Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan , Barış Terkoğlu
Metastaz

Dinlediklerim

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Melih Pekdemir

Dienstag, 28. April 2009

KÜRT SORUNUNDA ÜÇÜNCÜ BOYUT…

Kürt sorununun üç boyutu var. Birinci boyut uluslararası düzlemde ABD’den başlayıp Avrupa Birliği gündemine ulaşıyor, Ortadoğu’da düğümleniyor. Düğümün sebebi belli: Petrol! Bu petrol coğrafyasındaki Kürtler dört ayrı ulus devlet bünyesinde yaşıyorlar. Irak’ta Kürdistan Bölgesel Yönetimi kuruldu ve dünyaca tanınıyor. Bu bölgede bir de PKK üssü Kandil dağı var. Ama açıkçası, burada halkların özgür iradesi ötesinde emperyalist emrivakiler söz konusu. Çatışan taraflar her konjonktürde değişiyor. Yakın zamana dek kalıcı cepheler yoktu, dolayısıyla kalıcı çözümler de beklenemiyordu. KDP, YNK (ve yakın zamana kadar da PKK) ile Amerikan siyasetleri arasında ciddi bir çatışma söz konusu olmadı. Hatta PKK de ABD’nin Irak’ı işgalini bölgenin demokratikleşmesi için bir fırsat olarak değerlendirmişti. Ama son dönemde, ABD artık PKK’yi tasfiye etmeye niyetli gibi. Dolayısıyla onlar da (mecburen?) Amerikan karşıtı bir söylem içindeler. (Ayrıca PEJAK olgusu da hâlâ bir muamma!) Öte yandan Öcalan’ın, İmralı’daki demeçlerinde sistematik olarak ve özellikle İngiliz politikalarını eleştirmesi, ABD yerine tuhaf bir İngiliz takıntısı dile getirmesi de manidar! (Bush dönemindeki BOP’un bir alt başlığı olarak sunulan Kürt-İslam sentezini ve şimdi Obama dönemindeki Neo Osmanlıcılık projesini daha önceki yazılarımda ele almıştım.)
Sorunun ikinci boyutunu; eskinin resmi şimdinin fiili “olağanüstü hal” bölgesindeki Devlet ile PKK arasında süregelen savaş oluşturuyor. Devletin benimsemeye zorlandığı çözüm seçeneklerinde, ABD derhal devreye giriyor. Son aylarda gerek hükümet gerek askeriye cenahlarında yapılan “açılım”ların Obama danışmanı Barkey’in raporunda yazılanları izlemesi tesadüf mü? Haldeki durumda, açıkçası devletin de PKK’nin de dediği olamıyor. Durum, malum, çözümsüzlüktür. Öyle ki herkes bu çözümsüzlüğün, bu ataletin ancak üçüncü bir tarafın müdahalesiyle sona erdirebileceğine ve bunun da birinci boyuttaki çözümün uzantısı şeklindeki “emperyalist diplomasi” olabileceğine ikna edilmeye çalışılıyor.
Ama üçüncü taraf, pekâlâ, savaş dışındaki Kürtlerin ve Türklerin ısrarla barışı örgütlemesi olamaz mı? Cevap çok basittir: Mesela kafatası polis dipçiğiyle parçalanan on dört yaşındaki Seyfi yüzünden yüreği yananlar ister Kürt olsun ister Türk, bunlar çoğunluktuysa, elbette olabilir. Çünkü sorunun üçüncü boyutunu, batıda birlikte yaşayan Türkler ve Kürtler oluşturuyor. Üstelik böyle bir çözüm için harcanacak çaba, çözüm önündeki engeller ortadan kalkmadan ve bu engellere rağmen sürdürülebilir. Devletten ve PKK'den farklı bir yerde duranlar, sorunu öncelikle batı yakasından çözmeye başlamaya, bir bakıma, mecburdurlar. Çünkü çözüm imkânı yanı sıra en feci çözümsüzlük de yine burada yatıyor. Sebebi bellidir: Kürt sorunu birinci ve ikinci boyutlarında nasıl çözülürse çözülsün, batı yakasındaki Kürtler burada yaşamaya devam edecekler. Zira milyonlarca Kürt, Çukurova'yı Ege'yi İstanbul'u yurt edinmişler. Askeri çözüm, Kürt sorununu ve nüfusunu batıya taşımıştır. Batıda askeri çözüm elbette imkânsızdır! Ama sivil savaş mümkündür! Yani iç savaş…Elbette felaket tellallığı yapmak niyetinde değilim, ama gelinen noktada, sorun ilk iki boyutta nasıl çözülürse çözülsün, Türklerin ve Kürtlerin boğazlaşması da her zaman potansiyel bir kıyamettir. Bakın işte birkaç gün önce, Mersin Karaduvar’da, Araplar ile Kürtler arasına da nifak sokulmaya çalışıldı. Yani tehlike, esas olarak toplumsal düzeyde, toplumsal fokurdamalardadır… Mahalle baskısı mesela sadece dincilerin laikler üzerinde baskısı olmaktan çıkıp Türklerin Kürtler üzerinde baskısına dönüşünce; laik-dinci, Türk-Arap birlik olup Kürtlerin üzerine yürüyünce artık kimin elinden ne gelir?
Türkiye’nin solcuları, memleketin istikbaline de yatırım yapmak zorundadır. Bugünü tam olarak kurtaramıyorsak, hiç olmazsa yarını koruyacak tedbirleri bugünden almış olmalıyız. Kürtler ve Türkler eşit oldukları ölçüde özgür olabilecekse, “Kürt sorununa çözüm için beklemeyen” fiili durumlar yaratmak, bu sorunun çözümüne bir katkıdır. Bu yüzden herkesten önce Türkiye’nin solcu insanları, çözüm filan öneren değil, fiili çalışmalarıyla, hayat tarzlarıyla çözümün kendisi olabilen bir iddiayı yüklenmelidir. Çünkü kalıcı çözüm devletin demokratikleşmesinde değil, öncelikle toplumun demokratikleşmesindedir. Ve bu işi de en iyi solcular bilir. Zaten solculuk, halkların kendi ülkelerinde özgürce yaşamaları özlemini, ulusların kendi devletlerinde örgütlenmeleri ihtiyacından üstün tutmak değil midir?
melihpekdemir@birgun.net / 13:08 27 Nisan 2009

Montag, 16. März 2009

HAYAT SİYASETİ İÇİN BİR TAHLİL DENEMESİ

Şiirler susar. Pikaba bir plak konulur; long play değil kırkbeşliktir. Kırkbeşlik plakta, döne döne, cızırtılı bir hayat hikâyesi başlar. Plak! Çünkü plak, hikâyeyi dile getirebilen yegâne ve mükemmel benzetmedir... İğnesi vardır. Ve en dışından, yani en büyük çemberden başlayıp helezonik daireler çize çize iğnenin içeriye doğru ilerlemesini sağlayan iç içe geçmiş yolları… İğnenin çizdiği çemberler en dıştan başlayıp en içe doğru yol aldıkça, çemberler daraldıkça, hikâye de kendisini tüketir. Bazen iğne takılır, plakta bir kırıklık vardır. İğne, dönüp dönüp aynı çemberde dolanır. İğne takıldı denir, kırık plak denir… Kırık plak hep kendini tekrarlar… Plaktaki senfoni, yenilenlerin senfonisi midir?
•••
bomboş duruyorsun! yazılacak boşboğazlık hiç mi kalmadı? seni dinliyorum. serseri kelimelerin naralarını, küstah bıyıkların hovardalığını, burun çekmelerdeki raconu, kasketinden yere düşen fiyakayı...
susma konuş!
sen istediğin kadar konuşma. anıların ele verdi seni, her şeyi anlattılar. senin iyiliğinedir konuşman, ama sen bilirsin. anlatırsan cezan daha az olur. pişman mısın değil misin onu söyle. kimlerle yaptın bütün bu kanlı deliliği.
konuşşşşşşşşş! ben bilirim seni nasıl konuşturacağımı...
kulak memelerinden libido vereceğim sana. umutlarına tersten asacağım seni. tabanlarında kırlardan topladığın çiçekler açacak. kurumuş damarlarından can suları fışkıracak. ağzın kulaklarına varacak, her dokunuşumda. serseri kelimelerin naralarını susturamayacaksın. bıyıkların küstahlaşacak yine, hovarda titremeleriyle sarsılacaksın. bir burun çekeceksin raconu konuşacak. kasketinden yere düşen fiyakayı tutamayacaksın...
konuş dedim sana konuşşşşşşşş!
sen konuşmazsan konuşma! serseriliğin, küstahlığın, hovardalığın, raconların, fiyakaların bir bir anlattı sırlarını...
nerelere nerelere sakladım sırlarımı? lacivert patlamalarla sağır oldum besbelli. tebeşir sözlere karnım tok! bana zirzoplardan maval okunmasın, tıpış tıpış yürüyüşlerden tıklım tıklım meydanlar mı dolarmış?
küheylanlara binmiş havariler bir hicran tutmuşlar. şirret şirketler pişirmişler mi bu hicranı? harmanların fetretinde yemişler de yemişler. cehennemden çıkmış gelmiş zebani. hani bana hani bana demiş. hani bana harmancııııık harmancık.
devrim dediğin nedir ki? gökten düşen üç elma. birini kürtler ve türkler paylaşmış, birini sünniler ve aleviler paylaşmış, birini sadece çalışanlar paylaşmış. burjuvalar da hani bana hani bana demiş. hani bana harmancııııık harmancık...
mucizeleri beklemeyi boş ver. determinist mucizeleri… mukallit çözümleri kenara koy. muhafazakâr mukallittir. devrimciler isyankar. bilim mukallit değil yaratıcıdır, yani isyankar. isyan edemiyoruz. isyan etmenin tek mukallit biçimi intihar. kavramlar çürüdü... içi boş çekirdek hepsi. filiz vermiyor. kavramlar şimdi çitlenmiş çekirdek, eğlencelik... karın doyurmuyor. içi çürümüş kavramlarla ancak anlaşılmaz cümleler kuruluyor. kimse inanmıyor, kimse dinlemiyor.
oysaaaa...
şimdi belki kavramlar yerine düpedüz kelimelerle konuşmak zamanı. yani kavramlarla izah etmek yerine, olup biteni ve yapılan işleri ve en önemlisi yapıldıktan sonra, kelimelerle anlatmak. kavramların önlenemez gücüne bel bağlamak, büyücülüktür. solcular hâlâ büyülerden medet umuyor, büyücülük yapıyor. toplulukların karşısında medyumlukla yetiniyor. anti medya olamıyor. medya, medyumun çoğuludur... düşünce kalıpları bomboş, kerameti kalmadı ajitasyonun. kusursuz söylemler kısırlaştı, söylemden eylem doğmuyor hiç. hiçliğimizi yaşıyoruz hanidir... heyhat ki söylemlerin içeriği yok. oysa eylemin söylemi lazım şimdi.
(şimdi evet… şimdi devrimcilik zamanı…)

melihpekdemir@birgun.net / 13:59 16 Mart 2009

http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1187090030&news_code=1237204748&day=16&month=03&year=2009

Montag, 12. Januar 2009

BU KAVGA MAHKEMEDE DE BİTMEZ

Peşinen söyleyeyim: Münafıklığım devam ediyor. Kontrgerilla, Susurluk, Ergenekon... Bu bir zincirdir ve adeta dizi filmdir, ve mutlaka devamı vardır. Bundan kuşkum yok... Tek başına Veli Küçük ismi bile, bu çetenin Susurluk ile bağlantısını ortaya koymaya yetmiyor muydu? Bu konuda önyargılı olmak için yaşanmış bir gerçeklik var; siyasi cinayetler, suikastlar ve bilumum kirli işler... Zaten bu dava açıldığında, bu bağlamda, mahkeme kararını dahi beklemeden, kendi payıma “önyargımız son yargımızdır” diye yazmıştım. İbrahim Şahin’in krokisiyle yapılan kazıda bir takım silahlar bulundu. Ne yani, yasak yayın mı bulunacaktı?

Bu konuda kimsenin şakşakçısı olmadan tam da kendi bağımsız siyaset zeminimizden konuşmamızı sürdüreceğimiz bir gündeyiz. Yaptığı değerlendirmeyle benim de hissiyatımı dile getiren Doğan Tılıç’ın sözlerini tekrarlayayım: Her iki tarafı da demokrat olmayan bir çatışmanın, iktidar içi bir çatışma olarak kalacağını ve yapısal bir dönüşüme yol açmayacağını biliyorum...

Hakikaten bir yere varılmak isteniyorsa, Veli Küçük ve İbrahim Şahin ile Susurluk vb. bağlantılara giden yola olur olmaz yollara sapılmadan devam edilsin. O zaman sizi desteklemeyen namerttir.

Peki, “İkili iktidar?” “Mutabakat?” “Yiyin birbirinizi!” Bunlara ne oldu?

Şöyle oldu: Müesses nizam bünyesinde askeriye ve hükümet şeklinde tecelli eden ikili iktidar bir süredir yekvücutmuş gibi oldu... Çelişkili zoraki ittifak durumları ortaya çıktı. Ancak her zoraki ittifaktan bekleneceği üzere, burada da belden aşağı vurmak, punduna getirmek, konjonktür kollamak mubah sayılıyor olmalı. Yoksa, “Mutabakat bir kere ihlal edilince bir şeycikler olmaz paşam” diye hesap mı yapılmıştır? Bilemem...

Bildiğim şudur ki, yine birbirlerini yiyorlar ama sanki bu kez adabımuaşeret kuralına dikkat ediliyor gibi. Bir nevi ikram şeklinde: “Paşam şunu, yani İbrahim’i alabilir miyim?” “Buyur, afiyet olsun...” “Paşam ya Kanadoğlu?” “Azıcık ucundan tadına bakabilirsin, ama gözaltına almak yok!” “Peki paşam, Tuncer Kılınç?” “Yok öyle şey, abartma artık!” Ve netekim tahliye...

Şunu demek istiyorum: Başbuğ, Gül ve Erdoğan ile ne konuştu elbette bilemeyiz. Ancak filmin karelerini, gördüğümüz yerden geriye sarabilme imkânına sahibiz. Mesela, Tuncer Kılınç serbest bırakıldı ya, “Hah demek ki bunu konuşmuşlardır!” Öyle mi? Nereden bileyim...

Şimdi şunu merak ediyorum: Bakalım, ikinci adımda, hükümet kendi cenahından hangi ikramlarda bulunacak? Ve şunu takdir ediyorum: Televizyondaki “Yemekteyiz” programının reyting rekorları kırması boşuna değilmiş.

Öte yandan “Ergenekon soruşturması” kendi klişelerini de yaratmadı mı? Zamanlaması mesela... Gazze konusunda CHP İsrail’i kınayan bir önerge verdi ve AKP oylarıyla reddedildi, ama son dalga sayesinde hükümetin İsrail kankası olduğu kamuoyundan gizlendi. İkinci klişe de soruşturmada kurunun yanında yaş da yanar pervasızlığıyla herkesi şaşırtan atraksiyonlar... Sadece “fikir suçlusu” olabilir diyebileceklerimiz ile kamuoyu indinde zaten suçlu görülen ve pis işlere bulaşmış herifler aynı polis minibüsüne bindiriliyor. Öyle ki muhafazakâr kesimlerin gözdesi Yargıtay Onursal Başsavcısı Sami Selçuk dahi hayretler içinde şöyle diyor: “Umarım savcı ne yaptığını biliyordur, bunca yıllık meslek hayatımda böyle bir iddianame görmedim.” Ya da DTP eş başkanı Ayna olan bitene bakıp “derin devlet el değiştiriyor” değerlendirmesini yapabiliyor.

Ortadoğu yangını, ekonomik kriz, Kürt meselesi, yolsuzluklar, yerel seçimler orta yerdeyken... AKP’nin derdi şimdi Türkiye’de demokratikleşmenin önünü açacak adil bir mahkeme midir? Hadi oradan! AKP’nin derdi elbette ki iktidar oyunudur. Bu zihniyettekiler daha dün “fasa fiso, gulu gulu dansı” diye algıladıkları Susurluk’un hesabını da, merak etmeyin, ancak Mahkeme-i Kübra’ya havale edip işlerine bakacaktır. Çünkü bu mesele mahkemede değil sofrada bitecektir. “Yiyin efendiler yiyin bu hanı iştiha sizin!” diye bildiğimiz paylaşım sofrasında...

Öyleyse? “Yemekteyiz” programının izleyicileri olmaktan çıkmak lazım!

melihpekdemir@birgun.net / 12:46 12 Ocak 2009

Mittwoch, 7. Januar 2009

SELAM OLSUN ‘TENİ TARÇIN KOKULU ÇOCUKLARA...’ YA DA ‘GENÇLİK MUHALEFETİ’NE!

Geleceğimizi istiyoruz! Bu slogan bizim devrimci gençlerin dilinden düşmedi yıllardır ve şimdi kendi göbeklerini kestiler ve adlarını da yine kendileri koydular: Gençlik Muhalefeti.

Ve yola koyuldular, şöyle dediler:

“Yüzünde karanfil taşıyan çocuklar

atlanın gidiyoruz.

buğulu bir şafak vakti yeniden düşüyoruz yollara.”

Birkaç yıl önce, bu gençler için Refleks dergisine bir yazı yazmıştım; onların “gelecek uzun sürer, hayattan umut kesilmez” başlıklı yazılarına nazire, “geçmiş de uzun sürer; çünkü umuttaki hayat hiç eksilmez” diye başlık attığım bu yazıyla, şimdi, Gençlik Muhalefeti’ni bir kez daha selamlayabilirim:

Benden meşrebime uygun bir yazı istemiştiniz; Refleks dergisi için...

Ne yazsaydım? Kendimi mi? Mesela: baharlara kır oldum okuldan kırdım; kıyılarda çim oldum ırmakta çimdim; sabahları çiğ oldum pişmedim çiğdim; ovalara düz oldum türküler düzdüm; mevsimlerde yaz oldum güneşi yazdım; adsızlara san oldum meşhurum sandım; şirinlere yar oldum dağları yardım; nağmelerde es oldum rüzgârla estim... desem, kendimi anlatmış sayılır mıydım?

Ne yazsaydım? Kendimizi mi? Mesela: saatlerde an olduk devrimi andık; kavgalara yan olduk karakolda yandık; taraklara bez olduk dokunmaktan bezdik; tarihlere yıl olduk tekerrürden yıldık; uykulara düş olduk ütopyadan düştük; yolculara yol olduk dikenleri yolduk; çıplaklara yen olduk burjuva mı yendik... desem, kendimizi anlatmış sayılır mıydım?

Hem bunları söyledik de ne oldu sanki? Karşımıza geçtiler, faşistiz dediler, liberaliz dediler, şuyuz buyuz ama muhafazakârız ve dahi kurallara bağlıyız dediler; ama hep bildik bir türküyü söylediler: iktidara gider iken yağdı da bir çamur, seçmenimin metresi medya medyası hamur, iktidara kanlı da göynek ne güzel yaraşır! ... dediler. Demediler mi?

Öyleyse şimdi boş vereyim bunları. Senin genç yaşındaki uzuun geleceğine nazire, ben de peşimizi terk etmeyen geçmişimizden, geceleri gökyüzüne bakarken seyir eylediğimiz, kayan yıldızlarımızdan medet umayım. Ve şunu hatırlayayım: “Baba” diye sormuştu oğlum Bulut dört yaşındayken; ve gökyüzünün yıldızlarını seyrederken Ayvalık sahillerinde: “Depremde her yer sallandı, nasıl oluyor da bu yıldızlar düşmüyor oradan?” “Yumruklarını sıkmışlardır evladım” diyememiştim; deseydim, elbette anlamazdı. Ama anlayan mutlaka çıkardı vakti zamanında, şimdi de hâlâ çıkar mı? Bilemiyorum. Sanki hep geçmişimizdeymişiz gibi olsun da istiyorum...

sanki biz hep böyleymişiz; sanki hep biz söylermişiz; söylermişiz böyle olduğumuzu; sanki hep sıkarmışız bir yumruklu yıldızı, her karanlığımızda; ve hiç susarmışız her eylül bozgununda...

Yahu arkadaş nedir bu işin sırrı? Yani milyarlarca insan evladının çözemediği bir sırrı çözmeye; ve şimdi inzivamdayken, mecbur muyum şifresini bilmeye, milyar bilinmezli denklemin? Laf aramızda tek çözdüğüm şudur ki, insan sadece içince şairliğini deşifre ediyor ve ayıkken okuyamadığı şiirlerini okuyor sofradakilere; ve sadece münzeviyken kendi mahrem hakikatlerini deşifre ediyor ve toplum içindeyken yazamadıklarını döktürüyor dergilere, bir nevi bir refleks olarak...

Bunları basmakalıp yazdıktan sonra, loş odanın pencere camında kendi aksimi gördüm, hakikaten aksiydim. Bıyığımı çekiştiriyorken yakaladım kendimi ve üstelik gözlüklerim de parlıyordu. Bir an için, heyhat, gözlüklerimin parıltısının ardına gizlenmiş gözlerimin içindeki bir karanlıkla, bir ağıtla karşılaştım. Yazdıklarımızın zulasında, ne denli neşeli ve muzip yazmışsak yazalım, hep bir yerinde, hep bir ağıt da duruyor gibi geliyor bana... Deyip tam da burada bitirebilirim sohbeti... Ya da belki bitirmeden ve şöyle de devam edebilirim:

Yoldaşlar ferman ettiler ki, bu türden sözler, deyişler, refleksler tüzüğe [devrimciliğe] aykırıdır! Eğer tüzüğe aykırı söz makbul değilse, eğer muzipliklerin ve dahi ağıtların tüzüğe uygun olması gerekiyorsa, suçum sabittir. Tüzüğe aykırı muzipçe gülmek ya da ağıtlar düzmek, sınıfsız toplum projesine de aykırıysa, boynum kıldan incedir. Lakin biline ki, sınıfsız ama insansız bir toplumu öngören her tür tüzüğe karşı da isyan edenlerdenim. Sınıfsız ve fakat insansız bir sosyalizm tüzük emriyse, ben bu mektubumda mesela, sosyalistlikten dahi istifa edebilirim.

Yahu gençlersiniz, sizlere kıyamam; mektubumu bitirirken, önce teker teker gözlerinizden ve gözlerinizden öpeyim ve sonra bu tüzük müfettişleriyle ilk olmayan ve son olmayacak kavgamı, izin verirseniz sizlerin de yerine, bırakın bir kez daha tazeleyeyim:

Ben ki, imza, kendimin nostradamusuyum namussuzum; aha işte buraya şerh düşüyorum:

Ey kurallarını isyankâr gençlerin geleceğine pranga pranga atanlar, her türlü refleksi kuralsızlık ve edepsizlik sayanlar! Biliyorum, her zaman bir aradayız; ama çooook uzağınızdayım, inzivalardayım; ama çooook uzağımdasınız, kurallarınızdasınız; oysa her an karşımdasınız; öyleyse her an karşınızdayım; çünkü benzer kelimelerle konuşuyor, benzer kavramlarla düşünüyoruz ya; bir özne, üç sıfat, bir zarf, iki edat, üç bağlaç ve nihayet bir yüklemin fiilinde afili cümleler dahi kuruyoruz ya... Gidip şimdi bir talcit emeceğim; ve cümlenizi hazmedeceğim...

• • •

Sahi, Murathan Mungan başka ne demişti?

“eski sözcüklerin yüklü çağrışımlarını

yanınıza alın

sabahı karşılayın her günkü sabahı

gülümseyin yüzünüzün sığmadığı

kuşlu aynalara

mayın diye gömün yüreklerinizi

ölülerinizi verdiğiniz toprağa

vedalaşın denklerini toplanmış geçmişinizle!

unutmayın göçmen tarihlerden,

yerleşik zulümlerden geçilerek

varıldı yüzyılın eşiğine

...

geçer devran, takvimler el değiştirir.

gün gelir zulüm de göçer

uzağı gören çocuklar bilir

gelecek uzun sürer...”


MELİH PEKDEMİR

Mittwoch, 12. November 2008

CHANGE, ÇENÇ DİYE OKUNUR!

Ve bu da Obama’nın tek kelimelik sloganınıdır: DEĞİŞİM! Oysa bu kelime bizde “çenç (change) araba” lafıyla birlikte anılır. Efendim aracın künyesindeki en önemli bilgilerden birisi onun şasi numarasıdır. İşte otomobillerde şasi ve motor numarasının çaktırmadan değiştirilmesine bu işin piyasasında ‘change’ denilir.


Peki bu işlem nasıl yapılır? Mesela ağır hasarlı ve sigorta şirketleri tarafından hurdaya çıkartılmış bir araç uyanık kişiler tarafından satın alınır; bu arada aynı aracın özelliklerine uygun başka bir araç çalınmıştır ve zuladadır. Çalıntı aracın şasi numaraları taşlama ve zımparalama yöntemiyle kazınır, daha sonra ağır hasarlı olarak satın alınan aracın şasi numarası çalıntı araca numaratör ile vurularak veya enjeksiyon iğnesiyle yazılır; işlem yani ‘change’ gerçekleşmiştir.

Peki bunu kimler yapabilir? Tek kişi kesinlikle üstesinden gelemez; en azından hırsız, kaportacı, hurdacı işbirliği, yani organize ve sistematik bir çalışma şarttır. Polis kayıtlarında da zaten organize suç örgütleri diye anılırlar.

ABD de kendi çapında (küresel çapta!) organize bir suç örgütü değil midir? Evet öyledir.

İşte şimdi de ABD hurdaya çıkmış umutların, şunların bunların şase numarasını aldı ve sisteme monte etti. Ve ABD sistemini çenç etti! Böyle bakılınca, Obama da enjekte edilmiş bir şase numarasından başka bir şey değil.

Ayrıca tecrübeyle de sabittir, her Amerikan rüyası, gezegen için bir kâbustur. Elbette bir siyahın başkan olması ABD için önemli bir değişim, bu vesileyle Amerikan seçmeni de kocaman bir aferini hak etmiştir; ama bu kadar, abartmamak lazım.

İllet oluyorum şu tür bilmişliklere: Yeni bir çağdaymışız da, değişimi görmek lazımmış da… Bunu kime diyorlar? Diyalektik yöntemi düstur edinmişlere, değişimi hem de kökünden değişimi her zamanda ve mekânda ölesiye savunanlara, devrimcilere… Neymiş? Değişimi göremiyormuşuz, eski kafalıymışız… Neden? Çünkü onlar gibi düşünmüyormuşuz… Şimdi Obama da ‘change’ yani değişim diye kazandı ya… İşte böyle, tek yol devrim diyenlerin karşısında tek yol değişim diyenler mevzilendi. Change denilince, bu tek kelimeyle ikna olanlar elbette yine tek kelimeyle komik duruma düştü. Van’ın Gürpınar İlçesi Çavuştepe Köyü sakinleri, ABD"nin 44"üncü Başkanı seçilen Barack Obama için 44 kurban kesip, davul zurna eşliğinde halaylar çekmişlerdi ve gülmüştük. Peki İsmet Berkan’ın, Cengiz Çandar’ın ve cümle Taraf taifesinin bu köylülerden bir farkı var mı?

Tahlili filan bir kenara bırakıp temennileri dile getiren yazılar gırla gidiyor. Hızlarını alamayıp Obama’ya laf edene “Ergenekoncu, ulusalcı” diyorlar! Obama falan bilmem. Ben müzmin bir ABD emperyalizmi karşıtıyım. Bu sistemin başına, Marx bile gelse ondan gıcık kaparım. Yani çenç ederek şasi numarası değiştirme numarasıyla sistemin değişeceği mavalına inanmam!

Elbette Obama vaveylasının ideolojik boyutu da önemli. Son hadise, “fırsatlar ülkesi” olmanın bir ispatıymış. Nazar etme ne olur çalış senin de olurmuş! Lakin bilinir ki, ABD sisteminde hiçbir şey tesadüfen olmaz. Hep birlikte göreceğiz, küresel hegemonyası her yönden darbeye maruz kalan ABD, Obama’yla birlikte “B planını” devreye sokacak ve bize de yine “Oha!” demek kalacak. Ayrıca, zımnen de, bu sistem olmazı olduracak güçte olduğunu da göstermiştir. Yani gezegenin başka köşelerinde de olmazı olduracak güçte olduğunu da…

Peki “bizimkisi” Bush mudur Obama mıdır? Bizimkisi biraz İspanyolcadır: George Recep Barrack Tayyip Bush Obama Erdoğan… Eh, isim biraz uzun oldu, bari ben lafı uzatmayayım:

El eliyle gerdeğe girilmez! Tek kelimeyle de sistem filan değişmez!

melihpekdemir@birgun.net / 01:24 10 Kasım 2008

Dienstag, 7. Oktober 2008

BUGÜN KAYDA DEĞER BİR ŞEY YOK

Cemal Süreya’nın şiirinin yalancısıyım: On altıncı Louis, 14 Temmuz 1789 günü kellesi giyotine yerleştirilmeden birkaç saat önce günlüğünde demiş ki, “Bugün kayda değer bir şey yok.” Cemal Süreya’ya göre işte bu söz bile bir “kehanet”, ya da kehanet adlı kısacık bir “şiir”.

Günlerden 14 Temmuz 1789 değil ki, günlerden günsüz günü, gönülsüz günü. Saat kaç? Bilmiyorum. Sanırım yoklama yapıyorlar. Elimi kaldırdım, buradayım dedim. Sanırım yine aynı şeyi soruyorlar: Hayallerimi. Hayallerim elbette var ama, sır kalsın gördüğüm rüyalar ve kâbuslar. İnanırım her yalana gerçek olana kadar... Cevap veriyorum: Yıldızdan yaktım sigaramı Bulut yaptım dumanından. Sonra üfledim hafifçe, okyanuslarda patlattım bir kasırga... Bu yalan mecazi yalan, cezası edebi olan… İnfazı yok lakin sürgünü müebbet aman! Düştüm hayat mahpusuna vay.

Gardiyanlarımsınız: Görüyorum, geçmiş karşıma sırıtıyorsunuz. Pişkin ve pişmiş birer kellesiniz hepiniz. Kiminiz müstear adların ardına gizlenmişsiniz. Giyotinlere gelesiniz. Zaten gördüğüm kadar varsınız. Gözümü kapattım mı yoksunuz. Göz kapaklarım en müthiş kitle imha silahlarıdır, bilmiyorsunuz. Bir kapatıyorum, yok oluyorsunuz. Hayır yok olmuyorsunuz. Sesten ibaret bir karanlığa dönüşüyorsunuz. İşte orada artık siz, sadece televizyonun sesisiniz: Ölmüşler öldürmüşler yorumlamışlar ve yorulmamışlarsınız…

Bugün kayda değer bir şey yok… Kayda geçenler hep olup bitenler ve hep olup bitecekler.. “Yeter artık bakın sizleri görüyoruz, gözümüzü açtık” denilene kadar, bugünün adı yok. Kahrolsun bugün. Ama Yarının adı olacak. Yarının adını biz koyacağız ve çünkü Yarın kayda değer bir şey olacak. Yaşasın Yarın.

Lafı uzatmayayım. En iyisi burada birkaç yıl önce Refleks dergisinde gençler için yazdıklarımı tekrarlayayım:

Yaşasın kahrolsun dememek

Kahrolsun yaşasın dememek

Kahrolsun ve Yaşasın en sevdikleri iki kelimedir devrimci genç insanların. Bu iki kelimeyi ağız dolusu sadece onlar söyleyebilir. Bu iki kelimeyle sadece onlar İyileri ve Kötüleri tasnif edebilir. Kahrolsunları ve Yaşasınları genç insanların, bir slogandan öte hayat diyalektiğidir; hiçbir yaşı geçkinin kabul edemediği...

Kahrolsunları ve Yaşasınları genç insanların, gün gelir rengârenk bir ikilem olur. Bu ikilem ikliminde grilere vallahi yer yoktur. Bu ikilemde sarılar ve yeşiller, maviler ve allar, turuncular ve morlar ve illa ki kıpkızıl aşklar boy atar. Aşkı kıskandırıp devrimi yaşatır gencecik insan, devrimi kıskandırıp aşkı yaratır. Aşktan ve devrimden yana olanlar hep iyidir, yaşasındır. Aşka ve devrime karşı olanlar hep kötüdür, kahrolsundur.

Sadece bunu, başlangıçta sadece bunu bilmesi yeter gencecik devrimci insanların. Nasolsa daha vakitleri vardır, öğreneceklerdir. Nasolsa daha fırsatları olacaktır, bilgileneceklerdir. Yanlışları ve yanılgıları biriktirmektir aşk. Yanlışlardan ve yanılgılardan, doğruları doğurtmaktır devrim...

Aşk yeni bir çelişkidir, devrim yeni bir bilgidir. Diyalektik bir devrimdir, aşk; devrimci bir diyalektiktir, aşk. Diyalektik bir aşktır, devrim; aşık bir diyalektiktir, devrim. Her aşık her devrimin diyalektiğidir. Yürek dolusu aşktır diyalektik, aşk dolusu diyalektiktir devrim.

Devrim yeni bir bilgidir, aşk yeni bir çelişkidir. Daha birçok şey bilmediğini bilmektir yaşı geçkin bilgelik, çelişkiye düşmeksizin. Oysa neyi bilmediğini bilemez ki gencecik insan; çünkü baştan aşağı çelişkidir; ve pek az şeyi bildiği için, sadece pek çok şeyi henüz bilemediğini bilebilir. Her şeyi bilirmiş gibi bilirse gencecik insan, çabucak yaşlanacaktır çünkü; belki en çok bunu bilir. Öyleyse: Diyalektik bir bilgedir gencecik devrimci insan; çünkü aynı anda kahrolsun ve yaşasın diyebilendir.

Bu ikilemi hiçbir yaşı geçkin insan kavrayamaz. “Kahrolmasınlar canım”ları, “yaşasınlar canım”ları yetmez... Zira her şeyi bilgece görmeye yatkın olan yaşı geçkin insanların, her şeye tahammülleri vardır aşka tahammülleri yoktur. Ve bütün bilgelikleriyle yaşı geçkin insanların, sadece yenilenmiş eski bilgilere ihtiyaçları vardır ve yeni aşklara ihtiyaçları yoktur. Oysa pek az bilgileri vardır gencecik insanların; kıpkızıl devrimleri ve sımsıcak aşkları. İşte bu yüzden, ancak denenmemiş doğruları olabilir ve denenmiş yanlışları.Ve bir de, elbette, yaşamakta oldukları aşkları.

Doğrularını doğursun diye yanılgıları: Başlangıçta bir avuç bile olsalar devrimci genç insanlar, her daim gençlik aşısı yapmayı mutlaka göze alırlar. Çünkü aşk ve devrim diyalektiğinde diğer gençler de bir güzel aşılanırlar. Bütün gençler diyalektik aşı olunca ne olur? Toplum genç olur, genç toplum devrime aşık olur. Pek de iyi olur. Yumruklu ve Yıldızlı pekiyi olur..

(Ve böylece artık her gün kayda değer bir şeyler de olur.)

•••

Dipnotumun köşe yazarına: Bu hafta bir dipnot zorunlu. Çünkü ancak dipnotta cevap verilebilecek bir sorunla karşı karşıyayım. 4 Ekim günü Radikal gazetesinde Erkan Goloğlu şeklinde protez bir ad kullanan şahıs, geçen haftaki yazım üzerine bir şeyler karalamış, hakikaten yazmamış da kara çalmış. Ben, Ergenekon"u küçümsüyormuşum. Siyasi pozisyonumu etik değerlerin uzağında kuruyormuşum. Orduevi’ndeki emekli subaylar gibi mavra yapıyormuşum. Şimdiii…. Ben bu herzelerin neresine cevap vereyim? Canımı sıkan hadise bu tür kara çalmalar değil, canımı sıkan şey bunların tanıdık bildik biri tarafından, taammüden iftira olarak ortalık yere bırakılması. Erkan Goloğlu’nun gerçek adını soyadını elbette biliyorum. Çünkü 1990’larda Demokrat dergisinde mesai yaptık, BirGün gazetesindeki köşesinin mürekkebi bile kurumadı. Ama bakın ben ona ismiyle hitap edemiyorum, vicdanım elvermiyor, çünkü ekmek parası için yazıyormuş ve ismini gizlemek zorundaymış!

Hayır ‘Erkan’(!) Ben Ergenekon’u küçümsemiyorum, yazdıklarım çizdiklerim ortada… Senin, Şamil Tayyar misyonu yüklenmene ve “hadi bunu da içeri alın!” pespayeliğine üzülüyorum. Dediğin gibi, Ergenekon"u yeni tanımıyoruz ki! Ama sen yine hukuktan yana bir avukat olarak kal, savcılığa, hele hele Zekeriya Öz’lüğe heveslenmiş olman belli ki bünyeni ve psikolojini bozmuş. Kurunun yanında yaş da yanmasın! Şeriatın kestiği parmak acısın! Bu ‘yargılama’ sürecinin oklarını sapladığı herkes, baştan suçlu ilan edilmesin. Benden epey gençsin, biliyorum. Yukarıdaki yazıyı oku, belki bir faydası olur. Gözlerinden öperim.

melihpekdemir@birgun.net / 16:16 06 Ekim 2008

Samstag, 4. Oktober 2008

DİYALEKTİK ALâMETLER, METAFİZİK FELâKETLER

Bizim kuşağın gençliğinden beri adeta ezberindedir ve "diyalektik" denilince art arda sıralanır kurallar (ve belki de arzular): Diyalektik, sürekli değişim demektir; yani kesin mutlak hiçbir şey yoktur. Karşılıklı etkileşim vardır ve değişimi sağlayan da "çelişki" olgusudur. Değişim, nicel gelişmenin nitelik değişikliğine dönüşümü, bunu hazırlaması, yaratması sayesinde yaşanır, yani sıçramalı bir gelişim söz konusudur. Kısacası, tez ve anti tez arasındaki çelişki, karşılıklı etkileşim, mücadele, her neyse, bir senteze ulaşır... Toplumu, doğayı bu şekilde ele alan diyalektik karşısında yer alan "metafizik" ise adeta diyalektiğin tersine bir kavrayışı temsil eder... "Böyle gelmiş böyle gider" anlayışını...



Diyalektik, değişimmiş! Pöh! Ama değişim hep "onların" cenahında oluyor: Demirel, Menderes'in türeviydi; Özal, ikisinin sentezi. Erbakan, Özal'ın anti tezi oldu; Erdoğan ikisinin sentezi... Menderes ile başladı süreç, Erdoğan ile devam etti; öyle geldi, böyle gitmiyor mu? Orta yerde serpilip duran bütün alâmetler, gidişatın onların istediği yönde olacağını gösteriyor; bakın işte AKP'nin oy oranı da yüzde ellilere tırmanmış... Bunlar gidici değil arkadaş... Diyalektik sıfır, metafizik bir... Evet, lakin alâmetler...



(Cümlesinin bu kelimesinde Yazar, bir parantez açtı ve Nazım Hikmet'in "Alâmetler Suresi" şiirini okumaya başladı: "Yedi kat yerin altından uğultular geliyor./ Çok alâmetler belirdi, vakit tamamdır. / Haram sevaboldu, sevap haramdır. / Ak kurt, kara tahtayı daha bir yol kemirir, / çekin ki körükleri / ateşe girdi demir.")



Mevcut çelişkiler değişimi sağlarmış! Pöh! Ama çelişki denilince şimdi sadece bir takım tuhaflıklar anlaşılıyor. Başında türban göbeğinde piercing genç kızlar yetmedi, şimdi de Cemil İpekçi'nin türban takma arzusu konuşuluyor... Belki de işte bu, pek hayra alâmet olmasa gerek... Çünkü İslam inancında dünyanın sonu, bir alt üst oluş hengâmesiyle ifade edilen "kıyamet" ile açıklanır ya; bu tuhaflıklar toplumsal düzlemde "onların" kendi kıyametlerini de yakınlaştırıyor olmasın? Ama sonuçta, bu türden çelişkilerin sağladığı değişim yine de "onların" hanesine yazılan metafizik bir değişim. Öyleyse, metafizik iki, diyalektik sıfır...



(Yazar, can sıkıntısıyla şiiri okumaya devam etti: "Çok alâmetler belirdi, vakit tamamdır. / Duyuldu kim ölüm satılıp kâr edile, / kendi kendilerin reddü inkâr edile / ve duyuldu kabuğuna tık ettiği civcivin. / Duyuldu uykusundan uyandığı / zincirinden başka kaybedecek şeyi olmayan devin.")



Değişim nicel gelişmenin nitelik değişikliği yaratması sayesinde yaşanırmış! Pöh! Her gün bir iki nicel alâmet ortaya çıkıyor, alâmetlerin sayısı elbette çoğalıyor... Yani çok alâmetler belirdi, burası kesin; elektriğe yüzde 20 zam geldi; ama tık yok. Sosyal güvenlik yasası geldi geçti; ama pek fazla kimsenin umurunda değil. Diyarbakır'da çocuklar dahi bombalanıyor, ölüm satılıyor ve kirli savaş kâr ediyor. Toplum vicdanı kendi bilinçlenmesini "reddü inkâr" ediyor. Belli ki vakit tamam değil. Belli ki Nazım'ın "Dev"i metafizik uykusuna doyamadı. Eh işte, metafizik üç, diyalektik sıfır...



(Bunları da hatırlayan Yazar'ın keyfi iyice kaçtı, uyuştu ve metafizik bir bezginlik sardı her bir yanını. Tekrar Nazım Hikmet'e döndü, ondan medet umdu: "Çekin ki körükleri / ocağa girdi demir. Bir ateş külçesi düştü buzların ortasına. / Alâmetler belirdi, kıyamet alâmetleridir. / Haberdir, erişmekte kaynayan su galeyan noktasına.")



Toplum, kıyameti sadece Kuran'daki kozmik bir kargaşa olarak algılıyor. Asıl toplumsal kıyamet, elbette determinist [belirlenimci] bir kader olmaktan çıkıp volontarist [iradeci] bir arzu haline geldiğinde kopacak; bu kıyametin adı şimdiden kondu, biline ki, her daim Devrim diye anılacak. Kurt ile kuzunun birlikte gezmesi kıyamet alâmetiyse; yoksul Müslüman ile sosyalist, Kürt ile Türk birlikte olduğunda, şu dünyayı bize cehennem kılan zebaniler kaçacak delik arayacak. Ama şimdi... Şimdi yine ve şimdi halen, iktidarın zamlarına ve sosyal güvenlik zulümlerine rağmen, buz gibi bir sessizlik hüküm sürüyor. Buzların ortasına düşmesi gereken bir ateş külçesi, Diyarbakır'da gencecik bedenlerin üzerinde patlıyor. Metafizik kehanet yine galebe çalıyor. Parantez içinde kalıveriyor hayatlarımız ve diyalektik düşlerimiz. Sonuç aşikâr; metafizik dört, diyalektik sıfır..



(Ve bu sırada, çoğunluğun herhangi bir siyasetçiden daha fazla önem verdiği televizyondaki spor yorumcusunun "Maç doksan dakika, bunu sakın unutma" sözleri Yazar'ın da değdi kulağına ve yazısına son noktayı koymaktan ve parantezi kapatmaktan vazgeçti.


Rmelihpekdemir@birgun.net / 10:58 06 Ocak 2008

Montag, 14. Juli 2008

İKİ ÇARPI İKİ EŞİTTİR ERGENEKON MU?

Çözülmeyi bekleyen ‘kazık’ bir problem var: Rejim krizi, müesses nizam (kurulu düzen) bünyesindeki çatlama vesaire…. Problemin çözümü için bize aritmetiğin dört işlemi dayatılıyor. Böleceksin, çarpacaksın, toplayacaksın, çıkaracaksın ve taraf olacaksın. Bu kadar kolay mı?
Paradoks şurada: Böyle kazık (karmaşık) bir problemin çözümü basit olabilir mi? Mesela sadece bölme işlemiyle sonuca ulaşılabilir mi? Durduğunuz yere bağlı… Problemi emek ekseninde alırsanız, ezen-ezilen, sömüren-sömürülen diye ikiye bölersiniz. Alnınız açık, vicdanınız rahat bir şekilde tercihinizi yaparsınız. Ama bunu yaptığınızda, indirgemeci derlermiş, kazma solcu derlermiş, varsın desinler.
Peki ama problemi müesses nizamla sınırlı tutanlar da indirgemeci olmuyorlar mı? Onlar hem basit hem de mevzuyu saptıran bir bölme işlemi yapıyorlar. Onlar da hep ikiye bölüyorlar. Tarihten bakınca, İtilafçılar ile İttihatçılar ya da Siyasi İslamcılar ve Laikler, Çevre ve Merkez... AB’den bakılınca, Müslüman demokratlar ile otokrat laikler… Liberallik adına cemaat gözlüğüyle bakınca Demokrasi cephesi ile darbe cephesi… Falan filan…
Aslında hepsinin bileşkesinde şu karşıtlık yatıyor: Bir yanda hükümet öbür yanda Ordu. Güncel siyaset bakımından problemin bu türden bir tasnifle ele alınmasında yadırganacak bir yan bulunmayabilir. Çünkü öne çıkan aktörler hakikaten bunlar.
Ama illaki bu iki taraftan birini tutmak mı gerekiyor? Mutlaka birini tutmalısınız diyorlar. İyi de… Tutamıyorsunuz… İkisi de elinizi yakıyor. Ve dahi canınızı yakıyor ve dahi canınızı sıkıyor.
Çünkü biliyorsunuz ki bu düzlemde, onların yaptığı gibi tek bir bölme işlemi yetmiyor, bir bölme işlemi daha gerekiyor. Ya da… Aa! Bir bakıyorsunuz ki zaten iki taraf da kendi içlerinde zaten ikiye bölünmüşler. Size dayatılan problemin ikişerden dört faili var. Bir yanda, yani İslami cenahta AKP ve (hem onun içinde yer alan hem ondan bağımsız) cemaat kuvveti yer alıyor. Yani bu cenah da kendi içinde çelişik ve zaman zaman çatışan faillerden oluşuyor. Diğer tarafta, yani laiklik cephesinde de ulusalcılar ve NATO’cular olduğunu biliyorsunuz ve bu çelişkili durum artık ifşa edilmiş şekilde karşınızda duruyor.
Evet demek ki iki taraf ve 4 fail var… Ve iki taraf arasında ise çarpraz ilişkiler… Enis Berberoğlu bu faillerden birinin adını açıktan koydu: “Sanki gizli bir el gibi çalışan cemaat, TSK ile hükümetin arasını açma gayretini sürdürüyor. Belli ki Tayyip Erdoğan’ı gözden çıkartmış olan cemaat AKP’yi yeni bir isim etrafında toparlama planları için zaman ve zemin kolluyor.” Yalan mı?
Birbirine karşıtmış gibi mevzilenen bu iki tarafta yer alan dört fail arasında, el altından çarpraz ittifaklar, mutabakatlar gırla gidiyor. Gel de işin içinden çık.. Demek ki en iyisi bu işin içine hiç girmemek, tezgahın dışında kalmak…
Şemdinli sürecinde de yazmıştım. Bilgilendiriliyoruz diye kulağımıza bir şeyler fısıldandıkça sağır oluyoruz. Olayı aydınlatmak için alın size fener dediklerinde, feneri gözümüze tutuyorlar. Kör oluyoruz.
Çünkü orta yerde onların aritmetiğinin bölme işlemiyle ulaşılabilecek bir çözüm yok.
Oysa şimdiki siyaset aritmetiğinin asıl sorusu şöyledir: Çarpraz ilişkileri ve ittifakları olanlar arasında çarpma işlemi yaparak, bir kümeyi diğerinden nasıl çıkarırsınız? Kazık bir soru… Ama cevabı var. İki (AKP ve cemaat) ile ikiyi (ulusalcı ve NATO’cu paşalar) çarptığınızda aslında çıkarma işlemi yapmış oluyorsunuz! Elinizde ise bir “eksi Ergenekon” kalıyor, yani ıskartaya çıkartılıyor.
Çünkü, burada, bu siyaset aritmetiğinin kuralını koyan bir belirleyen var: ABD, yani the hakem. Bize dayatılan problemin faillerinin hepsinin kökü dışarıda, ‘ulusalcı’ Ergenekon da dahil... Bakalım bugün açıklanacağı söylenen İddianame’de nasıl bir aritmetik olacak..
Şimdiden şunu söyleyebilirim: Çarpma işlemiyle çıkarma yapmaya kalkışanlar, herşey hakkında hiçbir şey söylememiş olurlar.

Melih Pekdemir Birgün

Montag, 28. Januar 2008

Kenofobi

Hayır efendim... Ergenekon çetesini yazmayacağım. Yayın yasağı var. Başıma gelen şunca işten sonra, samimi ikrarda bulunuyorum, resmen maçam sıkmıyor, tırsıyorum... Bana ne! Bu mevzuda gölgeler konuşsun... Türban tartışmasına da girmeyeceğim. Türban? Masum bir talep olarak kalsaydı, kafasına türban takanları elbette hiç kafaya takmazdım. Kamusal alanda hizmet verenler değil de hizmet alanlar istediği gibi giyinsin, kuşansın, taksın, takıştırsın, bana ne, derdim... Kendi payıma bu konu kapanırdı. Ama diyorlar ki, yani mesela AKP'li ve Konyalı bir milletvekili, hem de TBMM Anayasa Komisyonu üyesi bir milletvekili diyor ki, "İnşallah hedefimiz kamu hizmetlerinde de, yani kamu hizmeti veren personellerde de böyle bir yasağın olmamasıdır." Yani? Siz bize özgürlük tanıyın, sonra biz de bu özgürlüğümüzü sizi köleleştirmek için kullanalım! Yok yaaa! Ya da üç köfte beş kuruş, ya da "özgürlük mücadelesine" destek... Alın size destek, MHP'den... Ya da işte: AKP-MHP; buyurun size "neo" bir Türk-İslam Sentezi! Hattı zatında, son çözümlemede, "Türban-Ergenekon" da bir nevi Türk-İslam sentezi değil mi? Her ne kadar birbirine diş biliyor gözükse de... Bana ne!

Amenna: Kadınların örtünmesi farzmış! Ama erkeklerin sarık takması ve sakal bırakması da kimisine göre farz, kimisine göre sünnet. Eşleri farz olanı yapan başbakan ve cumhurbaşkanı da hiç olmazsa sünneti yerine getirsin, sarık taksın, sakal bıraksın. Hadisleri dahi vardır: "Sarık şüphesiz iman ile küfrü birbirinden ayırır." "Kendinizi müşriklerden ayırın, sakal bırakın ve bıyığınızı düzeltin." Yalan mı? Ve üstelik "türban", inanmazsanız sözlüklere bakın, hem "başörtüsü" hem "sarık" demektir; yalan mı? Ama türban filan da yetmez. Kara çarşaf da her yerde serbest olsun. Memleket kara, kapkara olsun. Pür nur o mevki, yani ampul yansın yeter. Her yer kapkara gölgelerle dolsun.

Bilinir ki gölgeyi gölge kılan, cisme vuran ışıktır. Işık alan her cismin gölgesi vardır ve gölgeler dünyası bir bakıma ışığın karanlıkla dansıdır. Belki de bu coğrafyada olup bitenler ışık ile karanlık arasındaki bir gölgeler dansıdır. Işık bir imkândır, hakikatleri bulma, yalanları görebilme imkânı... Karanlık bir imkânsızlık... Körlük... Böyle bir toplum olduk yani. Bir o yana bir bu yana salınıp duruyor gölgeler. Sadece birer gölge olarak var olabilenler. Işık! Gökten nur olarak inmiyor. Titrek bir ampul yetiyor. Kim ki bir ampul yakıyor, "ışık" saçmış sayılıyor; umut vaat ediyor, başa geçiriliyor ve hemen onun dibinde kararıp gölgesi oluyor çoğunluk. Belki de "fotofo-bi" sahibi, yani ışıktan korkan, ışıksızlık özlemi çeken gölgeler diyarındayız... İşte bu duygu, gölge olmak istemeyenlerin de içini karartıyor, gölgelerin gölgesinde kalıyorlar, kalıyoruz. Gölge edenlerin ve dahası "gölgelerin gölgesinde" kopkoyu bir azınlıktayız. Ve "Onlar", yani gölge edenler, elbette gölgelerinin kendilerine ait ve kendileri sayesinde olduğunu sanıyorlar. Oysa bu coğrafyada gölge edebilmenin kuralları da bir tuhaftır: Gölgeler kendilerini gölge edenleri ve kendilerine gölge edenleri bizzat seçiyorlar, gölge edilmekten başka ihsan istemiyorlar.

Mesela "bu memleket benden sorulur" diyenlere, yani türbancı ya da türbana karşı muktedirlere kızıyoruz ya... Oysa bunlar bizim hakikatimiz... Gölgeler yarattı onları... Yalandan hayalleriyle yarattı. Yalan ki doğruluğun dürüstlüğün zıddıdır; hakikat de hayallerin zıddı... Bu memlekette yalan da bir hakikat, çünkü çoğunluk yalana ortak. Tin tin dolanıp duruyor gölgeler, kendilerini peşlerinden sürükleyen, bu katı ve bu cismani hakikatlerin peşinde... Karanlık adamların peşinden koyu bir karanlığa giden, götürülen, sürüklenen silik gölgeler olduklarını pekâlâ bilerek ve kendi hayallerini iptal ederek, hayallerinin yerine kâbusları tercih ederek... Koyu bir karanlığa koşuyor kurbanlık gölgeler. Gölge olmak istemeyenleri de çekiştirerek, ezerek...

Aslında karanlıkta, koyu karanlıkta gölgeler de artık görünmez! Karanlıkta hiç kimse göremez ve görünemez. Demek ki bu gidişle bizi çekiştiren çoğunluktaki gölgelerin gölgesi olarak bile kalmayacak kıymetimiz... Ve sürüklendiğimiz karanlıktaki gölgeler, gölge kalmak isteyenler, istemeyenler, hepsi birden simsiyah kesilecek. Kâbus gerçekleşecek! Korkarım, azınlık olmaktan bile çıkıp tümüyle simsiyah kesileceğiz, silikleşecek ve silineceğiz.

Korku iyi bir şey değil... Ama bizim şimdi hakikaten bir korkuya, bir fobiye acilen ihtiyacımız var... Tam da fobi sahibi olmakla suçlandığımız bir konuda ve bunun gereğini yerine getirmek için! Karanlık karşısında cesareti hatırlamak için önce korkmayı da hatırlamaya... "Kenofobi" denilen karanlık korkusundan mustarip olmak tek çare gibi duruyor.

Yani... Işık... Birazcık ışık!


Melih Pekdemir

Montag, 10. Dezember 2007

Melih Pekdemir diger yazilari (Birgün)

Resme tiklayin
melihpekdemir

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren