Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu
SS Süleyman Soylu

Dinlediklerim

Sabahat Akkiraz | Bergüzar
Bergüzar

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Melih Pekdemir

Mittwoch, 21. September 2005

Hey gidi gençlik hey...

..................

Bilimsel ve sınıfsal bakımdan gençliği halletmeye çalışan her yetişkin (psikolog, sosyolog, siyasetçi vesaire) işin içinden çıkamadığı nda gençliğin "görece özerk" olduğuna hükmetmiş ve mecburen bir kenara çekilmiştir. Kenara çekilemeyen de her daim gençliğin üzerine yürümüş, coplamış, çimdiklemiş, şımartmış, satın almış, işkenceye yatırmış, cezaevine tıkmış, hatta idam etmiştir.

Milliyet gazetesinde geçen hafta, 12 il merkezinde, 5 farklı tip lisede yapılan bir anket yayımlandı.

Aslında araştırma sonuçları, toplumun genel durumunu aynen yansıtıyor ve aslında "gençliğin görece özerkliği" teorisini çürütüyor dahi denebilir.

Kısacası, liseli gençliğin büyük çoğunluğu sağ görüşlü...

Demem şu ki, liselerden üniversitelere akacak olan yeni kuşak da gençliğin dinamikleri açısından pek iyimser bir hava yaratmı yor. Gençlik mücadelesindeki solcuları (yine) zahmetli bir dönem bekliyor.

Ama gençliğimden bilirim, solcu olmayı tercih eden genç insan kendisini zaten "zevkli ve zor mücadele günlerinin" beklediğinin pekala farkındadır; kolay değil sisteme kafa tutacaktır.

Ancak bunun üstesinden güle oynaya, hoplaya zıplaya gelmeyi becerecek enerjiye de sadece gençler sahiptir.

Bundan beş altı yıl önce, hani polis memurları ayaklanmış, elde silah, "kahrolsun insan hakları" diye bağırarak korsan miting yapmışlardı.

Ertesi gün "muzır" üniversite gençliği de bu kez kitaplarını silah gibi havaya kaldırarak bir alternatif gösteri düzenlemişlerdi. Fotoğ raflarında ellerindeki kitapların bazılarının benim "Anne Bak Kral Çıplak" olduğunu görünce, nasıl keyiflenmiştim, anlatamam: Kitaplı propaganda!

Burada nasihat vermeye yeltenecek değilim. Zira nasihatlere kulak asmayan kendi gençliğimi hatırlayacak denli hafızam yerinde. Gençlerle sadece gençler diyalog kurabilir. Dilleri, hülyaları farklı, kültürleri bambaşka bir alemdirler. Ve henüz bilgi biriktirme evresinde olduklarından, müthiş merak ederler.

Milliyet gazetesindeki anketlerden anlaşılıyor ki, liseli gençler meraklarını gidersinler diye evde, okulda, televizyonda, kafede kendilerine yaşlılar tarafından dayatılan hazır "tecrübe"ye rıza göstermekte, boyun eğmekteler.

Toplum hafızasındaki ve devlet arşivindeki "milliyetçilik" gencecik insanların önüne tecrübe diye konulduğunda; solculuk ise, meraklarını gidermek için bu hazır çözümle tatmin olmayan, bir başka dünyanın kapısından bakmak isteyen isyankâr gençlerin tercihi olabiliyor.

Solcular başlangıçta her daim bir avuç olmuştur. Günümüzün solcu gençleri neden bir avuç olduklarına kafayı taksınlar elbette.

Bu işe kafayı takınca, mesela 3 milyon yoksul gencin (potansiyel solcunun) yaşadığı 10 milyonluk bir kentte, bunun yarısı milliyetçilerin İslamcıların ağına takılmış olsa bile, geri kalanın yüzde biriyle dahi tanışsalar, arkadaş olsalar, sisteme meydan okuyacak bir gençlik hareketine dönüşeceklerini görebilirler.

Zira bu gençler parti binalarına, derneklere filan kendiliğinden gelmezler ki. Bir avuç solcu genç için tek çare, diğer gençler neredeyse onların yanına gitmek, onlarla önce arkadaş, yoldaş olmak, bir başka dünya hülyaları nı paylaşmak...

"Gülmek ideolojik ayrıcalıktır," diyen gençler tanıdım. Bilerek mi bilmeyerek mi söylediler bunu, bilemedim; lakin sevgiyi ve heyecanı ideolojilerine kattıkları her seferinde, delifişek bilgelikleriyle en yaşlı filozofları cahil kıldıklarını kabul ettim. Tecrübe mi? Her kuşak kendi tecrübesiyle, özdeneyimiyle yolunu çizer. Yıllar önce Felipe Gonzales şöyle demişti:
"Tecrübe argümanı, yaşı ilerlemiş olanları n arkadan gelen gençlere karşı kullandıkları bir korku silahıdır. Oysa bazen tecrübesizlik, sorunların çözümünde insana entelektüel bir tazelik veriyor."

Sol hareketin ise entelektüel bir tazeliğe her zamankinden fazla ihtiyacı var...

19.9.2005
Melih Pekdemir

Freitag, 16. September 2005

"Kimlik bitte!"

Malum, son bir haftadır “kitlelerin” ayranı kabardı, dört bir yanda linç girişimleri gırla gidiyor. Ama her daim böyle değildirler. “Kitleler Psikolojisi” kitabının yazarı Gustave le Bon 110 yıl önce şöyle diyordu: “Kitlelerin meyil ve muhabbeti hiçbir zaman iyi hükümdarlara değil, kendilerini şiddetle baskı altında bulunduran müstebitlere karşı olmuştur... Zayıf bir hükümete karşı ayaklanmaya her vakit hazır olan kitle, kuvvetli bir hükümet karşısında esir gibi eğilir.” (s. 59)

Bu tespitin doğru olup olmaması önemli değil; önemli olan 12 Eylülcüler'in iyi birer Gustave le Bon talebesi olması. Ve bugün 12 Eylül. Yani 25 yıl önce 12 Eylülcüler, darbe yaptılar, sağı etkinleştirdiler, solu etkisizleştirdiler, toplumu çürüttüler.

Bunun için insanlara ve topluma işkence yaptılar. Artık şunu herkes biliyor: İşkence ile korku ve dehşet toplumu yarattılar.

Bu da yetmedi, ideolojik işkence ile toplumun beynini yıkadılar ve bu şekilde sağı daha da etkinleştirdiler, solu daha da etkisizleştirdiler: “Kimlik Bitte” toplumu yarattılar.

19 yıl önce Cumhuriyet gazetesinin 18 Aralı k 1986 tarihli nüshasında, bir “haber” yer almıştı. “Kimlik Bitte” başlığıyla, birinci sayfada fotoğraflarla verilen bu haberde, Nazi üniformalı bazı kişilerin İstanbul’un göbeğinde, sokakta yürüyen vatandaşlara kimlik sorduğu, üst baş araması yaptığı ve kimsenin sesini çıkarmadığı; duvara dayanıp aranırken, “Siz kimsiniz? Ne hakla kimlik soruyorsunuz?” diye itiraz etmediği anlatılıyordu.

İstanbul’da sahnelenmekte olan “İçinden Tramvay Geçen Şarkı” oyununun bilet kontrolünü de “Kimlik Bitte” (Kimlik lütfen) şaka sorusuyla yapan ve Nazi üniforması giyen tiyatro oyuncuları, sokaktaki insanların kendilerinden korkup kimlik göstermesi üzerine, “Bu kadarını beklemiyorduk” demişlerdi. Haberde şu sorulara cevap aranıyordu:

“Peki bu insanlar kimdi? Neden karşılarında kendilerine Almanca kimlik soran yabancı üniformalı şahıslara itirazsız kimlik gösteriyorlardı? Acaba bunu oyunun etkisiyle mi yapıyorlardı, yoksa başka nedenler de var mıydı?

Acaba oyun tiyatronun dışına İstiklal Caddesi'ne taşınsa, insanlar ne tepki verecekti? Kimliklerini yine itirazsız gösterecekler miydi?

Acaba bu oyuncular Sirkeci Garı’na girip bir düdük çalsa ve ‘herkes çöksün’ diye bağırsa insanlar çöker miydi?”

Celal Bilgili, Canan Yüksek, Haluk Zülfikar, Boran Kaya, Tanya Taşçıoğlu ve Arzu Bigat, Alman üniformalarını giyinmiş olarak İstiklal Caddesi'nde “genel arama tarama” ve “normal kontrol” yaptıkları sırada, Cumhuriyet muhabiri Tarık Ersoy da arananların verdikleri tepkileri ve gösterdikleri kimliklerinin dışındaki “kimlik”lerini de saptamaya çalışıyordu.

Örneğin, “kimlik bitte” isteği üzerine kimliğini itirazsız gösteren bir kişi, kendisine “Arkana hiç bakmadan koş” dendikten hemen sonra koşmaya başladığından, röportaj yapmak isteyen gazeteci tarafından güç bela yakalanabilmişti.

Yolda çevirdiği iri yarı beş erkek, yarı cüsselerindeki Canan Yüksek’in “Yüzünüzü duvara dönün ve ellerinizi havaya kaldırın” komutuna hiç itiraz etmemişlerdi.

Hepsinin rengi atmış, duvara dönmüş, içlerinden birisinin ellerini duvara dayayarak tereddüdünü yenmesi üzerine diğerleri de onu takip etmişti.

Belli ki kafalarında “Kim bu kadın?” sorusu, “Ne olur ne olmaz biz dediğini yapalım” açıklamasıyla çatışma halindeydi.

Elleri duvarda bir kaç saniye bekledikten sonra Canan Yüksek kimliklerini istemiş ve hepsi eksiksiz göstermişti.

Cumhuriyet muhabirinin “Neden kimliğinizi gösterdiniz?” sorusuna verdikleri yanıt basit ve hazindi:

“İstediler gösterdik...”

12 Eylül bir toplumu işte böyle kimliksizleştirdi.

Kimliksizleşen toplumun bireyleri, sürü oldular ve sürü kimliklerine, ilkel kimliklerine rücu ettiler; milliyetlerine, mezheplerine, hemşehriliklerine..

Bize de kala kala Nazım’ın şiirini okumak kaldı:

“Koyun gibisin kardeşim, / gocuklu celep kaldırınca sopasını / sürüye katılıverirsin hemen/ ve adeta mağrur, koşarsın salhaneye. / .../ Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer / ve hala şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak / kabahat senin, /—demeye de dilim varmıyor ama / kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!”

Türkler'in ve Kürtler'in, milliyetçilerin, kimlik kavgası verdiğine hala inanalım mı dersiniz? “Bitte!”

12.9.2005
Melih Pekdemir

Dienstag, 6. September 2005

Koyunlar ve danalar neden intihar etmesinler ki?

Temmuz ayında Van’ın Gevaş ilçesinde, önce bir koyun ardından da 1479 koyun uçurumdan aşağıya atlayınca, bu facia basında "koyunlar intihar etti" diye haber oldu; kısa süre sonra Bitlis’in Tatvan ilçesinde de koyun intiharları yaşandı. Demeye kalmadı; Ağustos ayında Hakkari’nin Durankaya beldesinde bu kez "dana intiharları" meydana geldi. Bu konuya takılmıştım; "sürü psikolojisi" ne menem bir şeydir kavrayabilmek için Gustave le Bon’un "Kitleler Psikolojisi" kitabına el attım ve aradığımı da 125. sayfada buldum:

"Tekrar tekrar aynı tarzda ortaya atılan iddialar, fikir cereyanı dediğimiz şeyi husule getirir ve o zaman sirayetin kudretli mekanizması işe karışır.

Fikirler, hisler, heyecanlar, inançlar kitleler üzerinden mikropların sirayeti kadar kudretli tesirlere maliktirler. Bu hadise bir sürü halinde bulundukları zaman hayvanlarda da görülebilir. ...Bir veya birkaç koyunun bir şeyden ürkmesi derhal öteki koyunları da ürkütür."

Tesadüf bu ya, aynı kitapta Mersin ve ardı ndan Trabzon’da meydana gelen olayların; yurdun çeşitli yerlerinde tekrar tekrar patlak veren linç girişimlerinin de "psikolojik" izahları yer alıyordu. Ama önce Gustave le Bon’dan söz edeyim.

Şahıs, 1841-1931 yılları arasında yaşamış bir Fransız sosyal psikolog; sözünü ettiğim kitabını da tam 110 yıl önce yayınlamı ş; ırkların üstünlüğüne dair başka çalışmaları da var.

Bizim "Türkçüler"den Nihal Atsız da bundan epey etkilenmiş. Ülkü Ocakları web sitesinde tavsiye edilen kitaplar arasında yer alıyor. Bedir Yayınevi de 1969 baskısına şöyle bir not düşmüş: "Sosyalizm mahiyeti gereği yakın bir gelecekte kitleleri saracak ve bu kitleler şuursuz bir halde oluk oluk kan akıtacaklar."

Sosyalizmin yayılması tehlikesine karşı kaleme alınmış bir kitap; belli ki faşizmin yayılmasına hizmet etmiş.

Yazarın analizlerinden "faşizme kitle tabanı yaratmak" bakımından yıllar önce Himmler’in ve sonra bizimkilerin yararlandığı aşikâr..."Kitleler" diye çevrilmiş ama aslında yazar "kalabalıklar"dan söz ediyor. Ve bu konuda, mefhumu muhalifinden solcuların da çıkaracağı epey ders var.

Birinci ders şudur: "İlim bize hakikati yahut, hiç olmazsa zekamızca anlaşılması mümkün münasebetleri öğretmeyi vaat etti. İlim bize hiçbir zaman ne sulh, ne saadet getireceğini vaat etmedi.

Hislerimize karşı pek büyük ve sarsılmaz bir kayıtsızlığı olan ilim, feryatlarımızı işitemez ve onun yıktığı hayalleri de hiçbir şey yerine getiremez.". (s. 25) Ama "bir şey" getiriyor işte! İdeolojiler insanların hislerine pek sıkı şekilde hitap ediyor; insanları n feryatlarını işitiyor ve insanların hayatını, bilimin "boş hayaller" dediği şeylerle dolduruyor.

Bu yüzden insanlar inanılır bir davaya, ideolojiye ihtiyaç duyuyorlar ve bu yüzden ideolojileri uğruna "canlı bomba" olmaya bile razılar; ve bu yüzden "kalabalıklar", şuursuzca siyasi linç olaylarına teşne haldeler.

İkinci ders şudur: "Kitle halinde bulunan ferdin başlıca hususiyetleri: Şuurlu şahsiyetin kaybolması, şuuraltı ile hareket eden şahsiyetin hakimiyeti, hislerin, fikirlerin sirayet yoluyla aynı istikamete yönelişi, telkin olunan fikirlerin hemen icrasına başlamak isteğidir." (s. 38)

İşte bu noktada, neden koyunların intihar ettiği, Mersin’de yaşanan bir olayın nasıl Trabzon’da tekrarlanabildiği anlaşılabiliyor: Telkin ve sirayet..

İsterseniz buna "ipnotize olmak" diyebilirsiniz. İnsanlar koyun değildir. İnsanlar, ideolojik telkinlere boyun eğmeye meyyaldir ve günümüzde televizyon kutuları karşısında pek kolay ipnotize edilirler; bunu biliyoruz. Gustave le Bon, bu işin ta pleblerden beri böyle olduğunu söylerken, biz de üçüncü dersimizi alıyoruz: "Kitleler yalnız hayalleriyle düşünebildiklerinden yine yalnı z hayalleri vasıtasıyla tesir altında bulundurulabilirler.. ...Vaktiyle Roma’nın plebleri (avam tabakası) için, ideal saadet ekmek ve tiyatrolar, her nevi seyir oyunları idi. Aradan bir çok devirler geçmesine rağmen böyle bir idealde pek az değişiklik olmuştur." (s. 72) Yazarın, "Halkın muhayyilesine en çok tesir eden manzara tiyatrodur," diye kurduğu cümlede, bugün "tiyatro" yerine "televizyon" kelimesini geçirmek yeterli değil mi?

5.9.2005
Melih Pekdemir

Dienstag, 2. August 2005

Baba bak kraliçe çıplak!

Bir varmış bir yokmuş. Memleketin birinde tesettürüne düşkün bir KRALİÇE yaşarmış. Dolapları, çeşit çeşit türbanlar, uzun kollu fistanlar, plajda giydiği haşemalar ile tıka basa doluymuş. Birgün (ki bunun gazetemizle alakası yok, yani günlerden bir gün) diyelim ki adı A mıydı yoksa B miydi olan bir ülkeden, hadi öyleyse diyelim ki AB denilen bir diyardan iki fetbaz terzi çıkıp gelmiş. "Ey Kraliçe!" demişler. "Size öyle bir tesettür giysisi yapacağız ki, bunu sadece dini bütün olanlar görebilecek, böylece siz de kim zındık kim münafık ve dahi kim terörist kim ılımlı bileceksiniz."

Bu amaçla yanlarında adı AB olan kendi ülkelerinden uyum modasını dahi getirmişlermiş.. Bunun BOP modeline uygun olacağını ve dikiş müktesebatına harfiyen riayet edilmesi gerektiğini de anlatmışlar. Ancak bir şartları varmış. Elbiseyi dikebilmek için sadece sarayda değil memlekette ne kadar altın iplik, atlas kumaş ipek örtü var ise bunların hepsini istemişler. Ve ilaveten bunları taşımak için bir de Kıbrıs eşeği... "Ama bu iş kolay değil, en az 10 yıl filan sürer" demişler.. Ve sarayda kendilerine ayrılan bir odada başlamışlar sözde sihirli kumaşı dokumaya. Ellerinde iğne havaya dikiş atıyor, makas ile boşluğu kesip duruyorlarmış, kraliçe yanlarına geldiğinde.

Her neyse, gün gelmiş.. Kraliçeye "Tamam" demişler; "giysi hazır." Kraliçe yanında şürekası ve dahi köşe yazarları, dini bütün tesettür giysisini görmeye gitmiş. Ama o da ne! Kraliçe bir bakmış, hiçbir şey görememiş haliyle.. "Yandım" demiş içinden, "demek ki ben bir zındıkım." Ve hiç sesini çıkarmamış, hayran hayran bakıyormuş gibi yapmış olmayan tesettüre. Aynı ruh hali elbette yanındakiler bakı mından da geçerli. Onlar da önce bir yutkunup sonra "zındık" ve dahi "terörist" sayılma korkusuyla tesettürü överek tezahürata başlamışlar; en çok bağıran da, bildiniz işte, köşe yazarı taifesiymiş. Ardından, sözde tesettür giysisini terziler bir güzel giydirmişler kraliçeye. Kraliçe de çırçıplak ve kendini tesettür içinde sanarak, yıllardır bu anı bekleyen ahalinin karşısına çıkıvermiş. Elbette önce ahalide de bir suskunluk hasıl olmuş ve yine hemen ardından, zındık sayılmama kaygısıyla bir vaveyladır kopmuş. Bir alkış, bir tezahürat... Böylece tesettürlü giysiyi "görmüş" olan herkes dini bütün sayılmış.. Ve bilhassa erkekler ellerinde kameralı cep telefonları büyük bir iştahla, sevgili kraliçelerinin "tesettürünü" çekmeye koyulmuş.

Tam bu sırada, ben diyeyim biraz aklı evvel, siz deyin yüzündeki sivilceden ergenlik çağına ilk adımını attığı hemen anlaşılan çocuk irisi bir Murtaza, hayatında ilk kez çırçıplak bir kadın görmenin yarattığı şehvetle ve dehşetle yanında dikildiği babasına dönmüş ve "Şşşt, baba lan, bak kraliçe çıplak, üffff!" diye fısıldamış.. Babası ise elinin tersiyle şaplağı yapıştırdıktan sonra, "Sus olan salak oğlum, biz görmüyor muyuz sanki, sen de manzaranın keyfini çıkar teres!" demiş ve kraliçenin fotoğrafını çekmeye devam etmiş. Ama yerin kulağı var; civardaki sivil polisler, oğlanın babasına ne dediğini hemen duymuşlar. Memleketin netice itibariyle bir teröriste de ihtiyacı var ya; bu delikanlıyı hemen derdest edip yakalamışlar.. Ahalinin geri kalanı da, televizyonlardan RTÜK’ün kapattığı porno kanalları yerine kraliçenin merasimlerini seyredip durmuş. Bu arada münafık Birgün gazetesi, delikanlının yakalanma haberini manşetten, "terör bahane" diye vermiş. Masal da burada bitmiş.

Onlar ermiş mi muradına bilinmez, ama biz çıkmışız kerevetine.ve kerevete oturur oturmaz, bi yerimize bi şey batmış canımız yanmış. Bu kıssadan Türkiye’ye hiç mi hiç hisse düşmezmiş; çünkü bu ülkede Kraliçe yokmuş, olsa bile buna zaten Sultan denirmiş; ayrıca TC’nin laik ve demokratik bir ülke olduğu cümle alem tarafından bilinirmiş. Ne var ki, Andersen’ın varisleri, AB müktesebatı gereği, telif hakları yasasına binaen yukarıdaki masalın yazarına dava açmış. Davaya halen AİHM bakmaktaymış.. Yaa, işte böyle...

1.8.2005
Melih Pekdemir

Montag, 13. Juni 2005

Cevapların soruları

Anayasa referandumları sathı mailine giren AB'deki dramatik gelişmeler nedeniyle, mamlekette de Türkiye'nin AB'ye üye olmasına "hayır" diyenler dört köşe, "havet" diyenler "zaten böyle olacağı belliydi" rehavetinde. "Evet" diyenler ise daha çook yorulacaklar, bin dereden su getirmek kolay iş değil.

Kendi adıma Havetçiler ile Evetçiler arasında bir yerdeydim. Bu yüzden fanatik Evetçiler beni utangaç hayırcı olmakla suçluyordu. Havetçiler, adı üstünde zaten, bunların fanatiği olmaz ama, yine burun kıvırıyorlardı, dengeyi bozduğum "orta yol"dan azıcık saptığım için, Hayırcılar ise, tabii ki "AB işbirlikçisi bir Evetçi" olarak mührü üzerime basıp ipimi çoktan çekmişlerdi.

Kimseyi önyargıyla suçlamaya gerek yok; herkes akla yatkın cevaplar peşinde. Evet-hayır türünden ve türevinden cevaplar tatmin edici olmadığında, soruları yeniden sormak belki daha doğru bir cevap şeklidir.

Soru 1: "Ama bu hakikaten devrim!" başlıklı yazımı çöpe mi atmalıyım? Elbette hayır! (Bakın yeri geldiğinde hayır demeyi ben de bilirmişim!) Dediklerimin tamamen arkasındayım. Ama "devrim" derken, şu AB bahsinde, salatalığı görünce eline tuzluğu kapıp koşacak kadar da saftirik değildim. Tartışmaya, AB oryantalizmine vurgu yapan, onun emperyalist boyutunu ihmal etmeyen bir noktadan girmiştim zaten. Kısaca, "qualified yes" yani şartlı evet çizgisini önermiştim.

Soru 2: Şaptan şeker olur mu? Elbette olmaz! Sermayenin reçetelerinden emekçilerin derdine deva ilaç çıkmaz. Burjuva demokrasisi de asla emekçilerin nihai hedefi olamaz...

Türkiye'de burjuvazi AB eliyle gerdeğe girmiş, KENDİ demokratik programını tamamlamıştır. Üstelik bu program henüz "de jure" (kağıt üzerinde) bir anlama sahiptir.

Ve bu da Avrupa'daki benzerlerinden çok farklı şekilde tepeden, yani devlet eliyle; dışarıdan, yani AB eliyle kotarılmıştır. Sol bir düzlemde tartışılan ise, bir başka Türkiye için aşağıdan gelen, iç dinamiklere dayalı toplumsal bir değişimdir.

Türkiye'nin emekten yana dinamikleri ile aynı hedefe sahip Avrupa'nın emekten yana dinamikleri, küreselleşen dünyada neo liberalizme karşı mücadelede, ortak iç dinamikler haline gelme imkanıyla karşı karşıyadır.

Bir başka Türkiye kurma çabasıyla bir başka Avrupa çabası bir anlamda iç içe geçmiştir.

Öyleyse Nuray Mert'in geçenlerde sorduğu şu soru, bütün solculardan bir cevap beklemektedir: "İş dönüp dolaşıp, bizim eski 'Tek ülkede sosyalizm mümkün mü' tartışmasına benzer bir, 'Tek ülkede veya kıtada demokrasi mümkün mü'ye dönmeyecek midir?"

Soru 3: Türkiye modernleşme tarihinde hakikaten bir dönüm noktası olan 6 Ekim (ya da 17 Aralık) seviyesinden geriye gidilmesi iyi midir kötü müdür? Elbette kötüdür! Böyle bir çaba kesinlikle restorasyon olarak kabul edilmelidir. Türkiye'de sol kesime düşen "de jure" haldeki normları şimdi "de facto" (fiili) hale getirmek, toplumsallaştırmak, altına imza atılan Kopenhag siyasi kriterlerini kalıcı kılmaktır.

Soru 4: Peki AB üyesi bir ülkede yaşamak mı, yoksa ŞİMDİKİ gibi bir Türkiye'de yaşamak mı yeğdir? Bunun cevabını aslında, elçilik kapılarında vize bekleyenler zaten vermektedir.

Şimdi herhangi bir AB ülkesi ile Türkiye'yi kıyaslayın, hangisinde yaşamak istersiniz?

Bu denli basit, gündelik ve hayata dair bir tercihtir söz konusu olan. Bir AB ülkesinde yaşayınca başınız elbette göğe ermez, ama insanoğlunun meşrebinde vardır, nisbi de olsa refah ister.

Gecekonduda yaşarken apartmana taşınmayı arzular, apartmanda otururken villaya imrenir. Söylenen bundan ibarettir. Nihai çözümün başka bir Türkiye ve başka bir Avrupa olduğu bilindiğinde, bazen başka bir Avrupa için mücadele başka bir Türkiye için mücadeleyi kolaylaştırır, bazen de ikincisi...

Soru 5: Asıl derdimiz üzüm yemek midir, bağcıyı dövmek midir? Üzüm yiyebilmek için, bağımızı gasp edenlerle hesaplaşmak kaçınılmaz. Burjuva demokrasilerinin tarihinin özeti budur. İşte size en son çarpıcı örnek:

Yeni TCK'ye sermayenin Avrupası karşı çıkmaz, bizimle birlikte sadece Emeğin Avrupası karşı çıkar. Çünkü onca 'demokratikleşiyoruz' tantanası arasında şu yeni TCK tam da AB müktesebatına uyum sağlamak amacıyla hazırlanmıştır.

Yani özgürlükler, insan hakları falan tamam da, işte burjuvazi demokrasisi yani AB standartlarına uygun bir burjuva demokrasisi, ne menem bir yeşdir, yeni TCK şeklinde ortaya konulmuştur. Demek ki neymiş?

"Hak verilmez alınır" sözünü asla unutmamak lazım.

Soru 6: "Du bakali" (Dur bakalım) Bu sorunun ait olduğu fıkrayı bilmeyenlerin de bununla ne kastedildiğini bir bileninden mutlaka öğrenmesi lazım.

Melih Pekdemir

Montag, 30. Mai 2005

Az gittik uz gittik bir şiir boyu yol gittik

Haberin başlığı şöyleydi: Demirel "Nazım Hikmet vatan şairi olamaz" dedi. Süleyman Demirel şöyle devam ediyordu: "Biz vatan şairi olarak Namık Kemal'i biliriz, kendi oğlunu Türkiye Komünist Partisi'ne emanet etmiş Nazım Hikmet, vatan şairi olamaz. Turnusol kağıdı diye bir şey vardır. Eğer birisi çıkıp Nazım Hikmet vatan şairi diyorsa, işte o turnusol kağıdına asittir. Bu gibi sapıkların Türk cemiyetinde yeri yoktur."

Tarih 11 Temmuz 1967 idi... Demirel, Başbakan idi... Tarih 26 Mayıs 2005... Demirel, şimdi bu demecini okuduğunda, acaba nasıl tepki verirdi? Milas ilçesinde Nazım Hikmet'in "Vatan Haini" şiirini okuyan 17 yaşındaki gence reva görülen muamele, hep birlikte ayıplandı ama yadırganmadı. Çünkü burası Türkiye idi ve "olur böyle vakalar Türk polisi yakalar" idi... Tıpkı yine 1967 yılında sokak lambasına kırmızı kağıt takıp gitar çalan gencin komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle tutuklanmasında olduğu gibi. Çünkü devir soğuk savaş devriydi... Muhbir vatandaşlar Bahar sigara paketlerini tersine çevirip bakar ve Mao portresi tespit ederdi; ve dahi "kızılcıklar oldu mu selelere doldu mu" türküsünü söylemek de her babayiğidin harcı olamazdı. Şaka değil, bu türkü için soruşturma açılması şartlar mucibince elzemdi... Haa, bir de münferit vakalar vardı. Mesela sistematik hukuk ihlalleri, işkence uygulamaları ayyuka çıktığında, devlet ricali hemen demeç verirdi: Münferit vakadır, Türkiye bir demokrasi ve hukuk devletidir... Efendim, şimdi 21. yüzyıldayız ya, aradan şunca zaman geçmiş, devran değişmiş ya, Başbakan da 1967 modelinden farklı konuşmuş: "Ben de şiir mağduruyum" demiş; yüreğimize su serpmiş, Milas'taki hadise bir münferit vaka imiş. Cemil Çiçek efendi Ermeni konferansına dair bir laf etmiş, ortalık birbirine girmiş; yine neyse ki Başbakan "Cemil Çiçek aslında hükümet sözcüsü ama bu konuda kişisel görüş beyan etmiş" filan demiş. Peki bu memlekette kim kimi bağlar; sadece ayakkabı bağı mı bağlar? Yoksa Cemil Çiçek de mi bir münferit vaka! Bu memlekette "münferit vaka" lafı münferit olmaktan çıktığında, tecrübeye binaen biliriz ki başımız hakikaten beladadır.

Bu "münferit" denilen hadiseler yüzünden asırlardır paranoyak bir toplum olarak yaşarız. Özgüven Emlak tarafından satılan evde mutlaka bir katakulli olduğunu biliriz. İtimat Turizm ile seyahat ederken, elimiz yüreğimizdedir, ne zaman kaza olacak diye... Her kim ki karşımıza geçip "ben namusum için yaşarım" der; gocunduğu bir şey var herifin diye bıyık altından güleriz... Başbakan da son günlerde, özgürlük ve demokrasi konusunda demeç üzerine demeç veriyor. Son olarak, "Düşünce hürriyetinden korkmayalım... Bırakın herkesin ne söylediğini görelim... Demokrasiye yapılan yatırım semeresini vermeye başladı" demiş. Ne zaman demiş? Eğitim Sen hakkında kapatma kararı alınmış; yeni TCY Meclis'te kabul edilmiş; Ermeni Konferansı iptal edilmiş; 17 yaşındaki genç şiir okuduğu için derdest edilmiş...

Kıssadan hisse: Tepeden ve dışarıdan devrim ancak böyle olur, efendiler! Kaşıkla verip sapıyla çıkarırlar. El eliyle gerdeğe girmek yerine, bu halk kendi düğününü derneğini yapana dek de bu "münferit" işler münferit olmamaya devam eder. Neyse ki Eğitim Sen'liler hakkında gizli örgüt, terör örgütü kurmak suçundan dava açılmadı; neyse ki Ermeni konferansı iptal edildi yoksa Madımak Oteli'nde olduğu üzere bütün hepsini cayır cayır yakabilirlerdi; neyse ki Milas'taki 17 yaşındaki gence okuduğu şiir yüzünden işkence edilmedi, hapislerde süründürülmedi; bunlara da şükür dersek eğer... Ne olur? Valla hiçbir şey olmaz... Böyle gelmiş böyle gider... Netekim.


30.5.2005

melihpekdemir@birgun.net

Dienstag, 17. Mai 2005

Demek istediklerim bunlar değildi

Bugün 16 Mayıs, meteoroloji kayıtlarında her yıl Filizkıran Fırtınası diye geçer; ama bundan da önemlisi Hasan Hüseyin Korkmazgil'in adını bu fırtınadan alan şiiri "sapsarı karanlıkta yerler bahar ölüsü" diye biter... Aslında bu hafta yazma hevesimde tık yok. Ne halt edeceğim bilemiyorum. Yazacak bir şeyler bilsem, vallahi de billahi de yazacağım ama aklıma gelmiyor; aklıma nedense hep yazılmayacak şeyler geliyor. Bazen canım, resim yaparcasına dizginsiz yazmak istiyor.

Çünkü gece... Ve onuncu kat penceresinin ardındayım. Şu yıldızı, adını bilmiyorum, gezegenin her yerinden görüyorlardır... Karanlığı aydınlatamayan mütevazı mavi ışığında mutlaka bir felsefe buluyorlardır, yani ışığı her göz kırpışında... Lakin ben burada klavyemle bir başıma tıkırdıyorum, yorumsuz: Belki de kelimelerden yorulmuş ve yoğrulmuş bir resim çiziyorumdur. Belki de renklerin yerine kelimeleri mıncıklayıp yalanıma ortak bir tabloyu kaleme alıyorumdur. Apartmanların kuytu kovuklarından gelen fırtına habercisi uğursuz rüzgar uğultusunun tacizinde, Gece Karanlığında Camın Arkasında Filizkıran Fırtınasını Bekleyen Bir Aydın Namusu'nu koruyorumdur; son politik gelişmelere bigane... "Namus?" Ne riyakar kelime! Artık eskisi gibi değiliz. Zira yıllardır hep Filizkıran Fırtınasına maruz kaldık. Önce buna bir mim koymalıyız. Ama belki de çaresizlikten, böyle diyorumdur. Çaresizlik ve cesaret... İkiz sözcükler... Çaresizlik nedeniyle her bir şeyi göze almak cesarettir... Cesaret ise, elbet çare yaratmaktır, başka bir şey değil; ama konu bu değil. Konumuz, konusuzluk... Nerede kalmıştım? Kapkara karanlıkta mı, suspus suskunlukta mı? Suskunluğumuz, söylediklerimize kulak asılmayışından mı; yahut yine bir Fırtına öncesinde oluşumuzdan mı?

Şimdi demek ki kendimce suskunluğu bozmamak, bir şey söylememek için yazıyorum; işte öylesine. Sahi bazen siz de böyle yapmıyor musunuz? Aslında bazen bir şey söylememek için konuşuyoruz; yazıyoruz. Çünkü konuşmazsak yazmazsak, biliyoruz ki, belki de söylenmemesi gerekeni söylemiş olacağız; "hakikat"ten çalacağız. Hırsız kemanlar da sözcüklerimi çalıyor Vivaldi çapkınlığında ve ben yine susuyorum işte. Herkes gibi ben de sarsıntısını bekliyorum şiddetini bilmediğim toplumsal bir zelzelenin; ve kımıltısız bir zelzelenin vesvesesinde, allegro rehavetteyim sakin mi sakin... (Üstüme gelmeyin, hiçbir şey demek istemedim; şu an kendi halimde müzik dinlemekteyim!) Çünkü şimdi saat gece yarısı biri üç geçiyor. Geçen zaman değil de saatin tik takları canıma tak ediyor. Tik takları duymazsam fark etmiyorum, ama vallahi zaman çaktırmadan geçiyor. Masada tuzluk gözümde gözlük; tuza tuz göze göz mavalımda; sandalye masasız oturmuş ööööyle bakıyor: Ve hakikatlerim değil inanın ki, sadece masamın üzerinde eksik bir kadeh beni böyle yer ile yeksan ediyor. Şimdi yine, hep böyle şimdi yine, gözleriiiiiim yanıyor. Gözlerim şimdi efendim, yani iğne iğne susuyor. Susuyor gözlerim efendim, gözlerim kusuyor. Emsaline meftunmuş lakin mahcupmuş neye yarar? Kabuksuz yaralarım kanıyooor, kanıyor ve itham ediyor hala anılarımı... Başka sesler mi çınlıyor suskun gözlerimde, puskun göz bebeklerimde? Birisi gaipten mi gelmiş yoksa diğeri kaulü beladan, belaların katmerlisinden ha bire kaçıyormuşuz ya peşimize bakarak, bir de peşimize takılmış geçmişimizle avunarak; avanak takazalardan peki neden hep böyle maraza çıkıyor?

Gözlerim niçin mi susuyor? Madem ki insanın özü sudur ve gözyaşı dahi sudur; gözyaşı öyleyse her insanın özsuyudur. Göz pınarlarını doldur doldurabildiğin kadar... Çünkü "severim fırtınanın her türlüsünü" demiştir şair ve bakın dışarıda yine Filizkıran Fırtınası var. Elbette bunlar değildi demek istediklerim; heyhat bütün kuru sözlerim bu demek istemediklerim üzerine kuruldu ve...

Melih Pekdemir

16.5.2005

melihpekdemir@birgun.net

Dienstag, 10. Mai 2005

Klavye ve uzaktan kumanda

Şu anda evde elektrikler kesik. Yıllar var ki bir yazıyı ilk kez el yazısıyla yazıyorum. Elim resme yatkın olduğundan eskiden yazım da güzeldi; yani öyle derlerdi. Oysa şimdi, bütün her şeyi bilgisayar başında hallettiğimden, valla elle yazmayı da unutmuşum! Sadece kısa notlar almak, bir kenara adres, telefon numarası kaydetmek gerektiğinde elime kalem alıp bir şeyler çiziktirdiğimden, el yazım da berbat hale geldi; bazen ben bile okuyamıyorum.

Bilgisayarda yazma kolaylığı, her işte olduğu gibi bu yazı mesleğinde de artıları ve eksileriyle hayatımıza girdi bir kere. Eskiden elde kalem yazarken, demek ki, şu anda yaptığım üzere, cümleyi bitiremediğim zaman, durup düşünürdüm. Düşünürken ya son yazdığım kelimedeki harflerin üzerinden gider, ya farkına bile varmadan kağıdın kenarına bir desen, bir resim çiziktirirdim. Ekran başındayken ise, işte yazıp gidiyorsun... Beğenmediğin yeri, tık, siliveriyorsun. Halbuki kağıt üzerinde karalama var; ve kendi düşünce kabızlığını yüzüne vuran siyah çizgiler... Ekran başında "kopyala-yapıştır" kolaylığıyla, yazının kurgusunu birkaç saniyede değiştirebiliyorsun. Lakin kağıt üzerinde, bir paragrafı alıp üç beş sayfa sonraki bir bölüme aktarmak için bir sürü işaret, uyarı filan koyacaksın kendine; bunu yerine, bazen yeniden yazmak daha makul geliyor. Yeniden yazınca da, mutlaka daha güzel yazıyorsun. Yani zahmetli olduğunda, yani daha fazla emek harcadığında ürün daha kaliteli oluyor... Mu? Acaba? .. Yazarken teknolojiden yararlanmak, insanın düşünce akışını, yazım tarzını, üslubunu hangi düzeyde ve nereye kadar etkiliyor ki? Belki de kendi "özgür" ideolojik formasyonumuzda teknolojinin son nimetlerinin de gizli izleri, çizgileri vardır. Bir yanda elimizde kara kalem ile hükmettiğimiz beyaz kağıt üzerine yazdığımız fikirler; diğer yanda klavye ile bilgisayara döktürdüğümüz cümleler. İkisinde de kendimiz yazıyoruz; ancak ikincisindeki teknolojik rehavet, imkanlar, daha az harcanan emek... Bize hep işin kolayını, kestirme yolunu empoze ediyor olmasın?! Şimdi burada teknolojinin nimetleri karşısında nankörlük ettiğimi sanmayın. Mesela şu anda dört bin vuruşluk köşe yazımın neresindeyim, kestirmem mümkün değil. El yazısıyla yazmayı özlemişim ama, yine de lafı toparlamalıyım: Elektrikler kesik olmasaydı aslında yine benzer bir tekno-ideolojik insan halinden söz edecektim. Yazar ve bilgisayar arasındaki ilişkinin bir benzerinden... Televizyondan ve bilhassa elimizden bırakmadığımız uzaktan kumanda cihazından. Ne müthiş bir icat! Elimizde uzaktan kumanda aleti, sanıyoruz ki, muktediriz ve özgürüz. İstediğimiz düğmesine bastığımızda, istediğimiz kanalı seçebiliyoruz. Hoşumuza gitmeyince zaplıyoruz, zıplıyoruz. Oturduğumuz yerden, TV aracılığıyla adeta dünyaya kumanda ediyoruz; sanıyoruz ki kanal değiştirdikçe, dünyayı da değiştirebiliyoruz.

Oysa elimizde uzaktan kumanda aletiyle aslında uzaktan kumanda edilen de bizden başkası değil. TV kanalı değiştirirken, sahip değiştiren bir köleden ne farkımız var? Zırt pırt kanal değiştirebilme hazzını tadıp kendimizi tatmin ederken esir düşen; bilgileniyorum işte derken bilgisizleştirilen birer reyting kurbanıyız. Ya da kurban kurbağalar... Bütün ömrünü kuyunun dibinde geçirip, dünyayı dibinden bakıp da görebildiği kuyunun ağzı kadar sanan kurbağalar misali; oturduğumuz koltuklardan seyrettiğimiz dünyayı karşımızdaki TV kutusunun içindeki kadar, onun gösterdiği kadar tanıyabiliyoruz işte... Üstelik tam da elimizdeki uzaktan kumanda aleti sayesinde uzaktan kumanda ediliyoruz. Çok uzaktan, gökyüzündeki uydulardan. "Gökyüzünde yalnız gezen uydular, yeryüzünde sizin kadar yalnızım" halindeyiz. Milyonlarca insan, birbirimizden sadece uzakta kumanda edildikçe haberdarız; bizi "haber" yaptıkları ölçüde. Uzaktan kumanda cihazı ile dünyayı değiştiremiyoruz, sadece TV kanalizasyonları arasında bir değişiklik yapıyoruz... Neyse, bu yazıyı okuyorsanız, demek ki elektrikler gelmiş ve klavyem kalemime el koymuş, ben de internetten yazımı göndermişim. Mutlaka, elimde uzaktan kumanda cihazı, "haber"leri izliyorumdur; dünyayı sabitleyip kanal "değiştire, değiştire"...

Melih Pekdemir

Dienstag, 3. Mai 2005

“Ilımlı laiklik olmaz mı?”

Başbakan ile Genelkurmay Başkanı arasında ideolojik ayrılık mı, yoksa yaklaşım farklılığı mı var? Ya da dünya görüşleri mi farklı? Aslında dünyayı kendi baktığımız gibi görmüyoruz. Dünyamızı bize dün din gösteriyordu; artık buna ilaveten medya da gösteriyor ve tasvir ediyor. İşte buna dünya görüşü diyorlar.

Medya dediğimiz bir kurumlar toplamıdır; gazetedir, radyodur, televizyondur. Netice itibariyle sahibinin sesidir. Sahibi de sermayedarlar. Ama devlet eliyle sermayedar yaratılan Türkiye'de 150 yıldır tepeden kapitalistleştirme ya da modernleştirme ile, bize tepeden bakanlar, dünyayı nasıl görmemizi de tanzim ediyorlar. Tepeden, yani devlet katından. Medya gibi devlet de bir kurumlar toplamı işte... Peki kurumsallaşmış bürokrasinin içinde en etkilisi hangisi? Evet, lafı nereye getirdiği anladınız. Türkiye'de üniformalı bürokrasi de, din ya da medya (sermaye) gibi, kendisini dünya görüşümüzü tanzim etmekle mükellef sayıyor. Ama onunla ideolojik mücadele pek akla yatkın bir iş değil. Bu ülkede, üniformalılar sivilleri eleştirebilir. Siviller üniformalıları eleştirince 59. madde devreye girer.

Öte yandan biz millet olarak sadece asker olmak isteyen çocuklarımızı değil, galiba "toplum mühendisi" (sosyolog, iktisatçı, siyaset bilimci, psikolog ve dahi cumhurbaşkanı) olmak isteyenleri Harbiye'ye gönderiyoruz. Genelkurmay Başkanı son konuşmasında, bütün bu mesleklerin fevkinde bir değerlendirme yapmamış mıydı? MGK toplantısında da, generaller sosyolojik bir rapor sunmuşlar; bunu da yeni öğrendim.

Milliyet gazetesi yazarları üç beş gün önce Başbakan ile kahvaltı etmişlerdi. Taha Akyol, Başbakan'ın hemen her soruna yaklaşımında "pragmatik akılcılık" sergilediğinin altını çizmişti. Ki bu Amerikan tarzı kapitalist bir zihniyettir. Ayrıca Başbakan, "bir belediye başkanının iç çamaşırlı manken fotoğraflarını sansürlediği" kendisine hatırlatıldığında şöyle cevap vermişti: "Nihat yapmaz öyle şey, kendisi de bornoz sektöründe çalışıyor." Peki siz söyleyin, burada dinin imanı mı, paranın ideolojisi mi söz konusu?

Genelkurmay Başkanı yine son konuşmasında: "Türk-Amerikan ilişkilerinin kötü bir dönemden geçtiği ve ilişkilerde bir kriz yaşandığı şeklindeki değerlendirme ve söylemler gerçekçi değildir" tespitini yapmıştı. Erdoğan da, işgalin ilk günlerinde, 31 Mart 2003'te Wall Street Journal'da aynen şöyle demişti: "Kahraman genç kadın ve erkek Amerikan askerlerinin, olabilecek en az kayıpla evlerine dönmeleri için dua ediyorum." 4 Ocak 2005 tarihinde Abdullah Gül "ABD ile ilişkiler her şeyin üzerindedir" sözüyle tarihe dipnot düşmüştü. Zaten yıllar öncesinde, 4 Eylül 1997 tarihli Zaman gazetesinde Fethullah Gülen bu dipnotun temelini atmıştı: "İnanmış bir insanın Batı karşısında, Amerika'yla entegrasyon karşısında olması katiyyen düşünülemez." IMF, serbest piyasa, ABD ve AB gibi temel memleket meselelerinde pek farklı düşünmeyenler arasında, demek ki, köklü ideolojik ayrılıktan ziyade bir yaklaşım farkından söz edilebilir. (AB'den bugüne dek Genelkurmay Başkanı'nın siyasete müdahalesi konusunda pek bir tepki gelmemiş olması da manidar değil mi?) Sanırım tek anlaşamadıkları konu, şu laiklik tanımı. Bir ortasını bulsalar da biz de rahat etsek. Bu kadar sertliğe ne lüzum var? "Ilımlı İslam" olmuyorsa, mesela "ılımlı laiklik" deseler... Neme lazım, aslında ortalığı karıştıran da zaten sevgili halkımızdan başkası değil. Seçimlerde AKP'yi iktidara getirir ve anketlerde en güvenilir kurumların başında da askeriyeyi sayar. Biz de işte böyle pirincin taşını ayıklarız.

Melih Pekdemir

2.5.2005
melihpekdemir@birgun.net

Freitag, 29. April 2005

Bozkurtlar "töreden partiye"

Gazeteci-Yazar Erbil Tusalp'in yakin tarihimizin yogun bir kesitini ortaya koyarken geçmise ve günümüze damgasini vuran bir siyasi hareketin tarihini anlattigi 'beklenen' kitabi Bozkurtlar "töreden partiye" Donkisot Yayinlari'ndan çikti.

Bozkurtlar "töreden partiye", bugün bogusulan sorunlarin kaynagi olan son 30 yilin toplumsal ve siyasal olaylariyla ilgili bir sentez özelligi tasiyor. Kitap, tek tek olaylara dönük analizlerin sigligini asmaya çalisan bir çaba sergilerken neden-sonuç iliskisini degisik bir üslupla senteze yönelten belgesel bir çalisma niteligi ile dikkat çekiyor. "Sonuç olarak hep birlikte yasadigimizi bir dönemin 400 sayfalik uzun bir hikayesini yazdim" diyor Bozkurtlar "töreden partiye" kitabinin yazari Erbil Tusalp, 'beklenen' çalismasini tamamlamis olmanin huzuruyla ve ekliyor; "Ödenen bunca bedelden sonra insan onuruna yakisan bir hayata ulasmanin belki de tek yolu, dünün ve bugünün gerçeklerine simsiki sarilmaktan, hiçbir zaman unutmamaktan, her zaman animsamaktan geçiyor. Kim ne derse desin belleksiz yasanmiyor!"

Eylem ile söylem farkli olabilir mi?
Kitapta belleklerden silinmek istenen kirli bir tarihin örgüsü sorgulaniyor.Yasakla, yalanla donatilmis bu örgünün kimi ilmiklerinde ideolojisi olan bir siyasi partinin tarihi dokunuyor. Dokumanin gelenegi, örgütü, bakani, milletvekili, militani ve de en önemlisi kan döken can alan eylemleri var. Korku ve kusku ile dokunan bu örgünün, örnegin "faili meçhul bir siyasi cinayet sorusturmasi" ya da "bir trafik kazasi" gibi elde olmayan nedenlerle ilmigi kaçinca, ortaya siyasal karsitlarina karsi sürek avi düzenleyen devletin silahli bir gücünün yasakli tarihi çikiyor. Örgünün soguk savastan esinlenen modeli, silahlari, ruhsatlari, yesilli kirmizili pasaportlari, devlet ve siyaset adamlari, asker ve sivil bürokratlari, polisleri, ajanlari ve kan dökmeye can almaya devam eden yeraltinin karanlik adamlari var.

Bu kitap kisaca o cephede degisen hiçbir sey olmadigini ama, bize degisti diye dayatilmasinin nedenlerini sorguluyor. Kitapta büyük bir dayatmayla belleklere kazinan bu tarih ezberini bozmak için salt ideoloji degil, eylem de sorgulaniyor. Bir baska deyisle eylemi büyük bir özenle söylemden ayri tutanlari aynaya baktirmayi amaçliyor.

Sorularda gizlenen yanitlar
Erbil Tusalp'in irkçiligin ve milliyetçiligin siddetin ayrilmaz bir parçasi oldugunu bir kez daha animsatmak amaciyla yazdigi bu kitapta, simdiye dek yanitlanmayan bir çok sorunun karsiligi var.

Saatler süren röportaj sirasinda sorularini siralayan Erbil Tusalp, "iktidardaki MHP'nin nasil degisip/dönüstügü konusu elbette arastirilip sorusturulmaliydi. Sorun siyaset bilimcilerinin, toplum bilimcilerinin, devlet ve siyaset adamlarinin ilgi alanina girmeliydi.Sorular sorulmaliydi, sorulmadi/sorulamadi. Yanitlar aranmaliydi,aranmadi/ aranamadi. Ama her sey bitmedi. Kimbilir belki de her sey yeni basliyor. Hersey herkesin gözü önünde yasandi, herkes her seyi biliyor..."

Bozkurtlar "töreden partiye" neden yazildi?
Donkisot Yayinlari'ndan çikan Bozkurtlar "töreden partiye" kitabi ile ilgili olarak gazeteci-yazar Tusalp, "binlerce/onbinlerce soru üretmek, binlerce/onbinlerce soru sormak için geç kalinmis degil" diyor ve bir tek soru ve bu bir tek sorunun yanitinin çok önemli olduguna isaret ediyor:

"Ne yönde degisirse degissin, ne ölçüde dönüsürse dönüssün en küçügünden en büyügüne kadar MHP'li ülkücülerin, Susurluk çetesi içindeki konumlari mutlak sorgulanmali. Ülkücüler çetenin neresinde? sorusu mutlaka sorulmali, sorunun yaniti mutlaka aranmali. Perde aralanmali, hiç kimsenin kendi geçmisini satin alacak kadar zengin olmadigi gerçegi bir kez daha anlasilmali. Maskeler düsürülmeli hiç bir kurumun kendi tarihini istedigi gibi yazacak kadar özgür olmadigi gerçegi bir kez daha anlatilmali. Örtü kaldirilmali, bugün yönetimde olanlarin, gözyasi ve kanla yazilan yakin geçmisin suç ortaklari oldugu kavranmali. Irkçiligin ve milliyetçiligin siddetin ayrilmaz bir parçasi oldugunu ögrenmek için yeni bedeller ödenmemeli. Bu kitap bunun için yazildi..."

Bozkurtlar "töreden partiye", yayinlanan kitaplari kadar ayinlanmayi bekleyen çalismalari ile taninan Erbil Tusalp'in 20. eseri...

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren