Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu
SS Süleyman Soylu

Dinlediklerim

Sabahat Akkiraz | Bergüzar
Bergüzar

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Melih Pekdemir

Montag, 27. November 2006

kendinde bilinç

Felsefede "kendinde bilinç" denilen bir durum vardır; böyle bir halde toplumsal bilinç en sığ insanların en derin düşünceleriyle temsil edilir. Devrimcilik ise, "kendisi için bilinç" edinme mücadelesinden başka bir şey değil. Anketlerde ve her dört yılda demokrasi adına yapılan seçimlerde, önümüze konulan seçeneklerden birisini seçmemiz isteniyor. Yani seçim hakkını bize bırakıyorlar, böylece kendimizi (kendi halindeki bilincimizde) özgür hissetmiş oluyoruz. Oysa özgürlüğümüz düpedüz onların sunduğu seçenekler kadar! Asıl özgürlük, bize dayatılan seçeneklere HİÇBİRİ seçeneğini de ekleyebilmek. Bu seçeneği ekleyince felsefi olarak kendimiz için bilinç, siyasi olarak da kendi tercih ettiğimiz siyasi çözüm düzlemine çıkabileceğiz. İşte o zaman, anketleri boş verelim, şu işsizlik ve pahalılıkla nasıl baş edelim, diye haykıracağız.

Anket dönergeci adli yazidan alinmistir Yazinin tamami asagidaki linktedir.
http://www.birgun.net/bolum-73-yazar-67.html

Sonntag, 12. November 2006

Devlet krizi ve devlet darbesi

Cumhuriyet tarihinin ilk yıllarının, modernleşme (kapitalistleşme) ve devrim arasındaki diyalektikten dolayı, mecburen (burjuva) bir devrim sahnesinde geçtiği biliniyor. Türkiye insanı temsili demokrasi denilen siyaset ti-yatrosuyla 1950'lerde ilk tanıştığında, siyaset biliminde sınıflara, zümrelere kağıt üzerinde dağıtılmış roller de adeta birbirine girmişti. Demos-kratos'un, "demos"u yani "halk"ı tuttu seçimlerde Menderes'i iş başına getirdi. Menderes de "karşı devrim" yaptı. Böylece Menderes'in şahsında halk da karşı devrimci oldu. Tersinden söylenirse, devrim halkın karşısına geçmiş oldu. Soru işte bu ıkınmada ortaya çıktı: Halka karşı olmayan bir devrim nasıl yapılır idi?

Efendim, lafın nereye gittiğini tahmin etmişsinizdir. Bu sorunun cevabı bir türlü verilemediğinden, bu memlekette çok şeyler oldu; en son 28 şubat böyle bir cevapsızlığın ürünüydü. Ve bu süreçte atılan adımlar da işe yaramadığından, 2002 seçimlerinden sonra uykuya yatırılmıştı. AB "umudu" sarpa sarmaya yönelince, ABD bölgede pusulasız kalınca ve AKP de her iktidar gibi bir süre sonra yıpranmaya (ve üstelik AB - ABD dayanakları da sarsılmaya) başlayınca, hükümetin elindeki kozlar azaldı, siyaseten güçsüzleşti. Ama AKP'nin bu haliyle bile kostaklanmayı sürdürmesi (mesela Cumhurbaşkanlığı iddiası), demokrasi tiyatromuzun sahnesini bir kez daha hareketlendirdi ve naralar patlatılmaya başlandı. Siyaset biliminde bu tür kargaşalara çoğu kez "rejim krizi" adı verilir.

Sesi en çok çıkan Devlet, alttan almaya çalışan ise Hükümet olduğuna göre, bu kriz ağırlıkla bir Devlet krizi görüntüsü veriyor. Lafı uzatmaya gerek yok. Bir yanda seçilmemişler var, diğer yanda seçilmişler. Paradoks şuradaki, seçilmemişlere seçkin, seçilmiş siyasetçilere ise (bıçkın denilemese de) "avam" muamelesi yapılıyor. Oysa avam sayılmak, hakiki demokrasilerde etkili bir silah. Devlet bu varsayımı şimdilik dikkate almıyormuş gibi davranıyor. Temsili demokrasiler, malum, kuvvetler ayrılığı prensibine dayanır: Yasama (meclis), yürütme (hükümet) ve yargı (başta anayasa mahkemesi olmak üzere yargı kuruluşları vb). İlk ikisi seçilmişlerden, üçüncüsü seçilmemişlerden oluşur. Ama bizdeki gibi demokrasi tiyatrolarında bir de silahlı kuvvetler vardır ki cumhuriyeti ve demokrasiyi kurtarmak adına "demokratik silahı" etkisizleştirme "(y)etkisine" sahiptir, bu da biliniyor.

Peki ama mevcut devlet krizi nasıl çözülecektir? Burada can alıcı soru şudur: Devletin asıl sahibi kimdir? Yine siyaset biliminin yardımı istendiğinde, bu sorunun cevabı belli: Bir köşe yazısına sığmayacak şu şu nedenlerden dolayı, bu devlet, sınıfsal düzlemde, sermayenin devletidir. Sermaye ise bugün mesela en sıkı şekilde TÜSİAD'da örgütlenmiştir. 12 mart'ta da en son sözü söylemiştir, 12 eylül'de de ve dahi 28 şubat'ta da; yani bütün kargaşa ortamlarından, sınıfsal bakımdan tek kârlı çıkan sosyal sınıftır. İnanmayan arşivlere bakar.

İşin tuhafı, şimdi derin devlet, derin bürokrasi, su yüzündedir, mikrofonlar önündedir; devletin "asıl sahipleri" ise bu tartışmalarda gerilerdedir, derinlerdedir, hakemlik için sıranın kendilerine gelmesini beklemektedir. Peki ama bu devlet krizi nasıl çözülecektir? Bu krizin halk düzleminde "koşulları olgunlaştırıl-madığından", onun ilgi ve bilgi alanı dışındadır. Üstelik devlet cenahından hiç kimsenin yeni bir "devrim"e filan da niyeti yok. Kendi devrimlerini "muhafaza" etme derdinde göründüklerinden, bunlara devrimcilikten ziyade muhafazakarlık etiketi denk düşebiliyor. Devrim muhafızlığı yada muhafazakarlığı ise ancak karşı-"darbe" tarzıyla mümkün.

Ama bu darbe de mevcut koşullarda halka karşı yapılmış gibi olmayacak mı? İşte belki de bu yüzden bu kriz kısa dönemde çözülemez. Kriz hafifletilebilir, ertelenebilir ya da ne bileyim atlatılabilir. Mahiyeti itibarıyla bir "hükümet darbesi"yle (coup d'etat) çözülemez; ancak sürece yayılmış bir devlet darbesiyle çözülmesi gerekebilir. Ama akil olmanın en uzağındaki devlet adamları bile, mevcut koşullarda kestirme yoldan ve bildik bir darbe yapmanın, kelle keserek çürük dişi tedavi etmek benzeri bir mantıksızlık olduğunu görüyorlardı r.

Yerim kalmadı, ama bakın şuraya yazıyorum: Temsili demokrasimizin eline tutuşturulan senaryodan bir sapma olmadığı, seyircilerin kendilerinin yazıp yine kendilerinin rol aldığı bir başka senaryo sahneye konmadığı sürece, bu krizi ya ABD ya AB çözecektir; çünkü bu iki faktör ya da aktör, devletin asıl sahibinin (sermayenin!) sahibidirler.

Melih Pekdemir

melihpekdemir@birgun.net

Montag, 30. Oktober 2006

Ne olacak bu BirGün'ün hali?

Aslında bu sorunun üst başlığı "Ne olacak bu solun hali?" olmalı. "Ne olacak bu BirGün'ün hali?" ise düpedüz bunun bir türevi. Sorunun muhatabı kim?

Elbette BirGün'ün okurları...

Bugünlerde izlediğim kadarıyla BirGün okurları hummalı bir şekilde gazetelerini tartışıyorlar, dertlerine devalar üretme peşindeler. Hakları da yok değil. Hele benim gibi taşrada yaşıyorsanız, ikide bir hava muhalefeti nedeniyle şehrinize gelemeyen gazetenizi bekler durursunuz; gözünüz televizyonda acep İstanbul'da yarın hava nasıl? Uçağa yetiştirecekler mi? diye kaygılanırsınız. Ama herkesin bu konuda samimi eleştirileri, fikirleri ve çözümleri var. Mesela Oğuzhan Müftüoğlu işin kolayını bulmuş. Gazeteyi doğrudan eleştirse, gazete çalışanlarını gücendirmiş duruma düşecek. Ne yapıyor? İşi okur mektuplarına havale ediyor. (Bu arada bir itirafta bulunup özeleştiri yapmalıyım. Vatla bir ara bu okur mektuplarını acaba kendisi mi yazıyor diye, kuşkulanmıştım. Geçen hafta yer verdiği mektuptaki okurunun "annesi" olarak sözü edilen "Dev-Yol davasının 444 no'lu sanığı" kimmiş diye arşivimdeki evraklara baktım, belki Ab-dülkadir filan çıkar diye; ama el hak doğruymuş. Yani fesatlık bendeymiş!)

BirGün'ün durumu aslında solun durumundan farksız. Birgün'ü tartışmak ile solu tartışmak sonuçta aynı kapıya çıkıyor. Solun önemli bir kesiminin bu gazeteye yönelik "sinik" bir tavrı olduğu aşikar. Bu tavırdan, geçen hafta söz etmiştim; kusuru hep başkasında arayan, sürekli hırçınlık yapıp hiçbir somut çözüm getirmeyen bir tavır. Sorunun çözümü ise bu gazeteyi hakikaten seven ve bu gazeteye karşı sinik bir tavırdan uzak duran solcuların işbirliğinde yatıyor. "İş bitkicilik" bize uymaz, ama işbirliği sayesinde, başladığımız işi başkasına havale etmeden, bu işin gereği neyse onu yapmaktan başka da bir çözüm yok. Yani, geçen hafta Tanıl Bora'dan aktardıklarımla devam edersem, bir nevi "iyi" pragmatizm şart.

Tamam kabul, "iş bitiricilik" solculukta matah bir iş sayılmaz; bu oportünistliktir ve "kötü" pragmatizmdir. Ancak işbirliğinden uzak durup fırsatları değerlendirmeyince, taş üstüne taş koymayınca da olup bitene seyirci kalırsınız. BirGün gazetesi, buyurun işte somut bir fırsattır. Somut fırsatlar ortaya çıktıkları anda işe yararlar; demek ki fırsat yaratmak bir yana, yaratılmış fırsatları elden kaçırmamak da bir marifettir. Elden kaçırmamak ise ancak dayanışmayla mümkündür. Sahi dayanışma, zaten sol kültürün olmazsa olmazlarından değil mi?

Malumun ilanına gerek yok. BirGün okurlarının büyük çoğunluğu geçim sıkıntısı içindedir. Ama burada söz konusu olan öncelikle gazeteyle dayanışmak, onu sahiplenmektir, başka bir şey değil. Hülyamız, taş üstüne taş koyarak, devrimi de beklemeden ve devrimin yollarını dö-şeyebilmek için bugünden sisteme alternatif dayanışmacı tüketici zincirleri, dayanışma için kurulmuş dershaneler, yine bu şekilde oluşturacağımız sağlık imkânları, konut imkânları vb. yaratmak değil mi? Ve böylece öncü topluluklar oluşturmak, yani toplumun diğer ezilen kesimleri gözünde solcu olmanın sistem karşısında avantajlarını da sergileyebilmek ve bütün bunları elbette bir şeyhe bağlı mistik bir cemaat tarikatçılığı şeklinde değil; eşitliğin, özgürlüğün ve dayanışmanın hüküm sürdüğü komüncü bir topluluk şeklinde gerçekleştirmek... İşte BirGün gibi bir gazete böyle bir ütopyanın şimdiden ci-simleşmiş bir hali değil mi? Yani taş üzerine konulmuş bir taş. Tam bir medya gerillası. "Sistem" denilen iti kudurtmak üzere faaliyet gösteren pirelerin savaşı.. Daha ne diyeyim?

Dedikten sonra, bizim Kemal Dama'ya telefon ettim, aynı soruyu ona da sordum. "Çaresi vardır kardeş!" dedi. Nedir? diye üsteledim. "Forum tarzı örgütlenmek, yani kendi sorularımızı sorup kendi cevaplarımızı bulmak" dedi.

Melih Pekdemir

melihpekdemir@birgun.net

Montag, 25. September 2006

Bir türlü bitmiyor eylül

İnfaz gecelerimdeyim fikrimi aklımda tutamıyorum, meczup mahcup bir mehtap buluttan tesettüründe; klarnet ezgisiyle yanıp tutuşuyor mavi karanlık.

duyuyor musun, uzaklaşan ağıtları duyuyor musun?

çiçeğim çiçeğim, filiz vermeden kuruyor musun? hışırtıları dinle nemli nefeslerden mi geliyor? gazellere tutsak olmuş kelimelerden mi geliyor? ben her kelimede ürperiyorum tenime her değişinde.

klarnet susuyor, çiçeğim kuruyor ve gazel uzuyooooor, uzuyor, ve uzuyor mavi karanlık uzuyor, uzanıyor ellerime bir tutsam bir tutsam bir tutsam tutamıyorum mavi meczup namelerdeyim tutunamıyorum.

***

fikrim aklımdan firariydi,

aklım fikrimden geriydi.

meczubum, ya aklım?

aklım fikrimin tesettüründe.

lâl olmuş çığlıklarıma kanıp konuşuyor

sükûtum.

duyuyor musun uzaklaşan ikrarlarımı

duyuyor musun?

yüreğim yüreciğim, inkâr etmeden

susuyor musun?

uğultuları dinle kanlı iftiralardan mı geliyor?

kâbuslara tutsak olmuş itiraflardan mı geliyor?

ben her kâbusta kanıyorum,

uykuma her değişinde.

çığlık susuyor, ikrarım soluyor

ve kâbus uzuyor.

ve uzuyor sükûtum uzuyor, uzanıyor yüreğime.

bir sussam, bir sussam, bir sussam,

susamıyorum.

lâl olmuş kanlı kâbuslardayım, uyanamıyorum.

***

şimdi artık akıllıyım, ya fikrim?

fikrim aklımın tahakkümünde.

sessizliği dinle sinsi iftiralardan mı geliyor?

masallara tutsak olmuş itiraflardan mı geliyor?

ben her masalda doğuyorum, ölüme her

değişinde.

azrail'im ölüyor, masalım doğuyor

ve doğum uzuyoooor uzuyor.

ve uzuyor doğumum uzuyor, uzanıyor ölümüme

bir doğsam, bir doğsam, bir doğsam,

doğamıyorum.

bir ölsem, bir ölsem, bir ölsem, ölemiyorum.

faş olmuş sinsi masallardayım, yaşayamıyorum.

Kamuda zam oyunu Bakanlar Kurulu'nda bitiyor
Kamu İşveren Kurulu ile yetkili kamu sendikaları arasındaki toplugörüşmelerde anlaşma sağlanamaması üzerine, kamu çalışanlarına maaşlarına yapılacak zam konusunda son kararın, bugünkü Bakanlar Kurulu'nda verilmesi bekleniyor. Kamu Sendikaları ise tepkili.

Hükümetle kamu sendikaları toplu görüşmelerde 2007 yılı için yapılacak zam oranı konusunda anlaşamadı. Toplu görüşmeler sonucunda gidilen Uzlaştırma Kurulu'ndan da sonuç çıkmadı. Memur sendikaları Uzlaştırma Kurulu'nun önerilerini kabul etmedi, uyuşmazlık tutanağı tutuldu.

2007 yılında yapılacak zam oranı için de gözler Bakanlar Kurulu'na çevrildi. Bugün toplanacak Bakanlar Kurulu'nda Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin süreci özetleyecek.

HÜKÜMETİN ÖNERİSİ NEYDİ?
Hükümet memur sendikalarına ilettiği son teklifte, yüksek maaş alan memura birinci ve ikinci 6 ayda yüzde 3, düşük maaş alan memura ise yüzde 4 zam yapılmasını önermişti.

Uzlaştırma Kurulu ise, düşük maaşlı memura birinci ikinci 6 ay için yüzde 6'şar, diğerlerine ise yüzde 5 zam, ayrıca geçtiğimiz yıl için de yüzde 2.32 lik enflasyon farkı ödensin demişti.

4688 Sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanununa göre memur maaşlarına yapılacak zam konusunda son sözü, Bakanlar Kurulu söyleyecek.

TOMBUL: ALANLARA ÇIKACAĞIZ
KESK Genel Başkanı İsmail Hakkı Tombul, hükümetin yetkili sendikalarla yaptığı görüşmenin formaliteden ibaret olduğunu dile getirerek, "Toplusözleşme ve grev hakkımız vardır. Önünde hukuki bir engel yoktur. Engel siyasaldır," dedi.

Tombul, hiçbir zaman mücadele etmeden hak kazanılmayacağını ifade ederek şöyle konuştu: Türkiye'de işsizlik yüzde ıo'Iarda kronikleşti. Açlık sınırında yaşayanların sayısı arttı. Yaklaşık 1 milyona yakın insan açlık sınırının altında ücretle yaşamak durumunda kalıyor.

Tombul, diğer sendika başkanlarını da hükümetin kamu emekçisine takındığı katı tutum karşısında tepki vermeleri için göreve çağırdı.

melihpekdemir@birgun.net

Dienstag, 5. September 2006

Mehmet 21 yaşındaydı ve askere gidecekti...

Geceydi... Mehmet balkonda oturuyordu... Gökyüzünü, uykuya yatmış şehrini, ardında uzanan dağları belki de son kez seyrediyordu. Mehmet gece ışıklarını seviyordu. Önce gökyüzüne baktı. Yıldızlar gece ışığıdır, dedi. Yıldız ışıkları çapkındır, işte mütevazı mavi ışıkları her daim göz kırpıyor ve durduk yere insanı filozof ediyor. Sonra Mehmet uykuya dalan şehrine baktı. Çarşı tarafında neonlar vitrinlerde fingirdeşiyor, kocaman caddeleri gündüz gündüz şakıyordu. Titrek lambalar evlerin mahremiyetinden firar etmiş, pencere pencere sokaklarda geziniyordu. Şehir ışıkları, diye düşündü Mehmet, insanı kendine kul ettiğine göre, demek ki medeniyet tanrıçasıdır. Birkaç saat önce, aynı balkonda havai fişekleri de seyretmişti Mehmet: Harcı alemdiler, rengârenk, şımarık, gürültülü ve saniyelik ömürlerinde yıldızlara eşlik etmişlerdi. Nedense, Mehmet'in aklına kısacık ömrü geldi, hüzünlendi.

Mehmet bu kez dağlara baktı. Dağlarda tek tek yanan çoban ateşleri de gece ışığıdır, dedi. Hepsi münzevidir ve mutlaka birer şiir dizesidir. Ve illa ki ateş böcekleri, diye devam etti. Balkondan eğildi baktı, bahçedeydiler, tabiat ananın geceleri teftişe gönderdiği bekçileriydiler. Mehmet de vatanı bekleyecekti, sırası gelmişti, askere gönderilecekti. Aklına gazete haberleri geldi. Dağlardaki çatışmalarda, pusularda, pusulası olmayan Kürt ve Türk makineli tarakalarından fışkıran alazları hatırladı; ve bir de televizyondaki akşam haberlerinde, yani Ortadoğu savaş alanlarında gökyüzünü tutuşturan bombaları... Evet bunlar da gece ışıkları, diye düşündü Mehmet. Gece ışıklarını hakikaten sevdiğinden, yine hüzünlendi.

21 yaşında Mehmet, Mehmetçik adayı Mehmet, gece ışıklarını seviyordu. Biliyordu, gece ışıkları, sadece ışıdıkları yeri aydınlatabiliyordu. Gecenin tamamını aydınlatmaya asla güçleri yetmiyordu. Lakin en siyah bir karanlıkta olsa bile, Mehmet bu ışıkları görebiliyordu ve en siyah karanlıklarda üstelik, gece ışıklarını daha da berrak seçebiliyordu. Mehmet'in aklına geldi: Aydınlıkta yıldızları, çoban ateşlerini, sokak lambalarını değil, sadece yangın yerlerini fark edebiliyoruz ve sadece havan toplarından ve bombalardan fışkıran ölüm alevlerini... Demek ki bunlar gündüz de görülüyorlar ve gece ışıkları değildirler, dedi Mehmet ve sevindi.

Zaten, dedi Mehmet, ortalık aydınlıkken bir yıldız olmanın ne anlamı var ki? Yıldızları göremesem de, biliyorum, oradadırlar, vardırlar; ateş böcekleri aydınlıkta da yaşarlar. Gece ışıkları, diye düşünmeye devam etti Mehmet; sadece Güneş'e saygılıdırlar. Elbet kimi zaman Güneş de tutuluyordu; ama bu kozmik bir olay, anlık bir olay diye kendini ferahlattı Mehmet.

Peki ya akıl tutulursa? Mehmet 21 yaşındaydı ama yaşadığı memlekette tam bir akıl tutulması yaşanmakta olduğunu fark edecek denli de akıllıydı. Akıl tutulması, kozmik değil, toplumsal, siyasal, yani trajik bir olaydı. Mehmet kısa ömründe şunu çok açık görmüştü: Akıl tutulunca, gündüzler de hep karanlıktır; gündüzleri esir alan bu kahpe karanlık karşısında gece bile mahcup kalır. Mesela, dedi Mehmet, mesela bugünlerde Lübnan'da gündüzler bilhassa karanlıktır. Gündüz karanlıklarının savaş yangınlarıyla tutuşturulması, diye devam etti 21 yaşındaki henüz Mehmetçik olmamış gencecik Mehmet, lanetlenmiş bir aydınlıktır.

Vakit gece yarısını çoktan geçmişti ve Mehmet hâlâ balkondaydı. Yarın 5 Eylül diye hatırladı. Mehmet, evet, kısa süre sonra askere gönderilecekti ve yarın Meclis'ten de bir karar çıkacaktı. Ya akıl tutulacak, ya da insanlar akla tutunacaktı. Mehmet, yarın Meclis'ten karanlık bir karar çıkmasın diye, barış barış barış diyen gece ışıkları da sokaklara çıkacak, unutma; dedi kendine. Çünkü Mehmet biliyordu; aydınlıkta yıldızlık taslamak anlamsızdı; ama akıl tutulmasında, sadece ışıdığı yerde görülse bile, mutlaka yıldız olmak lazımdı. Yarın keşke herkes birer gece ışığı olsa, dedi Mehmet. Ama sakın ha, birer şarapnel alevi, makineli yalazı olmasa, hakiki birer gece ışığı olabilse... İster bir ateş böceği, ister bir çoban ateşi, ister bir yıldız. Ama asla kayan bir yıldız da olmamalı dedi Mehmet. Yıldız olmalı, ama artistlik yapma hevesinde olmayan şöhretsiz birer yıldız olabilmeli ve illaki yumruklarını sıkmalı. Bunları söylemeliyim herkese, dedikten sonra Mehmet, içine bir kurt düştü: Peki ama, ya beni romantik bulurlarsa? O zaman derim ki, diye cevabını buldu Mehmet; o zaman, düpedüz trafik lambası olmalı, ama hep kırmızı yanan, asker göndermeme kararı çıkana kadar ve dahi çıksa bile bu kararı iptal ettirene kadar hep kırmızı kırmızı yanan...

Mehmet 21 yaşındaydı, askere gitmeden önce, kırmızı yanmak için barış meydanına koşacaktı... Yazar, Mehmet'e hak verdi: "Kırmızı güzel renktir, bilirim ve yemin ederim!" dedi.

Melih Pekdemir

Montag, 7. August 2006

ABD'yi ve İsrail'i durdurabiliriz!

Bu hafta İsrail terörü hakkında yazacaktım, arkadaşım Bülent Aydın tam da benim hissettiklerimi kaleme almış. Bu yüzden Bülent'in ÖDP İletişim'e gönderdiği yazısını burada aynen yayınlıyorum:

***

Bu savaş ve işgal, ben ona karşı sesimi yükseltmezsem durmaz. Bu hep böyle oldu. Bütün savaşlar ve alçaklıklar bir yerlerde birileri ona karşı çıktığı ve sesini yükselttiği için durdu.

Uzaklardan değil, ben kendimden örnek vereyim.

12 Eylül döneminin en karanlık yıllarıydı. Şimdi bile nelerin yaşandığı bilinen cezaevleri, sorgu evleri her zaman düzenin kara delikleri oldu bu ülkede. Ülkenin zaten kapkaranlık olduğu günlerde buralar sanki başka bir gezegende kurgulanmış birer cehennemdi.

Direnmek gerekiyordu, dayanmak gerekiyordu. Kendi cılız bedenlerimiz, yenilgi ile örselenen bilincimiz ve acılarımızdan başka da kimse yoktu etrafımızda. İşkence etme ve öldürme yetkisiyle donanmış muktedirler bu yalnızlığın verdiği güvenle, sınırsız, saatsiz, sonsuz ve umarsız saldırırlardı bizlere.

En çok bağırdığımız zamanlarda bile sesimiz karşı duvarlardan yankılanır, işkencecilerimizin kahkahaları ile birlikte tekrar bize dönerdi. Acınızın ve çaresizliğinizin feryadını cellatlarınızdan başka hiç kimsenin duymaması ve hiç kimsenin sesinize ses katmaması korkunç bir yalnızlık duygusudur.

Cezaevlerinde önce kendi seslerimizi birleştirdik, bedenlerimizi kenetledik. Acılarımıza en yakın olanlar, ailelerimiz sesimizi yükseltti. Derken cızırtılı zula radyolardan haberler duymaya, yırtık gazete kupürlerinden anlamlar çıkarmaya, uzak diyarlardan selamlar almaya başladık.

Hayır yalnız değildik! Bizim faşizme karşı direnişimiz, muktedirlerin çizmeleri altında ezilen bedenlerimizden yükselen cılız sesler, darağacında asılırken, dağda ölürken söylediğimiz son sözler taa nerelerden duyuluyor ve değişik iklimlerde, ışıltılı kentlerde dilini bile bilmediğimiz birilerini sokağa çıkarıyor, zulme karşı çıkarıyordu.

Bu haberler ilk gelmeye başladığında yaşadığımız sevinci ve neşeyi, yüklendiğimiz umudu dün gibi anımsıyorum. Yıllarca daha devam etti karanlığın zulmü. Ama suçlarını heybelerine yüklenip kanlı çizmelerini çıkarıp gittiler sonra.

Dünyanın neresinde bir alçaklık olsa, oradaki kurban yapayalnızdır. Yalnızlık acıyı büyütür. Dünya, mağdurun sesini duyar acıyı paylaşırsa acı azalmaz ama dayanışmanın gücü direnişi büyütür.

Bizi yenmişlerdi, yenildik. Bizi öldürdüler, öldük. Bizi insanlıktan çıkarmak istediler. Çıkmadık. Umudu öldürmek istediler, bece-remediler. Bizim en güçlü silahımız dünya atlasıdır. Bilemiyorum ne kadar gerçekçi ama, ben bugün hâlâ insan ve hâlâ ayakta isem, o uzak diyarlardan bana ve acılarıma sahip çıkan hiç tanımadığım insanlara da borçluyum...

Bu cehennem sıcağında Lübnan'da, Filistin'de, Irak'ta sönen hayatlara umut olmak için, bombaların silahların sesine karşı seslerimizi birleştirelim, işi gücü bırakıp savaş karşıtı gösterilere katılalım.

ABD'yi ve İsrail'i durduralım. Bunu daha önce yaptık, yine yaparız!

Melih Pekdemir Birgün gazetesi

Montag, 19. Juni 2006

Biz bize mecburuz!

Sonunda çeteleri de kanıksadık. Sıradanlaştılar. Giderek, çetelerin
icraatlarını da mı kanıksayacağız? Elbette böyle bir şey asla
olmamalı.. Son gelişmeler, birbirine karşıt gibi görünen Büyük
Ortadoğu Projesine, Ergenekon tüzüğüne, Şeriatçılık özlemine, PKK
stratejisine aynı anda denk düşmüş oluyorsa, bu durumda bize düşen,
tek tek olayları kimin yaptığının dedektifliğine soyunmak değil,
bütün bunlardan tümüyle farklı başka bir dava ve çözüm peşinde
koşmak. Çünkü bütün bunların karşısında ya birlikte yaşamı
savunacağız ya da teker teker ölüme razı olacağız. Çünkü bu noktada
ölüme karşı direnmek, sadece bir arada yaşamı savunmak ile mümkün.
Birlikte yaşamak, ama, başkasının kafasına inmek üzere sıkılı bir
yumruk olarak değil...
Birlikte yaşamak, yan yana kol kola bir arada yaşayabilmektir.
Birbirimize sırtımızı dönmeden, birbirimizin gözlerinin içine
bakarak.. Ve bu şekilde ölüme karşı birlikte mücadele etmek... Bu
mücadelenin anlamı, şu memlekette farklı olana, farklılığını ifade
edene dair yıkılan hoşgörüyü diriltmektir.Jürkiye'yi içine
çektikleri etnik milliyetçilik ve linç kültürü sarmalındaki
şiddetten kurtarmaktır. Demokrasiyi, hakikaten, sorunlar çözülünce
varılacak bir yer değil, sorunları çözmek için başvurulacak bir
yaşam tarzı olarak içselleştirmektir. Bugün çözümsüzlüğü aşacak
barışçıl, demokratik çözümün olanaklarının yaratılması ihtiyacını
aklı başına hiç kimse görmezden gelemez. Bu ihtiyaç ise ancak
yaşadığımız - çalıştığımız her yerde bize dayatılan çözümsüzlükten
beslenen ve kışkırtılan gerilimler karşısında; tahammülü, anlamayı,
konuşabilmeyi, tartışabilmeyi hakim kılacak müdahalelerle
karşılanabilir. ABD'yi, Ergenekon tüzüğünü, Devletin Terörle
Mücadele Yasası cenderesini,
Şeriatçılığı, PKK'yi devreden çıkarmak, sadece bizim ellerimizdedir.
Hatırlarsınız, Şemdinli'den Ankara'daki Danıştay saldırısına
çekilen çizgide, hep bir şehrin, Mersin'in de adı
geçerdi. "Mersin'de Türk bayrağının yakılma girişimi ve sonrasında
geliştirilen linç psikolojisi..." benzeri bir ifade bugüne dek pek
çok kimse tarafından kullanıldı. Bu cümle Dersim Gül adındaki bir
genç tarafından da sık sık söylenmişti.
Dersim, 20'li yaşlarda genç bir arkadaşım; asi, devrimci ve
yaşlarından kocaman akıllarıyla beni gençleştiren vazgeçemediğim
arkadaşlarımdan... Geçtiğimiz haftalarda Mersin'i karıştırmak
isteyen karanlık güçlere dair, Birgün gazetesi için bir yazı dizisi
hazırlamıştı. Kendisini en son ÖDP'nin "Bir arada Yaşamı Savunalım"
kampanyası için düzenlenen bir toplantıda Cuma günü görmüştüm."Karşı
Düşler" adıyla hazırladıkları bir gençlik dergisinin son sayısını
matbaadan henüz almıştı. Cumartesi günü ise, Mersin'in en işlek
caddelerinden birinde, kafasında yine aykırı düşler, yani teker
teker öldürmeyi marifet sayanlara inat bir arada yaşamı savunmak
için sevimli hınzırlıklar üreterek yürürken... Gümmm! Bir bomba
patladı. Yaralanan 13 yurttaş arasında, bizim Dersim de vardı.
Dersim, işte o anda, Birgün gazetesi için kendi elleriyle
hazırladığı yazı dizisine ve bildirilerini dağıttığı "Bir arada
Yaşamı Savunalım" kampanyasına bir kez daha dahil oldu; bu kez
gencecik bedenine
saplanan şarapnel parçalarıyla, hayata yine gülerek bakıyor.
Eğer bu işi Kürt örgütleri yapmışsa, sevinç çığlıkları
atabilirler; çünkü Dersim'i bombaladılar! Eğer bunu devlet endeksli
gizli çetelerden biri yaptıysa, kına yakabilirler, çünkü Dersim'i
bombalamaya devam etmiş oldular. Ama biz kendi kınamızı avucumuza
süreceğiz; bu bombayı dahi bir arada yaşamak adına Kürt, Türk, Laik,
Alevi, Sünni kimliklerimizle ve emekten yana düşlerimizle
yazacağımız toplumsal bir sözleşmenin nişanesi kılacağız.
Cenazelere son vermeye yeminliysek eğer, kardeşliğin ve barışın
düğününü mutlaka yapacağız!

Melih Pekdemir

5 Haziran 2006 - BIRGUN

Donnerstag, 25. Mai 2006

Halk Sarmaşığını Programlaştıralım

İddiamız ’11, tezimizde’ yani Marks’ın mealen söylediği üzere ‘artık dünyayı yorumlamak yetmiyor bunu değiştirmek lazım’ şeklindeki ‘tek yol devrim’ anlayışında yetmiyor mu?
ÖDP’nin hali hazırda yıl önce kaleme alınan bir programı var. Ama bana göre yeni program güncelleştirme ihtiyacının da ötesinde bir muhteva taşımalı, özellikle özgürlükçü sosyalizm denince muradamız nedir? İşte program bunu ikna edici biçimde, ‘sosyalizmi yeniden inanılır bir dava kılma’nın vesilesi haline getiren bir çabanın ürünü olabilecek mi? Mesela sorun tam da program ve özgürlükçü sosyalizm kavramları birlikte telefuz edildiğinde ortaya çıkıyor. Zira bunun karşısına hemen ‘kitlesel bir sol partiden vazgeçilecek mi’ şeklinde gayet meşru bir soru dikiliyor. Çünkü kendisine ‘özgürlükçü sosyalist’ demeyi tercih etmeyen solcularında böyle bir partide yer alması lazım. Ancak özgürlükçü sosyalizm tanım gereği kendisinden olmayanı yasaklamayan bir zihniyetin ürünü olacağından ‘biz’ ve ‘öteki’ çatışmasına meydan verilmeyeceğini şimdiden söyleyebiliriz.

Yasak Koymayı Yasaklamak

ÖDP’nin programı söz konusu olduğunda, bunu diğer siyasi partilerle aynı kulvarda ve onların bir seçeneği olarak tasavvur etmek, yada eski tür sol partilerin programlarını günümüz koşullarına uyarlamak denli yanlış bir tercih düşünülemez. Orta yere bir vaatler kataloğu konulduğunda, ‘biz iktidara gelirsek sorunlarınızı çözeriz’ anlayışına takılıp kalındığında, reel politikanın çıkmaz sokağına girilmiş demektir. Çünkü kanımca, özgürlükçü sosyalizmde çözümlere dair vaatler bulunamayacaktır; bunun yerine ‘kendi sorularımızı kendi cevaplarımızı birlikte bulacağız’, ‘çözümü birlikte kotaracağız’ şeklinde verilmiş bir SÖZ yer alacaktır. İddiamız ’11, tezimizde’ yani Marks’ın mealen söylediği üzere ‘artık dünyayı yorumlamak yetmiyor bunu değiştirmek lazım’ şeklindeki ‘tek yol devrim’ anlayışında yetmiyor mu? Cennet vaat etmemeliyiz, lakin cümlemize cinnet gitirten şu cehennem gezegenindeki en makul itirazlardan birisi olduğumuzu da yeterince dile getirebilmeliyiz. Bu anlamdaki özgürlükçülük ise (felsefi bakımdan anarşizmin çıkmazına girmeden) ‘yasak koymayı yasaklamak’ kuralında ifade edilirse, böylesi sanırım iyi bir başlangıç olabilir. Yasaklamak yerine bu kavrama konu olan fiileri ve zihniyetleri geçersizleştireceğimiz ve gereksizleştireceğimiz bir başka dünya tasavvurunu ete kemiğe büründürmek şartı ile elbetti.

Özgürlüğümüzü yeniden üretebileceğimiz gezegen, mekanik zihniyet üzerine yükselen, sanayi devrimi ve onun evladı olan kapitalizm karşısındaki itirazların da yeniden üretilmesinin zorunlu hale geldiği farklı bir iklime büründü. Dolayısıyla, özgürlükçü sosyalizm programına, mekanik kapitalizm yerine geçen digital kapitalizm karşısında bilişim devriminin nimetlerinden yararlanabilen yeni bir devrimci zihniyetin ‘paradigmanın’ damgasını vurması kaçınılmaz. Kuşkusuz bu bağlamdaki derdimizi ifade edebilmek için, yeni bir ‘dil’ lazımdır; yani yeni kavramlar icat etmek anlamında değil, kimi yerde yeni gramer kurallarıyla kimi yerde vurguları daha belirgin hale getirecek yeni bir aksanla, derdimizi eğip bükmeden anlatabileceğimiz, yeni bir ‘söylem’… Mesela, sosyalizmin tarihsel bir dönemini yıllar önce geride bırakmış olmamıza rağmen yeni bir tarihsel dönemi hakikaten başlatabilmek için ‘devletçi sosyalizm’ töhmetinden kurtulabilmek nasıl mümkün olacak. Devlet vurgusunun olduğu yerde, kaçınılmaz şekilde ‘millet’ vurgusu da yapılıyor ve siyaset sahnesinde ‘ulusal solcular’ at koşturmaya başlıyor.

ÖDP’nin programı, özgürlükçü sosyalizm tahayyülü nasıl inanılır kılınacak sorununun çözümü düzleminde de ele alınabilir. Bu düzlemde zihniyet ya da ideolojik bakımdan modernite-postmodernite ikilemini aşmak zorunlu. Modernist paradigmanın, solun bir önceki tarihsel dönemine damgasını vurduğu aşikar; kuşkusuz solun da moderniteye yönelik eleştirileri oldu ve bu şekilde sol da moderniteyi kimi zaman etkiledi. Peki günümüzde modernite ile kurulan ilişkinin tamamen kopartılıp bu kez postmodernite ile benzer bir ilişkinin kurulması mı gerekiyor? Kimi zaman feminist, ekolojist, anti-militarist sıfatları taşıyan ‘yeni toplumsal hareketler’ toplumsal sınıf yerine toplumsal kimlikler yapılan vurgular postmodern bir paradigma çerçevesinde değerlendiriyor. Açıkça konuşmak gerekirse özgürlükçü sosyalizmi savunanlarda bir ayağı modernitede diğer ayağı postmodernitede bir görünüm sergileyebiliyor. Sınıf mücadelesine atıfta bulunurken, ezilen sınıfların sorunlarını ela alırken, kimlikler dünyasına giden yeni yollar da keşfedilebiliyor. Toplumu kimliklere göre sınıflandırıp, toplumsal sınıfları (devre dışı bırakmaz söz konusu olmasa da) ‘alt kimlik’ düzeyinde ele almak gerekir mi? Ya da özgürlükçü sosyalizm bakımından bir ‘üst kimlik’ ihtiyacı var mıdır?

Özgürlük ve Eşitlik

Modernite döneminin de bir ürünü sayılabilen ‘devletçi sosyalizm’ töhmetinden kurtulabilmenin ilk şartı, özgürlükçü sosyalizmi, toplumsal muhalefet bileşenlerini birleştiren bir ‘aidiyet’ haline getirebilmektir. Günümüzde toplumsal muhalefetin bileşenleri kendilerini kimlikleri ile sınırlayarak, solculuğa ikame ettikleri başka davalar güdüyor. Öyle ki her bileşen kendi aslına, ‘kimliğine’ vücu edebiliyor. Bu kimi zaman din-mezhep davası, kimi zaman milliyet davası olabilirken, toplumsal sınıf bazında ‘alan ideolojisi’ ile sınırlı bir muhtevada tezahür edebiliyor. Alan ideolojisi ise feminist, ekolojist vb. ‘yeni toplumsal hareketlere’ özgü tercihlerin ötesinde, emek ekseninde de muhalif öğretmen için öğretmen davası, işçi için işi davası şekline kendini dayatabiliyor. Demek ki, dünyayı değiştirmeye ve bunun içinde yaşadığı ülkedeki sömürü düzenini değiştirmeye ahdetmiş bir solculuk noksan olduğu ölçüde bu bileşenleri ‘birleştiren’ başka tür bir aidiyet öne çıkabiliyor…O halde sorun toplumsal muhalefetin nasılı olup da kendini yeniden solculuğa ve sosyalizme ait hissedebileceği ise, burada, solculuğun ‘bilinen’ bütün tanımlarını şimdilik bir kenara bırakıp onun ‘hakkaniyet’ anlayışının ‘olmazsa olmaz’ı olan iki parametrenin altını çizmekte yarar vardır: özgürlük ve eşitlik.

Bir: özgürlükler bir bütündür; birisi olmayınca diğerleri de var sayılmaz. İki: özgürlükler izafidir; kendi dışındakilerin köle olmasına zemin hazırlayan bir özgürlük kabul edilemez. Üç: özgürlük böyle bir çerçevede, eşitliğe tabi olmalıdır. İnsanlara ve topluluklara eşit haklar ve imkanlar tanımayan bir özgürlük anlayışı, biri eli kolu bağlı, diğeri serbest iki kişinin yemek yemekte özgür bırakılmasındaki sonucu doğurur. Dört: özgürlük, bütüncül ve izafi ve eşitliğe tabi bir zihniyetin ürünü olabildiği ölçüde çoğulcu olabilir. Böyle bir çerçevede her birey özgürce kendi geleceğini tasarlayabilir; sınıfsal, dinsel, ulusal her topluluk kendi çıkarlarını özgürce savunarak kendi kaderlerini özgürce tayin edebilir.

Partimizin niteliğini ifade ettiğimiz ‘dayanışma’ iddiamız da işte böyle bir özgürlük ve eşitlik zemininde hayata geçirilebilir. Sol cenah, oldum olası, savunuculuğunu yüklendiği emekçilere ‘doğru’nun ne olduğunu göstermekle kendini yükümlü kılmıştır. Oysa, mesela, siyasal İslamcılar neyin doğru olduğuna inanıyorsa, bunu önce hayat tarzı haline getiriyor ve ‘yoksullara’ bu hayat tarzını tebliğ ediyor. Yani biz de onlara önerdiğimiz bir hayat tarzını ‘paylaşmaya’ davet etsek, daha doğru olmaz m? Elbet, önce paylaşılacak türden bir ‘kendi’ hayatımızın olması lazım ve üstelik buna da imrenilmesi lazım. Aksi halde, yani paylaşmanın, dayanışmanın olmadığı bir halde, solcuların ‘dışardan’ seslendiği yoksullar, mazlumlar kendileri sürekli ‘yardıma muhtaç olma’ pozisyonunda hissedecektir. Solculuk ve halkımız arasındaki eşitsiz ilişki ve yabancılaşma ise sürgit devam edecektir.

Zaten ‘komünist’ ne demektir ki? ‘Komün’-ist, yani komüncü olma değil mi? Komünist en kısa tarifiyle eşit ve özgür ilişkiler kurarak ortaklaşarak, dayanışarak yaşamak… Demem şu ki, mesela öncelikle iktisadi sorunların (geçim derdini!) beraber çözebilenler, diğer sosyal ve kültürel dayanışmanın çeşitli biçimlerine de dört elle sarılma alışkanlığını edinirler. Bu komüncü alışkanlıkla mahalledeki cenaze, düğün, şenlik gibi her topluluksal olayın içinde de en önde yer alabilirler. Siyaset yaptıklarında da inandırıcı olurlar. Çünkü durdukları yerde sosyalleşmişlerdir; benciliklerini törpülemişlerdir. Bu yüzden ÖDP’nin en önemli kongre kararlarından birisi olan ‘halk sarmaşığı’ politikası, ÖDP programının ekseni ve mutlaka yol gösterici bir anlayışı olarak yeniden formüle edilmelidir.

Melih Pekdemir

Montag, 17. April 2006

Halk Sarmaşığını Programlaştıralım -

İddiamız ’11, tezimizde’ yani Marks’ın mealen söylediği üzere ‘artık dünyayı yorumlamak yetmiyor bunu değiştirmek lazım’ şeklindeki ‘tek yol devrim’ anlayışında yetmiyor mu?
ÖDP’nin hali hazırda yıl önce kaleme alınan bir programı var. Ama bana göre yeni program güncelleştirme ihtiyacının da ötesinde bir muhteva taşımalı, özellikle özgürlükçü sosyalizm denince muradamız nedir? İşte program bunu ikna edici biçimde, ‘sosyalizmi yeniden inanılır bir dava kılma’nın vesilesi haline getiren bir çabanın ürünü olabilecek mi? Mesela sorun tam da program ve özgürlükçü sosyalizm kavramları birlikte telefuz edildiğinde ortaya çıkıyor. Zira bunun karşısına hemen ‘kitlesel bir sol partiden vazgeçilecek mi’ şeklinde gayet meşru bir soru dikiliyor. Çünkü kendisine ‘özgürlükçü sosyalist’ demeyi tercih etmeyen solcularında böyle bir partide yer alması lazım. Ancak özgürlükçü sosyalizm tanım gereği kendisinden olmayanı yasaklamayan bir zihniyetin ürünü olacağından ‘biz’ ve ‘öteki’ çatışmasına meydan verilmeyeceğini şimdiden söyleyebiliriz.

Yasak Koymayı Yasaklamak

ÖDP’nin programı söz konusu olduğunda, bunu diğer siyasi partilerle aynı kulvarda ve onların bir seçeneği olarak tasavvur etmek, yada eski tür sol partilerin programlarını günümüz koşullarına uyarlamak denli yanlış bir tercih düşünülemez. Orta yere bir vaatler kataloğu konulduğunda, ‘biz iktidara gelirsek sorunlarınızı çözeriz’ anlayışına takılıp kalındığında, reel politikanın çıkmaz sokağına girilmiş demektir. Çünkü kanımca, özgürlükçü sosyalizmde çözümlere dair vaatler bulunamayacaktır; bunun yerine ‘kendi sorularımızı kendi cevaplarımızı birlikte bulacağız’, ‘çözümü birlikte kotaracağız’ şeklinde verilmiş bir SÖZ yer alacaktır. İddiamız ’11, tezimizde’ yani Marks’ın mealen söylediği üzere ‘artık dünyayı yorumlamak yetmiyor bunu değiştirmek lazım’ şeklindeki ‘tek yol devrim’ anlayışında yetmiyor mu? Cennet vaat etmemeliyiz, lakin cümlemize cinnet gitirten şu cehennem gezegenindeki en makul itirazlardan birisi olduğumuzu da yeterince dile getirebilmeliyiz. Bu anlamdaki özgürlükçülük ise (felsefi bakımdan anarşizmin çıkmazına girmeden) ‘yasak koymayı yasaklamak’ kuralında ifade edilirse, böylesi sanırım iyi bir başlangıç olabilir. Yasaklamak yerine bu kavrama konu olan fiileri ve zihniyetleri geçersizleştireceğimiz ve gereksizleştireceğimiz bir başka dünya tasavvurunu ete kemiğe büründürmek şartı ile elbetti.

Özgürlüğümüzü yeniden üretebileceğimiz gezegen, mekanik zihniyet üzerine yükselen, sanayi devrimi ve onun evladı olan kapitalizm karşısındaki itirazların da yeniden üretilmesinin zorunlu hale geldiği farklı bir iklime büründü. Dolayısıyla, özgürlükçü sosyalizm programına, mekanik kapitalizm yerine geçen digital kapitalizm karşısında bilişim devriminin nimetlerinden yararlanabilen yeni bir devrimci zihniyetin ‘paradigmanın’ damgasını vurması kaçınılmaz. Kuşkusuz bu bağlamdaki derdimizi ifade edebilmek için, yeni bir ‘dil’ lazımdır; yani yeni kavramlar icat etmek anlamında değil, kimi yerde yeni gramer kurallarıyla kimi yerde vurguları daha belirgin hale getirecek yeni bir aksanla, derdimizi eğip bükmeden anlatabileceğimiz, yeni bir ‘söylem’… Mesela, sosyalizmin tarihsel bir dönemini yıllar önce geride bırakmış olmamıza rağmen yeni bir tarihsel dönemi hakikaten başlatabilmek için ‘devletçi sosyalizm’ töhmetinden kurtulabilmek nasıl mümkün olacak. Devlet vurgusunun olduğu yerde, kaçınılmaz şekilde ‘millet’ vurgusu da yapılıyor ve siyaset sahnesinde ‘ulusal solcular’ at koşturmaya başlıyor.

ÖDP’nin programı, özgürlükçü sosyalizm tahayyülü nasıl inanılır kılınacak sorununun çözümü düzleminde de ele alınabilir. Bu düzlemde zihniyet ya da ideolojik bakımdan modernite-postmodernite ikilemini aşmak zorunlu. Modernist paradigmanın, solun bir önceki tarihsel dönemine damgasını vurduğu aşikar; kuşkusuz solun da moderniteye yönelik eleştirileri oldu ve bu şekilde sol da moderniteyi kimi zaman etkiledi. Peki günümüzde modernite ile kurulan ilişkinin tamamen kopartılıp bu kez postmodernite ile benzer bir ilişkinin kurulması mı gerekiyor? Kimi zaman feminist, ekolojist, anti-militarist sıfatları taşıyan ‘yeni toplumsal hareketler’ toplumsal sınıf yerine toplumsal kimlikler yapılan vurgular postmodern bir paradigma çerçevesinde değerlendiriyor. Açıkça konuşmak gerekirse özgürlükçü sosyalizmi savunanlarda bir ayağı modernitede diğer ayağı postmodernitede bir görünüm sergileyebiliyor. Sınıf mücadelesine atıfta bulunurken, ezilen sınıfların sorunlarını ela alırken, kimlikler dünyasına giden yeni yollar da keşfedilebiliyor. Toplumu kimliklere göre sınıflandırıp, toplumsal sınıfları (devre dışı bırakmaz söz konusu olmasa da) ‘alt kimlik’ düzeyinde ele almak gerekir mi? Ya da özgürlükçü sosyalizm bakımından bir ‘üst kimlik’ ihtiyacı var mıdır?

Özgürlük ve Eşitlik

Modernite döneminin de bir ürünü sayılabilen ‘devletçi sosyalizm’ töhmetinden kurtulabilmenin ilk şartı, özgürlükçü sosyalizmi, toplumsal muhalefet bileşenlerini birleştiren bir ‘aidiyet’ haline getirebilmektir. Günümüzde toplumsal muhalefetin bileşenleri kendilerini kimlikleri ile sınırlayarak, solculuğa ikame ettikleri başka davalar güdüyor. Öyle ki her bileşen kendi aslına, ‘kimliğine’ vücu edebiliyor. Bu kimi zaman din-mezhep davası, kimi zaman milliyet davası olabilirken, toplumsal sınıf bazında ‘alan ideolojisi’ ile sınırlı bir muhtevada tezahür edebiliyor. Alan ideolojisi ise feminist, ekolojist vb. ‘yeni toplumsal hareketlere’ özgü tercihlerin ötesinde, emek ekseninde de muhalif öğretmen için öğretmen davası, işçi için işi davası şekline kendini dayatabiliyor. Demek ki, dünyayı değiştirmeye ve bunun içinde yaşadığı ülkedeki sömürü düzenini değiştirmeye ahdetmiş bir solculuk noksan olduğu ölçüde bu bileşenleri ‘birleştiren’ başka tür bir aidiyet öne çıkabiliyor…O halde sorun toplumsal muhalefetin nasılı olup da kendini yeniden solculuğa ve sosyalizme ait hissedebileceği ise, burada, solculuğun ‘bilinen’ bütün tanımlarını şimdilik bir kenara bırakıp onun ‘hakkaniyet’ anlayışının ‘olmazsa olmaz’ı olan iki parametrenin altını çizmekte yarar vardır: özgürlük ve eşitlik.

Bir: özgürlükler bir bütündür; birisi olmayınca diğerleri de var sayılmaz. İki: özgürlükler izafidir; kendi dışındakilerin köle olmasına zemin hazırlayan bir özgürlük kabul edilemez. Üç: özgürlük böyle bir çerçevede, eşitliğe tabi olmalıdır. İnsanlara ve topluluklara eşit haklar ve imkanlar tanımayan bir özgürlük anlayışı, biri eli kolu bağlı, diğeri serbest iki kişinin yemek yemekte özgür bırakılmasındaki sonucu doğurur. Dört: özgürlük, bütüncül ve izafi ve eşitliğe tabi bir zihniyetin ürünü olabildiği ölçüde çoğulcu olabilir. Böyle bir çerçevede her birey özgürce kendi geleceğini tasarlayabilir; sınıfsal, dinsel, ulusal her topluluk kendi çıkarlarını özgürce savunarak kendi kaderlerini özgürce tayin edebilir.

Partimizin niteliğini ifade ettiğimiz ‘dayanışma’ iddiamız da işte böyle bir özgürlük ve eşitlik zemininde hayata geçirilebilir. Sol cenah, oldum olası, savunuculuğunu yüklendiği emekçilere ‘doğru’nun ne olduğunu göstermekle kendini yükümlü kılmıştır. Oysa, mesela, siyasal İslamcılar neyin doğru olduğuna inanıyorsa, bunu önce hayat tarzı haline getiriyor ve ‘yoksullara’ bu hayat tarzını tebliğ ediyor. Yani biz de onlara önerdiğimiz bir hayat tarzını ‘paylaşmaya’ davet etsek, daha doğru olmaz m? Elbet, önce paylaşılacak türden bir ‘kendi’ hayatımızın olması lazım ve üstelik buna da imrenilmesi lazım. Aksi halde, yani paylaşmanın, dayanışmanın olmadığı bir halde, solcuların ‘dışardan’ seslendiği yoksullar, mazlumlar kendileri sürekli ‘yardıma muhtaç olma’ pozisyonunda hissedecektir. Solculuk ve halkımız arasındaki eşitsiz ilişki ve yabancılaşma ise sürgit devam edecektir.

Zaten ‘komünist’ ne demektir ki? ‘Komün’-ist, yani komüncü olma değil mi? Komünist en kısa tarifiyle eşit ve özgür ilişkiler kurarak ortaklaşarak, dayanışarak yaşamak… Demem şu ki, mesela öncelikle iktisadi sorunların (geçim derdini!) beraber çözebilenler, diğer sosyal ve kültürel dayanışmanın çeşitli biçimlerine de dört elle sarılma alışkanlığını edinirler. Bu komüncü alışkanlıkla mahalledeki cenaze, düğün, şenlik gibi her topluluksal olayın içinde de en önde yer alabilirler. Siyaset yaptıklarında da inandırıcı olurlar. Çünkü durdukları yerde sosyalleşmişlerdir; benciliklerini törpülemişlerdir. Bu yüzden ÖDP’nin en önemli kongre kararlarından birisi olan ‘halk sarmaşığı’ politikası, ÖDP programının ekseni ve mutlaka yol gösterici bir anlayışı olarak yeniden formüle edilmelidir.

Melih Pekdemir

Samstag, 1. April 2006

Muğlalı Paşa dediysem

Muğlalı Paşa dediysem, Muğla'da ikamet etmekte olan mahut mutekalt paşadan söz etmiyorum. Ahmet Arif’in "33 kurşun" şiirinde bir paşa var ya, işte ondan söz ediyorum. Hani şöyle yazmıştı şair: "Şifre buyurmuş bir paşa / vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız / kirvem, hal i arı mı aynen böyle yaz / rivayet sanılır belki / gül memeler değil / domdom kurşunu / paramparça ağzımdaki."
Peki, şiirde anlatılan hadise neydi? Sene 1943 idi... Mehabat Kürt cumhuriyeti'nin kurulduğu dönemde bu coğrafya müthiş hareketliydi. Van valiliği zamanın İçişleri Bakanı Recep Peker'in de onayıyla gizli bir karar atmıştı. Bölgede jandarmanın kontrolünde, devletle resmen ilişkisi gözükmeyecek tarzda bir çete kurulacak ve bununla hayvan kaçakçılığıyla da iştigal eden kürtlere misilleme yapılacaktı. Ancak Ankara bu kararından kısa sürede vazgeçti. Van valiliği de Özalp Kaymakamı'na çetenin dağıtılması emrini verdi. Lakin kaymakam bu işten nemalanıyordu. Toz duman içindeki günlerde 40 kadar Kürt köylüsü gözaltına alındı, ama mahkeme bunların çoğunu serbest bıraktı. Daha sonra bir sürü söylenti üzerine Genelkurmay, 3. Ordu Komutanı Mustafa Muğlalı'ya bölgeye gitmesini bildirdi. Özalp'e gelen paşanın emriyle, serbest bırakılan 35 kişi tekrar gözaltına alındı ve biri kadın biri 11 yaşında çocuk 33 kişi "dağların kuytuluk bir kenarında" kurşuna dizildiler. Bu olay duyulmasına rağmen işlem yapılmadı. Ancak 1946'da çok partili dönemle birlikte tekrar gündeme geldi. Yargılanan Muğlalı, önce ölüm cezasına ardından da hafifletici nedenlerle 20 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Karar askeri yargıtay tarafından bozuiduysa da, Muğlalı yeni yargılama başlamadan 11 Aralık 1951 tarihinde cezaevinde öldü.
Peki kimdi bu paşa? Birinci Dünya Ssavaşı'nda her cephede harp etmiş, işgal yıllarında Ankara'ya adı önceden "zabitan" olan "yavuz grubu”nda istihbarat ve cephane akıtan gruba komuta etmiş, Menemen ayaklanması sonrasında kurulan İstiklal Mahkeme'sine başkan olarak tayin edilmişti. 28 Şubat döneminde TSK Muğlalı'nın naaşını şehitliğe naklettirdi ve Genelkurmay bahçesindeki "ölmezler yolu"na da heykelini diktirdi.
2004 yılında ise Özalp İlçesi’ndeki jandarma sınır taburunun adı Mustafa Muğlalı kıstası oldu. Paşa, savunmasında, "kürtlere ilişkin davranışları normal kurallar altında çözmek imkansızdır," demişti. Muğlalı Paşa, yargılanması boyunca bütün sorumluluğu üzerine almış ve zamanın hükümetini hiçbir şekilde suçlamamıştı. Yaptıklarını uzun süre reddeden Muğlalı, sonlara doğru, "bu memur ve subaylara ben emir verdim, onların bir suçu yoktur..." demesi nedeniyle basında ve çeşitli çevrelerde takdir toplamıştı.
Muğlalı böylece "mağdur kahramanlar" arasında yerini almış; hatta bu, bir "sendrom" haline dönüştürülmüştü. Askerlerin çeşitli dönemlerde (12 eylül ve 28 şubat öncesinde) "sorunları çözeriz, ama Muğlalı Paşa olmak istemeyiz" dedikleri, rivayet olunmuştu. (Peki "sendrom" ne demek? sözlüklere göre, hastalık belirtisi; özel bir bozukluğu belirleyen, bir arada görülen, teşhisi kolaylaştıran bulgu ve belirtilerin tümü.) Mesela Çatlı'nın silah arkadaşı emekli yarbay Korkut Eken gibiler bile savunulurken, "mertliği, kahramanlığı ve milli fayda”yı anlatmak için, "Muğlalı Paşa" örneğine pek sık başvurulmuştu. Belki de tarihi bir dönemeçteyiz de pek farkında değiliz. Çünkü artık bu Muğlalı sendromundan eser yok. Muğla'da ki Paşa "yine asarım yine keserim, icabı dahilinde yine darbe yaparım" diyor.. Bir başka paşa, Yaşar Büyükanıt, "yargılanmaktan gurur duyarım" diyor ve ekliyor:"dağlarda çarpıştık, mahkemede savunurum." Ortada henüz bir dava ve yargılama, hatta bunun ihtimali yok; ama komutanlar topluca büyük tepki veriyor, siyaset çarşısı karışıyor... Genelkurmay, hukuki prosedüre işaret eden açıklamasında, yargı sürecinde ordunun ayrıcalıklı durumunu vurguluyor, karar makamının Genelkurmay Başkanlığı olduğunu hatırlatıyor.
Zurna işte burada "zırt" diyor! Sivil ve asker eşitsizliği işte burada ortaya çıkıyor. Genelkurmay Başkanı hayır derse komutan yargılanmayacak, üstelik, "soruşturma izni" verilip dava açılsa bile suçlanan askeri yargılayacak mahkeme üyesinin, yargılanan kişinin iki üst rütbesi olması gerektiğinden bu yine mümkün olmayacakmış. Çünkü orgenerallerin yargılanabileceği biç akla gelmemiş; yani yasa oluşturulurken yönetim kademesindeki askerlerin yargı önüne hiç çıkmayacağı varsayılmış. Kuşkusuz yargı bağımsız olsun. Hiç kimse (iş adamı, tarikat şeyhi, siyasetçi vesaire) herhangi bir savcının nasıl iddianame yazacağına müdahale etmesin. Herkes yargı önünde eşit olsun.. Ama bütün bunlar bir yana... Hatta, öyle bir iddiada bulunayım ki kimse bu iddialarıma inanmasın dedirten bir iddianame dahi bir yana.. Ve hatta bu türden bir iddianameyle, Şemdinli olaylarının örtbas edilmekte olması dahi bir yana.. Peki, "Büyükanıt'ın Genel Kurmay Başkanlığını önleyecek bir komplo" tam da onun Genelkurmay Başkanlığını kaçınılmaz kılacak şekilde, önündeki bütün engelleri ortadan kaldıracak şekilde sahneye konulmuş olmadı mı?
İddianamenin hukuki boyutundan bir şey çıkmayacağını herkes söylüyor. İddianame, hakikaten Erdoğan'ın kucağına pimi çekilerek atılmış bir el bombası gibi. Artık Büyükanıt'ın Genelkurmay Başkanı olması önünde siyasi engel kalmadı, deniliyor. Üstelik son birkaç gündür düğmeye basıldı; gazete manşetlerinde ibre, hızla iddianameye karşı şeriat tehlikesine doğru dönmüş vaziyettedir.
Öyleyse? Tamam, Tudeh'in (iran komünist partisi) makus talihini yaşamayalım; demokratikleşiyoruz sanırken molla demokrasisinin iğvasına kanmayalım. Ama mesela "bu iddianame bize bir şey söylemeye çalışıyor" diyen Can Dündar'a da kulak verelim: Nicedir kokusunu aldığımız, izlerine rastladığımız, kanıtlarını aradığımız bir şeyler mi söz konusudur? Bölgede hâlâ kan dökülmesine neden olan bir savaş sonrası hesaplaşmasının, bir rant kavgasının "ipuçları mıdır bunlar?” diye sormaya da devam edelim.
Savcı'nın karısının başı örtülü mü diye kontrol edilmesi, başı açık çıkınca şaşırılması, "milliyetçi" olduğu söylenince daha da şaşırılması, bizi şaşırtmasın. Evet. Orta yerde bir karmaşa var; burası açık. Belki de olup bitenler o kadar basit ki.. Zarf içinde zarf Genelkurmay Başkanı, ya da Cumhurbaşkanı kim olacak? Bu toz dumanda amerikan parmağı İran öncesinde neremize, hangi bölgemize girip çıkacak? Fesupanallah..... Evet, zarf içinde zarf; ve açıkçası memleketin çoğunluğu işin aslı astarını henüz bilemiyor. Buna belki savcı bile dahildir. Bilenler kıs kıs gülüyordur. Gülen kim? Fethullah Gülen mi dediniz? Güldürmeyin insanı...

Birgün- Melih Pekdemir

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren