli) İki kadın , koğuştan bahçeye çıkmak için erkek koğuşunun önünden geçerken kullanılan işaret dili... Demir parmaklı pencereden pencereye yanıp sönen ışıklar... Bu ışıklı haberleşmeleri Ruhi Su, tahta kutulara, çantalara çizecek, Sıdıka Hanım bunları nakışlayıp işleyecekti...

O günlerden kalan "Mahsus Mahal" türküsünde Ruhi Su'nun "ölürüm ölürüm aklım sendedir" diye seslendiği ; " Mahsus Mahal derler kaldım zindanda / Kalırım kalırım dostlar yandadır / İki elleri kızıl kandadır kanda / Ölürüm ölürüm aklım sendedir" (...) "Dirliğim düzenim dermanım canım / Solum sağ tarafım imanım dinim / Benim beyaz unum ak güvercinim / Bilirim bilirim kardeş gelen gündedir" diye seslendiği Sıdıka Hanımdan başkası değildir.

Emeğe adanmışlık

Cezaevinde evlendiler. Cezaevinde aşklarını dostluklarını ve mücadelelerini büyüttüler... 1958'de tahliye oldular. O günden sonra sürgün gereği (biri Cumra'ya, öteki Ankara'ya sürgün edilmişti) ayrılıklarını saymazsak birbirlerinden hiç ayrılmadılar. Soğuk savaş yıllarında Türkiye hükümetleri , Ruhi Su'yu, işsizliğe, açlığa, sessizliğe , yokluğa, hiçliğe mahkum etmeye çalıştığı ama başaramadığı bütün o yıllar boyunca aileyi çekip çeviren Sıdıka Su'dur. Plaktan plağa, konserden konsere korolardan korolara Ruhi Su'nun sesini duymamızı sağlayan da odur.

Sıdıka Su deyince , ben kendini yalnızca Ruhi Su'ya adamış bir insanı düşünmüyorum. Kendini önce emeğe adamış bir insanı; daha güzel, daha aydınlık, sömürüsü olmayan bir dünya inancına kendini adamış bir insanı düşünüyorum. Ruhi Su'nun aramızdan ayrılışından sonra (1985) kurucusu ve başkanı olduğu Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı'yla gerçekleştirdikleri , bu düşüncemi güçlendiriyor.

Bugün Sıdıka Su ve Ruhi Su'ya hayatı zindan edenleri, hayatı zindan etmeye çalışanların hiç birinin esamesi okunmuyor. Ama Sıdıka Su ve Ruhi Su adları, eserleri, dünyayı yorumlama biçimleri, kuşaktan kuşağa geçiyor.

Zeynep Oral
Cumhuriyet- 20 Ekim 2006

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren