Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan , Barış Terkoğlu
Metastaz

Dinlediklerim

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Melih Pekdemir

Montag, 15. Oktober 2007

Her şey tıkırında, hepimiz zaten birer sevgi yumağıyız!

Yazacaklarımı şöyle bir kafamda toparladım, ilk kelimeyi yazacağım ki... Bu kez odama Bulut değil Onurkan girdi. Bizim büyük oğlan; bayram günlerinde BirGün'deki işinden kırmış, yanımıza gelmişti. Elinde, ara sıra konuşmak için de kullandığı cihaz; fotoğraf çekiyor, MP3 fonksiyonları da var. Neyse tepeme dikildi ve destursuz, en sevdiği melodiyi bir güzel dinletmeye koyuldu. Bulut'ta da, tahmin edersiniz, "Ankara'dan abim gelmiş" havası... Yani böyleyken böyle: Bizim yazı resmen güme gitti. Yazacaklarımı unuttum ama, mutlaka, "iyi ki de unutmuşum" dedirtecek cinstendir. Haberlerin kasveti, ekranların evlerimize kustuğu karanlıklar hakkındaydı muhtemelen. Tepemde dikilen laf anlamaz veletlerin şamatasının moraliyle devam edeyim öyleyse. Bayramda küsler barışır-mış ya; hele önce bir kendimle barışayım...


Aman! Artık AKP'yi fazla eleştirmeyeyim, darbe yanlısı derler. Aman! Askeriyeyi de eleştirmeyeyim. Yobaz olurum. Hatta PKK için bile ağır söz söylemekten kaçınayım, "devletle aynı dili kullanmış" derler, maazallah şoven sayılırım. Zinhar devleti de eleştirmeyeyim, hem bölücü hem şeriatçı durumuna düşerim. Peki, ama ne diyeyim? En iyisi vasat olayım. Ortalama solcu olmayı öğreneyim. Sivri fikirleri savunmaktan vazgeçeyim, en kısa sürede bir fikir törpüsü edineyim. Ah bir de şirinlik muskası olmayı becerebilsem! Sanırım böylesi ancak Allah vergisi... Ortalama laflar söylemeyi de birilerinden öğrenmem lazım. Kimleri okusam ki? Bu gazetenin okurlarına bile itici gelmeye başladım galiba, öyleyse herkesin hoşuna gidecek şeyler bulmam zorunlu. Nabza şerbet vermek neymiş, görsün cümle âlem! Eyyamcı olayım. Belki gazetenin tirajına bile katkım olur. En iyisi hiç zülfü yâre dokunmayayım, kimsenin canını sıkmayayım, küstürmeyeyim. Bana ne polemikten mole-mikten canım! Haftada bir yazmanın keyfini çıkarayım. Hem sınıf indirgemeci kaba solculuktan vazgeçip kimlik sahibi kibar solcu olmanın da vakti geldi. Elbette ara sıra çözüm filan da önerebilirim. Ama çözüm önerirken, akla gelen bütün şıkları sıralamak, sanırım en makbul olanı; nasolsa bunlardan biri tutacaktır. Ya da okuyucularımdan farklı düşünenler, bu şıklardan birinde mutlaka kendini bulacaktır. Bu sayede herkesin beğendiği bir yazar olur çıkarım vesselam.

Tahlil yapmayı da sürdürebilirim; ama öyle cart curt etmemeliyim. "Önce dikey keseceksin, emekçiler solda sermayedarlar sağda!" demekten vazgeçmeliyim. "Kimlik önemli efendim, kimlik!" diye tutturmalıyım. Yatay kesen özelliklerden söz edeyim ve kimlik solculuğuna katkıda bulunayım. Zaten yazarlık da neymiş ki, laf olsun, köşe dolsun... En iyisi siyasi tercihlerimi de zamana uydurayım, otuz beş yıllık zahmetleri filan boş verip ben de üç buçuk aylık fast food devrimciliğine soyunayım. Kısa günün kârı ile uzun ve dolambaçlı ve engebeli yılların "zararını" da telafi edeyim artık, çünkü kendi payıma yolun sonu da görünüyor hani... Mutlaka kullandığım dili de değiştirmem gerekecek; okuyucuların pek hoşlanmadığı ima ediliyor; mesela artık maymun demeyeyim "bo-nobo" diyeyim! Dedim de bakın neyi hatırladım: Geçenlerde televizyonda seyrettim, film filan değil, eğitici bir çocuk programı, yani aynıyla vaki. Bir anaokulunda öğretmen miniklere hayvanları tanıtıyordu. "Çocuklar" dedi öğretmen, "atın yavrusuna tay denir, atın dişisine kısrak denir, atın erkeğine aygır denir." Bu sırada miniklerden biri parmağını kaldırdı ve sordu: "Örtmenim, ata ne zaman at denir?"

Yaa, işte böyle "donk!" olursunuz, hayatta da. Oysa benim yaşadığım Can Yücel'in mahallesinde ata at, maymuna maymun, faşiste faşist, yobaza yobaz, oportüniste oportünist denir... idi... Her neyse, artık "bonobo" demeyi de öğrenmeliyim. Biraz gayret edersem ben de pekâlâ şeker dilli, bal dilli olabilirim. Çünkü bu köşeyi okuyan herkesten aferin almanın bir yolunu mutlaka bulmak zorundayım: Bakın zaten cik cik kuşlar ötüyor, pıtır pıtır çiçekler açıyor, dünya güzel, yaşamak güzel! Sırtımdan hançer yesem bile hançeremden ses çıkmamalı. Şu üç günlük dünyada birbirimizi üzmenin ne gereği var efendim; gülelim, eğlenelim, raks edelim lale zamanı...

Ama hayır, zamanı değilmiş, kemanıymış! Çünkü yazımı tam bitirirken Onurkan elinde kendini telefon da sanan o tuhaf cihazla tepemde yine dikildi: "Ne olur şunu da dinle!" dedi. Telefonunda kemanla "manda yuva yapmış söğüt dalına" parçası çalıyordu.

melihpekdemir@birgun.net

Dienstag, 4. September 2007

Başarının tanımı değiştirildi

ÖDP kurucularından ve eski PM üyesi Melih Pekdemir ile, seçim sürecinde ÖDP açısından öne çıkan sorunları konuştuk. Pelcdemir, özgürlükçü sol kavramının önemine değindi ve bağımsız bir sol politikanın Kürt hareketinin 'bağımsızlaşmasına da katkı saklayacağını belirtti.

»Türkiye'de İslamcılık ve laiklik çekişmesi yaşandığı düşüncesi var. Sizce böyle bir çekişme karşısında üçüncü bir seçenek var mı? Bu noktada ittifak yapmanın sınırlan ne olabilir?
Birinci ve ikinci seçeneklerde, yani İslamcılık ve laiklik seçeneklerinde öne çıkan kimlikleri dikkate almak, bugün siyasette söz sahibi olabilmenin önemli bir ölçütü... İttifaklar denilince ise, yeni moda, yatay kesen özellikler ve dikey kesen özellikler akla geliyor. Ya da bir ÖDP'li olarak şöyle söyleyeyim: 'Gökkuşağı' politikası ya da 'bir arada yaşamı savunalım' anlayışı. Yatay kesen özelliklere önem verince hemen farklı kimliklerle karşılaşırız ve sosyolojinin alanına girmiş oluruz. Dikey kesen özelliklere önem verince de hemen farklı sınıflarla karşılaşırız ve siyasetin alanına girmiş oluruz. Kabaca söylersem: Önce dikey keseceksin, sonra yatay keseceksin. Yani önce dikey kesen özellikleri belirginleştireceksin. "İşte" diyeceksin "sağ tarafta ezenler var, sol tarafta ezilenler var." Tamam, böyle derken, sınıf indirgemeci de olmayalım. Ama önce safımız belli olsun. Görünüşte, yatay kesince, belki "çoğulcu" oluyorsun. Mesela "biz Türkler" dediğinde işin içinde Alevi emekçi Mehmet, Sünni memur Aysel, Koç da yer alıyor, Sabancı da. Ya da "biz Kürtler" dediğinde, Amerika muhibbi Talabani ve Barzani'yi de savunmak zorunda kalıyorsun.

»Siyasetin kimlikler üzerinden yapılmasına dair kaygılarınız var anlaşılan. Bağımsız adaylar çalışmasını bu açıdan değerlendirirsek...
Bu kimlik takıntısı, malum, postmodern zamanların bir marifeti... Ezber bozmak moda olunca, eski ezberleri reddiye postmodern ezberlerle telafi ediliyor. Postmodern siyaset tarzı düzleminde AKP söylemiyle sol liberal söylemin paralelliği şaşırtıcı değil. Bu sayede AKP'nin icraatiarından liberalizasyon, demokratikleşme çıkarmak da zor olmuyor. Mesela Ferhat Kentel, "Baskın Oran aday olmasaydı oyumu AKP'ye verecektim" demişti. Zaten Baskın Oran da, BirGün'deki köşesinde "oyumu AKP'ye veririm" diye yazmıştı. Ölümle tehdit edilince sıtmaya razı olmak, Hamas'a filan bakıp AKP'ye şükretmek, demek ki mümkünmüş. Peki ama ılımlı bir İslam sahiden de mümkün mü? İslamiyet'le az çok ilgilenenler, muhkem ayetlerden, müteşabih ayetlerden haberdar olanlar, bunun imkânsızlığının mutlaka farkındadırlar... Tamam, AKP henüz Hamas filan gibi değil. Ama aynı AKP hayatın her alanında dinsel motiflerle boy göstermeyi ve İslami yaşam tarzını ısrarla savunmayı bir yana bırakmış değil ki... Hele bir de 'merkez partisi' olunca herkesi ve her şeyi kendi eksenine göre tanımlamayı, pekâlâ seçimle gelmiş bir hükümetin demokratik uygulaması olarak gösterebilir. Dolayısıyla özgürlükçü solun, AKP'yi şirin görmeyi filan bir yana bırakıp yoksul Müslümanlarla, elbette onların inançlarını yok farz etmeden, ama Müslümanlık dışı ve seldiler bir ilişki, dikey kesen eksende bir ilişki kurabilmesi şart... Bu ve benzeri konularda ÖDP'nin n yıllık bir fikri birikimle oluşturduğu yol haritası var. ÖDP fikriyatı, pek çok Avrupalı sol partinin fikriyatından epey öndedir. Bizde eksik olan, fikirlerimize uygun zikirlerdir. Yol haritası tamam da, birlikte yürüyecek yolcu, yani yoldaş eksikliğimiz var hattı zatında...

»'Özgürlükçü sol' terimini kullandınız. Bunu biraz açar mısınız. Nasıl bir politik çizgidir bu ve reel politika ile ilişkisi nasıl olabilir?
Özgürlükçü sol politika her şeyden önce reel politika değildir. Kim söyledi hatırlamıyorum ama güzel bir söz var: İlk denemede başaramazsan o zaman başarının tanımını değiştir! İşte seçimlerden sonra, hezimet ve zafer, yani solun külliyen hezimetiyle birlikte bir milletvekili kazanma zaferi, tam da böyleydi... Başarının tanımı, elde ediliş tarzı değiştirildi. Reel politik kaygılarla, "Fırsatlardan yararlanalım, hele bir kazanalım da gerisi kolay" anlayışı benimseniverdi. Ve hatta "Olan oldu, ama ÖDP'nin ismini Meclis'te ve medyada duyuracak bir temsilcimiz var işte" noktasına dahi gelindi. Korkum şudur ki bu tarzı içselleştirdik mi, reel sosyalizme geri döneceğiz. Ki bu da, belki farklı ve 'yeni' denilen tercihtir. Özgürlükçü sol kavramını ÖDP ortaya koydu. Ama ÖDP içinde farklı görüşlerin yanı sıra farklı sınıfsal kökenler ve farklı kimlik duruşları dahi var. Hem bir işveren derneğinin üyesi hem de il başkanı ya da yönetici konumunda ÖDP'liler de var. ÖDP'de işçi haklarını, işveren derneğinde işveren haklarını savunabiliyorlar. Kitle partisi olan ÖDP çoğulculuğu buna dahi imkân tanıyor. Yani reel politikanın zemini hiç yok değil.

» Seçim süreci ÖDP'nin iç hayatını da etkiledi. Pek çok kesim bu noktada ÖDP'de yaşanan tartışmaları izliyor. Peki ÖDP bu türden sorunlarla mücadele edebilecek niteliklere sahip mi?
Aslına bakarsanız ÖDP şeffaf bir parti olmakla övünür. 'Kol kırılıp yen içinde kalsın' demek bu partide siyaseten ayıptır. Buna rağmen son günlerde can sıkıcı bir durum yaşanıyor. ÖDP gibi bir partide, sözlerine "Esirgeyen ve bağışlayan Ufuk'un adıyla" diye başlayıp, "Ufuk nereye giderse biz de oradayız" diyenleri dinler hale geldik. Bunu söyleyince, eminim ki, kişi üzerinden siyaset yapmakla suçlanacağım. En hoşlanmadığım uyarı da budur; "Aman kişileri tartışmayalım, siyaset tartışalım, o onu demiş bu bunu demişle ilgilenmeyelim". Ama o onu diyor ve siyaset yapıyor, bu da bunu diyor ve siyaset yapıyor! Siyaset fikirler ve zikirler üzerinden yapılır. Sadece özel hayat hakkında dedikodu yapmak ayıp sayılmalı.

» Ufuk Uras'ın kişisel konumu çok ön plana çıktı mı diyorsunuz?
Uras'ın şimdi milletvekili dokunulmazlığı var. Ama sanırım ÖDP üyeleri karşısında dokunulmaz sayılmamalı. Çünkü Uras hakikaten eskiden böyle değildi ve böyle konuşmuyordu, böyle de siyaset yapmıyordu. İletişim yayınlarından yeni çıkan 'Sol' adlı hacimli bir kitapta, Uras, 'ÖDP Siyasetnamesi Üzerine' başlığıyla yazdıklarında, parti içindeki ayrılığı değerlendirirken "Organ kararları bağlayıcı olmalıydı" diyordu; kendi konumuyla ilgili olarak çok mütevazı bir üslupla, "İç hayatımız böyle değildi ama toplumla kurulan ilişkide, parti, diğer partilerde olduğu gibi genel başkanla özdeşleştirildi" sözleriyle özeleştiri yapıyordu; PKK - Kürt sorunu değerlendirmesinde "Kürt sorunu ekseninde, soyut barış çağrılarıyla yetinmeyen, siyasi şiddeti eleştiren, ezen-ezilen ilişkisinde ezenlerin yöntemlerinin asla mazlumlarca kullanılmaması gerektiğinin altını çizen" bir politika izlendiğini vurguluyordu; "Başkan merkezli geleneksel siyaset yaklaşımlarının geîişme sınırlarını" ortaya çıkaran, "Genel başkanları tarafından yönetilmeyen bir PM mekanizması" oluşturan ÖDP'nin PM ve genel başkanlık anlayışında sola yeni bir soluk kazandırdığını anlatıyordu. Sadece bunlar da değil...

Uras 10 Aralık Hareketi tartışmalarında da, Truva atı rolüne itiraz etmiş ve parti faaliyetinde 'free lance' solculuk (kendi hesabına solculuk) tarzını eleştirmişti. Peki şimdi ne oldu? Ufuk Uras kendisini mi yeniledi? Hakikaten tuhaf bir gelişim seyrine tanık olduk. Şubat ayında kendisine yapılan genel başkanlık adaylığını ısrarla reddetti. Sonra ne oldu bilmiyorum, son anda kürsüye çıkıp adaylığını ilan etti. Sonuçta az bir farkla seçildi ve partinin başına geçti.

22 Temmuz sürecine girildiğinde, seçim çalışmaları için Mersin'e de gelmişti. Partinin seçim politikasını anlattı... Bağımsız adaylıktan hiç söz etmedi. Birkaç gün sonra gazetelerden okuduk ki Bin Umut adayları arasında... Diğerlerini bilmem ama ben resmen kendimi aldatılmış hissettim. PM onun adaylığına itiraz edince "siyasi hayatınızda başarılar dilerim" deyip toplantıyı terk etmiş. Kısacası parti organlarını hiçe sayıp bağımsız adaylığını emri vakiyle ilan etmiş... Bunlar çok konuşuldu, ayrıntısına girmeyeyim. Kabul etmek lazım, başarılı bir seçim kampanyası sürdürdü. Çünkü başarının tanımını değiştirmişti.

» Nasıl değişmiş oldu başarının tanımı?
Bir ÖDP üyesi olarak, DTP ile ittifak yapılıp yapılmadığını bilmiyorum. Sanırım ÖDP'nin kendisi de bilmiyor. Bilseydi, mesela en azından Adana, Mersin ve İzmir'de ÖDP seçimlere katılmazdı, katılmaması lazımdı. Ama DTP ittifak yapıldığını iddia ediyor. Bizler, ÖDP üyeleri ise, olup biteni ilmek ilmek çözmeye çalışıyoruz. DTP PM kararında "EMEP, ÖDP ve SDP ile ittifak temelinde seçime girmiş olmamıza rağmen ÖDP'den gerekli desteği göremememiz toplantımızda eleştirilen bir konu olmuştur" deniyor. Ayrıca DTP tarafından verilen desteğin "ön şartı olarak adayın Meclis grubu içinde kalması iç yapımızda kararlaştırılmıştı" ifadesi de yer alıyor. İşin tuhafı, DTP tarafından söylenilenleri ciddiye alıp tekrarladığınızda bir vaveyla kopuyor ve pişmiş aşa su katmakla suçlanıyorsunuz. Ama bu suçlamayı yapanlar nedense dönüp de DTP çevresine, "Yahu arkadaşlar bunları da nereden çıkarıyorsunuz, böyle bir şey ne zaman oldu? Ne zaman konuşuldu?" diye hiç itiraz etmiyor.

Ayrıca bir de şu var: İstanbul birinci bölgedeki tabloyu Türkiye'ye uygulamak, tam da İstanbullu tarzıdır. Yani İstanbul gazeteleri, ne zaman İstanbul'a karyağsa, "Türkiye kara kışa teslim!" diye manşet çeker... Elbette coşkulu bir seçim kampanyası olmuş, çok önemli tecrübeler ve ilişkiler kazanılmış ve bazı ilkelerden de vazgeçilmiştir. Vakti zamanında 'siyasi şiddeti' eleştiren, 'ezen-ezilen ilişkisinde ezenlerin yöntemlerinin asla mazlumlarca kullanılmaması gerektiğinin' altını çizen Uras, seçim çalışması döneminde bu konuya reel politik içgüdüyle hiç değinmedi; zira adaylığının DTP tarafından açıklanmasından önce bu konuya değinmiş olan Baskın Oran'ın ismi derhal çizildi. Her neyse, sanırım asıl karışık iş, çözülmesi gereken ciddi bir siyasi düğüm olarak hâlâ orta yerde duruyor: Uras'ın gerektiğinde DTP grubuna katılacağını açıklamış olması, DTP sayesinde seçilmiş olmasının bir kabulüdür. Ayrıca, DTP grubuna geçmeye ihtiyaç duymasa bile, demek ki bunda sakınca da görmeyen bir siyasetçidir. Yani ÖDP'nin siyasi çizgisini terk edip DTP siyasetini benimsemekte bir tuhaflık görmüyor. Oysa özgürlükçü solculuğun bağımsız siyaseti, 'bağımsız adaylık' sayesinde seçilmiş olmaktan daha önemli olsa gerektir. Ve şu günlerde, özellikle Kürt sorununun çözümü bakımından bu hassasiyet çok daha hayatidir.

Özgürlükçü sol politikanın iddiası, DTP'ye endeksli olamaz

» Özgürlükçü solun Kürt hareketi ile ilişkisi nasıl olmalı sizce?
Birkaç hafta önce BirGün'de de yazmıştım: DTP elbette bölücü bir parti filan olarak görülemez. Çünkü Türkiye ancak ABD isterse 'bölünebilir'! Kürt cenahından Talabani ve Barzani, malum, alenen ABD himayesi altındadır... Bu iki Kürt siyasetçinin, Türkiye'deki Kürtlerin bir bölümü üzerinde etkisi olduğu biliniyor. Bunlar miting-lerdeki konuşmalarda bile dile getirildi. Demek ki soruna sadece PKK düzleminden bakınca tablo artık tam olarak görülemiyor. Askeri Cezaevi İmralı ve hukuken Amerikan işgal bölgesindeki Kandil dağı elbette önemli stratejik basınç merkezleri; ama tanım gereği buralardan da 'bağımsız' bir Kürt tercihi beklemek safdilliktir. İşte DTP, devlet baskıları bir yana Kürt orijinli bütün bu siyasi, manevi, etnik basınçların da altında ayağa kalkmaya çalışıyor. Şimdi gün, DTP'ye yardımcı olma günüdür. Peki bu yardım nasıl olacak? Son günlerde 'PKK siyasallaştırılsın' şeklindeki bir argüman, özellikle ABD tarafından sö-nümlenmeye bırakıldı. Kuzey Irak'taki PKK'liler (sayıları binlerle ifade ediliyor) Barzani ordusunda peşmerge yapılmaya başlandılar. Yani ABD, askeri bir operasyon düzenlemeden, PKK'lileri bu şekilde 'tasfiye' etmeye ya da 'konuşlandırmaya' ya da PJAK adıyla İran'a karşı bir başka cepheye sevk etmeye girişti. Belki de ilk kez PKK basıncından kurtulma potansiyeli taşıyan sivil bir Kürt siyasi tercih imkânı söz konusu. Siyaset sahnesinde DTP'nin Meclis'te grup kurmasıyla artık sadece halkın seçtiği siyasi temsilcilerin görüşlerinin öne çıkması, önemli bir dönüm noktası.

» Bu imkân nasıl geliştirilebilir DTP dışarıdan bu kadar basınç altındayken ve devletin saldırıları da bu kadar yoğunken?
Bu imkân elbette Kürtlerin olduğu kadar Türklerin de ikna edilmesi gereken bir süreçte anlamlı olabilir. Böyle bir dönüm noktasında hem Türklerin hem Kürtlerin ikna edilmesinde DTP'ye kesinlikle endeksli olmayan, bağımsız ve özgürlükçü sol bir iddiaya dört elle sarılmak, bunu çoğaltmak lazım. Oysa, Uras örneğinde olduğu üzere, DTP grubuna 'katılabilirim' dediğin noktada, kendi siyasi bağımsızlığını berhava etmiş oluyorsun. Çünkü, Kürt toplumu içinde kimlik arayışı öne çıksa bile, Türk emekçilerin (etnik kimliklerinin ötesinde) ikna edilmesi sadece Kürt çözümünde değil, dikey kesen eksendeki daha sınıfsal bir zeminde yatıyor. Bu zemin özenle korunmalı. Çünkü bu DTP'yi dışlamayan ama ona endeksli de olmayan bir siyaset zeminidir ve sadece Kürt emekçilerinin değil özellikle Türk emekçilerin de ikna edilebileceği bağımsız bir siyasi imkân sunmaktadır. Üstelik, DTP zeminiyle de bir arada yaşamı savunabilmek çağrısı, ancak ondan bağımsız bir siyasi çizgi üzerinde yapıldığında ikna edici olabilir. ÖDP bu konudaki bağımsız siyasi çizgisini koruduğu sürece, DTP-PM'nin değerlendirmesinde yer alan 'Çatı örgütü veya yan yana nasıl yürüneceğine dair tartışma'da anlamlı ve etkili bir rol üstlenebilir.

» ÖDP bu rolü oynayacak mı, oynama doğrultusunda bir irade mevcut mu partide?
Söylediklerim ve söyleyeceklerim elbette sadece şahsımı bağlar. Bir iki ay içinde ÖDP Kongresi toplanacak. Kongre delegeleri, ÖDP'nin geleceğine karar verecekler. Mesela "19+1 denkleminde DTP grubunda yer alabilirim" diyen bir siyasi figürün ısrarla ÖDP'ye yeniden genel başkan olmak da istemesi, aslında başlı başına bir ironi. İşte bu kadarını şahsen kaldıramam! Zaten ÖDP Kongresi de bu yönde bir karar verdiği anda, bana göre, genel başkanının istediği zaman partisinden gitmesine izin vermiş, kendi bağımsız siyasi çizgisini terk edip DTP'ye endekslenmiş bir parti olacaktır. Bu durumda, Ahmet İnsel'in emeklilik evrakıma mühür basmasını beklemeden, çevreme verdiğim rahatsızlıktan dolayı özeleştirimi verir, istifamı basar ve köşeme çekilirim. Yüzde 1'lik solun seçmeni olarak, bu yüzde 1'lik topluluk içinde de yüzde 1 ya da binde 1 arasında sayılsam, ne gam. 'Aykırılığımla bin yaşarım' deyip avunurum!

Melih Pekdemir:

Reel politika ve reel İslam

Artık "12 Eylül yüzünden sol bir türlü belini doğrultamıyor" gerekçesini bir yana bırakalım. Sol, özellikle 1994'ten bu yana büyük bir atılım gösteren siyasi İslam'dan dolayı soluk alamıyor. AKP artık sadece hükümet değil; iktidar olma yolunda önemli bir adım attı. "Ilımlılık" siyasetiyle, kelimenin gerçek anlamıyla rejimin zirvesine de oturdu. Neredeyse bin yıldır şu coğrafyada kökleşmiş, toplumun tüm hücrelerine nüfuz etmiş olan siyasi İslam, sol ile kıyaslandığında elbette maça bin sıfır önde başlamış oluyor. Solculuk karşısındaki sağcılık, bu ülkede hakikaten önce Müslümanlık olarak anlaşılıyor.

Türkiye'deki siyasi İslam'ın özgürlükçü solculukla kıyaslandığında, ikinci büyük avantajı reel politikayı içselleştirebilme kabiliyetidir. Oysa solculuk, reel politikadan medet umduğu anda tarihsel bir dönemine kendi elleriyle son vermişti. Sovyetler ve Doğu Avrupa'daki "reel sosyalizm" (really existing socialism) diye bilinen uygulamalar, bu tarzın solculuk bakımından intihar olduğunu kanıtlamıştı. Öte yandan reelpolitik kavramını 19. yüzyılda ilk kez kullanan Alman yazar Ludwig von Roc-hau'dan çok çok önce, bu tarzın tıpkısı olmasa da benzeri İslam coğrafyasında ve siyaset kültüründe "takiyye" adıyla bilinmekteydi.

Şimdi bakıyoruz; AKP siyasette yeri geldiğinde iktisadi ve siyasi konularda derhal İsla-mi ilkelerden geri adım atabiliyor. Çünkü reelpolitika, inançların ve ahlaki ilkelerin önüne, kısa dönemli çıkarları geçirebilme marifetidir. AKP de öncelikle gündelik sorunların üstesinden gelebilmeyi gözetiyor. Reelpolitik, kelime değil bir "kavram" ve "katıgerçekçilik" diye de çevriliyor. Ve bu kavram, malumunuz genellikle pejoratif (aşağılayıcı) bir niteleme olarak kullanılıyor. İşin içine rahatlıkla, cebir, üç kağıt, Makyavelcilik filan girebiliyor. Bu tarzda mesela, "Yahu niye çer çöp gibi deliğe süpürüyorsunuz, kullanın!" demek bile mümkün... Ayrıca bu tarz güçler dengesini büyük bir titizlikle değerlendiriyor. Güçlünün yanında yer alıyor. Bükemediği eli hemen öpmeye teşne... Erbakan bu kuralı ihlal ettiğinde, yani "kanlı mı olacak kansız mı?" diye pervasızca konuştuğunda kendi ipini çekmişti. AKP reel politiğinde ise bu tür patavatsızlıklara fırsat verilmiyor.

Haklı olarak bugüne dek "ne şeriat ne darbe" diye bağırıp durduk. Ama aklımızda öncelikle darbeye karşı çıkmak vardı. İşte şimdi bu slogandaki "şeriat" ihtimali karşımızda ve hatta tepemizde duruyor! Biz, asıl biz itiraz etmediğimiz sürece, bu ihtimal darbeyle de CHP'yle de etkisiz hale getirilmeyecek. Zaten ordu filan müdahale ettikçe, sorun kangrenleşiyor, bir süreliğine uykuya yatırılıyor belki, ama sonra daha diri ve tepkisel şekilde ayağa kalkıyor. Peki, reel politikanın üstesinden bir başka reel (ve sol!) politikayla gelinebilir mi? Vakti zamanında Baykal bunu da denemişti; Anadolu solculuğu, Edebali vecizeleri ve güzellemeleri de bir şey değiştirmedi. Sadece tereciye tere satmaya kalkmış oldu. Buna benzer şekilde kimlik solculuğu yapmak, siyasi İslamcılarla şuna-buna karşı post modern ittifaklar arayışında olup onun icraatlarından liberalizasyon ummak bir başka büyük aymazlık...

Bu bağlamda, önümüzdeki dönemde "sivil anayasa" tartışmasıyla yeni bir sınavdan geçeceğiz. İktidar yalakalığına mecbur merkez medya, AKP'nin attığı adımlara muhtemelen liberalizasyon adına alkış tutacak. Eleştiriler ise anında darbecilik filan diye bastırılacak. Ancaaak... Üniforma yerine cübbe giyince sivil olamıyorsunuz efendiler! Bu toplumda sivil deyince asker olmayan anlaşılır ama, siyaset bilimindeki anlamı açıktır: Yurttaşlık! Mesela tarikatçılar, sivil yani yurttaşlık hakları yerine "biat etmeyi" tercih edenlerdir. Özgürlükçü sol ise, AKP ile "ortak" noktalarını değil farklılıklarını tüm açıklığıyla ortaya koymalıdır. AKP "neo liberalizmi" kelime anlamıyla "yeni özgürlükçülük" şeklinde pazarlamakta ve üstüne "Vay be amma da özgürlükçüymüş" diye alkış beklemektedir. Che tişörtüyle Radikal gazetesine manşet olan Tayyip Erdoğan gelmiş geçmiş en büyük kontr-politikacıdır, bu da böyle bilinmelidir.

Özgürlükçü solun AKP'yi şirin filan görmeyi bir yana bırakıp yoksul Müslümanlarla, Müslümanlık dışı ve seküler bir ilişki kurabilmesi şart; çünkü AKP ancak sınıf mücadelesiyle köşeye sıkıştırılabilir. Bugün AKP iktidarına, bunun için de ılımlı İslam adıyla yaşanılan "geçiş süreci"ne itiraz etmeden bu memlekette sol ayağa kalkamaz. Üstelik yakında Abdullah Gül'ün beşuş çehresinden (maskesinden) dolayı, ılımlı yerine "güler yüzlü" İslam da gündeme getirildiğinde apışıp kalır. "Yaşasın AKP Hamas gibi olmayı tercih etmedi, bakın işte merkez parti oldu" diyenlere de döner şöyle der: "Evet artık merkezde biz varız, yani artık normal olan AKP'li gibi olmaktır, normal olan AKP'liler gibi türban takmaktır; öyleyse anormal olan türban takmamaktır!"

Duydunuz mu başı açık gezen özgürlükçü solcu kadın arkadaşlar!

Melih Pekdemir 03/09/07

Montag, 9. Juli 2007

Barış ve Selahattin ve Hatice

Barış Akarsu, gencecikken toprağa düştü... Belli ki ismiyle müsemma bir gençti... Belli ki yüzüne bakınca hep akla huzur getirdi; sürmeli gözlerine değen gözlere hep ışıltı verdi. Şu gezegende 1945'ten bu yana yalnızca 28 gün savaşsız, yani barış içinde yaşanabilmiş: "Bizim" Barış da, kendisiyle barışık, yalnızca 28 yıl yaşayabildi işte...

"Şöhretli" bir müzisyen... Ayrıca son dönemde çok izlenen bir dizinin de yıldızıymış. Hiç izlemedim. Cem Karaca ezgilerini söylediğinden, televizyonda rastladığımda ara sıra kulak kesilirdim, adını dahi bilmezdim. Meğer sürmeli gözlü bu çocuk, bizim de Barış'ımızmış... Sadece televizyon yıldızı değil, yardım konserlerinde sahneye çıktığı lösemili çocukların, bir başka dünya imkanı peşinde koşan Barışarock inisiyatifinin, Küresel BAK'ın da yıldızıymış, yani aktivistiymiş... Bizimkilerle beraber heyecanlanır, sokaklara çıkar ve haykırırmış...

Her sevgiyi, her aşkı, her heyecanı, her duyguyu meta haline getiren, piyasalaştıran, kısa sürede tüketime sunup tüketmek, tükettirmek pespayeliğiy-le alesta bekleyen Medya canavarının elinden çekip almamız gereken bir evladımızdır bizim Barış...

Çünkü sıradan ve sahici insanlar tapınsınlar diye medyanın ilahlaştırdığı kimliklerin ötesinde, bizatihi kendisi sıradan ve sahici bir insan olarak yaşamış bizim Barış... Bunu da ancak öldüğünde öğrenebildik... "Medyatik şöhret" Barış'ın ötesinde kendi Barış'ımızı yeni keşfedebildik... Bu da Barış'ın şanından olsa gerek; ve asıl şan şöhret de böylesi olsa gerek...

Peki, neden "bizim" Barış? Çünkü bizim kuşaktan ve bizim yaşantılarımızdan bir anne-babanın, işçi Hatice ile işçi Selahattin'in çocuğu, yani bizim de evladımız Barış... Zaten babası, öylesine değil bilerek ve seçerek vermiş "Barış" ismini oğluna: "Başın sıkıştığında ismini hatırla, her sorununda çözümün ismindir evladım, unutma" demiş, bizim Selahattin. Ruhi Su ile müziği sevdirmiş ve bize dair pek çok şeyi ve dahi sıradan ve sahici bir kimlikten asla vazgeçmemeyi... İşte bu yüzden, renkli ekranlardan, sanal-yalan dünyalardan firar edip geldiği Amasra kumsallarındaki bir şöhretsiz Barış'ın şöhretsiz kankalarıyla kafa çekip gitar tıngırdatması, bir başka dünyada, kendi dünyasında yaşayabilmesi mümkün olabilmiş. Ve dahi Barış medyatik dünyanın ikon metalarından gayri bir dünyanın, Hatice ile Selahattin'in başka dünyasının da mümkün ve makbul olduğunu hep bilmiş... Melodisini kumsal kenarındaki çalılıklardan gelen cır cır böceklerinden araklayan bir bıçkın delikanlı kalmayı bilinçli olarak tercih etmiş. İşte bu yüzden şarkı söylemekten öte, asıl maharetin, söylediği şarkıları yaşayabilmek olduğunu da keşfedebilmiş.

Görmedim, anlattılar, okudum: "Tepede beyaz bir saray / Sarayda soytarı bir kral / Kara haber onun işi sıra kimde / Kanlı resimler ressamı / Sergide insan mezarı / Satılık olan karanlıktır çerçevede..." diyen şarkılarını haykırmış, 2005 yılında Barışarock'ta. Ve bu ezgileri barış işareti yaparak kendisine eşlik eden binlerce akranıyla tekrarlamış. Haykırışının klibini çekmişler; fondaki savaş görüntüleri ve gözbebekleriyle açız diye haykıran Afrikalı bebelerle birlikte haykırmış aynı şarkısını...

Selahattin ve Hatice, son sözüm ikinizedir: Kısa süreliğine de olsa bize böyle bir Barış bahşettiniz, müteşekkiriz. Şimdi Barış'ımızı toprağa verdiniz. Ve dileyelim, toprağından Barış yeşersin...


MELİH PEKDEMİR - Birgün

Montag, 2. Juli 2007

Bizim Taner Akçam

Hayatta hiç beceremeyeceğim bir şey Taner Akçam hakkında resmi ve asık suratlı bir yazı yazmak. Sonunda bu da başıma geldi işte... Taner'i bir üçüncü bir şahıs olarak işaret edip hakkında bir şeyler söylemek çok zor, yani öylesine içselleştirmişim bu adamı. Belki de ömrümüz boyunca başımıza gelen işlerde hep birbirimizi azdırdığımızdan ve sorunlarımızın da hep benzer nedenlerden kaynaklandığındandır...

Şimdi Taner'i göz göre göre hedef haline getirdiler. Üç beş gündür okuyup duruyoruz: Gazete manşetlerinde katline ferman yazıyorlar. "Ferman büyük medyanın, fikir özgürlüğü bizimdir" deyip bir kenara çekilemiyoruz. Üstelik bugün bir de Hrant Dink'in mahkemesi var. Garibimin, "sireli yeğpayris"imin zaten hep "mahkemesi" olurdu. Ama bu kez katillerinin mahkemesi... Avukatı Fethiye Çetin, "gizlilik" kararı alınan hazırlık soruşturması sırasında birçok delilin yok edildiğini açıkladı ve "Hazırlıksoruşturması, sadece Pelitli beldesine takılıp kaldığı için bu organize yapıyı ortaya çıkarmakta eksik kalınmıştır" dedi.

Delilleri ne kadar yok ederlerse etsinler, iz bırakıyorlar işte... Evet, Hürriyet gazetesinin Taner Akçam hakkındaki manşetinden söz ediyorum. Hrant Dink cinayetini görmüştük, katillerini biliyorduk. Şimdi delilleri yok etseler bile, bir yandan da elimize yeni deliller veriyorlar. Azmettiricilerin bugünlerde de işleri başından aşkın, yine işbaşındalar.

Olup biten hakkında Taner'le irtibata geçtim, şöyle diyor: "İnternet ortamında benimle uğraşan bu adamınki [Holdwater] gibi onlarca ve yüzlerce site var. Hiç ilgilenmedim de herifin sayfasıyla... Sonuçta sıradan cahil bir cazgır, neresini ciddiye alayım? Ama işi şahsıma yönelik zarar verici bir kampanyaya çevirdiklerinde, 'Çık ortaya, kimsen yapacağını açıkça yap, bak ben buradayım!' demek zorunda kaldım. Kampanya yapıldığından beri ciddi olarak çalışamıyorum. Zaten amaçları da bu... Psikolojik gerilim, endişe yanı sıra akademik kariyerim, işim, her şeyim ama her şeyim tehdit altında..."

Amerikan yetkililer Taner'den bu problemi halletmediği sürece Amerika dışı seyahatlerini iptal etmesini istemişler. Taner de İngiltere, Hollanda, Almanya ve İtalya'da hem kitabıyla ilgili hem de bilimsel amaçlı 5 ayrı konferansı iptal etmek zorunda kalmış. ABD'de bile katılması gereken toplantılara sıkı güvenli önlemleriyle gidiyormuş. Birçok yerde polis Taner'i havaalanında karşılayarak tüm toplantı boyunca koruma altında tutuyormuş.

Bir de Hürriyet gazetesi yaptığı habere tüy dikmiş, Taner Akçam hakkında "ortadan kayboldu" diye yazmıştı. Oysa bu iddianın aksine, haberle ilgili olarak gazete tarafından hiç aranmamış. Taner, bunun üzerine Ertuğrul Özkök'e (elbette yayınlanmayan) şu mesajı geçmiş:

"Yazarınız, 23 Haziran'da gazetede benim için, 'ortadan kayboldu' demiş. Ben, bir gazeteci arayınca hazır kuvvet bulunması gereken emir kulu muyum? Sorun yazarınıza, University of Minnesota'yı aramış mı? History Depart-ment'ı aramış mı? Center for Holocaust and Genocide Studies'! aramış mı? Buraları aramış da mı beni bulamamış? Bana buralara not mu bırakmış? Bu ne saygısızlık, bu ne terbiyesizlik Ertuğrul Bey? Benim email adresim yok mu Üniversite sitesinde? Bu soruşturmaların hiçbirisini yapmadan, internetten kolayca bulunacak telefon numaralarını çevirmeden ve email-le haber bildirmeden, birisi için nasıl 'ortadan kayboldu' dersiniz? Sanki ben bir suç işlemişim ve kaçıyorum. Ayıp değil mi bütün bunlar?"

Taner işin etik yanıyla ilgileniyor hâlâ... Am-maa... Yahu sizde de aynısı oluyor mu bilmiyorum, ne zaman Ertuğrul Özkök'ün fotoğrafına baksam, tuhaf bir çağrışım, aklıma hemen Kurtlar Vadisi - Pusu dizisinde Zafer Algöz'ün canlandırdığı "genel yayın yönetmeni Yalçın Yıldız" karakteri geliyor. Niye ki?

MELİH PEKDEMİR - Birgün

Dienstag, 19. Juni 2007

Psikoloji bozma savaşları

17/06/07
Şimdi de gündemde ABD'deki Hudson Enstitüsünde tartışılan "Türkiye felaket senaryoları" var. Zaten bir takım senaryoların yürürlükte olduğundan kuşku duymadığımız bir ortamda bu tür spekülatif değerlendirmeler psikolojimizi fena halde bozuyor. Uzun bir süredir, tam teşekküllü bir psikolojik savaşa maruz kalmaktayız, hem de dört bir yandan: İçeriden ve dışarıdan, sağdan ve soldan... Psikolojik savaş Niyazileriyiz... Bilgi, haber, tevatür, yorum kirlenmesiyle kafalar cacık halde; belli ki her odak seçimlerden hükmen galip çıkma peşinde ve her yol mubah...

Malumunuz, ticarette reklam, siyasette propaganda, askeriyede psikolojik savaş hep aynı kaygıyla devreye girer: Hedef kitleyi ikna etmek ve rakipleri bertaraf etmek. Psikolojik savaşın en önemli silahı ise zihinleri felce uğratmak, bu amaçla dehşet ve korku salmak ve hatta bunun için terörün her türlüsüne başvurmaktan geri kalmamaktır. Kadim çağlardan beri durum şimdikinden farklı olmamış... Elbette gazete, radyo, televizyon ve bilhassa internet gibi tekno-ideolojik aygıtların gelişmediği çağlarda, maksada ulaşmak için daha "harbi" yöntemler kullanılırmış. Mesela Moğollar bu işin erbabıy-mış: Cengiz Han'ın leşkerlerinden önce, onların uyguladığı vahşetin korkusu gidermiş istila edecekleri memlekete. Cengiz Han miting yapıp katılımcıların sayılarını abartmayı henüz akıl edemediğinden, gece akınlarında at üstündeki her askerin eline üç meşale verirmiş ya da gündüzleri atların arkasına bağlattığı çalı çırpıyla öyle bir toz bulutu kaldırırmış ki, askerinin miktarı üç beş misli fazla görülürmüş... Cengiz Han'ın torunlarından Timurlenk ise Delhi kuşatmasında, şehrin önüne 90 bin kadar insan kellesinden bir piramit yaptırmış ve şehri böyle korku salarak teslim almış. Bazen de kuşattığı şehir surları üzerinden mancınıkla insan kellesi fırlattırır-mış. Tarihimizde Kazıklı Voyvoda diye bilinen Kont Drakula da önüne gelen Osmanlı'yı kazığa oturtarak yarattığı dehşet ortamı sayesinde, Romanya'ya yapılacak seferin iptal edilmesini dahi başarmış.

Bu türden korku salma yöntemlerinin modern çağda elbette bütünüyle terk edildiği söylenemez; mesela 40 yıl önce Vietnam'daki psikolojik savaş sırasında CIA, Phoenix Programı adıyla yürüttüğü bir dehşet kampanyasında işkenceyle katlettiği her Vietnamlının ağzına bir poker kâğıdı bırakarak imza atmayı huy edinmişti. İşte Irak'ta yediği haltlar da apaçık ortada, Ebu Gureyb Cezaevi'ni hatırlamak bile yeterli. Ama korku salmak isteyince bu iş artık radyonun, televizyonun devreye girmesiyle hitabet, muhtıralar vb. yoluyla daha fazla yaygınlaşabi-liyor. Hitler'in bu konuda ne denli cazgır olduğu biliniyor. Kitlelerin gözünün içine bakarak yalan söylemek ve bu yöntemle terör estirmek ya da Hudson Enstitüsü'ndekiler türünden felaket senaryoları kaleme almak, mancınıkla kelle fırlatmaktan daha az etkili değil. Yani yalanla dolanla beyin yıkamak yanı sıra, andıçlamak, internet imkânlarından yararlanmak, psikolojik savaşa post modern bir hava da katıyor.

Her kesimin seçim stratejisi, haliyle, sayısalın siyasalını yakalayıp siyasalın sayısalına sahip olmak ise gerisi boş laf... Seçim kampanyalarının start almasıyla, siyasi partiler de propagandalarını korku üzerine oturtarak seçmenden oy istedikleri, bir nevi psikolojik savaş olarak sürdürüyorlar. Baykal'ı dinliyoruz, AKP iktidar olursa başımıza gelecekleri öğrenip dizlerimizin bağı çözülüyor. Erdoğan'ı dinliyoruz keza tersten ama aynı felaket tellallığı. Bahçeli'nin homurtularından ne dediğini pek anlayamıyoruz ama yürek ferahlatmadığını kestirebiliyoruz.

Sonuç olarak kimi dinlersek, psikolojimiz bozuluyor. Neyse ki memleketimizde her derde deva var. Mesela ben bu sıralar unvanları arasında "gazeteci, yazar, şair, ressam, bilim adamı, araştırmacı" sıfatları bulunan "Adana bağımsız ve bağlantısız milletvekili adayı" Abdurrahman Boztaş'a meftunum. Muhteşem bir sloganı var: "Biz fırıldak değiliz!" Tarifi imkânsız bir propaganda videosu çektirmiş. İnterneti olan mutlaka izlesin: http://www.habermeydani.com/haberoku.asp?id=4350 Ne yalan söyleyeyim, kendimi siyasi inançlarıma, ideolojime ters düşmüş halde hissetmesem ve seçim bölgemde olsa, oyumu derhal bu bağımsız ve bağlantısız adaya verirdim... Gerçi laf aramızda, bu furyada oyumu hangi adaya verirsem vereyim, hiçbir "değere" ters düşmüş filan sayılmam ki...

Montag, 30. April 2007

Asker kışlaya, siyaset sandığa, toplumsal muhalefet sokağa!

Aslında bugünün "tavrı" bakımından tek cümle yeterlidir: Askerin siyasete müdahalesi kabul edilemez... AKP'ye elbette karşıyız... Şeriat tehlikesinden dolayı elbette endişeliyiz... AKP'nin iktidardan gitmesi için yüzlerce gerekçe ileri sürebiliriz. Ama askeri bir darbeden yana olabilmek için aklımıza tek bir gerekçe bile gelmez. Gelseydi zaten, sanırım aynaya bakamazdık. Çünkü dörtte bir seçmen oyuyla, dörtte üç seçmenin iradesini hiçe sayan AKP'nin demokrasiyi temsil etmediğini biliriz ama Hükümetin Darbesine karşı yapılmak istenen Devlet Darbesinde sadece demokrasiden yana taraf olabiliriz.

Neler oluyor? Aylardır "rejim krizi" nüksetti diye yazıyorum ya; artık adını da koyabilirim: 27 Nisan, tarihe 28 Şubat'ın nüksetmesi olarak geçecek. 27 Nisan gecesi www.tsk.mil.tr sitesinden "BA- 08 / 07" kayıt numarası taşıyan muhtırayı okudum. Sabahı zor ettim. Zira esas olarak ABD açıklamasını merak ediyordum. Onu da okudum: "Laik demokrasi"den yanayız diyordu Amerikalılar ve "Taraf değiliz" diye ekliyorlardı. ABD'nin eski Ankara Büyükelçisi Morton I. Abramowitz de "Ne darbe olur ne şeriat gelir" demişti. Eveeet... Öyleyse "büyük fotoğrafa bir kez daha bakmalıydık. Irak'tan çekilmenin yollarını ve Ortadoğu'nun yine yeni bir dizaynını tartışan Amerikan yönetimi, TSK'yı karşısına almaya niyetli değil. Ama şu konjonktürde AKP hükümetine de her istediğini yaptırıyordu. Öte yandan demokrasinin "motoru" sayılan AB cenahı ise şimdilerde askerin siyasete müdahalelerini "meşrulaştıran" bir yerde duruyordu: Asker, "ne geldiyse başımıza zaten AB yüzünden geldi" argümanıyla toplum indinde giderek ikna edici bir pozisyona sahip olmaktaydı.

Peki şimdi neler olacak? Aslında Muhtıranın ardından neler olabileceği yine muhtırada yazıyor: "Türk Silahlı Kuvvetleri ... gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır." AKP'nin icraatları ve türbanlı Hayrünnisa hanımın eşi Abdullah beyin adaylığı ilk adım için "yeter şart" sayıldı; seçilmesinin ise ikinci adım için "gerek şart" olduğu anlaşılıyor. Yani Abdullah bey seçilirse "gereken" yapılacakmış... Önce "Ordu kılıcını attı", hemen ardından "Hükümet de kılıcını attı." Şimdi soluklarımızı tuttuk, ikinci adımı kimin atacağını bekliyoruz. Sıra askerde mi? Asker, gece yarısı muhtırasıyla, belirleyici olanın Anayasa Mahkemesi'nin değil kendisinin olduğunu vurgulama ihtiyacını mı hissettirdi?

Kötümser soru şöyledir: "Mahkemeye düşen" demokrasi, açık ve net bir şekilde askeri cezaevine mi konulacak? Bu soruya "evet yahu öyle oldu" cevabını, demek ki, bu sütunlardan veremeyeceğim, üzerinde mutlaka "görülmüştür" damgası olan mektuplardan, ezop diliyle eşe dosta yazabileceğim... İyimserliğimizi korursak: "Açık ve net bir şekilde" ortaya konulacağı söylenen "tavır ve davranışları" gerekli görülmediği, yani gidişat klasik bir darbe yönünde olmadığı takdirde, bu kez, anti demokratik Muhtıra sayesinde (!) "demokrasi çarkı" dönecek, erken seçimler yapılacakmış. Biz de "sadece çarkımıza tü-kürdüler" deyip sineye mi çekeceğiz?

Haldeki durumda, Askerin Muhtırası ve hükümetin aynı sertlikteki cevabı ile "durum 1-1" diye okunabilir. Yapılacak erken seçim belli ki bir referandum havasında geçecek. Lüzumsuz bir kehanet gibi görülebilir ama AKP bu referandumu muhtemelen kaybedecek; tıpkı 28 Şubattan sonraki ilk seçimde, yani 1999 seçimlerinde Refah Partisi'nin kaybettiği gibi... Ve böylece Muhtıra kısa vadede (ama kısa vadede!) hedefine ulaşmış sayılacak. Yani skor bu haliyle 1-1 yazsa bile, asker hükmen galip çıkmış olacak. Refah Partisi mağdur ve korkak olarak tarihe geçmişti, bu yüzden AKP mağdur ve kahraman olma peşinde... Ama IMF'ye, ABD'ye, reel siyasete, entrikaya teslim haldeyken bu şansını zaten kaybetmişti. Şimdi yenilen sadece AKP değil elbette, tepeden vesayet demokrasisini içine sindiremeyen bütün güçler...

Böyle ileri geri yazıp duruyorum ama ya Pazartesi günü, yani bugün sizler bu yazıyı okurken borsa çökmüş, sıcak para kaçmış, ekonomi felç olmuş bir haldeyse? Böyle bir enkazın sorumluluğunu yüklenen hangi darbe hükmünü sürdürebilir? Bunu bilemem, bunu yapanlar bilir... Ama mesela yabancı sermayenin kaçmasıyla ekonomik krizin tetiklenmesi ise "büyük fotoğrafın bir kez daha öne çıkması anlamına gelir, bunu iyi bilirim.

Aslında daha 2006 Kasım ayında bu konuda diyeceğimi demiştim: "Sesi en çok çıkan Devlet, alttan almaya çalışan ise Hükümet olduğuna göre, bu kriz ağırlıkla bir Devlet krizi görüntüsü veriyor. Seyircilerin kendilerinin yazıp yine kendilerinin rol aldığı bir başka senaryo sahneye konmadığı sürece, bu krizi ya ABD ya AB çözecektir; çünkü bu iki faktör ya da aktör, devletin asıl sahibinin (sermayenin!) sahibidirler."

Devlet onların olsun, biz kendimize, yani toplumun geleceğine sahip çıkalım: "Ne şeriat ne darbe, özgür demokratik Türkiye!"

melihpekdemir@birgun.net 29/04/07

Montag, 23. April 2007

Cumhurbaşbakanı!

22/04/07
Hepimiz biliyoruz ki, Cumhurbaşkanlığı seçimi bir bahane... Çünkü Cumhurbaşkanlığı rejimle özdeş-leştirildi. Çünkü rejim krizi nüksetti ve siyasi gelişmeler şirazesinden çıktı. Artık olağan davranış ve konuşmalar yadırganıyor; olağanüstü davranış ve konuşmalar sürpriz sayılmıyor. Herkes her an her şeyin olabileceği beklentisi içinde... Rejim krizi muhtemelen Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra hafifleyecek ya da sertleşecek; ama belli ki çözülmüş sayılmayacak. Çünkü tahterevalli misali bir şeriat tehlikesi bir bölücülük tehlikesi krizi ka-şıyanların gerekçesi olmayı sürdürecek.

Rejim krizi her konjonktürde farklı bir çehre sergilemiştir. Şimdi "hükümet" ile "devlet" mi karşı karşıya? Hükümete sorarsanız, "toplum ile devlet" karşı karşıya getirilmiştir; devlet katındakilere sorarsanız, "toplum ile hükümet"... Bu tespitlerin ortak paydası, toplumda bir kutuplaşma olduğu, oluşturulduğudur. Mevcut kutuplaşma, bazen de "dindar toplum ile laik devlet" şeklinde okunuyor, okutuluyor... Oysa "dindar toplum" hem tarihsel olarak zaten mevcut, yani yeni bir şey değil; hem de yıllar boyu kapitalizm lehine komünizm tehlikesine karşı devlet ve bilhassa ABD eliyle tahkim edildi. Söyleyin "Allah aşkına", din-siyaset ilişkisinde Demokrat Parti'den bu yana iş başına gelen her sağcı hükümet, yani 12 Mart öncesinde AP, 12 Eylül öncesindeki MC'ler, sonrasındaki Özal hükümetleri ve koalisyonlar ideolojik bakımdan AKP'den esas olarak farklı bir tercih içinde miydi? 28 Şubat'a gelene dek, bu tür tercihler rejim için bir tehlike olarak görülmüyordu. (28 Şubat'ın ise basit anlamda laiklik savaşı olmadığı, devletin ve toplumun yukarıdan aşağıya yeniden yapılanması doğrultusunda bir toplum mühendisliği ya da devlet müteahhitliği olduğu biliniyor...) Şimdi ne oldu da böyle oldu?

Bu soruya sivil bir cevap bulabilmek için, ADD'nin de tarikat ve cemaatlerin de kesinlikle birer sivil toplum örgütü olmadığını bilmek gerekir. Sosyolojik olarak devlete tabi olan ADD modeli ile modernite ve sekülerleşme sürecinin dışında yer alan otoriter tarikat, cemaat yapıları sivil toplum konseptiyle uyuşmazlar. Demokratikleşme, bu tür model ve yapıların ötesindeki toplumsal arayışların ürünüdür. Ama işte bu model ve yapıların yaslandığı toplumsal zemin ise elbette bir olgudur ve "neden böyle oluyor?" sorusunun cevabına buradan da başlamak gerekir.

Daha önceki yazılarımda, bu memlekete şeriat gelecekse bunu getirecek İslam devriminin objektif ve sübjektif koşullarını, mevcut yapı bünyesindeki çelişkileri ve dinamikleri çözümlemek gerekir, demiştim. Objektif koşullar, ülkenin sosyo-ekonomik yapısı, sınıf ilişkileri vb nedenlerle kendiliğinden olgunlaşabilir. Bu olgunluk yeterli görülmediği anlarda, koşullar iradi müdahalelerle olgunlaştırılmaya, kıvamına getirilmeye de çalışılır. Objektif koşulları, en özet haliyle sanırım sosyolojik ve iktisadi koşullar alt başlığında toplayabiliriz. Sosyolojik koşullar, toplumsal mobilizasyonun kapitalizmin rasyonellerini de aşan bir ivmeyle yaşanmış olmasıdır. Kırsal kesimin bütün değerleri, inançları, çarpık kentleşmeyle birlikte kent kültürünü de ele geçirince, kapitalizmin se-küler dünyasında şizofrenik hayatlar hüküm sürmeye başlamıştır. Bu yatay mobilizasyondaki (göç olgusu) artış yanı sıra, dikey mobilizasyondaki daralma (toplumsal refahın eşitsiz dağılımı, gelir uçurumlarının derinleşmesi), dünya nimetlerinden mahrum kalanlara tek çıkar yol olarak ahiret nimetleri seçeneğini bırakmaktadır.

Ama öte yandan bu dinsel değerler kapısından geçince, sadece manevi değil maddi nimetlerden yararlanma imkanlarını yakalayanlar da söz konusudur, ki bu da iktisadi koşulların çerçevesini oluşturmaktadır. Türkiye iktisat tarihinden haberdar olanlar, uzun bir süre devlet eliyle burjuvazi yetiştirildiğini bilirler; emperyalizmin devreye girmesiyle tekelci bir nitelik kazanan Türk burjuvazisi işbirliği içinde olduğu elit bürokrasiyle birlikte moderniteyi temsil etmeye soyunmuş, laik devletten nemalanırken, elinde tuttuğu sağcı partilerin dinsel ar-gümanlarıyla da halkın geri kalan (moderniteyi pek umursamayan) kısmıyla barış içinde bir arada yaşamış; bütün toplum ortak düşman komünizme karşı teyakkuz halinde tutulabilmiştir. Ancak modern burjuvazi 12 Mart döneminde, bu konuda kendisine yardımcılık ve yatak-çılık yapan kapitalizm-öncesi toprak ağaları, tefeciler vb. de artık ihtiyaç duymadığından, bunların iktisaden ve siyaseten tasfiyesini devletten talep etmiş; ve bu kesimler oligarşik yapı arzeden egemen ittifakın dışına sürülmüştür. Tasfiye edilen bu kesimlerin torunları yıllar sonra, küreselleşmenin sunduğu yeni imkanlar sayesinde, sisteme yeniden entegre olmanın, egemen ittifak çeperinde bir yer tutunmanın fırsatını yakalamışlar, "post modern burjuvalar" olarak tekrar sahneye çıkmışlardır. Egemen ittifak içinde, toprak ağası, tefeci filan gibi arkaik sınıfsal kimlikleriyle değil, paranın dini imanı olmaz ilkesini de ispat kaygısıyla, yeni kapitalist tercihleriyle ağırlıkları kadar yer sahibi olmak arzusundadırlar. Bu doğrultuda, Cumhuriyet kurulduğundan itibaren bir tampon mekanizma olarak mütedeyyin kitleleri sistem için ikna etme misyonlarından farklı olarak kendilerini doğrudan temsil ve ifade haklarının olduğuna da inanmaya başlamışlardır. İşte bütün patırdı burada kopmakta, bunların laiklik yerine şeriat getireceği, rejimi değiştireceği söylenmektedir. İşin vahim tarafı kendilerini ifade etmelerinin, yani hayat tarzlarını "masum" şekilde sürdürmelerinin ötesinde, bunu giderek topluma empoze edeceklerinden de haklı olarak kuşku duyulmaktadır, çünkü bu konuda temiz bir sicile sahip değillerdir. Haliyle kendileri niyet etmese de, İslam devrimine niyet etmiş olanlar bakımından sübjektif koşullar da bu şekilde olgunlaştırılmış olacaktır...

Cumhurbaşkanlığı seçiminde AKP'nin dayatmaları, egemen sınıf ittifakına yeniden eklemlenmeye çalışan bir post modern burjuva hareketidir. Çünkü halen devlet (silahlı ve silahsız bürokrasi) tarafından dışlanmakta, TÜSİAD benzeri muhkem burjuvazi tarafından horlanmaktadırlar.

Bu süreçte, üretim araçları bir sınıfın elinden bir başka sınıfın eline geçmiş olmayacak, üretim ilişkileri değişmeyecektir; ama sermaye ve mülk sahibi sınıflar içinde post modern burjuvalar, tarihsel ve manevi bağları olan mütedeyyin kitlelerin desteğiyle egemen ittifaka eklemlenmeye çalıştıkça ortaya çıkacak yeni gerilimler, rejim krizini yeniden üretecektir. Sermaye ve mülk sahibi sınıfların bünyesindeki bu transformasyon, bazen milliyetçilik ve ulusalcılık, bazen siyasi İslam adına toplumsal gerilim haline getirilmekte ve bu sayede her iki kesim kendi elini güçlendirdiğine inanmaktadır.

Süreç kimin seçilmiş ya da seçilmemiş olmasıyla bitmeyecektir. Bilek güreşini AKP (post modern burjuvazi) kazanırsa oyun şiddetlenecek; kaybederse, bu sefer AKP'nin "yeni" kozları ortaya serilecektir. "Aslında neler oluyor?" sorusunun cevabını verebilmek, zaman kipini "Aslında neler olacak?" diye değiştirmekle mümkün. Tayyip Erdoğan işte bu nedenle kararsızdır. Ne serden ne yardan geçmek istiyor. Başbakan kalıp Cumhurbaşkanlığını birisine emanet edebilir. Cumhurbaşkanlığına çıkmayı göze alıp Başbakan gibi hüküm sürmeyi kafasına koymuş olabilir..

Ama Özal da böyle olsun istemişti...

Melih Pekdemir

Montag, 2. April 2007

Cumhurbaşkanlığına dair bir "devrim" teorisi...

Şu deneyi belki siz de duymuşsunuzdur: Beş maymunu bir kafese yerleştirirler. Kafesin tepesinde iple asılmış bir kangal muz, altında da bir merdiven... Maymunlar merdivene tırmanarak muzları almak istediğinde üzerlerine soğuk su sıkılır. Sadece merdivene çıkana değil, diğerlerine de... Hepsi buz gibi suyla sırılsıklam hale gelir. Bir süre sonra da içlerinden biri muzları almak için tekrar hamle ettiği takdirde diğer maymunlar onu engeller, hatta bir güzel pataklar. Deneyi yapanlar suyu kapatırlar. Islanmış maymunlardan birini kafes dışına alıp yeni ve kuru bir maymunu içeri salarlar. Haliyle yeni gelen maymun muzları almak için hemen merdivenlere tırmanmaya çalışır. Ancak diğer dört maymun buna müsaade etmez ve üstelik yeni maymuna bir de dayak atarlar. Daha sonra ıslanmış maymunlardan biri daha kafes dışına alınır ve yerine yenisi getirilir. O da merdivene hamle ettiğinde muz yerine dayağını yer afiyetle. Onu en gayretli şekilde döven maymun ise ıslanmış olanlardan biri değil de, daha yeni dayak yemiş olanıdır. Kafeste ıslanmış maymun kalmayana kadar maymunlar teker teker bu şekilde değiştirilir ve her yeni gelenin önce diğerlerinden dayak yemesi de sürer. Kafeste artık ıslanmış maymun kalmadığı halde, yeni gelenler dayak yemeye devam eder, kafestekilerin yeni gelen her maymunu niye dövdükleri konusunda hiç bir fikirleri yoktur ve tepelerinde o bir kangal muz hâlâ asılıdır ancak hiçbiri merdivene yaklaşmamaktadır...

Bu deney, Pavlov'un hani şu köpekler üzerinde yaptığı deney sayesinde ünlenen "şartlı refleks" tespitinin türevi. Zaten Seligman adlı bir psikolog da bu tespiti geliştirme çabasıyla 1960'larda bu tür deneyler yapmış ve adını da "öğrenilmiş çaresizlik (learned helplessness)" koymuş.

Ama burada bence maymunlar değil de kafese suyu sıkanlar önemli.. Sistem, müesses nizam da böyle değil mi? Yurttaşları sürekli "kontrol edemediği" bir çevreye ve olaylara maruz bırakıyor ve hiç kimsede mevcut durumu değiştirebileceğine dair bir inanç kalmıyor. İnsanlar sonuç olarak olayları değiştirme gücüne sahip oldukları ortamlarda bile edil-genleşiyor ve kendilerini çaresiz, umutsuz hissediyorlar. Çünkü müesses nizamı ilga edemezsiniz... Kim ilga edebilir? Soğuk su hortumunu ellerinde tutanlar! Bu memlekette ortalama her on yılda soğuk su hortumu tutuluyor üzerimize; darbe marbe yapılıyor, yapılmadığı zamanlarda da andıcı ya da tevatürü bile yeterli oluyor. Merdivene hamle edenin pataklanacağı ispat ediliyor.

Öğretilmiş ve böylece öğrenilmiş çaresizlik, toplumun kendi aynasında kendisini ipnotize etmesidir; işte Cumhurbaşkanlığı seçimi vesilesiyle bir kez daha ayyuka çıktı. "Bize bir şey olmaz abi" pervasızlığından kolayca "ben zaten her acının tiryakisi olmuşum" teslimiyetine geçiveren toplumsal bir apati ortamında, her dönemeçte öğretilmiş olan "böyle gelmiş böyle gider" çaresizliğiyle nokta konuluveri-yor. Zira müesses nizam, "the establishment", bu memlekette derin devlet namıyla korku salmıştır. Derin devlete çekirdek devlet de deniyor ve halkımıza bunu katiyen çitlen-meyeceği gösteriliyor.

Öğretilen çaresizlikten kurtulmanın tek çaresi elbette "maymunluktan" kurtulmak, yani akıllı olmak, fikirli olmak, bilinçli olmak... Tamam, bu memlekette cumhurbaşkanına "devlet başkanı" diyorlar. Ama "Cumhur" hakikaten "Halk" demek ise; peki niye hiç "halkın başkanı" olmuyor? Geçen hafta cumhurbaşkanı adayımız bile yok demiştim. (Meral Çakıcı adlı arkadaşımdan da bir güzel zılgıt yedim!) Oysa bu konuda bir "fikrimiz" var elbette.. Fikrimiz dedim de, aklıma geldi: "Ben ne yaptımsa halkımla birlikte yaptım," demişti birisi... "Beton duvarlara, demir parmaklıklara mecbur edildiğim için hiç ama hiç üzüntü duymuyorum. Vatansever olduğumu bugün söylediğim gibi yirmi beş seneden bu yana her yerde söyledim. Bunun için kavgalara girdim. İşkence gördüm, zindanlara atıldım... Eğer bir ülkede vatan, İsviçre Bankalarında gizli hesap defterleri ve Amerikan doları olarak görülüyor ve bu insanlar da yönetimi ellerinde bulunduruyorsa vatan için da-rağaçlarını omuzlayanlar elbette 'vatan haini' ilan edileceklerdir," diye sürdürmüştü sözlerini. Adı Fikri'ydi mesleği terzilikti.. Ve Tayyip Erdoğan gibi o da bir vakitler belediye reisiydi. Yirmi beş yıl önce, maymun olmayı reddediyor, merdivene tırmanıyor diye onu bir güzel patakladılardı. Şimdi dayak yemekten korkmayan, çünkü cüzdanıyla midesiyle değil, gönlüyle aklıyla fikriyle bu memleketi seven bir adayımız yok mu şu memlekette? Bir değil binlerce vardır mutlaka... Gelin biz de kendi adayımızı ilan edelim, hiç olmazsa fikrimizi söyleyelim: Maymunluktan insanlığa geçiş evrimle değil devrimle oluyor!

01/04/07
Melih Pekdemir

Montag, 22. Januar 2007

Sireli Yeğpayris Hrant!

Cinayeti seyrettik. Bizi bir arada yaşatmıyorlar. Sireli yeğpayris, sevgili kardeşim Hrant artık yaşamıyor! Ama sizler, sizler hep yalan söylüyorsunuz! "Düşünce özgürlüğüne sıkıldı bu kurşun" diyorsunuz. Düşünceyi üreten beynimize sıkıldı bu kurşun, daha ne istiyorsunuz? Sizin düşüncelerinize hiçbir şey olmaz. Artık tek kale maçlarda özgürce kısıtlarsınız düşüncelerinizi. Telaşınıza, anınıza vahınıza hiç gerek yok. Bakın borsanız bile yerli yerinde... Korkmayın. Sizin uluslararası itibarınıza da hiçbir şey olmaz. Zaten hep "böyle" ün yapıyorsunuz ve bunu en iyi siz biliyorsunuz.

İstediğiniz kadar kendinizi savunun. "Ama Hrant Dink koruma istememişti" deyin. Biz de inanalım öyle mi? Hrant'ın istihbarat örgütleri tarafından adım adım izlenmediğine, telefonlarının asla dinlenmediğine, evinden çıkınca nereyi gittiğinin, Agos'tan çıkınca ne ettiğinin bilinmediğine, peşinde resmi görevlilerin dolaşmadığına inanalım; ve hatta tetik çekilirken onu izlemekte olan güvenlik kameraları dışında resmi gözlerin olmadığından da emin olalım! Şimdi sizler yoksa bunlara da inanmamızı mı istiyorsunuz? "İnanmalısınız, kural böyle, kurallara uyun" diyorsunuz. Ama kuralları da siz koyuyorsunuz. Vallahi bu yüzden hep siz yaşıyorsunuz ve hep biz ölüyoruz, Hrant da ölüyor. "Adaletimize güvenin" diyorsunuz. Merak etmeyin sizin adaletinize bir şey olmuyor. Kerinçek koruyor onu. Arkadan hançerlenmelere karşı teyakkuzda olan bakanınız koruyor...

Siz, bizi bize bırakın, en iyisi oturun "işin aslını" araştırmaya devam edin. Acaba kim yaptırdı sorusuna riyakâr cevaplar arayın... Hrant'ı öldürttükten sonra cevaplarınızın önemi yok artık! Provokasyon deyin. Menfur cinayet deyin. Hatta cinayeti manidar bulun. Mesela TBMM'de Kerkük müzakeresinden hemen önce, bu cinayetin işlenmesiyle bir mesaj verilip verilmediğini sorun. Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilişkisini merak edin. Sonra yine korkutun, "yeni cinayetler de olabilir ama..." deyiverin. Sonra bu cinayetten kim nasıl nemalansın, onun hesabını, kavgasını yapın. TC'nin AB'ye girmesini istemeyen Avrupalılar ve yerli işbirlikçileri, Amerika, borsa, hükümet, asker, medya, sağdaki ve "soldaki" milliyetçi partiler... herkes kendine yontsun. Bu kavga sizin kavganızdır artık, bizim değil. Sonra kameralar önüne çıkın. "Yakaladık katili işte" diye zafer naraları atın. "Olur böyle vakalar Türk polisi yakalar" sözünü ispat ettik, daha ne istiyorsunuz vatan hainleri deyin. Şemdinli'deki-leri de yakalamıştık; ama onlar tesadüfen oradaydılar. Danıştay cinayetini işleyen katili de yakalamıştık. Ama o da bir meczuptu. Şimdi yakaladığımız Ogün Samast'ın Trabzonlu olmasıyla, mesela Veli Küçük'ün bir zamanlar Giresun Jandarma Bölge Komutanı olması da, geçen yıl papaz öldüren çocuğun Trabzonlu olması da tamamen tesadüftür deyin. Linç kültürünün, sokaktaki faşizmin bu memlekette hüküm sürmesine şaşırmış gibi yapın. Sonra çağırın bizi merkeze, Hrant'ın bu tesadüflere inanmadığı için başına neler geldiğini bir güzel anlatın.

Artık hiçbir şeyiniz şaşırtmıyor bizleri. Yakaladığınız katilinize de şaşırmadık işte. Ne yani, üst düzey bir politikacı, apoletli biri, apoletsiz bir başyazar ya da kara gözlüklü ve susturuculu bir gizli servis elemanı mı olacaktı? Yazdığınız senaryolarda katiller zaten uşaktırlar. Ve cinayetleriniz de postmodern; bunu da öğrendik. Arkaik linç kültürünüzü sinsice, parça parça yay-gınlaştırıyor ve internet kafe baskınları yaparken aslında kendinizi açığa vuruyor, kendi talimatlarınızı ele geçiriyorsunuz. Ey "sözde vatandaş" diyenler, bayrak millet üzerine her gün attığınız manşetlerle şartlı refleks üreten başyazar müsveddeleri ve medya leşkerleri, uşakların efendileri! Şimdilik siz galip geldiniz, bu memleketi şartlı refleks yöntemiyle linç kültürüne, sokak faşizmine mahkum ettiniz. Nasıl olsa bir süre sonra, buna da "sözde cinayet" diyeceksiniz ve kin kusmaya, her gelişmede sokaklara güruhları salıp solcu, Ermeni ve Kürt avlamaya, milli refleksler, vatandaş tepkileri göstertmeye devam edeceksiniz.

Bir tek Hrant'ımız vardı, sonunda onu da elimizden aldınız işte... Hrant'ımızı, sireli yeğpayris Hrant'ı öldürttünüz. Ama şunu bilin ki, bu cinayeti işlettirmekle, uzun vadede asıl siz intihar ettiniz! Bir arada yaşatmadınız. Ama yaşayacağız. Çoğalacağız. Kazanacağız. Her bir şeyin hesabını, günü gelecek, teker teker soracağız. Şimdi ister bir kere ister 301 kere kına yakın, faydası yok. Çünkü ÖDP'li bir arkadaşım gerçeği çoktan ifşa etti: "Hrant Dink (1954-1915)" dedi.

melihpekdemir@birgun.net

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren