Melih Pekdemir
Genelkurmay Başkanı 20 Nisan günü çok önemli bir konuşma yaptı. Bunu sadece gazete haberi olarak okuduysanız, sanmam ki anlamlı sonuçlar çıkarmış olasınız. Zaten sol cenahtan da hiçbir anlamlı tepki gelmedi. Öyleyse, önce iğneyi kendimize batıralım. Birgün gazetesi haber ve yorumlarıyla adeta bu konuşmayı teğet geçti. DİSK, KESK gibi sendikalar, sivil toplum kuruluşları pek bir yorum yapmadılar. Aralarında ÖDP'nin de bulunduğu sol partiler bu gelişmeden haberleri yokmuş gibi davrandılar. Şaşkın haldeyim, anlayacağınız. Söyleyecek sözüm çok ama, bana ayrılan yerde sadece şunları yazabileceğim:
Televizyonlardan naklen yayınlanan bu konuşma, adeta Batı Çalışma Grubu raporu mahiyetindeydi. Ermenistan, Yunanistan, Kıbrıs, irtica, Kürt sorunu, ABD ve AB ile ilişkilerden tutun "ülkenin iç gündemini oluşturan" ("Size Anne Diyebilir miyim?" programları dahil!) çeşitli konulara değinilmişti. Genelkurmay Başkanı, "Ulusalcılar"ı hayal kırıklığına uğratan bir yaklaşımla "ılımlı İslam" itirazı dışında ABD politikaları doğrultusunda bir tercih beyanında bulunuyordu. Türk-Amerikan ilişkilerinin kötü bir dönemden geçtiği şeklindeki değerlendirmelerin yanlış olduğunun altını çizmesinden sonra, tam da ABD'nin istediği şekilde, İran'ın nükleer çalışmalarından duyulan kaygıları dile getiriyor, Afganistan'ın NATO için nasıl bir prestij meselesi olduğundan söz ediyordu. Serde münafıklık var ya, kendi payıma küreselleşme vb. konularını okurken, terminolojide bir tercüme kokusu almadım desem yalan olur. Mesela Filistin analizinin yapıldığı bölümde Mısır'daki Şarm el Şeyh kentinin neden İngilizce "Sharm El Sheikh" diye yazıldığını anlayamadım! "AB perspektifi" başlığında da, Kürt meselesindeki malum endişelerin ardından, bir nevi "havetçi" bir tercih mi sergilenmekteydi?! "Burada 'evet' veya 'hayır' demenin sadece AB'nin hakkı, hukuku olmadığını, Türkiye'nin de sonuçta 'evet' ya da 'hayır' diyeceğinin bilinmesini istiyorum," diyen Hilmi Özkök şunu da vurguluyordu: "Doğru olan ve arzu ettiğimiz, başımız dik ve gönlümüz rahat olarak AB'ye tam üye olmaktır." ABD ile ilişkilerin güçlü şekilde sürdürülmesi ve AB'ye tam üye olunması yönünde bu şekilde görüş beyan eden Özkök, Türkiye'nin "bölgesel bir aktör" olması arzusunu da yinelemekteydi. Bu arzu, Genelkurmay'ın, 28 Şubat sürecinden beri ileri sürdüğü, ancak 2001 krizi nedeniyle bir süredir geri çekmiş göründüğü stratejilerine dayanıyordu. Hatırlarsınız, sol cenahta bu değerlendirme "Türkiye alt emperyalist bir ülke mi olacak?" şeklinde tartışılmıştı.
TSK'nin vizyonu ve misyonuyla ilgili bölümde ise "ülkenin bütünlüğüne, ulusal birliğine ve rejimin devamlılığına yönelik tehditlere karşı gerekli tedbirlerin alınması"ndan söz edilince, akla ister istemez şu meşhur iç hizmetler kanununun bilmem kaçıncı maddesi geliveriyordu. Demirel'in geçenlerdeki "Derin devlet, askerdir" vecizesine cevaben, Özkök'ün "devlete çeşitli sıfatlar eklemenin" bir münasebetsizlik olduğu şeklindeki uyarısına da, belki "asker yolu beklerim vay benim emeklerim" türküsü eşlik edebilirdi. Bu uyarının ardından sıra, demokratikleşmeye kanıt olarak gösterilen; yani "Psikolojik Harekat" bölümünün kapatılıp yerine "Bilgi Destek Harekatı" birimi kurulmuş olması şeklindeki bir izlenimin tekzibine gelmişti: "Yapılan isim değişikliğidir. Bu birimin icra ettiği görevlerde ve teşkilatında her hangi bir etkisizleştirici değişiklik yapılmamıştır."
Ezcümle, askeri cenahtan gelen ses şöyleydi: "Biz, biz... toplum mühendisleriyiz. İç dinamik biziz... Siyasi alana da müdahale ederiz." Lakin hükümet bu konuşmayı "aklı selim ve olgun" bulduğunu ilan etmiş, CHP de destek vermişti. Hepsi bu kadar. Türkiye'deki genel teamül geçerli sayılmıştı: Asker konuşunca, siyasetçiler susmalı ya da destek vermelidir. Hatırlayın, 12 Mart muhtırası da başlangıçta kimse muhatap olmayınca ortada kalmamış mıydı? 12 Eylül'den önce, Aralık 1979'da komutanların cumhurbaşkanına verdiği mektup da adresini bulamamıştı... diye devam edecektim ama... edemiyorum; çünkü sütunun sonuna geldim.
Öyleyse; son sözüm ve tavsiyem şudur ki, sol partilerimiz, sendikalarımız ve başta Birgün gazetesini çıkaran arkadaşlarımız olmak üzere köşe yazarlarımız, bu 45 sayfalık konuşmanın tam metnini TSK web sitesinden bir kez daha okusunlar ve şapkalarını önlerine koyup bir düşünsünler... Ankara'da bir zelzele var ama... Bu öncü müdür, artçı mıdır hele bir karar versinler.
Melih Pekdemir
arasorbul - 27. Apr, 11:49
Baykal, "vatandaşlar tepkilerini bir bayrak yakma girişimi dolayısıyla ortaya koyunca Türkiye'de kıyamet kopuyor" şeklinde konuştu. Ve Bahçeli, "Bu ülkeyle ilgili kaygılarımız için, BİR GÜN SİLAHI ELİMİZE ALMAMIZ GEREKİRSE, bunun şartlarını gördüğümüzde yaparız" dedi. Ve Ülkü Ocakları Konya şubesinde silahlar, işkence aletleri ele geçirildi...
İşte böyleyken böyle...
Ve dört gün önce bir seneyi devreden Birgün ("BİR GÜN SİLAHI ELİMİZE ALMAMIZ GEREKİRSE" demişti Bahçeli, unutmadım) gazetesi de can havliyle çığlık atmasaydı: "Her yer karanlık pür-nur o mevki"de olacaktı. Çığlığına ise sadece ve sadece 15 bin okuru cevap verdi. "Rüya değil bu ayniyle vaki." Ne yapacağız şimdi? Bilmiyorum. Bu yüzden belki yine kendimden alıntı yapıyorum; karnımdan konuşuyorum ve kendimi tekrarlıyorum: Bilmek ya da bilmemek; işte bütün çözüm. Karanlığı yazmak, karanlığı bilmek, karanlığı çözmek... Karanlığı terki diyar edip pür-nur o mevkide olmak? Ne zormuş olmak; olmamak hep kolaymış... Oysa bütün mesele olmakmış... Olduk da... peki niye böööyle 15 binde çakılıp kaldık? ("BİR GÜN SİLAHI ELİMİZE ALMAMIZ GEREKİRSE" demişti Bahçeli, unutmadım.) Sebebimiz, içinde yaşadığımız toplum. Toplum ise, işte, bizim de bir sonucumuz...
Malum gerekçelerle devre dışı kaldık. Ne yaptık? Devre arasında düşler kurduk, düşler bozduk... Düşlerimizde düşünceler keşfettik. Dertlerimize çareler bulduk. Ve teorik sorunlarımıza pratik çözümler. Ve pratik sorunlarımıza teorik çözümlemeler... İdeolojik açmazlarımıza politik anahtarlar uydurduk. Kimi zaman baktık ki, apolitik kilitleri ancak reel politik maymuncuklar açıyor. Utandık. Vazgeçtik. Bilmek istedik. İmdat dedik. Bilim imdadımıza gelse diye geveledik.. Hatırladık: Ütopik gerçek (soyut arzu) sahicidir; özgürlüktür, eşitliktir, kardeşliktir. Sahici gerçek (somut arzu) sadece sahicidir ve... Gayri insani midir? Sadece para mıdır, araba mıdır, ev midir, vesaire midir? İnsanlar bunun için mi dine ve milliyetçiliğe sığınıyor? Sahici gerçek kadar sahici ve korkunç olandan azat olmak uğruna, "cehennem ütopyası"na ve "kızıl elma"ya bile inanmak istiyor? Öyleyse, gerisi boş laf. Gerisi palavra...
İçerimiz sıcak, dışarımız soğuk iken; bilinmeli ki, buğuluyuzdur. İlk sözümüz, her daim buğuludur, pusludur. Belki de bu yüzdendir kolay okunamayışımız, anlaşılamayışımız. Bilirim. Sebebi ideolojiktir. İçerimiz kirlenmişse, yine bilirim, baktığımızda kirli görürüz dış dünyayı... Dünya dünya maliki dünyayı; "kirli misin temiz misin" diye sual ettiğimiz şu kavanoz dipli dünyayı...
(Bütün mesele nerede, peki siz biliyor musunuz? Artık MERAK etmiyorsunuz! Oysa solculuk merak etmektir. Oysa eskiden merak ederdiniz; mesela Demirel "üs yok tesis var" deyince merak ederdiniz, gerçeği bulurdunuz ve onun doğru söylemediğini halka anlatırdınız. Şimdi mesela, Orhan Pamuk niye böyle demiş diye merak etmiyorsunuz. Orhan Pamuk'a kestirmeden itiraz edince, kendinizi "basmakalıp solculuk" - "madem Orhan Pamuk solcudur, onu desteklemeliyiz" formatı- karşısında "aykırı" hissedip belki haz duyuyorsunuz... Aykırı olunca muhalif olarak kaldığınızı zannediyorsunuz... Yanılıyorsunuz sevgili kardeşlerim, yanılıyorsunuz! Halkın değerlerine ters düşmemek mazeretiyle, solculuğun ve de insan olabilmenin temel değerlerine ters düşebilmenin "aykırılık, muhaliflik" olduğuna dahi inanabiliyorsunuz.
Halk ile ortak "biz" zamirini kullanabilmek uğruna bu öznenin içine bütün herkesi katmaktan çekinmiyor; Baykallar, Bahçeliler, Özkökler ile benzer cümleleri oluşturuyorsunuz. Oysa solculuk, eşitlik ve özgürlük isteyen herkesle beraber olabilmek için, herkesten önce aykırı ve isyankar olabilmek değil midir? Bunu, unutuyorsunuz! Bugün merak etme güdüsünü yitiren solcular arasında da sıradan bir şekilde, günlük hayatta, milliyetçilik borusu ötüyor işte. Solcu olduğunuzu size hep başkasının mı hatırlatması gerekiyor; mesela şimdi Bahçeli'nin?
Şu ülkede bir insanın solcu kalabilmesi için demek ki sağlam hafızaya sahip olması gerekiyor. Bahçeli önce "Bir gün elimize silah almamız gerekirse" demişti; ve hemen ardından da "Sokakta ülkücü istemiyorum" sözleri manşete çekildi. Şimdi eski solcular, hatırlayın bakalım; faşizmin iki temel özelliği neydi? Terör ve demagoji!)
"Derdin nedir senin be kardeşim!" mi diyorsunuz? Söyleyeyim: Yazdıklarımız, mesela aha tam da işte burada, yazarının yazdığı bir köşe yazısı olmaktan çıkabilse... Okuyucunun içinden okuduğu ve bir iç konuşma haline getirebildiği, bizzat şahsına ait bir anlatı olabilse... Zira yazarın ne anlattığı, yazdığı zaman tüketmiştir anlamını; okuyucunun yazılanı okuduğu zaman ne anladığı, keşke, yeniden üretebilse sessizce haykırılan çığlığı besleyen fikrin anlamını; "fikrimizin ince gülünün" encamını... Keşke...
Melih Pekdemir
19.4.2005
arasorbul - 21. Apr, 11:52
Wall Street Journal adlı Amerikan gazetesinde 26 Ağustos 1983 tarihinde yer alan bir makalede, şöyle deniyordu:
"Amerikan diplomasisinin Türk generallerinden bilmelerini kesinlikle istedikleri nokta şudur: Toplumda bir gerginlik yaratmadan, seçimlerde Özal'ın partisinin kazanması, demokrasiye erken dönüş için esen bir ümit rüzgarıdır."
İşbaşındaki cunta şaşırmıştı. Kendileri adına iktidara gelmesi için MDP'ni kurdurmuşlardı 6 Kasım seçimlerinden önce; hatta Özal'ı veto ederek seçimlere girmesini engellemeyi bile konuşmaktaydılar.
Oysa ABD yönetimi alenen Özal'ı istemekle yetinmeyip bir de tehdit etmekteydi. Nitekim gazetede çıkan bu yazı Washington'dan teleksle Ankara'daki ABD Büyükelçiliği'ne iletilmiş ve "ilgililerin dikkatine" sunulmuştu. Aynı anda TC Washington Büyükelçiliği bu yazıyı çevirerek Dışişleri Bakanlığı'na göndermişti.
Telekste önemli bir not düşülmüştü: "Gönderdiğimiz yazı tümüyle Amerikan yönetiminin görüşünü yansıtmaktadır, bu nedenle de yetkililerin mutlaka dikkatine sunulması istenmektedir." (Y. Doğan, Dar Sokakta Siyaset, s. 16)
Hikayenin devamını biliyorsunuz. Ama "konusunu" unutanlar için aynı Wall Street Journal gazetesi 22 yıl sonra, 16 Şubat 2005 tarihinde bir makale daha yayınlandı. Birgün'de de manşetten verildi.
Türkiye'de gelişen Amerikan karşıtlığından dolayı hükümeti ve medyayı sorumlu tutan, ABD olmasa Türkiye'nin ne hallere düşeceğini sıralayan Robert L. Pollock imzalı bu makale şöyle bitiyordu: "Türkiye kolayca ikinci sınıf ülkelerin safında yerini alabilir: Dar kafalı, paranoyak, marjinal ve (tam da bu yüzden) Amerika'yla dostluğu bitmiş, Avrupa'da ise sevilmeyen bir ülke." Pollock'un ne dediği aşikar: Madem bu ülkenin muhalefetinde iş yok iktidarında da, İslamcısında da iş yok, laik olanında da; biz de derhal tenzili rütbede bulunuruz!
22 yıl önceki telekslerin benzerlerinin çekilip çekilmediğini henüz bilmiyoruz. Doğrusu son günlerde en illet olduğum hadise, ABD aleyhine yapılan her yorumun, derhal "komplo teorisi" şeklinde yaftalanması... Yani olup biteni algılamak için illa tarihe mal olması, aradan 22 yıl filan geçmesi mi gerekecek?
Kuşkusuz bu makalenin ardından ABD Türkiye'ye bir savaş açmayacak; ama bir niyet beyanı var! Asap bozucu değil mi? Türkiye'de yaşayıp da bunu okuyan birinin psikolojisi bozulmaz mı? Yani ABD'nin yürüttüğü psikolojik savaşa da mı itiraz etmeyelim?
CIA'nin ortalığa para saçmasından; Amerikalı yöneticilerin siyaseti dizayn etmeye soyunmalarından söz edince paranoyak oluyormuşuz.
Bizim kimi köşe yazarlarının "hadi canım o kadar da olur mu!" dedikleri türden şeyler bal gibi oluyor işte. Amerikalı gazeteci Bob Woodward'un yazdıklarından önceki haftalarda çeşitli kereler söz etmiştim. Adamlar birkaç Taliban komutanını satın almak için bile para döküyorlar; senin ana muhalefet partine müdahale etmeye elbet can atarlar.
ABD'nin İran ve Suriye ile dalaştığı sırada bu tür üslupta bir makalenin yayınlanması "tesadüf". Erken seçim konuşulmaya başlamışken,
Amerika'da istirahat eden Fethullah Hoca'nın destek verdiği Erkan Mumcu "tesadüfen" istifa etti. Bakın işte, buraya yazıyorum, Erkan Mumcu önümüzdeki dönemde "tesadüfen" Amerika'ya bir seyahat de yapacak. Bizim yine psikolojimiz bozulacak ve paranoyak olacağız!
Hakikaten tam bir psikolojik harp ağzıyla konuşuyorlar. Hayır, kastettiğim, "Amerikan kamuoyunun paranoyak, dar kafalı Türklere karşı hazırlanmakta olduğu; yarın öbür gün Amerikan vatandaşlarından, herhangi bir yeni cezalandırma girişimine de hak vermelerinin istenmesi" filan değil. Açık açık, Türkiye'yi yönetenlere "ayağınızı denk alın" diyorlar, bu kadar basit. Ve bunu ilk kez söylemiş olmuyorlar ki.
Aslında Pollock'un makalesinde yazılanlardan ziyade yazılmayan bir husus çok önemliydi. Buna da mim koyan Haluk Şahin oldu: "Bu gibi yazılarda her zaman sözü edilen askerlerden tek cümleyle bile bahis yoktu!"
Paranoyak olmayalım da ne halt edelim?
melihpekdemir@birgun.net
18 21/02/05
arasorbul - 21. Feb, 12:03
denk düştü, yazıyorum işte... "Size anne diyebilir miyim?" adıyla bir TV programı var. "Valla ben hiç seyretmedim, böyle şeyleri hazzetmem" diyenlerin, elbette saymadım atıyorum ama, en az yüzde doksanı yalan söylüyordur.
Efendim, program baştan aşağıya rezalet. Seyredenlerin yüzde doksanı da zaten böyle düşünüyordur.
Program, tek bir formata bağlı değil; aslında bir hisseli hıyarlıklar kumpanyası. Katılımcılardaki para ve sevgi karşıtlığını sürekli kışkırtan bir ana format, her seferinde daha izansız ve insafsız yörüngelere oturuyor. En son, damat adayları tek tek kapalı bir odaya alınıp sorgulanmaktaydı.
Soru şöyle: Kızlardan biri mi yoksa torba içindeki yüz altın mı? Aşk mı para mı? Yani ahlaksız teklif! Yüz altın teklifine hayır diyene, sunucu, "peki ya iki yüz altın?" diye haraç mezat ısrar ediyor. Cevap yine hayır, yani aşk! Ama sunucu henüz bir milyon altın teklif etmedi ki!
Her biri, "Maddiyatın ne önemi var, mühim olan aşkımız" filan derken, kocaman kocaman yalanlar söylüyor. Ekran başındaki herkes, bunların bu yarışmaya aşk meşk için değil para kazanmak, şan şöhret sahibi olmak için katıldığını bilmiyor mu? Yani yalan söylediklerini... İzleyenlerin büyük bir kısmı da huşu içinde yalana ortak olmuyor mu?
Dikkatinizi çekerim, bu televizyon kumpanyasının müptelasının çoğunluğu, hani şu alın teri döken, emekçi, cefakar sıradan ve sahici insanlarımızdır. Sosyolojik bakımdan "halkı" teşkil eden malzeme budur.
Oysa, Karacaoğlan'ı filan unutsa bile, aşk, kara sevda üzerine hissiyatını arabesk tarzda ifade ettiğinde dahi, "istemem ayrılık boynumu büksün, istemem aşkıma leke sürülsün" demeyi genetik olarak becerebilen bu toplum, şimdi mutasyona mı uğruyor?
Kumpanyanın eskiden yayınlanan bölümlerinde gelin damat adayları, sevgilerini tarif etmek için "ondan elektrik aldım" derlerdi. Bunu o kadar tekrarladılar ki, cılkı çıktı ve şimdi koro halinde "onun gözlerinden ışık aldım" demeye başladılar.
Valla burada komplo teorisi yapmıyorum ve tabii ki şaka yapıyorum ama, elektrik ve ışık deyince sizin aklınıza ne geliyor? Elbette ampul! Yani AKP... Çünkü ne oluyor biliyor musunuz? İnsanların çoğu bu programı hakıra tüküre seyrederken, reyting rekorları kırdırıyorlar. Reyting aldıkça program daha kalıcı hale geliyor; ya da benzeri "farklı" programlara gebe kalıyor.. Ve aynı insanlar, evet aynı insanlar, "gördünüz işte, bu ne biçim bir ahlaksızlıktır, bu ne korkunç çürümedir, bütün bunların sebebi maneviyat yoksunluğudur," deyip camilere doluşuyor ve manevi değerlere önem verdiğine inandıkları AKP'ye oy veriyorlar...
"Size anne diyebilir miyim?" gibi kumpanyalar sayesinde AKP oylarını artırıyor!
Toplum ahlaksızlaştırıldıkça AKP güçleniyor. Büyük çoğunluğu Müslüman olan toplum, Hıristiyan tarzıyla "günah çıkartıyor"; ama asla tövbekar olmuyor. Olsaydı, AKP oylarındaki ve bu program reytinglerindeki artış sürmezdi. En fazla yolsuzluk yapanların, hayır derneklerine bağış vermekte yarışması gibi, kolektif bir kendini arındırma haleti ruhiyesinde yaşamaktayız. Başımıza taş yağmıyor ama AKP'ye oy yağıyor. Eminim, başlıktaki soruyu aslında AKP yöneticileri münafıkça sorup duruyordur: Size seçmenim diyebilir miyim?
Solculuk zenaatinde, dışarıdan bilinç taşıyarak halkı bilinçlendirmek kolay olmuyor, işe yaramıyor, taşıma suyla değirmen dönmüyor; bu, tamam da... Lakin dışarıdan bilinçsizleştirme hiç zor değil. İnsanları hipnotize eden Televizyon Dini, dışarıdan bilinçsizlik taşıyor; hayır, belki de "İÇERİDEN" bilinçsizlik taşıyordur.
Televizyon evin içindeki şuursuz bir kutu; yani ev halinin bir parçası; çoğu insanın kaynanasının benzeri bir Semra'nım ise ev ahalisinin bir mensubu. Kale içten fethedilmiş. Daha ne olsun?
"Varsın yarin yanağı herkesin olsun, yeter ki her şey ve her yer BENİM için olsun" diyen bir sevgisizlik kültürüne karşı, hala "yarin yanağından gayri her şeyde her yerde hep beraber diyebilmek için" sözüyle direnen sevgililerin günü ise mutlaka kutlu olsun.
melihpekdemir@birgun.net
arasorbul - 14. Feb, 13:57
Geçen hafta, Yeni Şafak gazetesinde Fehmi Koru, ÖDP Genel Başkan Yardımcısı Alper Taş'ın kongre konuşması vesilesiyle "Sol, Marksizm'den uzaklaştıkça dine ve dindarlara yaklaşabilmiştir" diye yazdı.
Oysa Marksist olduğunu bildiğim Alper Taş'ın "namaz kılanlar da partiye gelmeli" şeklindeki sözleri hem kendi politik duruşu hem de ÖDP kimliğiyle tamamen tutarlıdır. Cemevine giden bu partiye üye oluyor da, camiye giden olmuyor mu? Elbette oluyor.
Sağcılar hep solcuların dine imana düşman olduğunu söyler; aslında solcuların bir kısmı da, din sorununu hep Marx'ın "din bir afyondur" aforizmasını ezberden tekrarlayıp hallettiklerine inanmışlar ve dinsel akideleri kendilerine rakip olarak görmüşlerdir.
Neden?
Çünkü kitleler din afyonuyla uyutulurmuş ve kolayca sömürülürmüş! Oysa Marx bu benzetmesini yaptığında, yaşadığı çağda, afyon bir ilaç olarak kullanılmaktadır. Yani hastaların acısını dindiren bir ilaç; ve bu bakımdan basitçe bir ihtiyacın karşılanmasıdır.
İkincisi felsefi materyalizme bağlı solcuların sanki manevi değerlerden uzak durduğu ve maddiyatçı olduğu sanılır. Bu da çok saçma bir düşüncedir. Solcu olabilmek için her şeyden önce vicdan sahibi olmak lazımdır. Adalet, özgürlük, eşitlik, hakkaniyet... bütün bunlar vicdan sahibi insanların savunduğu manevi değerler değil midir? Marksist materyalizm ise tam da bu değerleri yücelten bir dünya görüşüdür.
Asıl sorun demek ki ahlaki değerlerin özünü oluşturan; "hırsızlık yapma, yetimin malına dokunma, tartıda adaletli ol, çocuklara şefkatli davran" diyen bir inanç sistemini (ki bu islamiyet, hıristiyanlık, budizm ya da ateizm olabilir) benimsemiş insanlarla nasıl beraber olunabileceği sorunudur.
Aksi halde; Kuran'ı istediğin kadar hatmetmiş ol, ama IMF ile yetimin hakkına el atıyorsan, kapitalizm adına hırsızlığa göz yumuyorsan, serbest piyasa diye fukaranın alın terini gasp ediyorsan, hükümette olsan da Hizbullahçı bir muhalif olsan da, aslında "mazlumun inandığı" dine de düşmansındır, sosyalizme de... Çünkü zalimin tarafındasındır. Emekçiye düşman olan nasıl "sahici dindar" olsun ki?
Alper Taş da elbette tek çözümü dindar olmakta, dinde göstermemişti. Bu dünyanın sorunları bu dünyaya dair ideolojilerle çözülür; ve bilim ile, aşk ile devrim ile.. Ama toplumun çoğunluğu dinin bir ihtiyaç olduğuna inanıyorsa, toplumsal bir dava peşinde olanlar, birbirlerinin dilini ve dinini ve bu arada dinsizliğine rağmen niyetini anlamak ve anlatmak zorunda değil midir?
Dinin acıyı azaltıcı etkisi, halihazırda Türkiye'deki milyonlarca insana tutunacak dal oluyor; şimdi bu dalı hoyrat bir şekilde neden kıralım ki? Yani daha fazla mı perişan olsunlar! Bunu elbette hiçbir solcu istemez. Peki kim ister? En başta dini imanı para olan kapitalistler ve dini siyasete alet edenler; yani siyasi İslamcılar.
Bu nedenle aklı başında her sol örgütlenme, şeriatçılarla, köktendinci örgütlenmelerle arasına bir duvar çekmektedir.
İnsani boyutta ise her ilaç gibi dinden de aşırı dozda faydalanmaya kalkışınca; bu haleti ruhiyenin yan etkisiyle elbet hayatın dışına atılırsınız. Bu dünyanın çözümlerinden kaçarsanız, daha ölmeden "öbür dünya" cehenneminde şimdiden yaşatılırsınız.
Oysa kendi halinde dindar emekçiler; hakkaniyet, adalet, eşitlik gibi manevi değerleri solcu bir platformda bu dünyanın kavgası olarak sürdürme imkanlarına sahiptirler.
"Benim anneannem de başörtüsü takardı" riyakarlığının ötesinde, solculuk hakikaten en rahat, önyargısız şekilde "Allah korkusu" yani vicdan sahibi insanlarla da birlikte olabilmektir.
Çünkü asıl korkulması gereken hiçbir şeyden korkmayan insanlardır; yani kendisine dindar deyip sömürmekten, yetimin hakkını yemekten geri kalmayanlar. Ama "Allah korkusuyla" da olsa bu tür zalimliklerin uzağında duranlar, solcuların yakınında olanlardır.
Müslüman mahallesinde solculuk yapmak ise; mazlumların manevi inançlarında da keşfedilecek ortak payda ve konuşulacak ortak dilden hareket edip dünyevi bir mücadelede başka bir hayat peşinde koşmaktır.
melihpekdemir@birgun.net
arasorbul - 7. Feb, 20:53
Şu memlekette çok çok eskiden solcu denilince, komünist denilince akla ne gelirdi? Kasket! Evet, bir tek "kasket" kelimesi ile halka solculuğun ne melanet bir şey olduğu anlatılırdı. "Bu komünistler namussuzdur, karılarını arkadaşlarına peşkeş çekerler, mesela eve geldiğinde kapıda arkadaşının kasketini asılı görürse içeri girmez, karısını arkadaşına bırakır" derlerdi. Ve halkımız da buna inanırdı.
Ardından köprünün altından çok sular aktı... Özellikle yetmişli yıllardan sonra solculuğun böyle bir şey olmadığını sevgili halkımız kendi öz deneyimiyle bir ölçüde kavradı. Derken efendim, köprünün altından akan sular bu kez köprüleri aştı. Yani halk ile solcular arasında kurulan köprüler de yıkıldı. 12 Eylül filan oldu, duvar çöktü, süt taştı, kuş uçtu... Derken... Bir de baktık... Yıllardır solculara Amerika kışkırtmasıyla "ahlaksız dinsiz imansız" diyen, "Kanlı Pazar"larda kıtır kıtır komünist kesen İslamcı kesimler, solcuların argümanlarına sahip çıkmış, Fatsa'yı model göstererek önce yerel seçimlerde oy toplamaya girişmiş; sonra yoksuldan, mazlumdan yana bir söylem tutturmuş; kara kafalıların desteğini alıvermiş...
Sorum şu ki, sadece bu memlekette değil şu gezegende de solcuların yapması gerekenleri acep artık İslamcılar mı yapıyor? "Sümme haşa!" Peki ne oldu solculuğa, ideolojisine? Siyasi İslamcılar hafızlığı bırakıp yaratıcılığa soyunurken solcular hepten hafız mı kesildi?
Geçenlerde "demokratik devrim tepeden ve dışarıdan bir şekilde tamamlandı" dedim, sağdan soldan olmadık laflar işittim. Yahu biz hala ezberimiz bozulmasın mı istiyoruz? İnternette "Özgürlükçü Sol" diye bir link var; burada Önder Kurt adında bir arkadaş yazıp duruyor; sol cenahtan şeytanın avukatlığını üstlenmiş. Ha bire ezber bozuyor. Söylediklerinin pek çoğunu, bana göre (çözüm için post Marksizm ve post anarşizm tezlerinden medet umduğundan) ifrata vardırarak abesleştiriyor ama, sordukları sorular da yabana atılası değil. Hatta laf aramızda, bir kısmını ben de yıllardır utana sıkıla, acep yanlış anlaşılır mıyım korkusuyla, kem küm edip söylemeye çalışıyorum. Şöyle:
Solun gündelik hayattaki varoluş tarzı nasıldır? İslamcılar'ın nasıldır? Sendikalar etkisiz.
Sol partiler öyle. Peki solcuların kendini ifade edebileceği kamusal alana ne oldu? Özelleştirildi! Kamusal alanda ve her toplumsal alanda tarikatlar bu nedenle mi etkili?! Sol dağınık... Sol örgütsüz... Tamam da, en sıkı örgüte bile sahip olsa, bu zihniyetle, bu kafa yapısıyla ve bu "varoluş tarzıyla" farklı bir sonuç elde edilebilir mi? Hem de yüzyıllardır hüküm süren Müslüman kültürünün şimdi kalkıp bir de solun cephaneliğine el koyduğu bir ülkede, anladık, AKP "tersten takiyye" yapmış ve iktidar olmuş. Peki ama Felluce'dekiler de takiyye yapmıyor ki; direniyorlar! Çünkü zulme karşı direnmek için solcu olmak gerekmiyor. Ama zulme karşı direnenler, tanım gereği, elbette iyi insan sayılıyorlar. Burada yanlış olan nedir, doğru olan ne?
SOLCULUK VE YABANCILAŞMA
Sol cenah, oldum olası, savunuculuğunu yüklendiği emekçilere "doğru"nun ne olduğunu göstermekle kendini yükümlü kılmıştır. Oysa mesela, siyasi İslamcılar, neyin doğru olduğuna inanıyorsa, bunu önce hayat tarzı haline getiriyor ve "yoksullara" bu hayat tarzını tebliğ ediyor. Yani biz de Önder Kurt'un tabiriyle "yoksulları", onlara önerdiğimiz bir hayat tarzını "paylaşmaya" davet etsek, daha doğru olmaz mı? Elbet, önce paylaşılacak türden bir "kendi" hayatımızın olması lazım ve üstelik buna da imrenilmesi lazım. Aksi halde, yani paylaşmanın, dayanışmanın olmadığı bir halde, solcuların "dışarıdan" seslendiği yoksullar, mazlumlar kendilerini sürekli "yardıma muhtaç olma" pozisyonunda hissedecekler. Solculuk ve halkımız arasındaki eşitsiz ilişki ve yabancılaşma ise sürgit devam edecek.
Yine Önder Kurt'un dediği üzere, solcuların "part-time" dayanışmasına rağmen, yani mahalleye "dışarıdan" gelenlerin siyasi faaliyetlerinin ötesinde her zaman "full-time" bir gerçek mahalle yaşantısı var olacak. Mahalledeki yoksullar da, solculuk yapmak için dışarıdan gelenler indinde, kendilerinin her zaman "yardıma muhtaç" insan olduklarına inanacaklar ve bu da solculara karşı kaçınılmaz olarak, yine Kurt'un isabetli deyimiyle, bir "bilinç dışı hınç" yaratacak. "Neden İslami-milliyetçi-etnik akımlar her zaman gecekondularda çok daha etkindir? Çünkü onlar gecekonduların arasındalar, camilerde, mahalle kahvehanelerindeler. İdeolojik bir davanın yaşayarak neferi oluyorlar." Onlar solcular gibi, "dışarıdan bilinç taşıma" peşinde değiller ki. Eldeki bilinci (bilinçsizliği!) yeniden üretiyorlar, ya da "tebliğ" ediyorlar; hepsi bu.
Bu haftalık, sözü şöyle bağlayayım: Kendi tahlillerimizin "bilimsel" açıdan isabetli olması, biz solculardan başkasını ilgilendirmeyebilir. İlgili kimselere, yani halkımıza "dışarıdan bilinç" taşıma misyonunda ısrar ettikçe, tek ortak yanımız halkımız ile birlikte sorduğumuz tek orta soru olur: Ne olacak bu memleketin hali?
Melih Pekdemir 28/11/04
arasorbul - 23. Dez, 18:28
Bugüne dek hep sol halkın fotoğrafını çekti. Sınıf tahlilleri yaptı; "küçük burjuvazi şudur, proletarya budur" dedi. Bu arada sol elbette kendi fotoğrafını da çekti. Kendi dışındaki solu kıyasıya eleştirdi, ara sıra özeleştiri yaptı. Bu özeleştirilerin en anlamlısı "kendi iç sorunlarımızla, tartışmalarımızla boğulmayalım, yüzümüzü halka dönelim" şeklinde olanı. Peki sol yüzünü halka dönünce ne olacak? Bu kez halk solun yüzünü görecek, yani onun fotoğrafını çekme imkanına sahip olacak! Halkın kadrajından görünen solculuk pek yakışıklı ya da güzel olmasa gerek.
Eskiden, yani 1970'li yıllarda, kahveye bir solcu geldiğinde, hemen herkes onun masasının etrafında toplanırdı... "Akıllı adamdır, memleket meselelerini bilir" denirdi. Solcunun, devrimcinin önerdiği yapılırdı-yapılmazdı ayrı bir şey... Ama solcu olmak, toplum içinde itibarlı bir yere sahip olmaktı... Şimdi? Mesela kendine solcu diyen bazı örgütlere bakınca, halkın indinde Hizbullah ile bu tür çok harfli sol, devrimci örgütler arasında bir fark var mı? Solcu olmanın bir itibarı var mı?
Tanıl Bora geçen gün köşesinden beni de "bu minval üzere" dürtükledi... Sol adına yapılması gerekenler, geçmişte yaptıklarımızın basit tekrarı değil ama, şu hususta artık mutabıkız: İslamcılar bizim yaptıklarımızı taklit ettiler başarılı oldular, bu arada biz geçmişte yaptıklarımızı da unuttuk... Günlük maişet derdine düştük, yolunu kaybedip hayatını kazananlar kategorisine girdik. Bari hiç olmazsa, kendi hafızalarımızı tazeleyelim.
Tarikatçılığı boş verin ama "komünist" ne demektir? Komün-ist, yani komüncü olmak değil mi? Komün ise en kısa tarifiyle eşit ve özgür ilişkiler kurarak ortaklaşa ve dayanışarak yaşamak... Peki bugün bu özelliğe haiz hangi sol sendikal çalışma var? Hangi siyasi parti? Solculuk sadece meydanlara çıkıp bir takım özgürlük taleplerinde bulunmaktan; sol sendikacılık sadece üyelerinin ekonomik menfaatlerini korumak için yasal düzenlemeleri eleştirmekten mi ibaret?
Haydi bunları geçelim ve başka bir şey soralım: Bu ülkenin insanlarının en başta gelen derdi nedir? Geçim derdi! Madem birey olarak solcuların çoğu da hayatını kazanmak için didinmek zorunda. Öyleyse.. Yaşadıkları sokakta kendi aralarında "komün" yaşantısı benzeri bir tarzı neden akıl etmezler ki? Her şeyden önce, ele verir talkını... durumundan kurtulmak için. Mesela, kış geldi işte... Toptan, ortaklaşa kömür alıp ucuza getirebilirler. Bakkaldan, manavdan alışveriş yapmak yerine, bir kamyonet tutup ihtiyaçlarını halden ve toptancıdan ortaklaşa karşılayabilirler. Her gün eve et almak mümkün olmadığından, ayda yılda bir ortaklaşa koyun almak, eğer müsaitse mahallenin ortasında şölen düzenler gibi kavurmasını yapmak... Kimi zaman ortak kazan kaynatmak... Ya da apartman ortamına müsait benzeri güzellikler peşinde koşmak. Bunları yaparken, içimizden ve belki de "dışımızdan", parası yetmeyenleri de bu şölene katmak... Pek mi akıl dışı? Pek mi ütopik? Yoksa bunları da "devrim sonrasına" mı ertelemeli? Yoksa bunları yapınca bizi devrimden, devrimcilikten vazgeçmiş mi sayarlar?
Biliyorum, bunlar pek naif ya da düpedüz saftorik, aykırı öneriler olarak görülecektir. Solculuğun kendisi de zaten naiflik, saftoriklik (dürüstlük!) ve aykırılık değil midir? Ama şurası var ki, iktisadi sorunlarını (geçim derdini!) beraber çözebilenler, diğer sosyal ve kültürel dayanışmanın çeşitli biçimlerine de dört elle sarılma alışkanlığı edinirler. Bu komüncü alışkanlıkla, mahalledeki cenaze, düğün, şenlik gibi her topluluksal olayın içinde en önde yer alabilirler. Siyaset yaptıklarında da inandırıcı olurlar. Çünkü durdukları yerde sosyalleşmişlerdir; bencilliklerini törpülemişlerdir. Peki bundan ne çıkar?
Merak etmeyin, mutlaka mahallenin kahvesinde biri kalkar şöyle der: Ey millet duydunuz mu? Filanca sokaktakiler kafayı yemiş herhalde, kendilerine solcu diyorlarmış ve şöyle şöyle işler yapıyorlarmış. Okey oynayanlar mutlaka başlarını kaldırır ve bu tuhaf dedikoduyu dinlerler. Solculuğun itibarına hiç olmazsa bir kertik atılmış olur...
Geçen hafta gerçi şu "dışarıdan bilinç" konusunda ileri geri laflar ettim ama, ben de farkındayım, bu iş bu kadar basit değil. Lakin mevcut durumda, gelinen noktada, eskisi gibi olmayacağını anlatacak kadar da basit işte. Solcu aydınlar ile halk arasındaki ayrım kuşkusuz sürecek... Halkımız da kuşkusuz gökten vahiy inip kendiliğinden bilinçlenmeyecek. Dışarıdan bilinç taşıma stratejisi üzerine kurulu toplum mühendisliğinin inşaatları çöktüğüne göre; mühendislerin amele, amelelerin de mühendis olabileceği bir başka inşaat üzerine kafa yormak, başka tür bir bilinçlenme tarzı araştırmak... İşte yeni tarz solculuk da böyle bir şey olsa gerek; ve bunun için ve daha çook yorulmak ve tartışmak gerek. Ah bir de kısa yazmayı becerebilsem...
Malumunuz burjuvazi kendi sorunlarını çözerken bizim fikrimizi sormuyor; yani Müftüoğlu acep bu konuda önceden ne demişti, ona bakmıyor... Adamlar bildiğini yapıyor ve bize de şimdilik onların yaptığını "okumak" düşüyor, okumasını bilene... Nesnel durum maalesef böyle... Ayrıca ben "demokratik devrim tamam şimdi sıra sosyalist devrime geldi" dememiştim ki; burjuva demokrasisinin "programı" tepeden ve dışarıdan şekilde tamamlandı, demiştim... Yani Türkiye'de AB'ye üye olunsa da, olunmasa da "de jure" düzeyde bu program tamamlanmıştır. Mevzuya sosyalizmin sona ermiş bir tarihsel dönemi zihniyetiyle bakılınca elbette her demokratik devrimden söz edenin akabinde sosyalist devrimden de söz edeceği sanılır. Ya da kısaca şöyle diyeyim; benim bir mesleğim de "terecilik"tir...
Melih Pekdemir 05/12/04
"Dev-Yol Davası Baştan Sona Siyasi Bir Dava"
Melih Pekdemir, 20 yıldır süren Ankara Devrimci Yol Davası'ndan kararları Yargıtay'ca bozulunca yeniden yargılanarak önce idam çarptırılan, sonra cezaları müebbet hapse çevrilen 20 sanığından biri. Pekdemir'in, savunmasını yayımlıyoruz.
BİA Haber Merkezi
18.07.2002 Melih PEKDEMİR
BİA (Berlin) - 1989 yılında bu davanın ilk aşaması nihayete ererken kapsamlı bir siyasi savunmaya ihtiyaç duymuştuk. Ekleri hariç, kitap ebadıyla 726 sayfa olan bu ortak savunmayı mahkemeye sunduk; bu savunmamız yayınlandı ve yıllardır Türkiye'nin en çok okunan kitapları arasındaki yerini koruyor.
2002 yılı itibariye şu ülkede yeniden siyasi bir savunma yapmaya en az ihtiyaç duyanlar varsa, o da bizler olmalıyız. Çünkü savunmamızda ortaya koyduğumuz her şey zaman içinde ispatlandı; öyle ki, Kenan Evren dahi ünlü iddialarından vazgeçti ve hatta kimi zaman özeleştiri bile yapıyor.
Ecevit ve Demirel yıllar sonra bizim kendileri hakkında söylediklerimizi bir memleket gerçeği olarak kabul ettikleri ve hatta kimi zaman tekrarladıkları ölçüde siyasete yeniden dahil olabildiler. Ve nihayet Amerika Birleşik Devletleri (ABD) elçilerinin hatıralarında bile ifşa edilen emperyalist politikalar, Gladio adıyla deşifre olan kontr gerilla, Derin Devlet denilen illegal ilişkileri açığa vuran Susurluk, ve bitmeyen Hortumlamalar... Devlet Güvenlik Mahkemesi(DGM) savcısı Talat Şalk'ın Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası ve Avrupa Birliği'ne (AB) yazı yazıp "beyaz enerji" operasyonuyla ilgili belgeleri istemesi...
Oysa bizlere 20 yıl önce bunlara karşı çıktığımız için terörist denilmişti ve bundan dolayı yargılanmıştık ve mahkum edilmiştik. Mahkum edilmiştik; çünkü 12 Eylül zihniyeti revaçtaydı. Bizi mahkum eden ise hukuk değil 12 Eylül zihniyetiydi. Oysa şimdi önüne gelen herkes 12 Eylül zihniyetini mahkum ederek söze başlıyor....
Ve biz mahkumiyeti tescil edilmiş bir zihniyetin 20 yıl önceki iddianamesi dikkate alınarak, bir kez daha mahkum edilmek isteniyoruz. Mahkumların zihniyeti, iddiaları kanıtlanmış olan bizleri mahkum ediyor. Bunda bir terslik yok mu? Ne zamandan beri mahkumlar yargılayabiliyor; ve yargıları tarih önünde ispatlanmış olanlar, mahkum edilmiş bir zihniyet tarafından mahkum edilebiliyor?
Suç ve Ceza!
Suçlu olan, kendi cezasını bu suçu herkesten önce ortaya çıkarmış olana vermek istiyor! Çünkü 1982 yılında kaleme alınan ve yargılanmamıza neden olan iddianamenin siyasi özü tam bir atfı cürümden ibarettir! Ve aradan geçen 20 yıl içinde inandırıcılığı bakımından cürümü kadar yer bile yakamamıştır. Sadece, yüzlerce genç insanın yıllarca cezaevinde çürütülmesine yaramış ve maksadını hasıl etmiştir. Ya da etmemiştir. Etmemiştir ki, şu anda 22 genç olmayan insan yıllar sonra bir kez daha yakılarak, atfı cürümde ısrar edilmek istenmektedir.
Peki ama ispat edilmek istenen nedir? Hukukun üstünlüğü mü? Suçlu olanın cezasız bırakılamayacağı mı?
............
Susurluk'un ne olduğunu elbette biliyorsunuzdur. Hala gazetelerde tefrika ediliyor. Banka hortumlayanlardan da mutlaka haberdarsınızdır. DGM'lerdeki bazı dosyalar belki sizlerin önüne gelecek. Çünkü onların bile DGM'lik suç işlemediklerine kanaat getirildi. Sizlere bildiğiniz şeyleri tekrarlamayacağız.
Çünkü sizler de bilirsiniz ki, bu ülkede, özellikle 12 Eylül dönemindeki sıkıyönetim mahkemelerinin, bizzat 12 Eylülcülerin kaleme aldığı Anayasa'ya bile aykırı olduğunu hukuka bağlı bir çok insan söyledi ve yazdı. (Bu tartışmalar öyle bir boyuta ulaştı ki, üç yıl kadar önce, İmralı'da görülen bir davada bile, askeri hakim üye heyetten çekilmek zorunda kaldı.)
Ve bizler, sıkıyönetimin artık olmadığı koşullarda, bir sıkıyönetim mahkemesi tarafından mahkum edildik.
Oysa, sıkıyönetim sona erdikten sonra bu mahkemelerin görevlerine devam etmesine imkan tanıyan bir yasa hükmü, 1972 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmişti. Ve bizler, 12 Eylül MGK'sinin yayınladığı bir fetvaya dayanılarak, görevine devamında lüzum görülen bir sıkıyönetim mahkemesi tarafından cezalandırılmıştık.
Bizi yargılayan mahkemeye verecekleri kararın peşinen Anayasaya aykırılıkla malul olacağını söylemiştik; onlar ise malul bir karar alabilmeyi kendi hukuk anlayışlarında makbul görmüşlerdi. Bu onların sorunuydu. Ama 20 yıl sonra, bu sizlerin de sorunu değil mi sayın yargıçlar? Bu sorunun çözümü ise şimdi bu ülkede sizlerden başka kimsenin elinde bulunmuyor! Fetvalara mı dayanılacak, Anayasanın amir hükümlerine mi, hukuka mı dayanılacak? Uluslar arası anlaşmalar hala geçersiz mi sayılacak?
12 Eylülcüler; Türkiye'nin yıllar önce imza atmış olduğu ve Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarafından onaylanarak bir iç hukuk normu haline de gelmiş olan uluslar arası bir anlaşmayı, "İşkence ve Başkaca Zalimce, İnsanlık Dışı ya da Onur Kırıcı ya da Cezaya Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesini" dış politika bakımından yok saymaya cüret edememişlerdi ve hukuken bu sözleşme biz yargılanırken de yürürlükteydi.
Ama iç politika bakımından, 12 Eylülcülerin sicil verdiği emir komuta zincirindeki askeri mahkeme bu sözleşmeyi hiçe saymayı bir vazife addetmişti. Durumdan vazife çıkarmış; "emniyet ifadelerimizin işkence ile alındığına dair delillerin toplanması" talebimizi, "vicdani delil" gerekçesiyle reddedebilmişti. Emir komuta içinde çalışmayan bağımsız yargıçlar olarak sizler daha iyi bilirsiniz: Vicdani delil sistemi, ifadelerin işkence ile alındığı konusundaki delillerin toplanması ihtiyacını ortadan kaldırabilir mi? Hakkımızda mahkumiyet veren sıkıyönetim mahkemesi, daha ilk adımda, Esas Hakkındaki kararını oluştururken, sizce de çok önemli bir usul hatasını taammüden işlemiş sayılamaz mı?
1989 yılında, BM İşkence Sözleşmesi'nin hükümlerini uygulamayan bir sıkıyönetim mahkemesi işkence ifadelerine dayanarak idam cezaları verirken; zamanın hükümet yetkililerinin dış kamuoyuna Türkiye'de işkence yapılmadığının kanıtı olarak, "biz BM İşkenceyi Önleme Sözleşmesini imzaladık" sözünü tekrarladıklarını da biliyor muydunuz?
Peki bu garabeti, "dönemin gereğidir" diye tarih sayfalarına bıraktık diyelim; 20 yıl sonra, işkence altında alınmış ifadelere dayanarak karar verebilmek bir yana, TBMM'de Anayasa reformu yapılmışken, AB normlarına uygun şekilde idam cezası kaldırılırken, hangi hakim, hangi hukukçu işkencenin devamından yana tavır alabilir? Bari 20 yıl sonra, şu ülkede işkenceye uğrayanın değil işkencenin mahkum edilmesi hala mümkün olmayacak mı?
1989 yılında, aylarca-yıllarca en ağır işkenceleri yaşamış insanlar olarak, hem de bizi dinlemeyen bir sıkıyönetim mahkemesinden; bütün yargıçlara, bütün gerçek hukukçulara seslenmiştik: İşkenceye karşı çıkın! İşkence ifadelerinin kanıt olarak kullanılmasına karşı çıkın! İşkenceyi durdurun!
Sesimizi duyurabilmiş miydik?
Bilmiyoruz; o karanlık günlerde sizler de birer hukukçu olarak sesimizi duymuş muydunuz; ama şunu biliyoruz ki, bu çağrıyı yıllar sonra yinelemek, bağımsız yargıçlar tarafından yargılandığımıza inandığımız bir Ağır Ceza mahkemesinde herkesten çok bizim ağırımıza gidiyor.
Bütün bunları bildiğinize inanmak istiyoruz ve bu yüzden sizlere bildiğiniz şeyleri tekrarlamayacağız. Fakat bir ihtimal, boynumuza ilmek atılmak iddiasıyla yargılandığımız bu mahkemede de, bilmediğinize inandığımız bazı hususları hatırlatmak boynumuzun borcudur.
Bu davanın 12 Eylülün bir ürünü olduğunu biliyorsunuz; ama bu dönemde açılan bütün davaların hazırlık soruşturmalarının, emniyet müdürlüklerinde yürütülen işkenceli sorgulamaların tam 90 gün sürdüğünü de hatırlıyor musunuz?
Bizzat devletin açıklamasına göre, bu soruşturmalarda 175 kişinin işkencelerde resmen öldürüldüğünü de biliyor musunuz? Kenan Evren'in verdiği "asmayalım da besleyelim mi" direktifiyle sıkıyönetim mahkemelerinin peş peşe idam cezaları kestiğini unutmamışsınızdır.Bu yıllarda yaptığı bir ABD gezisinde, Amerikalı gazetecilerin sorusu üzerine aynı Kenan Evren'in 1980-86 tarihleri arasında işkence yaptıkları iddiasıyla 9337 görevli hakkında 5602 dava açıldığını, 1401 davada 2294 devlet görevlisine işkence yapmaktan ceza verildiğini açıklamaya mecbur kaldığını da duymuş muydunuz?
Devrimci Yol davasının hazırlık aşamasını oluşturan emniyet soruşturmasının, hemen hepsi MHP'li olan DAL grubuna mensup, işkenceci polisler tarafından yürütüldüğünü de biliyor musunuz? Ama mutlaka, o yıllarda DAL grubunun şefi olan Kemal Yazıcıoğlu'nun, Türkeş vefat ettiğinde açılan taziye defterine; "Başbuğum, ne öğrendiysem sizden öğrendim" diye yazdığını ve altına "oğlun Kemal" diye imza attığını hatırlarsınız.
Elbette Türkeş'in oğlu Kemal'in öğrendikleri sayesinde bizden aldığı işkenceli ifadelerden hazırladığı emniyet fezlekesinin, çoğu yerinde virgülüne bile dokunulmadan hakkımızda düzenlenen iddianame haline getirildiğini bilemezsiniz; çünkü bu mahkemenin yargıcı ya da savcısı olmama şansına sahiptiniz. Ama sadece Ankara Devrimci Yol Davası ile ilgili olarak 1980-82 yılları arasında yürütülen soruşturmalar sırasında, gördüğü işkence sonucu 4 arkadaşımızın hayatını kaybettiğini öğrenseydiniz, peki sizler nasıl karar verirdiniz?
Hürriyet gazetesinde, 17 Aralık 1987 tarihinde, Devrimci Yol davasının iddianamesini hazırlayan sıkıyönetim başsavcısı Nurettin Soyer'in emekliye ayrıldıktan sonra yaptığı açıklamaları okumuş muydunuz?
Soyer ifşaatında, bu davadan yargılanan pek çok sanıkta, gördükleri işkenceler sonucunda ortaya çıkan sakatlık ve hastalıkların hala sürmesine, bu konuda bazı sanıklar için verilmiş doktor raporları ya da revir işlemleri bulunmasına rağmen, cezaevi yöneticileri ve sıkıyönetim komutanı Recep Ergün tarafından işkenceci polisler hakkında soruşturma açılmasının engellendiğini söylemişti; bu engellemelere rağmen açılan davalarda ise, işkenceci polislerin ceza almasını önlemek için mahkemelere baskı yapıldığını da itiraf etmişti.
Pişmanlığını dile getirmişti. DAL grubuna mensup 36 polis görevlisi hakkında dava açabilmiş ve bunlardan sadece 6'sına göstermelik cezalar verilmişti.
Peki sizler neyi tercih ederdiniz; bu baskılara boyun eğerek, ancak emekliliğinizden sonra pişmanlığınızı dile getirmeyi mi; yoksa, bu ifadeleri hiçe sayarak hukukun gerektirdiği bir yargılama sürecinin gerçekleşmesini mi? Ama bu sorunun cevabı 20 yıl sonra da geçerlidir sayın yargıçlar. Evet, hangisi?
Sayın yargıçlar; önünüzde 2 kamyonet dolusu, onbinlerce sayfa tutan 775 civarında klasörden oluşan bir davanın durduğunun siz de farkındasınız, biz de farkındayız. Sizlerden bütün bunları teker teker incelemenizi talep etmek, hukuken hakkımız olsa bile, bunun maddeten imkansız olduğunu çok iyi biliyoruz.
Ama şu anda aynı suçlamalar ve aynı delillerle hakkımızda şu ya da bu kararı vermek üzereyken; emniyet soruşturmaları sırasında hazırlanan ifade, yer gösterme, teşhis vb. tutanaklarından pek çoğunun usulsüz olarak hazırlandığını siz de bilmek; ya da bu iddiamızı hiç olmazsa hakkında karar vereceğiniz 22 sanık bakımından araştırmak zorunda değil misiniz?
20 yıl önce sıkıyönetim mahkemesinde yargılanırken, yer gösterme tutanaklarında hazır olarak imzası bulunan tanıklardan, evet tanıklardan 26'sı kendilerine boş kağıda imza attırıldığını; 54'ü sanık anlatımlarını duymadan, tutanakta ne yazıldığını bilmeden ve okutulmadan imzalarının alındığını duruşmalarındaki ifadelerinde anlatmışlardı.
Sıkıyönetim mahkeme heyeti, duruşmalarda yüzlerine söylenen bu tanık ifadelerini hiç mi hiç dikkate almadılar. Peki sizler, dosyalardaki bu duruşma tutanaklarını okumakla mükellef olan sizler de mi dikkate almayacaksınız? Dahası da var: Tanıklardan 4?ü ise kendi önlerinde sanıkların polisler tarafından dövüldüğünü, fiziki görünüşlerinden işkence gördüklerinin anlaşıldığını söylemişlerdi. Sizleri inandırabilmek için bu tanıkları yıllar sonra nereden bulabiliriz; duruşma tutanaklarını incelemenizi talep etmekten başka?
İlgili emniyet ifadelerine bakın şunu göreceksiniz: Bu soruşturmalarda, emniyet teşkilatı henüz bilgisayar ortamına geçmediğinden olsa gerek, tek bir suçlamanın ayrı ayrı çok sayıda sanığa ya da farklı farklı sanık gruplarına işkence marifetiyle kabul ettirildiğine dair tam 121 olay bulunmaktadır. Peki bu traji komik durumu, bugünkü teknoloji olsa emniyet bu bariz hataları yaparak kendi işkencelerini belgelemezdi diyerek geçiştirelim; ama sizler şimdiki teknolojiyle ve hukuk anlayışınızla, "ben yaptım" diye ifade verdikleri olay tarihinde başka bir yerde, hapiste, karakolda veya yurt dışında olduğu ortaya çıkmış olan pek çok sanığın yer aldığı bir davada, tıpkı sıkıyönetim mahkemesi gibi "madem ben yaptım, demiş öyleyse itiraf etmiş sayılır" şeklinde bir kanaatle, benzer bir hükme varabilecek misiniz? Buna vicdanınız el verecek mi?
Mahkemenizde görevli sayın savcının sizlerin karar vermenize hukuki katkıda bulunmak üzere mütalaasını hazırlarken, hiçbir klasörün kapağını açmadığını söylediğimiz zaman, ona haksızlık etmiş sayılmamalıyız; sadece böyle bir şeyi bu kadar sürede yapmasının imkansız olduğunu teslim etmiş sayılmalıyız.
Sayın savcının bu tutumunun, kuşkusuz, dönemin askeri savcılığı tarafından yapılan soruşturmanın genellikle işkence ifadelerinin doğrulatılması çabası ve zorlamasından ibaret olmasıyla hiçbir alakası ve benzerliği yoktur. Ama bir sivil savcının, 20 yıl önce askeri savcılık makamının nasıl bir soruşturma yürüttüğünü merak etmesi gerekmez miydi?
Bize göre, mütalaasında böyle bir soruşturmanın gölgesinin bulunması bile bağımsız ve sivil hukuk anlayışı bakımından son derece rencide edici bir etken sayılmalıydı. Çünkü, askeri savcılık makamının, soruşturmanın hatta yargılamanın devam ettiği bir sırada cezaevinde tutuklu bulunan sanıkları bizzat kendileri sorgulamak yerine, işkenceyle sorgulanmak üzere emniyete gönderdiklerini hiç mi bilmiyordu?
Şimdiki sorgularımızda elbette böyle bir sorun yok. Ama şimdi bizden, savcılık tarafından işkenceyle sorgulanmak üzere tekrar emniyete gönderilmemiş olmamızdan dolayı halimize şükretmemiz de istenmesin. Çünkü biz bazı arkadaşlarımızın mahkemede sorgusu yapıldıktan sonra, askeri savcılık makamı tarafından emniyete gönderilerek, aynı konuda yeniden işkenceye tabi tutulduklarını unutmadık.
Sıkıyönetim mahkemesi ise daha önce kendi huzurlarında bilgisinin bulunmadığını açıkladığı bir olay hakkında, aynı sanığın daha sonra işkence ile olayı kabul ettiğini belirten ifadesi önüne geldiğinde bu durumu hiç yadırgamamış ve eli titremeden mahkumiyet kararını verebilmişti. Biz bu mahkumiyetleri de çektik; ama şimdi yeniden mahkum edilerek bazılarımızın heyetiniz tarafından tekrar cezaevine gönderileceği ihtimalini düşündükçe, gerçekten de sürrealist bir durumla karşı karşıya bulunduğumuza inanıyoruz..
Sürrealizm, baskı dönemlerinde yadırganmayabilir. Ama şimdi realist olmak istiyoruz, hukuk istiyoruz. Sürrealist bir sıkıyönetim mahkemesinde, gerçeklerin açığa çıkarılması için yaptığımız soruşturmanın derinleştirilmesi talepleri elbette reddedilecekti; yargılama elbette sadece polis suçlamaları ve işkence ifadeleri çerçevesinde yürütülecekti.
Ama sayın yargıçlar; şimdi sizlere, 20 yıl önceki yargılama sürecinde dinlenen 1582 tanıktan 405'inin işkence ifadelerini alan, yer gösterme vb. tutanakları düzenleyen polisler, 322'sinin şikayetçiler ve sadece 23'ünün savunma tanığı olduğunu hatırlattığımız zaman, böyle bir yargılamayı yadırgamayacak mısınız? Kendinizi böyle bir yargı sürecinin devamı olarak görmekten alıkoyabilmeniz için yapabileceğiniz hiçbir şey yok mudur?
Yapacağımızı yapıyoruz işte, diyebilirsiniz; ve haklı da olabilirsiniz. Gerçekten de, mahkemenizde görülen duruşmalarımız bütünüyle olağan koşullarda ve hukuk şemsiyesi altında devam ediyor. Yani 20 yıl önceki gibi, bir askeri cezaevinin tecrit hücrelerinde, işkence altında tutulmuyoruz. Mahkemenize coplanarak getirilmiyoruz. Duruşma salonun arkasındaki yakınlarımıza dönüp bakmamız yasak değil.
Oysa 20 yıl önce arkamıza bakıp annelerimize gülümsememizin bile cezası haftalarca tabutluklara atılmak olarak verilirdi. Burada yargılanırken, şükürler olsun ki, hiç birimiz duruşmamız esnasında dövüldüğümüz için hastanelik olmadık. Oysa 20 yıl önce, aralarında bazılarımızın da bulunduğu pek çok sanığın başına bunlar geliyordu. Bu haller yüzünden sorgularının yarım kalmış olduğu hususu, sizlerin incelemesine maddeten imkan bulunmayan duruşma tutanaklarında dahi mevcuttur dersek; bize inanmaz mısınız?
Bazı sanıklar ise sorgu sırası geldiği halde, emniyete götürülerek, mahkemede ifade verirken suçlamaları kabul etmesi için yeniden işkenceye tabi tutuldu. Bu davanın sanıklarından M. Ali Yılmaz'ın sorgusunun yapıldığı günlerdeki duruşma tutanaklarını açın bakın, şunu okuyacaksınız: M. Ali Yılmaz'ın sorgusu, emniyette olduğu için yapılamamıştır!
Biz bu gelişmelere elbette itiraz ettik ama aldığımız cevap ibret doluydu: "Mahkememizi ilgilendirmemektedir" Evet, sürrealist bir dönemin mahkemesinin ilgi alanı dışında olabilen vahim bir durum, yani işkenceye götürülme sırasının duruşmaya katılma hakkı karşısındaki üstünlüğü, 20 yıl sonra hukukun üstünlüğü adına yargı görevini yüklenen sayın heyetinizi de ilgilendirmeyecek mi? Bizim itirazlarımız mahkeme tarafından susturulmuştu; sayın mahkemeniz de mi suskunluğunu sürdürecek, peki ama ne diyecek?
Son olarak; bizler, temyiz olanakları fiilen ellerinden alınmış birer sanık durumundaydık. Sıkıyönetim mahkemesi karar aşamasına geldiğinde sanıkların çoğu 8 yıldır tutuklu bulunuyordu. Mahkemeye şunu da elbette söylemiştik: "Davanın Yargıtay'da incelenme süresinin en az 4-5 yıl süreceği göz önüne alınırsa, o zamana kadar hepimiz aşağı yukarı müebbet hapis cezasını tamamlamış olacağız ki, o durumda Yargıtay'ın bozma kararı vermesinin hiçbir anlam taşımayacağı açıktır."
Peki ne oldu?
Yargıtay aşaması tahminimizden de fazla sürdü. Karardan ancak 7 yıl sonra, 1996 yılında Yargıtay kararını verebildi. Bu arada, 1992 yılında şartlı salıverme yasası çıkmıştı. Buna göre idam cezası alanlar 10 yıl, müebbet alanlar 8 yıl yattıkları için tahliye edildiler. Aslında Yargıtay da kararını işte bu gelişmeye göre vermişti.
Cezasını 10 yıl kadar yatmış müebbet mahkumları da dahil 22 kişi hariç bütün cezaları onayladı. Hiçbir sanığın lehine bozma kararı almadı. Geriye kalan 22 sanığın yani bizlerin cezasını aleyhte bozarken, fiili gerekçe, bu sanıkların önceden tahliye olmuş olmasından başka ne olabilirdi ki? Yargıtay belli ki "adalet"ten yanaydı; madem diğerleri 11 yıl yattılar, bu 22 kişi neden az yatsındı ki?
Öyleyse, şimdi geride kalan ve huzurunuzda bulunan bu 22 kişiye, önceki ortak savunmalarında söyledikleri şu sözleri tekrarlamaktan başka bir şey düşmüyor olsa gerek:
"İşte tüm bunlardan dolayı, bizim bu nasıl bir hukuk, bu nasıl bir yargı, bu nasıl bir adalettir diye sormaya hakkımız vardır."
Bu hakkımızı, sayın heyetiniz karşısında da kullanmak istiyoruz.... (MP/NM)
arasorbul - 23. Dez, 18:27