Melih Pekdemir
Her ideoloji gibi sol ideoloji de bir tür dünya görüşüdür, yani dünyayı görebilmektir, seyretmek değil. Seyrederken, seyircisindir. Ama görünce, bilince, bilincine varınca, insanda olup bitene müdahale etmek isteği kabarır. Solculuk, dünyayı değişirken ve değiştirirken ve değiştirmek için görebilmektir.
Ancak bu günlerde, kabul edelim ki, bir parça nutkumuz tutulmuş haldeyiz. Avrupa'da patlak veren karikatür krizi ve bir de Hamas heyetinin Ankara'ya yaptığı ziyaretten söz ediyorum. Eh, "solcular dinsel inançları referans almazlar" diye; Avrupa'nın karikatür şımarıklığını, ifade özgürlüğü adına sineye çekmek mi lazım? Ya da, ideolojik ve siyasi bakımdan epey mesafeli oldukları şu islami Hamas örgütü, Filistin halkının demokratik bir tercihi olarak sahneye çıktığında, bunu görmezden gelmek mümkün mü?
Günlerdir bu tür sorulara verilen cevapları dinlemekte ve okumaktayız. Mesela, karikatür konusunda şöyle deniyor: "Efendim, ifade özgürlüğü güzel de, kötüye kullanılmasın; islami kesimlerin tepkisi de şiddete yönelmesin! Provokasyona gelinmesin!" Lakin bu ortalama cevabın ötesinde, Avrupa'da bu gelişmeleri Haçlı Seferi olarak görenler ile Müslüman ülkelerinde Cihat olarak görenler karşı karşıya gelmek üzereler. Hamas'ın ziyareti de benzer şekilde ele alınıyor: Hamas terörist mi, değil mi; işte bu tartışılıyor. Sanırım bu iki dayatma karşısında kem küm etmeden, hakikat neyse onu görüp söyledikten sonra "ama" diye devam etmeden konuşabilmek için, tek bir kavramın akla getirilmesi yeterlidir: Oryantalizm!
Oryantalizm (Şarkiyatçılık) Doğu'nun ve bilhassa Müslüman ülkelerin Batılı gözüyle irdelenmesi, şekillendirilmesi gayretidir. Tarih boyunca Batı modernitesi, neredeyse medeniyet ile özdeş kılınmıştır. Ve Oryantalizm de bu medeniyetin kibiri olarak kendini dayatmıştır. Şimdi, post modern zamanlarda zuhur eden bir post-Oryantalizm gündemde galiba. Post modern dönemin kimlikler dünyasında, Oryantalist misyonerlik taarruzu yerine kimlik ırkçılığı bayrakları dalgalanıyor. Batılı kimlikler bir yana, öteki kimlikler diğer yana... Paris varoşlarını yangın yerine çeviren öteki kimliklerin isyanının intikamı, adeta öteki kimlikleri ezmek, hor görmek, karikatürleştirmek suretiyle alınmak isteniyor.
Batı normlarına göre muteber Müslüman sayılmanız için, onların tarif ettiği türden bir İslamiyeti içinize sindirmelisiniz. Batı standartlarına göre demokrasiden söz edebilmeniz için, seçimlerde sadece onların arzularına uygun oy vermelisiniz. Müslümanların peygamberine hakaret edince, bunu fikir özgürlüğü olarak niteleyeceksiniz; ama Hıristiyanların peygamberine laf söyleyemeyeceksiniz. Daha dün, "Da Vinci'nin ŞifresP'ni yazdı diye Dan Brovvn'a Vatikan tarafından Salman Rüşdi muamelesi yapılmamış mıydı? Bütün bunlardan sonra da, utanmadan arlanmadan Hıristiyanlık ve Müslümanlık arasındaki farklar hakkında ahkam kesip duracaksınız. İsrail'in terörist devlet olmasından gocunmayacak, İsrail eleştirilerini anti semitizm olarak yargılayacak ve sandıktan çıkan Hamas'ı da terörist diye la-netlemeyi sürdürecekseniz. Üstelik bütün bunları da medeniyet ve demokrasi adına savunacaksınız.
Vay be!
Ne kolaymış medeni olmak!
Artık asıl görülmesi ve asıl söylenmesi gereken Batı'nın sergilemekte olduğu Barbarlıktır. Evet, şu gezegen Batılı denilen zihniyetin ölümcül bir provokasyonu ile yüz yüzedir. Ve... Ve, Batının provokasyonuna gelmek, Batının kalleş Oryantalizmini boşa çıkarmanın tek yoludur. Ancak onların provokasyonuna gelindiği zaman, silahları geri tepecek ve sergiledikleri çifte standart boşa çıkarılacaktır. Ve belki de ancak bu şekilde Batı dünyasında aklı selim sahibi kesimler; yine Batı dünyasında bu işe artık dur demenin vaktinin geldiğini kavrayabilecektir. Bugün çok vahim bir şekilde, Batı, kendisine meftun olmuş Doğu insanlarının indinde bile bir "model" olmaktan çıkmakta, kültürel ırkçılığın kol gezdiği bir bataklık haline dönüşmektedir.
İşte bu yüzden, medeni olabilmek, günümüzde en çok Batılı insanın ihtiyacıdır.
20.2.2006
Melih Pekdemir
arasorbul - 22. Feb, 23:10
Konumuz belli: "Ulan" ya da "lan"... Mesela yukarıdaki başlıkta bir hakaret kastı yoktur; sadece samimi bir ifade olarak okunabilir. Ancak bu satırların yazarı, kendisini eleştiren bir okuruna, "ne diyon sen lan!" diye cevap verirse, Yargıtay içtihatlarına göre, okuruna hakaret ettiğinden suç işlemiş sayılır. Durum aynen böyledir.
"Lan" ya da "ulan", argoda öfke ve nefret anlatan bir seslenme sözü olarak sözlüklere geçmiş, Türkçe'ye özgü lastikli bir kelime.. "Lan ne salakmışsın!" deyince, karşındakini küçümsersin; "ulaaaaaan" diye kelimenin lastiğini çekince, hayretini dile getirirsin; "ne mozayiği lan!" dediğin zaman siyasi tercihinin faşizm olduğunu ispatlarsın; "hadi lan!" dediğinde, bir şeylere kızmış olduğunu belli edersin; "rüşvetin belgesi mi olur lan!" diye bağırdığında, ekonomi politik bir tahlil yapmış sayılırsın.. Pekiii... Bir ülkenin başbakanı olarak, resmi literatürde bile "memleketin efendisi" unvanını taşıyan bir çiftçi vatandaşa, "ulan terbiyesizlik yapma!", "hadi ananı... al git buradan!" diyebilir misin?
Recep Tayyip Erdoğan bu tür bir soruya, muhtemelen "lan oolum, ne var ki bunda" diye cevap verecektir. Çünkü Erdoğan'ın Kasımpaşalı jargonuna bu millet aşinadır. "Ata'ya saygı duruşunda sap gibi ayakta durmaya gerek yok"; "hatamız olur yanlışımız olmaz"; "ben ülkemi adeta pazarlamakla mükellefim"; "gözünüzü toprak doyursun" benzeri veciz kelamlarının ardından, en son geçen gün AKP'nin Zeytinburnu ilçe kongresinde de, "Sanki (meslek liselerinin) hepsi imam hatip, anasını satayım" buyurmamış mıydı?
Oysa, Başbakanlığının ilk aylarında, 4 Kasım 2003 tarihinde Savaş Ay ile yaptığı bir söyleşide, Erdoğan artık "değişmiş" olduğunu iddia etmiş ve bunu da büyük bir tevazu içinde "Bizim kemalat dediğimiz durum hasıl oldu artık" diyerek açıklamıştı. "Kemalat hasıl oldu" derken meğer kastettiği "olgunluk" değil de Unakıtan "Kemal abisi"ne özenmesi durumuymuş! Hani şu, "Babalar gibi satarım", "Satışa çıkıyoruz parayı veren düdüğü çalar", "Hesap mı bilmiyorsun dayak mı yemedin", "Mama dağıtıyorsan onlar da gelip gagalayacak", "Başbakanı oh diye içinize sindireceksiniz", "Lan oğlum korkmayın lan" diye ha bire döktüren Kemal abisi..
Son hadisenin nasıl cereyan ettiğini hep birlikte izledik. Başbakan, kendisine seslenen bir çiftçiye "Böyle bağırılmaz ki, terbiyesizlik yapma" demiştir. (Vatandaşın feryat etmesi terbiyesizlik midir?) Başbakan, "Lütfen bana hakaret etmeyin" diyen vatandaşı "Artistlik yapma... İyi bir sanatçısın" diye suçlamıştır. (Sanatçılar, Başbakanlık indinde terbiyesizlik yapanlar mıdır?) Vatandaşla diyalogunu "Lan terbiyesizlik yapma" diyerek sürdüren Başbakan; çiftçinin "İki senedir anamız ağlıyor" şeklindeki yakınmasına karşılık, önce "Hadi ananı..." demiş ve durmuş ve ardından "al da git" diye cümlesini tamamlamıştır. (Türkiye'de yaşayan herkes, bu duraksamadan sonra neyin kastedildiğini algılayacak ferasete sahip değil midir?)
Durumdan hep askerler vazife çıkaracak değil ya, işte bugün, hepimiz için, birer vatandaş olarak durumdan vazife çıkarma günüdür. Bu vazifeyi yerine getirmezsek, birey olarak vatandaşıyla bu şekilde konuşan bir şahıs, oturduğu makamdan da tüm ülkeye, "Lan vatandaşlar kafamı bozmayın" diye hitap etmeyi bir alışkanlık haline getirebilecek ve bu da geri dönülmez bir içtihat yaratacaktır. Başbakanı eleştirenler ise, "terbiyesizlik" yaptıkları gerekçesiyle, muzır kurulu tarafından cezalandırılacaktır. Terbiyesizlik yapmayı beceremeyen sanatçılar, Kültür Bakanlığı tarafından görevlerinden alınacaktır... En vahimi, artık bu içtihada göre herkes önüne gelene "Hadi ananı..." şeklindeki bir hitap tarzı kullanabilecek ve cümlesinin sonunu "sinemaya götüreyim" diye bitirse bile, ortalık kan revan içinde kalacaktır. (Skytürk'te yapılan röportajdan öğrendiğimize göre hadisede adı geçen çiftçi, Başbakanın iki koruması tarafından bir karakola götürülmüş, kendisine küfredilmiş, ayağı zedelenmiş ve böbrek kısmına darbe almıştır.)
Son olarak buradan, durumdan asıl vazifeyi çıkarması gereken avukat arkadaşlarıma sesleniyorum: Lütfen bu duruma el koyunuz! Kendisine "Kıvırtıyorsun!" diyen CHP'li Haluk Koç'u dava eden Erdoğan, bu sözle Başbakanlık makamına hakaret edildiğini ileri sürmüştü ya; aralarında benim de bulunduğum milyonlarca müvekkiliniz adına Recep Tayyip Erdoğan adlı şahsın, başbakanlık makamındaki yetkilerini kötüye kullanarak, Yargıtay içtihatlarına da geçmiş olan bir suçu işlemiş olmasının gereğini yerine getiriniz. Aslında, siz avukatlar müdahale etmezseniz, birer vatandaş olarak bizlerin dağarcığında, çiftçi vatandaşın hakkını korumak babından söylenecek okkalı laflar elbette bulunmaktadır. Mesela Engin Ardıç muhtemeldir ki, bu tartışmaya, "lan deme lan babam kızıyo lan" diye katılabilecektir.
Ancaaaak.. Ah ulan ah.... 301 Nolu madde, çiftçi Kemal ve yazar Melih karşısında durdukça; "Canın sağ olsun Başbakan", işte verilebilecek tek cevap olmaktadır.
14.2.2006
Melih Pekdemir
arasorbul - 14. Feb, 12:58
Eveeet… Üçüncü haftada yine solun programı hakkında yazmak kabak tadı verse de, "mübarek bir taamdır" mazeretine sığınıp birkaç şey daha söylemek istiyorum. (Şunu da itiraf etmeliyim: Aslında bu hafta yazma imkanım yoktu, ben de şu anda "yedek" yazımı kullanıyorum.)
Solun programı, sol tahayyül nasıl inanılır kılınacak sorununun çözümü düzleminde de ele alınabilir. Bu düzlemde zihniyet ya da ideolojik bakımdan modernite –postmodernite ikilemini aşmak zorunlu. Modernist paradigmanın, solun bir önceki tarihsel dönemine damgasını vurduğu aşikar; kuşkusuz solun da moderniteye yönelik eleştirileri oldu ve bu şekilde sol da moderniteyi kimi zaman etkiledi. Peki günümüzde moderniteyle kurulan ilişkinin tamamen koparılıp bu kez post moderniteyle benzer bir ilişkinin kurulması mı gerekiyor? Kimi zaman feminist, ekolojik, anti militarist sıfatları taşıyan "yeni toplumsal hareketler", toplumsal sınıf yerine toplumsal kimliklere yapılan vurgular, post modern bir paradigma çerçevesinde değerlendiriliyor. Açıkça konuşmak gerekirse, özgürlükçü sosyalizmi savunanlar da, bir ayağı modernitede diğer ayağı post modernitede bir görünüm sergileyebiliyor. Sınıf mücadelesine atıfta bulunurken, ezilen sınıfların sorunlarını ele alırken, kimlikler dünyasına giden yeni yollar da keşfedilebiliyor. Toplumu kimliklere göre sınıflandırıp, toplumsal sınıfları (devre dışı bırakmak söz konusu olmasa da) "alt kimlik" düzeyinde ele almak gerekir mi? Ya da özgürlükçü sosyalizm bakımından bir "üst kimlik" ihtiyacı var mıdır?
Öte yandan post modern kavramların lügatimize dahil edilmesi, AB süreci tartışmalarıyla daha da etkili hale gelebiliyor. Dolayısıyla yukarı daki sorulara verilecek cevaplar, AB sürecinde atılacak adımların yönelimini ve temposunu da belirleyecektir. Özgürlükçü sol, post modern reçeteleri aynen benimsediği zaman, bu süreçte başkalarının adımlarına ayak uydurarak, hizaya girebilir. Ama kendi iradesiyle, kavramlarıyla ve temposuyla bu sürece müdahil olmak istiyorsa, önce ayaklarını yere sıkı basmalı. Bu yüzden, bana göre, post modernizm eleştirisini de ihmal etmeyen bir program tasarlanmalıdır.
Şimdilerde (BOP stratejisi gölgesinde) AB dolayımında gerçekleşen tepeden ve dışarıdan "demokratikleşme" nereye kadar gidebilir? Eski faşizan yapı tamamen tasfiye edilmediği sürece, bunun çekirdeği, şimdiki adıyla "derin devlet", aynen duracak. Üstüne AB müktesebatının gereği kat kat demokratikleşme kılıfları giydirilse bile, bu demokratikleşme katmanları arttıkça, kalınlaştıkça, bu çekirdek daha da derinde kalmış oluyor; yani arz ettiği tehlike devam ediyor ve kısacası bizde "demokratikleşme" böyle oluyor efendiler! AB üyeliğine atılan adımla burjuva demokratik devrim "programı" tamamlandı deyince de kimileri şaşırıyor. Ama neden şaşı rmak gereksin ki? Zira bu derin devlet fenomeni "en düzgün" burjuva demokrasilerinde bile var olmuştu ve hala da vardır nitekim. Bir farkı bizimki gibi sakil olmaması; ikincisi de, ayyuka çıktığında yine bizdekinden farklı olarak biraz üstüne gidiliyor gidilmesine de, tamamen tasfiye edilmesi oralarda da mümkün olmuyor. Çünkü derin sermaye ve derin piyasa, en demokratik rejimlerde bile bir nevi derin devleti el altında tutuyor. İşte bu yüzden mevcut düzeni külliyen değiştirmek lazım, burjuva demokrasisi gelse bile değiştirmek lazım.
28 Şubat dönemindeki rejim krizi belki aşıldı ama şimdi AB sürecinde kendini yeniden üretebiliyor. Kriz karşısında kendi iç dinamiklerimizi Avrupa’daki yoldaş dinamiklerimizle çoğaltacağımız bu konjonktür, solun programında özel olarak ele alınmalı. Ezcümle, başka bir Türkiye başka bir sol ile mümkün, yeter ki bu başka sol artık herkesi ikna edebileceği başka bir programa sahip olabilsin.
19.12.2005
Melih Pekdemir
arasorbul - 20. Dez, 22:46
Şemdinli’de patlayan bomba meğer parça tesirliymiş. Bakın işte, bu patlama ile, cumhurbaşkanlığı seçimi, "genelkurmay başkanı kim olacak?" sorusu, derin devletin encamı, üst kimlik tartışması, BOP, kuzey Irak gibi pek çok renkli boyut berraklık kazandı. Demek ki bu parça tesirli bomba, aynı zamanda diyalektik bir bombaydı. Diyalektik sen nelere kadirsin!
Şu iki konu zaten diyalektik ve tarihsel olarak birbirine bağlı. Bu memlekette cumhurbaşkanlığı seçimi denilince, evet bildiniz, akla hemen genelkurmay başkanlığı makamı gelir. Eh derin devlet bu konuda müdahil olmayacaksa, başka hangi konuda olacak, değil mi efendim? Son iki ayda Şemdinli’de 16 bomba patlamıştı; tarihteki Türk devleti sayısına eşit. Ama bunlar pek etki yaratmamıştı. En son bomba ise, bomba gibi bombaydı; çünkü faili belliydi… deyince; netamali bir konuya devam edebilmek için ne halt edeyim?
Sanattan söz edebilir miyim? Teşbihte hata olmaz. Sanatçı eseriyle maruftur. İstanbul’da bir Picasso sergisi varmış. Cümle köşe yazarları, biz taşradakilere nispet yaparcasına yaza yaza bitiremiyorlar. Bu serginin konumuzla ilgisi şöyle: Picasso’nun tablosunun altında imzası olmasaydı, hiç kimse böyle hayran kalmazdı! Bizim Şemdinli bombası da Picassovari bir tablo ortaya koymadı mı? Ama bunun aslında reprodüksiyon, ya da taklit bir tablo olduğunu söyleyenler de çıktı; yani Susurluk tablosunun taklidi. Kullanılan malzeme de aynıymış. Tuval yerine üniforma bezi, boya yerine uyuşturucu, c-4 plastik maddesi, su yerine kan filan. Tablonun taslağı da bagajda ele geçti. Krokiler, listeler. "Sanat eleştirmenleri" de aynı fikirdeydi: "Kurşun atan da şereflidir," "ressamı tanırım iyi çocuktur…" Susurluk bagajında ise, farklı olarak bir de tamburalı paşanın fotoğrafı çıkmı ştı; hani şu Kürtlere dışkı yedirme olayına "şakaydı" diyen paşa…
Peki, Şemdinli savcısının soruşturma yaparken kurşunlanmasının ardından Silopi’deki savcının arabasını bombalayan itirafçı ve korucular ele geçirildi de ne oldu? "Puslu hava" Hakkari'de mi? Ankara'da mı? "Büyük pazarlık" nedir? MİT, Barzani ile ne konuştu? Filistinleştirme? İntifada? F16’lar? gibi soruları sormaktansa, kendi söylemek istediklerimi bu hafta başkalarından aktarmak şeklinde bir kestirme yolu tercih edeceğim.
Geçen hafta, derin devletin sicilinde "kökü dışarıda olmak" kuraldır, diye yazmıştım. Bu iddiamı n mesnedine Umur Talu kendisiyle sohbet eden astsubayların dediklerini aktarırken şöyle işaret ediyordu: "Asıl ilginci, neredeyse ağız birliğiyle, tahmin ettiğiniz gibi PKK'nın tezgahlarından da çok bahsedildi de, pek tahmin edilmeyeceği üzre esas ‘Çok ciddi bir aktör ve faktör olarak yabancı istihbarat servisleri, ajanlar ve CIA’ dan konuşuldu. Bilmiyorum, öyle midir ama hep dendi ki… ‘Bölge ajan kaynıyor. Onlar da tezgah kurmuş olabilir. CIA bölgede ciddi bir varlık.’ Böyle komplo mantığı yaygın mıdır diye soracak oldum… Birisi, valla billa dedi ki, ‘Ne diyorsunuz. Orada görev yaparken, emir alacağım kişi olarak bana CIA' dan biri bile gösterildi.’"
Aynı şekilde, Ali Bayramoğlu da benim sormak istediklerimi sormuştu: "Jandarma Genel Komutanı Fevzi Paşa ile Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Paşa'nın, Genelkurmay Başkanlığı değişimi ve cumhurbaşkanlığı seçimi için el ele hareket ettiği mi doğrudur? Yoksa bir grubun Yaşar Paşa'nı n yerine Fevzi Paşa'yı Genelkurmay Başkanlığı'na itmeye çalıştığı mı? Yoksa her ikisi yanlış mıdır?"
Bu parça tesirli bombanın parçalarını yeniden bütünleyip bir tablo yapmasını istesek, üstat, yani Picasso kim bilir "Guernica" benzeri ne güzel bir eser ortaya koyardı… Ya da tersine, belki de Marmaris’teki muhterem bir zamanlar Picasso hakkında söylediğini tekrarlardı."Ne var ki bunda, üç dakikada bundan daha güzelini ben de yaparım," deyip Mutkili Ali’den yardım ister miydi?
28.11.2005
Melih Pekdemir
arasorbul - 28. Nov, 21:35
Hani filmlerde gerilim sahneleri vardır. Filmin ilk sahnelerinde esas oğlan ölüm tehlikesi filan geçirse bile, siz yine de gerilmezsiniz, çünkü ölmeyeceğinden eminsinizdir. Esas oğlan ecnebilerde Bred Pitt’tir, bizde ne bileyim işte, Cüneyt Arkın’dır. Hiçbir film yapımcısı, baş rol oyuncusuna bir iki dakikalık bir süre için onca para vermez. (Ama sürpriiiz! Bazen hakikaten ölür ve film bu kez bir şashback [geçmişe dönüş] olarak devam eder.)
Şimdiiii. Şemdinli’deki "iyi çocuk / good boy" astsubay Mutkili Ali bir esas oğlan mıdır, yoksa bir Şgüran mıdır? Soru budur muhterem okuyucu. Buna verilecek cevaba göre senaryo doğru okunabilir. Amenna, her şeyi komplo teorisi ile açıklamayalım. Lakin ortada ayan beyan bir provokasyon olduğunda ne diyeceğiz? Provokasyonlar, komplo teorilerinin pratikleridir. Komplocular bu işin teorisini yaparlar, provokatörler de pratiğini. Ama bu iş için bir de senaryo lazımdır. Bize düşen ise, sürprizleri de akılda tutarak, ilk paragrafta bahsettiğim senaryo okuma alışkanlığına sahip olmaktır.
Komplo teorilerine burun kıvıran pek çok kimse, bunların senaryoları ayyuka çıktığında apışıp kalmı ştır. Mesela siyasi senaryolarda içinde "çocuklar" kelimesinin geçtiği repliklere aşinayızdır ve teliŞ Amerikalılara aittir. Sene 1980, mevsim sonbahardır. Eylül’ün 12’sinde, yerel saatle 20.00 sularında Beyaz Saray’a Türkiye’deki darbe haberi "your boys have done it" ("senin çocuklar nihayet becerdi!") diye iletilmiştir; işte bu cümle sahneye konan senaryonun önemli bir repliğidir. Laf senaryodan açılmışken, mesela 25 yıl sonra, devlet ricalinin katıldığı bir resepsiyonda, üst rütbeden üniformalı bürokratlardan birinin yaveri gelip kulağına şöyle fısıldamıştır: "Your boys have done it in Şemdinli!" Üst rütbeli üniformalı bürokrat da basın önünde bu kelimeyi tekrarlamı ştır: Kendisini tanırım, iyi çocuktur!
Kanaatim odur ki, bu "Şemdinli işi" sanıldığı gibi PKK ile devlet / hükümet arasında bir bilek güreşi olarak patlak vermedi. Hükümet ile devlet arasında bir çekişme, bir iktidar kavgası var. Ve hatta işin içinde ABD parmağı yok dahi denemez. Yani aynı sahnede farklı senaryolar, aynı aktörler tarafından icra ediliyor. Ve sahnedeki oyun ise taammüden bir "fars", bir yanlışlıklar komedyası olarak cereyan edebiliyor. Herkesin kafası karışıyor ya da bilerek karıştırılıyor. Nitekim Nazlı Ilıcak bu haleti ruhiyede dün şöyle yazı yordu: "Şemdinli'deki olayda gene, jandarmayla ilişkili kişiler görülüyor. Umut Kitabevi'ni bombaladığı belirtilen ekip, bu işi, sanki yakayı ele vermek için yapmış. Daha profesyonel bir tavır içinde olabilirlerdi. Burada da iki ihtimal mevcut: Ya pervasızca hareket ettiler, ya da yetkililerin üzerlerine gelmeyeceğ ini bildiklerinden, halkın bu şekilde tepkisine yol açılacağını düşündüler."
Ancak olgular hiç de karmaşık değil. Peş peşe dizilince bütün soruların cevabı kendiliğinden ortaya çıkıveriyor. AB’nin ilk uyarılarından birisi askerin siyasetteki rolü üzerineydi. Demirel şu 35. madde tartı şmasını durduk yere başlatmamıştı. Şemdinli olayları nın ardından Başbakan "Nereye giderse oraya kadar gideriz" dedi. Paşalardan biri, "ben bu adamı tanırım, iyi çocuktur" deyiverdi. "Susurluk değildir, lokal bir hadisedir" diye ısrar edildi. Ardından hükümet Hürriyet gazetesinden "rüya tabiri" andıcını yedi. Ardından Van cezaevindeki kuşkulu intihar meydana geldi. Bu arada Barzani, Kürdistan Başkanı sıfatıyla, Washington’dan başlayan yurt dışı gezilerine devam ediyordu. Üstüne bir de AB’ci hükümet, AİHM kararıyla bir gol daha yedi. Van savcısı, rektörü çete kurma suçundan mahkemeye sevk etti ve tutuklattı. Aynı savcı Şemdinli’de iki astsubayın çete kurduğuna karar veremedi.. Askeriye ise iki astsubayı n avukatı için helikopter tahsis etti.
Önümüzdeki dönemde "derin devlet" üzerinde daha çook duracağız. Ama şimdiden şunu unutmamak lazım: Derin devletin sicilinde, "kökü dışarıda olmak" bir kuraldır; yani katiyen "ulusalcı" olması mümkün değildir. Derin devlet, suyu bulanık tutabildiğ i ölçüde kendisini gizleyebilir. Bazen Susurluk’ta olduğu üzere kazara ortaya çıkar; ama bazen Şemdinli’de olduğu üzere kendisini bizzat göstermek ihtiyacı da duyabilir, senaryo gereği ve taammüden, "işte ben varım ve asıl güç bende" demek kaygısıyla, telaşıyla.
Çare? Derin devlete karşı, derin demokrasi! Yani sermayenin sığ demokrasisi değil bizim derin demokrasimiz. Siz siz olun, yine solculara kulak verin. Bakın işte, ÖDP "bu pisliği biz süpürürüz" diyor. AB demokrasisinin sığ sularından değil, derin demokrasinin dipten gelen dalgasından söz ediyor çünkü, yani halkın gücünden.
21.11.2005
Melih Pekdemir
arasorbul - 22. Nov, 19:34
Peşinen söylemeliyim: Bu yazıyı iki arada bir derede yazmak zorundayım. Yeter ki, "Yazarımız seyahatte olduğundan yazısına yer verilmemiştir" denilmesin. Ancak seferi haldeyken kaleme alınan bu yazının çalakalemliğinden dolayı da hoşgörünüze sığınıyorum. Üstelik olaylar da o kadar hızlı gelişiyor ki, siz okuduğunuzda pek anlamsız ya da gündem dışı kaçabilir.
Çünkü tam oturmuş Paris yangınlarını yazmak üzereyken; Şemdinli’deki bir başka yangının alevleri yükselmeye başladı. Bakalım ne olacak? Paris’te başlayıp Şemdinli’de tutuşan yangın Susurluk’a dek uzanacak mı?
Paris’te patlak veren isyanın alevleri pek çok soruyu akla getiriyor. Bir yandan adeta medeniyetler çatışmasını kışkırtmak için ileri sürülen Huntington tezleri, diğer yandan Marx’ın bir zamanlar Avrupa’nın üstünde dolaştığını söylediği "Komünizm hayaleti"nin yerini göçmenlerin almakta olduğunu savunan Negri’nin tezleri... Lenin’in "kollektif örgütleyici" gazetesi "Iskra"(Kıvılcım) yerine cep telefonlarının SMS mesajlarından yayılan kıvılcımlarla tutuşan bir yoksullar isyanı…
Aslında olup bitenler hiç de sürpriz değildi. On yıl kadar önce filme dahi çekilmişti; sinemalarda "Heine" (Nefret) filminde bugün yaşananları izlemişti seyirciler. Şiire de dökülmüştü; Hakan Albayrak mealen şöyle demişti: "Her şey bir rüzgara bağlı ağabey, bakmayın esrar çekip mayıştıklarına; bir gün bu Magripli çocuklar, bir gün Paris’i yakacaklar…"
Fransız Komünist Partisi "esrar çekip mayışan" bu Magripli çocuklara "Vandallar" demekteydi; elbette sistemi de kıyasıya eleştirmekteydi. Ne tuhaftır ki Hadi Uluengin de aynen böyle diyordu. Peki biz de diyelim ki bu çocuklar birer Vandal’dı. Ya medeniyetin timsali olanlara ne demeliydi? 2005 yazında yangın sıcağından değil mevsim sıcağından on bin kadar yaşlı insan vefat etmişti Fransa’da; çünkü evlatları tatile gitmişti, hepsi kimsesizdi ve bu yüzden çoğunun cesedi koktuğu zaman öldükleri tespit edilebilmişti. Peki şunu da biliyor muydunuz? Bu Magripli çocukların önemli bir kısmı Cezayir Kurtuluş Savaşı sırasında Fransa ile işbirliği yapan Cezayirlilerin, yani Kürtçe deyişiyle "caş"ların torunları… Yani şimdi ne Cezayirliler ne Fransızlar… Ama iliklerine kadar yoksullar! Zaten kendileri de "Fransa bizden nefret ediyor biz de Fransa’dan" diyorlar.
İşte bunlar, olup biteni kavramamız bakımından henüz yeterli olmayan bilgi kırıntıları. Bundan sonra hep birlikte müthiş bir merakla işin aslını astarını algılamaya ve çözümlemeye çalışacağız.
Ancak bunlar şimdilik kuşkusuz bir devrimin habercisi filan değil; lakin yoksulluktan kaynaklanan bir isyan olduğu da aşikar.
İnsanın aklına şöyle bir şey de gelmiyor değil: Geçen yüzyılda sömürge ülkelerde ulusal kurtuluş savaşları verilirdi ve bunlara bazen "sömürgesel devrim" de denirdi; şimdi ise sömürge insanları göçmen kimlikleri ile sömürgeci ülkeleri yurt edinmek zorunda kalmış. Ne dersiniz, sömürge devrimleri bundan böyle metropollerde mi patlak verecek?
14.11.2005
Melih Pekdemir
arasorbul - 14. Nov, 22:27
Özgürlükler içinde en mübarek şekli ve şemaili olan “saçmalamak” olsa gerektir. “Şemail” burada, “huylar, ahlaklar, tabiatlar” demek oluyor. Saçmalamak özgürlüğü ile saçma sapan konuşmayı, zırvalamayı karıştırmamak lazım... Bu ikinci türdekiler, huysuz, ahlaksız ve tabiatı bozukturlar. Mesela görüntülü yazabilsem ve size dilimi çıkarsam; ilk tepkiniz büyük ihtimalle “saçmalama be!” şeklinde olur. Oysa Einstein’ı, “e eşittir mc kare”nin ötesinde, dilini pek güzel çıkardığı için severim. Geçenlerde, yani hayatımda ilk kez dilini çıkarmamış bir Einstein fotoğrafı gördüm, çok şaşırdım; Einstein’a hiç benzemiyordu! Ağlamaklıydı. Suratın ağlamaklıysa elbet suretin ağlamaklı çıkar fotoğraflarda... Derdi neydi garibimin diye bir de üzüldüm.
Oysa ona gece yarısının sebebi hikmetini sual etmeyi pek isterdim. Geceyi tam ortadan ikiye bölmüşler de mi bu gece yarısı olmuş? Ve gecenin bir yarısı varsa diğer yarısı da var demek ki. Bir yarısı varlık iken, diğer yarısı hiçlik mi ki? Gecenin terazisi mi böyle, kafiyesi mi? Oysa yaşarken bir kafiye tutturabilmek büyük keyif. Üç Ağustos İkibinbir tarihinde Show TV akşam haber bülteninde spiker aynen şöyle diyordu: “Gazeteci yazar Bekir Hazar başkent Taşkent’ten bildiriyor!” Yalanım varsa iki gözüm önüme aksın.
Hop ninnayı ninnayı gel oynayı oynayı, yaşayıp gideriz.. Besteyi ve güfteyi şaşıranı, teraziye ve “tez”e karşı çıkanı, hemencecik aforoz ederler; yalan mı? Aykırı olunca, hemen derler ki, “saçmalıyorsun!” Saçmalayınca da muhkem ve kadim ve muktedir “tez”e itiraz ve böylece “tez”i inkaaar etmiş oluyorsun. Lakin şu dünyada her daim tez antiteze yenilmiştir, neme lazım, aklın varsa antitezden yana olmak lazım... Sentez dedikleri bir mağdur ve mağlup tez ile mağrur ve galip antitezden ibaret olduktan sonra... Antitez ya da aksi tez ise, adı üstünde, tezin aksidir; aynadaki halidir bir bakıma... Einstein’ın aksi sureti de, aynadaki hali miydi?
Örnek vereyim. Tez: Burjuvazi liberaldir, rekabetçidir, özgürlük yanlısıdır. Antitez: Devrimcilik bir sanattır. Sanat ayrıntıdaki estetiği yakalamak ve onu bir bütün haline getirebilmektir. Devrimcilik, bireydeki özgürlüğü kavramak ve onu toplumsallaştırabilmektir. Velhasıl, varsıl birey parasının tutsağı olduğundan, özgürleşmesi en zor olandır, bu yüzden çoğu varsıl özgürlük düşmanıdır. Sentez: Devrimci insan, "bevval-ı çah-ı zemzem"dir, zemzem kuyusuna işeyendir. Ama bu fiili becerebilmek için susuz kalmamak, bol sulu gıda almak mı lazım? Ya da gülünecek halimize ağlayıp, derdimize yanıp ha bire sulu gözlü olmak da bir çare midir? Unutmamalı, gülmekten dolayı da gözlerimizden yaş gelir.
Daha önce de başka bir yerde saçmalamıştım sanırım, yani daha önce yazmıştım demek istiyorum. (Yeter, demiştim yaramaz oğluma; yetermiyorum demişti Bulut bana bir buçuk yaşındayken.) Yetermiyoruuum! Merkez üssü ciğerimde yanan kıytırık şiddetindeki şahsa mahsus depremimde dökülüp saçılıyorum, saçmalıyorum.. Çünkü yetmiyorum, yetemiyorum. Yetermiyorum! Yetermiyeceğim!
Şimdi bir ben susuyorum, iç konuşmalarımın gevezeliğinde ve ihtiyari bir firar mı yoksa bir intihar mı kusuyorum göz bebeklerimde? Altmış ikiden tavşan yapıyorlar hep. Lakin... İkibinbeş eksi Bindokuzyüzelliüç eşittir Elli iki. Aritmetik kadar kesin. Ve hala keşfedemedim elli iki yıl önceki muammayı. Hiç iken var olmayı. Var iken hiç olmak ile bir derdim olmadığından ve ölmekten, her fani gibi, ölesiye korktuğumdan. Tez: Ölümden korkanlar ya intiharı ya firarı seçerler. Antitez: İntihar ve dahi firar, deli cesareti ister. Sentez: Manyak çelişki, deli divane bir kuralsızlıktır. Diyalektik bir soru: Kuralsızlık, her daim saçma bir firar ve hani intihar mıdır?
(Kahkahamı kahve değirmenine saklamıştım. Öğütmüşler. Palavralarımdan ağlayan bir palyaço yapmıştım Paçavra olmuş. Gülmemişler.)
Ey ahali duyduk duymadık demeyin! Ya da baylar bayanlar merdivenden kayanlar!
Saçmalamaya bir başladım mı bitiremiyorum.
31.10.2005
Melih Pekdemir
arasorbul - 31. Okt, 17:21
Basın tarihimize geçmek üzere, 19 Ekim günü, birbirinden habersiz ve birbirini tamamlayan iki yazı yayımlandı. Ertuğrul Özkök yazısının başlığında “Bir ülke pazarlanabilir mi?” diye sormuş ve yine başlığında “Evet” cevabını vermişti; Hasan Cemal de “Sol ve arayış” deyip sonuna ünlem işaretini yapıştırmıştı, gözümüze girsin diye.
Hasan Cemal, DİSK yönetiminin düzenlediği “solda arayış” toplantısı hakkında şöyle yazmıştı: 'Çağın ruhu'nu yakalayamadığı için, zaman tünelinde kaldığı için Türkiye'ye damgasını vuramamıştı sol. Hepsi de 'sol'dan konuştuğunu söyleyenler, küreselleşmeden özelleştirmeye, AB'den ulus devlete kadar pek çok konuda öyle farklı yerlere savrulmuştu ki, 'sol' tarif edilemez hale gelmişti... Korkular ve öcüler! Solda işte bu ikisi hiç bitmezdi.
Hasan Cemal, küreselleşmenin ve özelleştirmenin solun “iki öcüsü” haline geldiğini anlatmak istiyordu. “Neymiş?” diye soruyor ve solculara atfen cevaplıyordu: “Küreselleşme, Türkiye'yi yutacak yeni emperyalizmmiş...” Ve tekrar soruyordu: “Peki, ne yapalım o zaman?” Acaba SERMAYE’nin küreselleşmesine güzelleme yapalım mı demek istiyordu? Oysa, Hasan Cemal de biliyordu; sosyalist sol, küreselleşmeye değil, sermayenin küreselleşmesine karşı çıkıyordu.
Hasan Cemal, tekrar “Neymiş?” diye soruyor ve yine solculara atfen cevaplıyordu: “Özelleştirme, Türkiye'yi teslim alacak sermayenin saldırısıymış...” Ve bir kez daha soruyordu: “Peki, ne yapalım o zaman?” Acaba bu kez de sermayenin özelleştirmesine güzelleme yapalım mı demek istiyordu? Oysa, Hasan Cemal de biliyordu; sol devletçiliği savunmuyordu; özgürlükçü sol, özelleştirme şampiyonluğunu tam da “1930’lar devletleştirme zihniyetiyle” yapanlara kılıç çekiyordu.
Hasan Cemal, “Peki ama sadece korku ve öcüleriyle sahneye konan bir oyunu seyredecek çok fazla seyirci bulabilir misiniz?” diye de soruyor ve hiç sanmadığını söylüyordu. Oysa, çok iyi biliyordu; devrimci ve dayanışmacı sol, bu ülkede “seyirci”leri değil “aktör”leri çoğaltma davasını güdüyor; halkın seyirci olmaktan çıkıp oyuna bizzat müdahale etmesi davası peşinde koşuyordu.
Hasan Cemal, “pozitif değil negatif enerji yayan bir sol” tespitini yaptıktan sonra, hükmünü açıklıyordu: “Bunu kitleler almaz.” Evet aynen böyle diyordu, “kitleler bunu almaz”, yani satın almaz! Peki neyi alırdı? Muhakkak ki, “pazarlama tekniğine” göre satılan her şeyi alırdı. Bu noktada Hasan Cemal’in bıraktığı yerden Ertuğrul Özkök şöyle devam ediyordu. “Bir ülke pazarlanabilir mi? Evet!” diyordu. Evet! O halde, solculuk da pazarlanabilir miydi? Yani, demek ki, evet! “Bir başbakanın Türkiye’yi pazarlaması da görevidir,” diyordu. O halde, medya holding yazarlarının siyaseti de, sağcılığı da, solculuğu da “pazarlamaları” bir görevdi.. “Marketing kelimesi günümüzde sıradan bir pazarlama ifadesi olmaktan çıktı. Marketin kelimesi, içinde bir ürünün, bir ülkenin, bir siyasetçinin, bir sanatçının, bir tesisin, bir spor kulübünün kıymetli meta haline getirilmesi anlamını da taşıyor, “ diyordu. Peki şu iflah olmaz solculuk ne menem bir belaydı da, sermayenin küreselleşmesine ve özelleştirmesine güzelleme yapan bir “meta” haline getirilemiyordu!
Ertuğrul Özkök, “Artık insanların pazarlaması da yapılıyor,” diyordu. Malum kimi yazarlar, transfer ücretleriyle medya plazalarda pazarlanabiliyordu. “Ve teknik olarak kimsenin aklına ‘Bir insanın satılması’ gelmiyor” diye devam ediyordu. “Teknik olarak” gelmiyordu; ama “etik” olarak da gelmiyor muydu? Sahi solcuların ikide bir hatırlattıkları “etik” de neydi? Alınır satılır mıydı? Pazarda bulunur muydu?
Not: Cuma günü benden söz eden Necdet Saraç'a bir çift sözüm var. İleri sürdüğü üzere, söylediklerim Alevilik ile dalga geçmek amacını taşımıyordu; tersine bunları ciddiyetle ve biraz da öfke ile söylemiştim. Kendi payıma solcuların siyasi islam ile aralarına koyduğu mesafenin ''siyasi alevilik'' bakımından da geçerli olduğuna inanıyorum. Hiç kimsenin inancı beni ilgilendirmiyor vesselam...
24.10.2005
Melih Pekdemir
arasorbul - 26. Okt, 19:46
Tanıl Bora’ya, yani Birikim
dergisinden bir arkadaşıma
Gayrıresmî, kişisel ve
samimi bir değerlendirme
Tanıl,
Benden çok zor bir yazı istiyorsun. Birikim hakkında yazacağım ve adım camiada “Birikimci”ye çıkacak!
Birikim bir şey... Birikimcilik başka bir şey... Biri sahici bir şey, öteki sahiden var mı?
Birikimci demek (bu ülkenin solcularının indinde, sen ister galatı meşhur bir ifade, ister iftira de, istersen canları sağ olsun deyiver) “sivil toplumcu” demek. Ben ki, kendi payıma, sivil toplumculuğu eleştiren bir kişiyim, bana da sivil toplumcu diyenler var! Ama şurası kesin ki, Birikimci demek teoriyle biraz fazla uğraşmak demek.
Sen belki aynı görüyorsundur ama, bana göre ’80 öncesi Birikim ile ’90 sonrası Birikim farklı. Yani şunu demek istiyorum: ’80 öncesinde bir iç savaş vardı ve Birikim’de yer alan ve sofistike gibi görünen tartışmalar haleti ruhiyemize fazla uymuyordu.
’80 öncesinde dünya hali, emperyalizmin üçüncü bunalım dönemi tahliliyle, “şak şak şak” ifade edilebiliyordu. Yani dünya devrimci dünyaydı bizim için. ’80 öncesinde Türkiye hali, sömürge tipi faşizm tahliliyle “tak tak tak” ifade edilebiliyordu.
Türkiye de işte öyle ikiye bölünmüştü. Bizimkiler ve onlar ya da devrimciler ve faşistler... Bizimkileri temsilen solcular dünyada olduğu gibi Türkiye’de de üç kamptaydı. Moskova, Pekin ve yerliler.
’90 sonrasında dünyanın hali pür melali ortaya çıktı. SSCB’nin çöküşünden sonra, yeni dünya düzeninde, at izi it izine karıştı. Tahlil mahlil çare olmadı. Yani dünya dünya maliki dünya oldu. Türkiye tahlilleri de öyle. 12 Eylül’den sonra, iki kutuplu bildiğimiz Türkiye’de parçalanmış toplum gerçeği karşımıza çıktı. Bir de Kürtler, Aleviler.
Eskiden Althusserci diye bildiğimiz Birikim’den, bu kez de dünya ve ülke haline müsait postmodernizme dair tartışmaları okumaya başladık, ama aslında genel olarak solun kafası da karışmıştı, postmodern vakalardan dolayı.
Şimdi teşhisi en kolay dert, bencileyin, solun şizofrenisi. Daha önce başka bir yerde de söylemiştim, burada, sadece Birikim bakımından değil, sol adına olan bütün iddialar bakımından tekrar edeceğim: Tıpış tıpış yürüyüşlerle meydanları tıklım tıklım doldurmak imkânsız. Determinist mucizeleri beklemekten vazgeçmek bir zaruret.
Mukallit çözümleri kenara koymalıyız. Muhafazakârlar mukallittir, devrimciler isyankâr. Bilim (hayır, pozitivizm anlamında değil), mukallit değil yaratıcıdır, yani isyankâr.
Şimdi belki bir süre, kavramlar yerine düpedüz kelimelerle konuşmak ve yazmak zamanı. Yani kavramlarla izah etmek yerine olup biteni ve yapılan işleri, kelimelerle anlatabilmek önemli. Belki bundan da önemlisi bu işler yapıldıktan sonra, yine önce kelimelerle anlatabilmek.
Zira, görülmekte ki, kavramların önlenemez gücüne bel bağlamak, düpedüz büyücülük haline geldi. Teoride esoteric dedikleri türden bir büyücülük.
Ve solcular, hâlâ bu tür teorik büyücülükten medet umdukça, teori değil de büyücülük yapmış oluyorlar. Ve haliyle, toplulukların karşısında medyumlukla yetiniyorlar. Oysa medyumun çoğulu olan medya, bu işi bihakkın ve karşı cenahtan yerine getiriveriyor.
Evet, Birikim’in 100. sayısını kutlarken, bu vesileyle diyebileceklerim bunlar. Ama bu vesileyle bir ekleme daha yapmam lazım. Birikim 100 sayısıyla nasıl olgunlaştıysa, bu memleketin solcuları da elbette biraz daha olgunlaştı ve bir çok önyargıdan kurtuldu gibi...
Zira şimdi artık kimseye Birikimci filan demiyorlar... Olsa olsa ödepeli diyorlar!
Ve ben ödepeliyim... Sen de ödepelisin, biliyorum... Öyleyse hoşçakal, Birikim’li kal...
Melih Pekdemir
arasorbul - 2. Okt, 02:16
Türkiye’de en kolay iş siyasi tahlil yapmaktır. Çünkü her şey ayan beyan ortadadır. Siyaset biliminde komplo teorisi kategorisine giren türden yorumlar, bizde siyasi gelişmeleri algılamaya hizmet eden yegane tarzdır.
Düğmesine basılabilen bir ırkın ahfadıyız. Bakın işte, son bir yıldır eli kalem tutan herkes yazdı çizdi. 3 Ekim 2005’e dek, AB müzakereleri nedeniyle Türkiye karışacak/karıştırılacak denildi.
Bu konuda fikir yürüten herkes haklı çıktı. Son linç girişimleri, PKK’nin "ateş kestim" deyip kesip biçmeyi sürdürmesi, derken, işte buyurun, Orhan Pamuk davası ve Ermeni Konferansı'nı durdurma kararı.
12 Eylül yadigarı tarz ile, amacın gerçekleşmesi için koşullar olgunlaştırılır; armut pişer ağza düşer.
Ve bahane değişmez: "Dış mihraklar!" Eskiden ortalığı hep solcuların karıştırdığı iddia edilir ve ilaveten bunların "kökü dışarıda" olduğu söylenirdi.
Dışarısı ise, malum, Sovyetler idi; ama şimdi yok böyle bir şey... Buna mukabil solcular, (12 Eylül günü "our boys have done it!" yani "bizim çocuklar becerdi çok şükür" lafına rağmen), "asıl sizin kökünüz dışarıda" diyemezdi.
Çünkü emperyalizmin İÇSEL BİR OLGU olduğunu keşfetmişlerdi maalesef... Bu ise günümüzde şu manaya geliyor: İktisadınızı IMF’ye teslim edin; siyasetinizi ABD’den icazet alan partilere, savunmanızı NATO’ya, istikbalinizi uluslararası piyasaya, vizyonunuzu medyaya; gerisi "Allah kerim", toplumu meşgul edecek bir şeyler her daim bulunur.
Bu içselleştirilmiş olgulardan dolayı, olup bitenlerin kökü demek ki içeride aranmalı; hem de derinde... Tarihsel ve konjonktürel olarak elbette bir "derin devlet" hakikati de var karşımızda. Ve bu aynı zamanda ideolojik bakımdan tepeden enjekte edilen tarihsel bir zihniyetin eseri. Şimdi paradoksa bakın ki, hem tepeden hem derinden icrayı sanat eyliyor.
Efendim, "derin" deyince baştaki iddia (yani ayan beyan olma) ile bir çelişki hasıl olmuyor. Zira bütün bunlar hep iç dinamiklerin bir gereği! Hem de maazallah "dinamit" misali patlamak üzereler. Hakim sınıflar, mahkum sınıflar derken, bir de "hakim" hakimler, mahkum aydınlar ve hakim ideolojinin "avukatları" ile tanıştık.
Hukukçular Birliği adında MHP yanlısı bir aşırı milliyetçi dernek "iç dinamit" olmaya soyundu. (Aman dikkat! Buna "faşist" derseniz, yeni TCK’ya göre suç işlemiş sayılabilirsiniz.) Peki iç dinamikleri bunlar nasıl "hareket" e geçiriyorlar? Şimdi bir kamuoyu anketi yapılsa, toplumun ezici bir çoğunluğu mesela Ermeni Konferansı'na neden karşı çıkardı?
Son haftalarda gazetelerin internet baskılarında haberlere yapılan "okuyucu yorumları"na göz atıyorum.
Anladığım şudur: Kalabalıkları, zeka -bilinç değil, "vasat" şeyler bir araya getirir. (Unutmayın, "vasat"ın sözlüklerde kelime karşılığı bir de "medya"dır!)
Toplumsal olayları fiştekleyen taklit etme duygusu, aslında bulaşıcı hastalık gibi yayılır. Yaradılışı itibariyle zaten taklitçi olan insanların, bunu layıkıyla becerebilmesi için taklit edilecek şeyin basit olması lazım.
Kalabalıklar, kanıtlarla, belgelerle, tarihsel bilinçle filan değil, düpedüz kendilerine örnek aldıkları modeller sayesinde sevk ve idare edilebilir.
Bu bakımdan her zaman hakim ideolojiye (resmi ideolojiye) ihtiyaç duyarlar. Kolaylıkla da ortaya sürülen bir davanın fanatikleri haline getirilebilirler.
Bir kişiyi karşınıza alıp onunla tartışarak ikna etme şansınız vardır; aman böyle bir şeyi kesinlikle bir kalabalığın karşına geçip yapmaya kalkmayın: Linç edilirsiniz!
Napolyon, "biricik ciddi söz sanatı tekrardır" demişti. Hakim ideolojiyi, bunun milliyetçiliğini savunanlar ve bilhassa faşistler bu tarzı epey etkili şekilde kullanırlar. İddia olunan şey tekrar edilmek suretiyle nihayet ispatlanmış bir hakikat gibi kabul görür, zihinlere yerleşir.
İşte; iç dinamikler ve dahi iç dinamitler halihazırda böyle. Hani gençliğimizde, "folluktaki yumurtayı ısıtmazsan civciv çıkmaz; ama taşı ısıtsan da civciv olmaz" diye diyalektik seminerleri verirdik.
Gerekli koşullar derken içsel dinamikleri, yeterli koşullar derken dışsal dinamikleri kast etmiş olurduk.
Mesela son bir damla, bardağın taşmasına yetiverirdi.
Bardak taşıyor, herkesin sabrı taşıyor; sol cenahın sabrı ise nedense bir türlü taşamıyor. Folluktaki taşa döndük, taş kesildik, taksiratımızdan dolayı "Allah bizi taş etmiş" olsa gerek!
26.9.2005
Melih Pekdemir
arasorbul - 26. Sep, 13:20