Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan , Barış Terkoğlu
Metastaz

Dinlediklerim

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Donnerstag, 23. Dezember 2004

DAGLAR

Basim dag, saçlarim kardir,
Deli rüzgarlarim vardir,
Ovalar bana cok dardir,
Benim meskenim daglardir.

Sehirler bana bir tuzak;
Insan sohbetleri yasak;
Uzak olun benden, uzak,
Benim meskenim daglardir.

Kalbime benzer taslari,
Heybetli öter kuslari,
Goge yakindir baslari;
Benim meskenim daglardir.

Yarimi ellere verin;
Sevdami yellere verin;
Yelleri bana gönderin;
Benim meskenim daglardir.

Bir gun kadrim bilinirse,
Ismim agza alinirsa,
Yerim soran bulunursa:
Benim meskenim daglardir

SABAHATTİN ALİ

MEVSİMLİK ŞARKI

kanıyor takvimden gamsız ağaçsız
evlatlarını döver gibi seven bir sonbahar
güvertesinde adresini şaşırmış
kayıp bir nisan yağmuru

ömrümün sol anahtarısın
hazan makamının kapısını açan
ne nisanlar gördüm ben
ilkbahardan kaçarken
bir mızraba tutunan

ne bileyim ben
böyle bir seydir herhalde
bir mevsimin şarkısı
ya da mevsimlik bir vivaldi sancısı...

ekim kasım işlerini öğrenirken bir keman
ağlamayı bir de
şarkıya söz yürür
yeşile aldanır suyun kudreti
ve sen hiçbir zaman
sol anahtarı yaptıracak bir çilingir bulamazsın
bana kalırsa sen
ömrünün sonuna kadar
o şarkının kapısında kalacaksın!

YILMAZ ERDOĞAN

Hayat Bize Mutlu Olma Sansi Vermedi

Hayat bize mutlu olma sansi
vermedi
Biz kendimizden baska
Herkesin üzüntüsünü
Üzüntümüz,
Acisini acimiz yaptik.
Çünkü Dünya'nin öbür ucunda,
Hiç tanimadigimiz bir insanin
Gözyasi bile içimizi parçaladi...
Kedilere agladik
Kuslarin yasini tuttuk.
Yüregimizin yufkaligi
Kimi zaman hayat karsisinda
Bizi zayif yapti.
Aslinda ne güzel seydir
Insanin insana yanmasi
Sevgili...
Ne güzeldir bilmedigin birinin
derdine üzülmek ve çare aramak.
Ben bütün hayatimda hep
Üzüldüm, hep yandim..
Yasamak ne güzeldir be sevgili
Sevinerek, severek, sevilerek,
Düsünerek...
ve o vazgeçilmez sancilarini
Duyarak hayatin

YILMAZ GÜNEY

MENAPOZ

Yardımı kesildi ya Amerikan Dostluğunun
Gençler, kendinize mukayyet olun!
Kime saldıracağı belli olmaz haaa
Adetten kesilmiş kibar o...punun.

CAN YÜCEL

ARKADAŞIM BADEM AĞACI

Sen ağaçların aptalı
Ben insanların
Seni kandırır havalar
Beni sevdalar
Bir ılıman hava esmeye görsün
Düşünmeden gelecek karakış..
Açarsın çiçeklerini ..
Bense hayra yorarım gördüğüm düşü...
Bir güler yüz bir tatlı söz..
Açarım yüreğimi hemen
Yemişe durmadan çarpar seni karayel
Beni karasevda
Hemde bilerek kandırıldığımızı
Kaçıncı kez bağlanmışız bir olmaza
Koo desinler bize şaşkın
Sonu gelmesede hiç bir aşkın
Açalım yinede çiçeklerimizi
Senden yanayım arkadaşım
Havanı bulunca aç çiçeklerini
Nasıl açıyorsam yüreğimi
Belki bu kez kış olmaz
Bakarsın sevdan düş olmaz
Nasıl vermişsem kendimi son sevdama
Vur kendini sen de bu güzel havaya

AZİZ NESİN

BEN ÖLÜRSEM AKSAMÜSTÜ ÖLÜRÜM

Ben ölürsem aksamüstü ölürüm
Sehre simsiyah bir kar yagar
Yollar kalbimle örtülür
Parmaklarimin arasindan
Gecenin geldigini görürüm

Ben ölürsem aksamüstü ölürüm
Çocuklar sinemaya gider
Yüzümü bir çiçege gömüp
Aglamak gibi isterim
Derinden bir tren geçer

Ben ölürsem aksamüstü ölürüm
Alip basimi gitmek isterim
Bir aksam bir kente girerim
Kayisi agaçlari arasindan
Gidip denize bakarim
Bir tiyatro seyrederim

Ben ölürsem aksamüstü ölürüm
Uzaktan bir bulut geçer
Karanlik bir çocukluk bulutu
Gerçeküstücü bir ressam
Dünyayi degistirmeye baslar
Kus sesleri, haykirislar
Denizin ve kirlarin
Rengi birbirine karisir

Sana bir siir getiririm
Sözler rüyamdan fiskirir
Dünya bölümlere ayrilir
Birinde bir pazar sabahi
Birinde bir gökyüzü
Birinde sararmis yapraklar
Birinde bir adam
Her seye yeniden baslar

ATAOL BEHRAMOĞLU

Neyzen Tevfik

"Felsefemdir kitab-i imânim,
Taparim kendi ruhumun sesine.
Secde eyler hakikatinm her an,
Kalbim ates-i mukaddesine."

Her sabah

Her sabah yeni bir gün doğarken,
Bir gün de eksilir ömürden;
Her şafak bir hırsız gibidir
Elinde bir fenerle gelen.

Ömer Hayyam

Sair Esref

Öldügü zaman da mezar tasina sunlarin yazilmasini istedi:

Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için
Gelmesin reddeylerim,billahi öz kardesimi
Gözlerim ebnayi ademden o türbe yildi kî
Istemem ben fatiha,tek çalmasinlar tasimi.

Onun bugün Kirkagaç'ta istasyon yoluna giden kabri var
ama ne yazik ki gerçekten mezar tasi çalinmistir.

TURKIYEM

Senin emekcin olaydim
sen olasi turkusu
dost kokusu, dost selami Turkiye

Enver Gokce (Ankara, 1945)

GORUS GUNU

Bu gun gorus gunumuz
Dost kardes bir arada
Telden tele
Mendil salla el salla
Merhaba

Izin olsun hapisane icinde
Seni
Senden sormalara doyamam
Yarim doner cigaranin atesi
Gitme dayanamam

ENVER GOKCE

GELİRLİ ŞİİR

İstanbul'dan ayva da gelir, nar gelir,
Döndüm baktım, bir edalı yar gelir
Gelir desen dar gelir
Günaşırı alacaklılar gelir.
Anam anam,
Dayanamam,
bu iş bana zor gelir.

Orhan VELİ

Merakli Bir Kizla Söylesi

ilk siirini ne zaman yazdin
ilk asik oldugumda
ilk ne zaman asik oldun
ilkokula giderken
nedenli sevebilir ki cocuk
bir insan nasil severse
ama erin bile degil

acilar erken buyutuyor
bizim ulkede cocuklari

anlayamadim

yirmibesi gecmiyorsa basimiz
yedisinde baslariz sevmeye
olumune severiz onbirinde

peki ya ask nedir
en guzel bolusumdur
ne zaman dogdun
hangisini soruyorsun
o da ne demek

1960'ta
buyucek bir bakir legen icinde
iki damla ciglik katisik
bugday kokulu anam
diz kirip
titrek bacaklarindan dogurdu beni

asik oldugumda dogdum ikinci kez
ela gozlu bir kizdi narince
cabuk kirildi
ama ben donemdim geriye

sonra dostlarim dogurdu beni
gurul gurul dusunerek
tezgahtar yoktu aramizda

ve zindanda
siir adinda bir kiz tanidim
baristi kavgaydi insandi
sevdim onu
o da beni sevdi
sevisir dogariz o gunden beri

duvarlar cok yuksek
yakisiklimisin
goremiyorum

gecen gun siir yaziyordum
acilmis dunyaya kollarim
at otede unutulmus bir ayna
egilip baktim yuzume
boyuma posuma
goguslerimi sisirdim
iceri cektim karnimi
yok canim
benzetemedim
bir seye

gozlerim ozlem atesi
alnim kursun yeri
ellerim cocuk eli
boyum insan boyu
tenim alacasafak
insanim iste
olancasi bu

olmek nedir
yasadim diyebilmektir
ya yasamak
olebilmektir cirilciplak orta yerinde yasamin
ama sen cok gencsin

kendine bak
yuzyil yasadim ben

anlayamadim
onemi yok
ben seni anladim

Nevzat Celik
Agustos 1982
(Safak Turkusu, 1984)

Yürekte saklanan umut

"Ne güzel şiirler yazıyorlar, ne güzel mektuplar. Ne güzel resimler yapıyorlar. Bunca ağır yaşamın sitemini şiir çeker çünkü, resim çeker. Bunca ağır yaşamaya karşın yürekte saklanan umut da ancak şiire yüklenebilir."

Gülten AKIN

ANNELER GÜNÜ

yeşildir artık yüreğinde kara bulut
bugün anneler günü annem beni unut

evde acılar koynuna yangelip yatmış
inadına giyin sen de mayısa batmış
yürü sokakta çocukların düşü aksın
yürü ki saksıda çiçekler sana baksın

diline genç anılarından bir türkü seç
beş yıl büyüdüğüm okulun önünden geç
ıslanırsa anıların güneşte kurut
senin günün bugün unutma beni unut
gök mavi deniz mavi tam kıyısında dur
durma eteğinden beni bir daha savur

annem yıldız kayıyor içinden dilek tut
koşuyor sana kısa pantolunlu çocuk
gözünde gözümde gözlerinde bin umut



Nevzat ÇELİK

TÜRKÜ DOSTLARINA TEKRAR MERHABA

Bugün sohbetimize büyük Ozan Nazım Hikmet'in bir şiiri ile başlamayı istiyorum.

İnsanların türküleri kendilerinden güzel,

kendilerinden mutlu,

kendilerinden kederli,

daha uzun ömürlü kendilerinden.

Sevdim insanlardan çok türkülerini.

İnsansız yaşayabildim

türküsüz hiçbir zama.

Hiçbir zaman beni aldatmadı türkülür de.

Türküleri anladım hangi dilden söylenirse

söylensin.

Bu dünyada yiyip içtiklerimin,

gezip tozduklarımın,

görüp işittiklerimin,

dokunduklarımın, anladıklarımın

hiçbiri, hiçbiri,

beni bahtiyar etmedi türkülür kadar....

Ne de güzel anlatmış Koca Şair... türküleri.

Anadolu insanı çilelidir, duyguludur, güçlüdür, onurludur. Bir türlü peşini bırakmaz yoksulluk, yoksunluk, çarelerin çaresiz kaldığı zamanlarda bir feryat olur türküler, bir umut olur, temiz yüreklerde, çimlenir, çiçeklenir.

Bitmek bilmeyen savaşlar, cephelerde düşen başlar, faydasını göremediği barışlardır yazgısı

Anadolu insanının.

Karavanam bakırdandır

Yemen eli çukurdandır

Zenginimiz bedel öder

Askerimiz fakirdendir.

Kırgındır ama küskün değil. Ne paye peşindedir ne de saye.

Sadece haksızlığın görülmesini,

bilinmesini ister. Zenginin çocuğu askere gitmezken o biricik oğlunu yine de davulla,

Gidenler geri dönemez bazen...!

Yemen bizim neyimize

Şivan düştü evimize

Bak yavrular yetim kaldı

Güvenmeyin beyinize

Vatana düşman saldırdığında, kadınıyla, erkeğiyle, çocuğuyla bir kahramanlık destanı yaratan bu millet Yemen'de ne işi olduğunu haklı olarak anlayamamıştır. Anlatmaya hevesli kimse de

yoktur ortada. Yetimlerin gözyaşları akar... akar... akar... ve ateş düştüğü yeri yakar.

Güldün yanak soldu m'ola

Mehmet'imin ela gözün

Karıncalar oydu m'ola

Sevgili okurlar, bizler bugün, yönümüz batıya dönük, medeniyete doğru yürümeye çabalamaktayız. Millet olarak, refah ve mutluluğu bulma ihtiyacındayız. Uygar dünyanın nimetlerinden bize de pay düşmeli. Bu payı biz zaten hak ettik ancak veren olmadı.

Sanatçılar, aydınlar, bürokratlar...!

Türküleri hepiniz seviyorsunuz ancak türküleri yakanları da sevmelisiniz. Bu çileli milletin dertlerine derman olacak çözümleri üretmediğiniz sürece bu içli türküler yakılmaya ve söylenmeye devam edecek; belkide yarınlarda bu türküler sizin yaptıklarınızı veya yapmadıklarınızı anlatacak.

Musa Eroğlu 04/06/04

Hepimiz bir numarayız ama çok yalnızız...

Neler neler yaşadık çok kısa gibi görünen ömrümüzde... Fırtınalı bir denizde küçük bir sandal gibiydik hepimiz. Kimilerimiz hiç beklenmedik sahillere sürüklenirken, kimimiz azgın dalgalara yenildik... Çok azımız ulaşabildi o kayıp limana. Neler neler görmedik ki kısacık ömrümüzde... Kıbrıs harekâtı, ‘80 öncesi, ihtilal, Özal devri, SSCB’nin çöküşü, Berlin duvarının yıkılışı, Lübnan İç savaşı, İran İslam devrimi, Zeki Müren, İran-Irak Savaşı, Aziz Nesin, ozon tabakasının delinmesi, cep telefonunun doğuşu, Uğur Mumcu, AIDS, Sivas katliamı, Kemal Sunal, 17 Ağustos, ikiz kuleler ve daha neler neler...

Tüm kavramlar birbirine karışmıştı sanki... Denizdeki fırtınanın bir benzerini de akıllarımızda yaşıyorduk. Pusulamız fırıldak gibi dönüyordu düşündükçe... Öğrendiğimiz her şey biraz daha şaşırtıyor ve heyecanlandırıyordu. Yeni bir bilginin kıyılarında gezinirken, ayağımızı okşayan minik bir dalga, bizi derin karanlıklara çekebiliyordu. Heyecanlı, idealist ve iddialıydık. Kavgalarımız sert ve acımasızdı. Bizim gibi düşünmeyenleri değil, giyinmeyenleri dahi anlamakta güçlük çeker, onları küçümserdik. İdeallerimiz uğruna düşünmeden ölebilirdik. Sessiz ve edilgen değildik asla, dünyayı değiştirebileceğimizin farkındaydık. Geleceğe umutla bakar, yarınların bizim olacağını bilirdik. Aşkımız da öyleydi. Sevdik mi adam gibi sever, nikahsız evlilikler yaşardık. Elini tutup, küçük bir öpücük almak için, parkların akıl almadık yerlerinde gezinirdik. Yoksa karakola düşmek vardı işin ucunda. Sevdiklerimize mektup yazar içine kurumuş güller koyardık. Yüzlerce şiiri ezbere bilir, sevdiceğimize şiir okur, şiir yazardık. Bağlamanın bir tınısı bizi hiç görmediğimiz memleketlerimize götürürdü. Nazım’ı gizli gizli okur, şiirlerini, teksir makinelerinde çoğaltırdık. Markalarımız, arabalarımız yoktu, elektrik kesilince troleybüste kalırdık. Sigarayı otobüste içer, ağabeyimizin yanında içmezdik. Hani eski albümlerimizde tiplerimize, elbiselerimize bakar da güleriz ya, ben hep kaybettiğim bir dostun resmine bakar gibi bakarım.

Seviyorum, özlüyorum yılların benden götürdüklerini... Kısaca biz de babalarımıza benzemiyoruz, babalarımız gibi... Ama tüm eksiklerine ve olmayanlara rağmen her şey, yediğimiz domates, can erik bile sanki daha güzeldi eskiden. Artık yüzlerce rakamdan oluşuyor yaşamımız, telefon numaraları, şifreler, kimlik ve vergi numaraları, kredi kartları... Ama yeni hayatları en iyi anlatan rakam “1”. Çünkü artık hepimiz bir 1 numarayız. Çarpımdaki etkisiz eleman. Etkisizliğin ve yalnızlığın, yapayalnızlığın rakamı. Sayılarımız ve bilgilerimizle beraber yalnızlıklarımız da büyüyor. Ama hiç sorun etmeyin kendinize, ne de olsa artık hepimiz “1 NUMARAYIZ”, ama yapayalnızız.

Yavuz Bingöl 25/04/04

Sahi, biz solcular hangi davanın kavgasını veriyorduk?

Şu memlekette çok çok eskiden solcu denilince, komünist denilince akla ne gelirdi? Kasket! Evet, bir tek "kasket" kelimesi ile halka solculuğun ne melanet bir şey olduğu anlatılırdı. "Bu komünistler namussuzdur, karılarını arkadaşlarına peşkeş çekerler, mesela eve geldiğinde kapıda arkadaşının kasketini asılı görürse içeri girmez, karısını arkadaşına bırakır" derlerdi. Ve halkımız da buna inanırdı.
Ardından köprünün altından çok sular aktı... Özellikle yetmişli yıllardan sonra solculuğun böyle bir şey olmadığını sevgili halkımız kendi öz deneyimiyle bir ölçüde kavradı. Derken efendim, köprünün altından akan sular bu kez köprüleri aştı. Yani halk ile solcular arasında kurulan köprüler de yıkıldı. 12 Eylül filan oldu, duvar çöktü, süt taştı, kuş uçtu... Derken... Bir de baktık... Yıllardır solculara Amerika kışkırtmasıyla "ahlaksız dinsiz imansız" diyen, "Kanlı Pazar"larda kıtır kıtır komünist kesen İslamcı kesimler, solcuların argümanlarına sahip çıkmış, Fatsa'yı model göstererek önce yerel seçimlerde oy toplamaya girişmiş; sonra yoksuldan, mazlumdan yana bir söylem tutturmuş; kara kafalıların desteğini alıvermiş...

Sorum şu ki, sadece bu memlekette değil şu gezegende de solcuların yapması gerekenleri acep artık İslamcılar mı yapıyor? "Sümme haşa!" Peki ne oldu solculuğa, ideolojisine? Siyasi İslamcılar hafızlığı bırakıp yaratıcılığa soyunurken solcular hepten hafız mı kesildi?

Geçenlerde "demokratik devrim tepeden ve dışarıdan bir şekilde tamamlandı" dedim, sağdan soldan olmadık laflar işittim. Yahu biz hala ezberimiz bozulmasın mı istiyoruz? İnternette "Özgürlükçü Sol" diye bir link var; burada Önder Kurt adında bir arkadaş yazıp duruyor; sol cenahtan şeytanın avukatlığını üstlenmiş. Ha bire ezber bozuyor. Söylediklerinin pek çoğunu, bana göre (çözüm için post Marksizm ve post anarşizm tezlerinden medet umduğundan) ifrata vardırarak abesleştiriyor ama, sordukları sorular da yabana atılası değil. Hatta laf aramızda, bir kısmını ben de yıllardır utana sıkıla, acep yanlış anlaşılır mıyım korkusuyla, kem küm edip söylemeye çalışıyorum. Şöyle:

Solun gündelik hayattaki varoluş tarzı nasıldır? İslamcılar'ın nasıldır? Sendikalar etkisiz.

Sol partiler öyle. Peki solcuların kendini ifade edebileceği kamusal alana ne oldu? Özelleştirildi! Kamusal alanda ve her toplumsal alanda tarikatlar bu nedenle mi etkili?! Sol dağınık... Sol örgütsüz... Tamam da, en sıkı örgüte bile sahip olsa, bu zihniyetle, bu kafa yapısıyla ve bu "varoluş tarzıyla" farklı bir sonuç elde edilebilir mi? Hem de yüzyıllardır hüküm süren Müslüman kültürünün şimdi kalkıp bir de solun cephaneliğine el koyduğu bir ülkede, anladık, AKP "tersten takiyye" yapmış ve iktidar olmuş. Peki ama Felluce'dekiler de takiyye yapmıyor ki; direniyorlar! Çünkü zulme karşı direnmek için solcu olmak gerekmiyor. Ama zulme karşı direnenler, tanım gereği, elbette iyi insan sayılıyorlar. Burada yanlış olan nedir, doğru olan ne?



SOLCULUK VE YABANCILAŞMA

Sol cenah, oldum olası, savunuculuğunu yüklendiği emekçilere "doğru"nun ne olduğunu göstermekle kendini yükümlü kılmıştır. Oysa mesela, siyasi İslamcılar, neyin doğru olduğuna inanıyorsa, bunu önce hayat tarzı haline getiriyor ve "yoksullara" bu hayat tarzını tebliğ ediyor. Yani biz de Önder Kurt'un tabiriyle "yoksulları", onlara önerdiğimiz bir hayat tarzını "paylaşmaya" davet etsek, daha doğru olmaz mı? Elbet, önce paylaşılacak türden bir "kendi" hayatımızın olması lazım ve üstelik buna da imrenilmesi lazım. Aksi halde, yani paylaşmanın, dayanışmanın olmadığı bir halde, solcuların "dışarıdan" seslendiği yoksullar, mazlumlar kendilerini sürekli "yardıma muhtaç olma" pozisyonunda hissedecekler. Solculuk ve halkımız arasındaki eşitsiz ilişki ve yabancılaşma ise sürgit devam edecek.

Yine Önder Kurt'un dediği üzere, solcuların "part-time" dayanışmasına rağmen, yani mahalleye "dışarıdan" gelenlerin siyasi faaliyetlerinin ötesinde her zaman "full-time" bir gerçek mahalle yaşantısı var olacak. Mahalledeki yoksullar da, solculuk yapmak için dışarıdan gelenler indinde, kendilerinin her zaman "yardıma muhtaç" insan olduklarına inanacaklar ve bu da solculara karşı kaçınılmaz olarak, yine Kurt'un isabetli deyimiyle, bir "bilinç dışı hınç" yaratacak. "Neden İslami-milliyetçi-etnik akımlar her zaman gecekondularda çok daha etkindir? Çünkü onlar gecekonduların arasındalar, camilerde, mahalle kahvehanelerindeler. İdeolojik bir davanın yaşayarak neferi oluyorlar." Onlar solcular gibi, "dışarıdan bilinç taşıma" peşinde değiller ki. Eldeki bilinci (bilinçsizliği!) yeniden üretiyorlar, ya da "tebliğ" ediyorlar; hepsi bu.

Bu haftalık, sözü şöyle bağlayayım: Kendi tahlillerimizin "bilimsel" açıdan isabetli olması, biz solculardan başkasını ilgilendirmeyebilir. İlgili kimselere, yani halkımıza "dışarıdan bilinç" taşıma misyonunda ısrar ettikçe, tek ortak yanımız halkımız ile birlikte sorduğumuz tek orta soru olur: Ne olacak bu memleketin hali?

Melih Pekdemir 28/11/04

Solum, sol tarafım ya da yolunu kaybedip hayatını kazananlar

Bugüne dek hep sol halkın fotoğrafını çekti. Sınıf tahlilleri yaptı; "küçük burjuvazi şudur, proletarya budur" dedi. Bu arada sol elbette kendi fotoğrafını da çekti. Kendi dışındaki solu kıyasıya eleştirdi, ara sıra özeleştiri yaptı. Bu özeleştirilerin en anlamlısı "kendi iç sorunlarımızla, tartışmalarımızla boğulmayalım, yüzümüzü halka dönelim" şeklinde olanı. Peki sol yüzünü halka dönünce ne olacak? Bu kez halk solun yüzünü görecek, yani onun fotoğrafını çekme imkanına sahip olacak! Halkın kadrajından görünen solculuk pek yakışıklı ya da güzel olmasa gerek.
Eskiden, yani 1970'li yıllarda, kahveye bir solcu geldiğinde, hemen herkes onun masasının etrafında toplanırdı... "Akıllı adamdır, memleket meselelerini bilir" denirdi. Solcunun, devrimcinin önerdiği yapılırdı-yapılmazdı ayrı bir şey... Ama solcu olmak, toplum içinde itibarlı bir yere sahip olmaktı... Şimdi? Mesela kendine solcu diyen bazı örgütlere bakınca, halkın indinde Hizbullah ile bu tür çok harfli sol, devrimci örgütler arasında bir fark var mı? Solcu olmanın bir itibarı var mı?

Tanıl Bora geçen gün köşesinden beni de "bu minval üzere" dürtükledi... Sol adına yapılması gerekenler, geçmişte yaptıklarımızın basit tekrarı değil ama, şu hususta artık mutabıkız: İslamcılar bizim yaptıklarımızı taklit ettiler başarılı oldular, bu arada biz geçmişte yaptıklarımızı da unuttuk... Günlük maişet derdine düştük, yolunu kaybedip hayatını kazananlar kategorisine girdik. Bari hiç olmazsa, kendi hafızalarımızı tazeleyelim.

Tarikatçılığı boş verin ama "komünist" ne demektir? Komün-ist, yani komüncü olmak değil mi? Komün ise en kısa tarifiyle eşit ve özgür ilişkiler kurarak ortaklaşa ve dayanışarak yaşamak... Peki bugün bu özelliğe haiz hangi sol sendikal çalışma var? Hangi siyasi parti? Solculuk sadece meydanlara çıkıp bir takım özgürlük taleplerinde bulunmaktan; sol sendikacılık sadece üyelerinin ekonomik menfaatlerini korumak için yasal düzenlemeleri eleştirmekten mi ibaret?

Haydi bunları geçelim ve başka bir şey soralım: Bu ülkenin insanlarının en başta gelen derdi nedir? Geçim derdi! Madem birey olarak solcuların çoğu da hayatını kazanmak için didinmek zorunda. Öyleyse.. Yaşadıkları sokakta kendi aralarında "komün" yaşantısı benzeri bir tarzı neden akıl etmezler ki? Her şeyden önce, ele verir talkını... durumundan kurtulmak için. Mesela, kış geldi işte... Toptan, ortaklaşa kömür alıp ucuza getirebilirler. Bakkaldan, manavdan alışveriş yapmak yerine, bir kamyonet tutup ihtiyaçlarını halden ve toptancıdan ortaklaşa karşılayabilirler. Her gün eve et almak mümkün olmadığından, ayda yılda bir ortaklaşa koyun almak, eğer müsaitse mahallenin ortasında şölen düzenler gibi kavurmasını yapmak... Kimi zaman ortak kazan kaynatmak... Ya da apartman ortamına müsait benzeri güzellikler peşinde koşmak. Bunları yaparken, içimizden ve belki de "dışımızdan", parası yetmeyenleri de bu şölene katmak... Pek mi akıl dışı? Pek mi ütopik? Yoksa bunları da "devrim sonrasına" mı ertelemeli? Yoksa bunları yapınca bizi devrimden, devrimcilikten vazgeçmiş mi sayarlar?

Biliyorum, bunlar pek naif ya da düpedüz saftorik, aykırı öneriler olarak görülecektir. Solculuğun kendisi de zaten naiflik, saftoriklik (dürüstlük!) ve aykırılık değil midir? Ama şurası var ki, iktisadi sorunlarını (geçim derdini!) beraber çözebilenler, diğer sosyal ve kültürel dayanışmanın çeşitli biçimlerine de dört elle sarılma alışkanlığı edinirler. Bu komüncü alışkanlıkla, mahalledeki cenaze, düğün, şenlik gibi her topluluksal olayın içinde en önde yer alabilirler. Siyaset yaptıklarında da inandırıcı olurlar. Çünkü durdukları yerde sosyalleşmişlerdir; bencilliklerini törpülemişlerdir. Peki bundan ne çıkar?

Merak etmeyin, mutlaka mahallenin kahvesinde biri kalkar şöyle der: Ey millet duydunuz mu? Filanca sokaktakiler kafayı yemiş herhalde, kendilerine solcu diyorlarmış ve şöyle şöyle işler yapıyorlarmış. Okey oynayanlar mutlaka başlarını kaldırır ve bu tuhaf dedikoduyu dinlerler. Solculuğun itibarına hiç olmazsa bir kertik atılmış olur...

Geçen hafta gerçi şu "dışarıdan bilinç" konusunda ileri geri laflar ettim ama, ben de farkındayım, bu iş bu kadar basit değil. Lakin mevcut durumda, gelinen noktada, eskisi gibi olmayacağını anlatacak kadar da basit işte. Solcu aydınlar ile halk arasındaki ayrım kuşkusuz sürecek... Halkımız da kuşkusuz gökten vahiy inip kendiliğinden bilinçlenmeyecek. Dışarıdan bilinç taşıma stratejisi üzerine kurulu toplum mühendisliğinin inşaatları çöktüğüne göre; mühendislerin amele, amelelerin de mühendis olabileceği bir başka inşaat üzerine kafa yormak, başka tür bir bilinçlenme tarzı araştırmak... İşte yeni tarz solculuk da böyle bir şey olsa gerek; ve bunun için ve daha çook yorulmak ve tartışmak gerek. Ah bir de kısa yazmayı becerebilsem...

Malumunuz burjuvazi kendi sorunlarını çözerken bizim fikrimizi sormuyor; yani Müftüoğlu acep bu konuda önceden ne demişti, ona bakmıyor... Adamlar bildiğini yapıyor ve bize de şimdilik onların yaptığını "okumak" düşüyor, okumasını bilene... Nesnel durum maalesef böyle... Ayrıca ben "demokratik devrim tamam şimdi sıra sosyalist devrime geldi" dememiştim ki; burjuva demokrasisinin "programı" tepeden ve dışarıdan şekilde tamamlandı, demiştim... Yani Türkiye'de AB'ye üye olunsa da, olunmasa da "de jure" düzeyde bu program tamamlanmıştır. Mevzuya sosyalizmin sona ermiş bir tarihsel dönemi zihniyetiyle bakılınca elbette her demokratik devrimden söz edenin akabinde sosyalist devrimden de söz edeceği sanılır. Ya da kısaca şöyle diyeyim; benim bir mesleğim de "terecilik"tir...

Melih Pekdemir 05/12/04


"Dev-Yol Davası Baştan Sona Siyasi Bir Dava"

Melih Pekdemir, 20 yıldır süren Ankara Devrimci Yol Davası'ndan kararları Yargıtay'ca bozulunca yeniden yargılanarak önce idam çarptırılan, sonra cezaları müebbet hapse çevrilen 20 sanığından biri. Pekdemir'in, savunmasını yayımlıyoruz.

BİA Haber Merkezi
18.07.2002 Melih PEKDEMİR
BİA (Berlin) - 1989 yılında bu davanın ilk aşaması nihayete ererken kapsamlı bir siyasi savunmaya ihtiyaç duymuştuk. Ekleri hariç, kitap ebadıyla 726 sayfa olan bu ortak savunmayı mahkemeye sunduk; bu savunmamız yayınlandı ve yıllardır Türkiye'nin en çok okunan kitapları arasındaki yerini koruyor.

2002 yılı itibariye şu ülkede yeniden siyasi bir savunma yapmaya en az ihtiyaç duyanlar varsa, o da bizler olmalıyız. Çünkü savunmamızda ortaya koyduğumuz her şey zaman içinde ispatlandı; öyle ki, Kenan Evren dahi ünlü iddialarından vazgeçti ve hatta kimi zaman özeleştiri bile yapıyor.

Ecevit ve Demirel yıllar sonra bizim kendileri hakkında söylediklerimizi bir memleket gerçeği olarak kabul ettikleri ve hatta kimi zaman tekrarladıkları ölçüde siyasete yeniden dahil olabildiler. Ve nihayet Amerika Birleşik Devletleri (ABD) elçilerinin hatıralarında bile ifşa edilen emperyalist politikalar, Gladio adıyla deşifre olan kontr gerilla, Derin Devlet denilen illegal ilişkileri açığa vuran Susurluk, ve bitmeyen Hortumlamalar... Devlet Güvenlik Mahkemesi(DGM) savcısı Talat Şalk'ın Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası ve Avrupa Birliği'ne (AB) yazı yazıp "beyaz enerji" operasyonuyla ilgili belgeleri istemesi...

Oysa bizlere 20 yıl önce bunlara karşı çıktığımız için terörist denilmişti ve bundan dolayı yargılanmıştık ve mahkum edilmiştik. Mahkum edilmiştik; çünkü 12 Eylül zihniyeti revaçtaydı. Bizi mahkum eden ise hukuk değil 12 Eylül zihniyetiydi. Oysa şimdi önüne gelen herkes 12 Eylül zihniyetini mahkum ederek söze başlıyor....

Ve biz mahkumiyeti tescil edilmiş bir zihniyetin 20 yıl önceki iddianamesi dikkate alınarak, bir kez daha mahkum edilmek isteniyoruz. Mahkumların zihniyeti, iddiaları kanıtlanmış olan bizleri mahkum ediyor. Bunda bir terslik yok mu? Ne zamandan beri mahkumlar yargılayabiliyor; ve yargıları tarih önünde ispatlanmış olanlar, mahkum edilmiş bir zihniyet tarafından mahkum edilebiliyor?

Suç ve Ceza!

Suçlu olan, kendi cezasını bu suçu herkesten önce ortaya çıkarmış olana vermek istiyor! Çünkü 1982 yılında kaleme alınan ve yargılanmamıza neden olan iddianamenin siyasi özü tam bir atfı cürümden ibarettir! Ve aradan geçen 20 yıl içinde inandırıcılığı bakımından cürümü kadar yer bile yakamamıştır. Sadece, yüzlerce genç insanın yıllarca cezaevinde çürütülmesine yaramış ve maksadını hasıl etmiştir. Ya da etmemiştir. Etmemiştir ki, şu anda 22 genç olmayan insan yıllar sonra bir kez daha yakılarak, atfı cürümde ısrar edilmek istenmektedir.
Peki ama ispat edilmek istenen nedir? Hukukun üstünlüğü mü? Suçlu olanın cezasız bırakılamayacağı mı?
............
Susurluk'un ne olduğunu elbette biliyorsunuzdur. Hala gazetelerde tefrika ediliyor. Banka hortumlayanlardan da mutlaka haberdarsınızdır. DGM'lerdeki bazı dosyalar belki sizlerin önüne gelecek. Çünkü onların bile DGM'lik suç işlemediklerine kanaat getirildi. Sizlere bildiğiniz şeyleri tekrarlamayacağız.

Çünkü sizler de bilirsiniz ki, bu ülkede, özellikle 12 Eylül dönemindeki sıkıyönetim mahkemelerinin, bizzat 12 Eylülcülerin kaleme aldığı Anayasa'ya bile aykırı olduğunu hukuka bağlı bir çok insan söyledi ve yazdı. (Bu tartışmalar öyle bir boyuta ulaştı ki, üç yıl kadar önce, İmralı'da görülen bir davada bile, askeri hakim üye heyetten çekilmek zorunda kaldı.)
Ve bizler, sıkıyönetimin artık olmadığı koşullarda, bir sıkıyönetim mahkemesi tarafından mahkum edildik.

Oysa, sıkıyönetim sona erdikten sonra bu mahkemelerin görevlerine devam etmesine imkan tanıyan bir yasa hükmü, 1972 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmişti. Ve bizler, 12 Eylül MGK'sinin yayınladığı bir fetvaya dayanılarak, görevine devamında lüzum görülen bir sıkıyönetim mahkemesi tarafından cezalandırılmıştık.

Bizi yargılayan mahkemeye verecekleri kararın peşinen Anayasaya aykırılıkla malul olacağını söylemiştik; onlar ise malul bir karar alabilmeyi kendi hukuk anlayışlarında makbul görmüşlerdi. Bu onların sorunuydu. Ama 20 yıl sonra, bu sizlerin de sorunu değil mi sayın yargıçlar? Bu sorunun çözümü ise şimdi bu ülkede sizlerden başka kimsenin elinde bulunmuyor! Fetvalara mı dayanılacak, Anayasanın amir hükümlerine mi, hukuka mı dayanılacak? Uluslar arası anlaşmalar hala geçersiz mi sayılacak?

12 Eylülcüler; Türkiye'nin yıllar önce imza atmış olduğu ve Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarafından onaylanarak bir iç hukuk normu haline de gelmiş olan uluslar arası bir anlaşmayı, "İşkence ve Başkaca Zalimce, İnsanlık Dışı ya da Onur Kırıcı ya da Cezaya Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesini" dış politika bakımından yok saymaya cüret edememişlerdi ve hukuken bu sözleşme biz yargılanırken de yürürlükteydi.

Ama iç politika bakımından, 12 Eylülcülerin sicil verdiği emir komuta zincirindeki askeri mahkeme bu sözleşmeyi hiçe saymayı bir vazife addetmişti. Durumdan vazife çıkarmış; "emniyet ifadelerimizin işkence ile alındığına dair delillerin toplanması" talebimizi, "vicdani delil" gerekçesiyle reddedebilmişti. Emir komuta içinde çalışmayan bağımsız yargıçlar olarak sizler daha iyi bilirsiniz: Vicdani delil sistemi, ifadelerin işkence ile alındığı konusundaki delillerin toplanması ihtiyacını ortadan kaldırabilir mi? Hakkımızda mahkumiyet veren sıkıyönetim mahkemesi, daha ilk adımda, Esas Hakkındaki kararını oluştururken, sizce de çok önemli bir usul hatasını taammüden işlemiş sayılamaz mı?

1989 yılında, BM İşkence Sözleşmesi'nin hükümlerini uygulamayan bir sıkıyönetim mahkemesi işkence ifadelerine dayanarak idam cezaları verirken; zamanın hükümet yetkililerinin dış kamuoyuna Türkiye'de işkence yapılmadığının kanıtı olarak, "biz BM İşkenceyi Önleme Sözleşmesini imzaladık" sözünü tekrarladıklarını da biliyor muydunuz?
Peki bu garabeti, "dönemin gereğidir" diye tarih sayfalarına bıraktık diyelim; 20 yıl sonra, işkence altında alınmış ifadelere dayanarak karar verebilmek bir yana, TBMM'de Anayasa reformu yapılmışken, AB normlarına uygun şekilde idam cezası kaldırılırken, hangi hakim, hangi hukukçu işkencenin devamından yana tavır alabilir? Bari 20 yıl sonra, şu ülkede işkenceye uğrayanın değil işkencenin mahkum edilmesi hala mümkün olmayacak mı?

1989 yılında, aylarca-yıllarca en ağır işkenceleri yaşamış insanlar olarak, hem de bizi dinlemeyen bir sıkıyönetim mahkemesinden; bütün yargıçlara, bütün gerçek hukukçulara seslenmiştik: İşkenceye karşı çıkın! İşkence ifadelerinin kanıt olarak kullanılmasına karşı çıkın! İşkenceyi durdurun!

Sesimizi duyurabilmiş miydik?

Bilmiyoruz; o karanlık günlerde sizler de birer hukukçu olarak sesimizi duymuş muydunuz; ama şunu biliyoruz ki, bu çağrıyı yıllar sonra yinelemek, bağımsız yargıçlar tarafından yargılandığımıza inandığımız bir Ağır Ceza mahkemesinde herkesten çok bizim ağırımıza gidiyor.

Bütün bunları bildiğinize inanmak istiyoruz ve bu yüzden sizlere bildiğiniz şeyleri tekrarlamayacağız. Fakat bir ihtimal, boynumuza ilmek atılmak iddiasıyla yargılandığımız bu mahkemede de, bilmediğinize inandığımız bazı hususları hatırlatmak boynumuzun borcudur.

Bu davanın 12 Eylülün bir ürünü olduğunu biliyorsunuz; ama bu dönemde açılan bütün davaların hazırlık soruşturmalarının, emniyet müdürlüklerinde yürütülen işkenceli sorgulamaların tam 90 gün sürdüğünü de hatırlıyor musunuz?

Bizzat devletin açıklamasına göre, bu soruşturmalarda 175 kişinin işkencelerde resmen öldürüldüğünü de biliyor musunuz? Kenan Evren'in verdiği "asmayalım da besleyelim mi" direktifiyle sıkıyönetim mahkemelerinin peş peşe idam cezaları kestiğini unutmamışsınızdır.Bu yıllarda yaptığı bir ABD gezisinde, Amerikalı gazetecilerin sorusu üzerine aynı Kenan Evren'in 1980-86 tarihleri arasında işkence yaptıkları iddiasıyla 9337 görevli hakkında 5602 dava açıldığını, 1401 davada 2294 devlet görevlisine işkence yapmaktan ceza verildiğini açıklamaya mecbur kaldığını da duymuş muydunuz?

Devrimci Yol davasının hazırlık aşamasını oluşturan emniyet soruşturmasının, hemen hepsi MHP'li olan DAL grubuna mensup, işkenceci polisler tarafından yürütüldüğünü de biliyor musunuz? Ama mutlaka, o yıllarda DAL grubunun şefi olan Kemal Yazıcıoğlu'nun, Türkeş vefat ettiğinde açılan taziye defterine; "Başbuğum, ne öğrendiysem sizden öğrendim" diye yazdığını ve altına "oğlun Kemal" diye imza attığını hatırlarsınız.
Elbette Türkeş'in oğlu Kemal'in öğrendikleri sayesinde bizden aldığı işkenceli ifadelerden hazırladığı emniyet fezlekesinin, çoğu yerinde virgülüne bile dokunulmadan hakkımızda düzenlenen iddianame haline getirildiğini bilemezsiniz; çünkü bu mahkemenin yargıcı ya da savcısı olmama şansına sahiptiniz. Ama sadece Ankara Devrimci Yol Davası ile ilgili olarak 1980-82 yılları arasında yürütülen soruşturmalar sırasında, gördüğü işkence sonucu 4 arkadaşımızın hayatını kaybettiğini öğrenseydiniz, peki sizler nasıl karar verirdiniz?

Hürriyet gazetesinde, 17 Aralık 1987 tarihinde, Devrimci Yol davasının iddianamesini hazırlayan sıkıyönetim başsavcısı Nurettin Soyer'in emekliye ayrıldıktan sonra yaptığı açıklamaları okumuş muydunuz?
Soyer ifşaatında, bu davadan yargılanan pek çok sanıkta, gördükleri işkenceler sonucunda ortaya çıkan sakatlık ve hastalıkların hala sürmesine, bu konuda bazı sanıklar için verilmiş doktor raporları ya da revir işlemleri bulunmasına rağmen, cezaevi yöneticileri ve sıkıyönetim komutanı Recep Ergün tarafından işkenceci polisler hakkında soruşturma açılmasının engellendiğini söylemişti; bu engellemelere rağmen açılan davalarda ise, işkenceci polislerin ceza almasını önlemek için mahkemelere baskı yapıldığını da itiraf etmişti.
Pişmanlığını dile getirmişti. DAL grubuna mensup 36 polis görevlisi hakkında dava açabilmiş ve bunlardan sadece 6'sına göstermelik cezalar verilmişti.
Peki sizler neyi tercih ederdiniz; bu baskılara boyun eğerek, ancak emekliliğinizden sonra pişmanlığınızı dile getirmeyi mi; yoksa, bu ifadeleri hiçe sayarak hukukun gerektirdiği bir yargılama sürecinin gerçekleşmesini mi? Ama bu sorunun cevabı 20 yıl sonra da geçerlidir sayın yargıçlar. Evet, hangisi?

Sayın yargıçlar; önünüzde 2 kamyonet dolusu, onbinlerce sayfa tutan 775 civarında klasörden oluşan bir davanın durduğunun siz de farkındasınız, biz de farkındayız. Sizlerden bütün bunları teker teker incelemenizi talep etmek, hukuken hakkımız olsa bile, bunun maddeten imkansız olduğunu çok iyi biliyoruz.

Ama şu anda aynı suçlamalar ve aynı delillerle hakkımızda şu ya da bu kararı vermek üzereyken; emniyet soruşturmaları sırasında hazırlanan ifade, yer gösterme, teşhis vb. tutanaklarından pek çoğunun usulsüz olarak hazırlandığını siz de bilmek; ya da bu iddiamızı hiç olmazsa hakkında karar vereceğiniz 22 sanık bakımından araştırmak zorunda değil misiniz?

20 yıl önce sıkıyönetim mahkemesinde yargılanırken, yer gösterme tutanaklarında hazır olarak imzası bulunan tanıklardan, evet tanıklardan 26'sı kendilerine boş kağıda imza attırıldığını; 54'ü sanık anlatımlarını duymadan, tutanakta ne yazıldığını bilmeden ve okutulmadan imzalarının alındığını duruşmalarındaki ifadelerinde anlatmışlardı.

Sıkıyönetim mahkeme heyeti, duruşmalarda yüzlerine söylenen bu tanık ifadelerini hiç mi hiç dikkate almadılar. Peki sizler, dosyalardaki bu duruşma tutanaklarını okumakla mükellef olan sizler de mi dikkate almayacaksınız? Dahası da var: Tanıklardan 4?ü ise kendi önlerinde sanıkların polisler tarafından dövüldüğünü, fiziki görünüşlerinden işkence gördüklerinin anlaşıldığını söylemişlerdi. Sizleri inandırabilmek için bu tanıkları yıllar sonra nereden bulabiliriz; duruşma tutanaklarını incelemenizi talep etmekten başka?

İlgili emniyet ifadelerine bakın şunu göreceksiniz: Bu soruşturmalarda, emniyet teşkilatı henüz bilgisayar ortamına geçmediğinden olsa gerek, tek bir suçlamanın ayrı ayrı çok sayıda sanığa ya da farklı farklı sanık gruplarına işkence marifetiyle kabul ettirildiğine dair tam 121 olay bulunmaktadır. Peki bu traji komik durumu, bugünkü teknoloji olsa emniyet bu bariz hataları yaparak kendi işkencelerini belgelemezdi diyerek geçiştirelim; ama sizler şimdiki teknolojiyle ve hukuk anlayışınızla, "ben yaptım" diye ifade verdikleri olay tarihinde başka bir yerde, hapiste, karakolda veya yurt dışında olduğu ortaya çıkmış olan pek çok sanığın yer aldığı bir davada, tıpkı sıkıyönetim mahkemesi gibi "madem ben yaptım, demiş öyleyse itiraf etmiş sayılır" şeklinde bir kanaatle, benzer bir hükme varabilecek misiniz? Buna vicdanınız el verecek mi?

Mahkemenizde görevli sayın savcının sizlerin karar vermenize hukuki katkıda bulunmak üzere mütalaasını hazırlarken, hiçbir klasörün kapağını açmadığını söylediğimiz zaman, ona haksızlık etmiş sayılmamalıyız; sadece böyle bir şeyi bu kadar sürede yapmasının imkansız olduğunu teslim etmiş sayılmalıyız.

Sayın savcının bu tutumunun, kuşkusuz, dönemin askeri savcılığı tarafından yapılan soruşturmanın genellikle işkence ifadelerinin doğrulatılması çabası ve zorlamasından ibaret olmasıyla hiçbir alakası ve benzerliği yoktur. Ama bir sivil savcının, 20 yıl önce askeri savcılık makamının nasıl bir soruşturma yürüttüğünü merak etmesi gerekmez miydi?

Bize göre, mütalaasında böyle bir soruşturmanın gölgesinin bulunması bile bağımsız ve sivil hukuk anlayışı bakımından son derece rencide edici bir etken sayılmalıydı. Çünkü, askeri savcılık makamının, soruşturmanın hatta yargılamanın devam ettiği bir sırada cezaevinde tutuklu bulunan sanıkları bizzat kendileri sorgulamak yerine, işkenceyle sorgulanmak üzere emniyete gönderdiklerini hiç mi bilmiyordu?

Şimdiki sorgularımızda elbette böyle bir sorun yok. Ama şimdi bizden, savcılık tarafından işkenceyle sorgulanmak üzere tekrar emniyete gönderilmemiş olmamızdan dolayı halimize şükretmemiz de istenmesin. Çünkü biz bazı arkadaşlarımızın mahkemede sorgusu yapıldıktan sonra, askeri savcılık makamı tarafından emniyete gönderilerek, aynı konuda yeniden işkenceye tabi tutulduklarını unutmadık.

Sıkıyönetim mahkemesi ise daha önce kendi huzurlarında bilgisinin bulunmadığını açıkladığı bir olay hakkında, aynı sanığın daha sonra işkence ile olayı kabul ettiğini belirten ifadesi önüne geldiğinde bu durumu hiç yadırgamamış ve eli titremeden mahkumiyet kararını verebilmişti. Biz bu mahkumiyetleri de çektik; ama şimdi yeniden mahkum edilerek bazılarımızın heyetiniz tarafından tekrar cezaevine gönderileceği ihtimalini düşündükçe, gerçekten de sürrealist bir durumla karşı karşıya bulunduğumuza inanıyoruz..

Sürrealizm, baskı dönemlerinde yadırganmayabilir. Ama şimdi realist olmak istiyoruz, hukuk istiyoruz. Sürrealist bir sıkıyönetim mahkemesinde, gerçeklerin açığa çıkarılması için yaptığımız soruşturmanın derinleştirilmesi talepleri elbette reddedilecekti; yargılama elbette sadece polis suçlamaları ve işkence ifadeleri çerçevesinde yürütülecekti.

Ama sayın yargıçlar; şimdi sizlere, 20 yıl önceki yargılama sürecinde dinlenen 1582 tanıktan 405'inin işkence ifadelerini alan, yer gösterme vb. tutanakları düzenleyen polisler, 322'sinin şikayetçiler ve sadece 23'ünün savunma tanığı olduğunu hatırlattığımız zaman, böyle bir yargılamayı yadırgamayacak mısınız? Kendinizi böyle bir yargı sürecinin devamı olarak görmekten alıkoyabilmeniz için yapabileceğiniz hiçbir şey yok mudur?

Yapacağımızı yapıyoruz işte, diyebilirsiniz; ve haklı da olabilirsiniz. Gerçekten de, mahkemenizde görülen duruşmalarımız bütünüyle olağan koşullarda ve hukuk şemsiyesi altında devam ediyor. Yani 20 yıl önceki gibi, bir askeri cezaevinin tecrit hücrelerinde, işkence altında tutulmuyoruz. Mahkemenize coplanarak getirilmiyoruz. Duruşma salonun arkasındaki yakınlarımıza dönüp bakmamız yasak değil.

Oysa 20 yıl önce arkamıza bakıp annelerimize gülümsememizin bile cezası haftalarca tabutluklara atılmak olarak verilirdi. Burada yargılanırken, şükürler olsun ki, hiç birimiz duruşmamız esnasında dövüldüğümüz için hastanelik olmadık. Oysa 20 yıl önce, aralarında bazılarımızın da bulunduğu pek çok sanığın başına bunlar geliyordu. Bu haller yüzünden sorgularının yarım kalmış olduğu hususu, sizlerin incelemesine maddeten imkan bulunmayan duruşma tutanaklarında dahi mevcuttur dersek; bize inanmaz mısınız?

Bazı sanıklar ise sorgu sırası geldiği halde, emniyete götürülerek, mahkemede ifade verirken suçlamaları kabul etmesi için yeniden işkenceye tabi tutuldu. Bu davanın sanıklarından M. Ali Yılmaz'ın sorgusunun yapıldığı günlerdeki duruşma tutanaklarını açın bakın, şunu okuyacaksınız: M. Ali Yılmaz'ın sorgusu, emniyette olduğu için yapılamamıştır!

Biz bu gelişmelere elbette itiraz ettik ama aldığımız cevap ibret doluydu: "Mahkememizi ilgilendirmemektedir" Evet, sürrealist bir dönemin mahkemesinin ilgi alanı dışında olabilen vahim bir durum, yani işkenceye götürülme sırasının duruşmaya katılma hakkı karşısındaki üstünlüğü, 20 yıl sonra hukukun üstünlüğü adına yargı görevini yüklenen sayın heyetinizi de ilgilendirmeyecek mi? Bizim itirazlarımız mahkeme tarafından susturulmuştu; sayın mahkemeniz de mi suskunluğunu sürdürecek, peki ama ne diyecek?

Son olarak; bizler, temyiz olanakları fiilen ellerinden alınmış birer sanık durumundaydık. Sıkıyönetim mahkemesi karar aşamasına geldiğinde sanıkların çoğu 8 yıldır tutuklu bulunuyordu. Mahkemeye şunu da elbette söylemiştik: "Davanın Yargıtay'da incelenme süresinin en az 4-5 yıl süreceği göz önüne alınırsa, o zamana kadar hepimiz aşağı yukarı müebbet hapis cezasını tamamlamış olacağız ki, o durumda Yargıtay'ın bozma kararı vermesinin hiçbir anlam taşımayacağı açıktır."
Peki ne oldu?

Yargıtay aşaması tahminimizden de fazla sürdü. Karardan ancak 7 yıl sonra, 1996 yılında Yargıtay kararını verebildi. Bu arada, 1992 yılında şartlı salıverme yasası çıkmıştı. Buna göre idam cezası alanlar 10 yıl, müebbet alanlar 8 yıl yattıkları için tahliye edildiler. Aslında Yargıtay da kararını işte bu gelişmeye göre vermişti.

Cezasını 10 yıl kadar yatmış müebbet mahkumları da dahil 22 kişi hariç bütün cezaları onayladı. Hiçbir sanığın lehine bozma kararı almadı. Geriye kalan 22 sanığın yani bizlerin cezasını aleyhte bozarken, fiili gerekçe, bu sanıkların önceden tahliye olmuş olmasından başka ne olabilirdi ki? Yargıtay belli ki "adalet"ten yanaydı; madem diğerleri 11 yıl yattılar, bu 22 kişi neden az yatsındı ki?

Öyleyse, şimdi geride kalan ve huzurunuzda bulunan bu 22 kişiye, önceki ortak savunmalarında söyledikleri şu sözleri tekrarlamaktan başka bir şey düşmüyor olsa gerek:

"İşte tüm bunlardan dolayı, bizim bu nasıl bir hukuk, bu nasıl bir yargı, bu nasıl bir adalettir diye sormaya hakkımız vardır."

Bu hakkımızı, sayın heyetiniz karşısında da kullanmak istiyoruz.... (MP/NM)

AB bayramı mı? Avrupa seyranı mı?

18 Aralık Cumartesi akşamı haberlerde siz de izlemişsinizdir: "Başbakan Erdoğan'ın da katılımıyla Ankara Kızılay'da AB şöleni düzenlendi. Erdoğan, 'Bayramınız kutlu olsun' diyerek konuşmasına başladı."
Ortalıkta bir bayram seyran muhabbeti... Şimdilik tuzu kurular, yani sermaye için bayram olduğu kesin. Nereden mi belli? AB doruğu borsayı uçurdu. Sermayesizler, yani çulsuzlar için ise şimdilik seyran, yani seyirlik, bakıp görme.. "Seyran"ın bir diğer anlamı da, bilirsiniz, dolaşmadır. Ama serbest dolaşım konusunda derogasyon var; ve hazindir Avrupa'yı iş ve aş kapısı olarak dolaşacak bir yer olarak görenler henüz bunun manasını bilmiyor ya da bununla ilgilenmiyorlar. Nereden mi belli? Ulusal kaynana Semra'nımın izlenme oranları AB haberlerini yerlere serdi. Süreç bir süre daha AB'deki şarkiyatçılık ve TC'yi yönetenlerdeki şark kurnazlığı arasındaki bilek güreşi olarak devam edecek gibi...

AB'ye tam üye olunur ya da olunmaz, bu şimdiden bilinmiyor. Bugün bu gelişmelerin somut anlamı, Türkiye'de siyasi rejimin değişmekte oluşudur. Tepeden ve dışarıdan burjuva devriminin bir sonucu, burjuvazi kendi rejimini şimdi tepeden ve dışarıdan yeniden kurmaya girişiyor. Ancak bu tür bir siyasi rejim şu gezegende herkesi memnun edebilseydi, bütün insanlık kapitalizm yanlısı olurdu. Oysa başta AB ülkelerinde kapitalizm karşıtı bir rüzgar, emek rüzgarı şükür ki esmeyi sürdürüyor.

Türkiye bakımından "de jure" (yasalara göre) burjuva demokrasisi ortamı oluşuyor; "de facto" (fiili düzeyde) bir demokrasi ise zihniyetlerdeki demokrasi, yani toplumun farkına vardığı ve peşinde koştuğu haklar düzleminde gerçekleşebilecek. Fiili demokrasi bakımından bugün hayati önem taşıyan konu şudur: Türkiye'deki demokratikleşme asıl olarak iç dinamiklerle mi, dış dinamiklerle mi gelişecek? Malum, her derde deva olarak AB'yi gösteren liberallerimiz, TV'lerdeki açık oturumlarda filan her fırsatta "ne edelim, iç dinamik yok ki" diyorlar. Peki iç dinamiği olmayan kim? Elbette ki hakim sınıflar! Bunun kanıtı, kendi başlarına bir burjuva devrimini yapamayışları, yetersiz sermaye birikimi değil mi? Bu yüzden AB konusunda iştahı kabartan en büyük beklentileri de, daha fazla "yabancı sermayenin" gelecek olmasıdır.

İsmet Berkan, Cumartesi günü şöyle yazmıştı: "Son 200 yıldır ama az ama çok geçerliğini koruyan bir motor daha vardı: Dış dinamik. Türkiye son 25 yıldır 'ilerleme'sini büyük ölçüde dış dinamiğin sağladığı itmeyle yürütüyor. O dış dinamiğin adı Avrupa Birliği." "Tepeden ve dışarıdan modernleşme" deyimini, sürecin nesnel gidişatını tahlil bakımından ben de kullanmaktayım. Ancak bizim kuşak şu nüansa dikkat ederdi: Türkiye geri kalmış bir ülke midir, geri bıraktırılmış bir ülke midir? İkinci seçenek vurgulandığında, emperyalizm faktörü, yani iç dinamiği iğdiş eden dış dinamik öne çıkarılmış olurdu. Vurgu hem iktisadi bakımdan, hem siyasi bakımdan yani demokratikleşme bakımından geçerliydi. Şimdi küreselleşme geldi, emperyalizm zail oldu demenin bir alemi yok ki. Zira oryantalist bakış açısı, Türkiye'de elbette iç dinamik istemez. Yani bu ülkenin aydını olsanız bile, Türkiye'ye oryantalist bir Avrupalı gözüyle baktığınızda, bunu siz de göremezsiniz. Peki şimdi hangi Avrupalı'nın gözüyle bakıldığında iç dinamik görülüyor?

Yunanlı şair Kavafis'in, "Barbarları beklerken" adında ünlü bir şiiri var. Şair, barbarları bekleyen bir şehirdeki soyluların, bir gün aslında barbarların olmadığını ve asla gelmeyeceğini anladıklarını ve gerçekle yüzleştiklerinde uğradıkları hayal kırıklığını dile getirir. Her an bir barbar saldırısı korkusuyla yıllarca teyakkuzda yaşamış soyluların ağzından, şöyle seslenir şair: "Barbarlar olmazsa ne yaparız biz, nasıl yaşarız?"

Avrupa kapitalizmi ve bu anlamda Avrupa sağı şimdi "barbarlarını" bekliyor! Peki barbarlar gelecek diye mi, yoksa gelmeyecek diye mi ödleri kopuyor? Ama bir de Avrupa solu var; emeğin Avrupa'sı.. Bunlar emekçi kardeşlerine barbar gözüyle bakmayanlar; zira bir başka Avrupa'yı birlikte yaratmak için bir başka Türkiye'nin iç dinamiklerini yanlarında görmek istiyorlar. AB'ye üye olmak, bu anlamda elbette olmamaktan yeğdir, ama nasıl Romano Parodi 6 Ekim'de "qualified yes" yani şartlı evet dediyse, bu ülkenin iç dinamikleri de "evet" derken kendi şartlarını dayatacaklardır.

Ama iç dinamik yokmuş! Yahu iç dinamik ne zaman kafasını kaldırdıysa, balyozu yedi. Bu ülkeyi yönetenler, iç dinamik korkusuyla ve dış dinamikler marifetiyle her on yılda bir, 12 Mart'ta ve 12 Eylül'de tepemize darbe vurdular. İç dinamikleri her düzeyde iğdiş edeceksin, iğdiş edenlerle işbirliği yapacaksın, sonra da "yok efendim bize dış dinamik lazım" diyeceksin... Aşağıdan ve içeriden olandan korkan, işte böyle tepeden ve dışarıdan olana mahkum olur.

Şayet "bayram gelmiş neyime, kan damlar yüreğime" deyip işi seyrana bırakmak istemiyorsak, bundan böyle bu ülkenin iç dinamikleri olarak, bütün müzakerelerin tartışmasını meydanlarda yapmak zorundayız. Tepemize dışarının marifetiyle yeni türden darbeler yememek için... Bayram diye, seyran diye öpülmemek için...

19/12/04 Melih Pekdemir

Hangi tarih...

Acaba hangisi. Yüzdük yüzdük, o ince uzun çileli yolun sonuna mı geldik? Yoksa yine " salhaneye mağrur bir eda ile koşup.. " masum ve mazlum boynumuzu, sessiz sedasız itirazsız kasabın bıçağına mı uzattık?
Efelenmelerine bakarsanız anlımızın akı, bileğimizin hakkıyla yolun sonundayız. Ucu göründü. Kısaca elleri mahkum.İstediğimiz kartı masaya atacaklar. Atmazlarsa, yani Avrupa Birliği Türkiye'ye "hayır.." derse, "şart.." koşarsa Başbakan Recep Tayip Erdoğan'a göre "tarih onları affetmeyecek"

İyi de peki "tarih sizi nasıl affetti.." diye sormazlar mı adama.

Tarihe haksızlık ediyorsunuz, tarihi hafife alıyorsunuz. Tarihi sadece ezenlerin ve dönenlerin tarihi sanıyorsunuz. Ezilenlerin de, direnenlerin de tarihi olduğunu unutuyorsunuz. Tarihin asla unutmadığını anımsamıyorsunuz.

Hangi birinizi, hangi işinizi unutsun affetsin tarih?

Bastığınız TİP kongrelerini mi (1968), Kanlı Pazar'ı mı (1969) , Kayseri'de TÖS Kongresi alevlerini mi (1976), ilk Sivas yangınını mı.. (1978)

Gaziantep'ten, Amasya'dan, Tokat'tan, Elazığ'dan, Kahramanmaraş'tan (1975-1979), Çorum'dan (1980) ,Sivas'ın Madımak otelinden (1993),Hizbullah'ın mezar evlerinden(2001) yükselen çığlıkları asla duymadığınızı mı..

Tarih size göre Türkiye'ye hayır diyenleri affetmeyecek. Ama "Menemen'de 37 Müslümanın idamına karar verilmişti, Sivas'ta 37 Kemalist yakılarak Menemen'in intikamı alınmıştır" diyenleri affedecek.

Öyle mi?

Tarih size göre Türkiye'ye hayır diyenleri affetmeyecek. Ama baleyi, dansı fuhuş sayanları, cem evi yıkanları, kendini kent imamı ilan edenleri, şarap içenlerin cayır cayır yanacağını söyleyenleri, nikah işlemlerini müftülüklere devretmeye kalkanları, Tevhid-i Tedrisat yasasını kaldıracaklarını ilan edenleri, Taksim'de cami/Ayasofya'da namaz düşü görenleri, Çankaya'yı "ezan kaya" yapmaya kalkışanları affedecek.

Öyle mi?

Tarih size göre Türkiye'ye hayır diyenleri affetmeyecek. Ama oruç tutmayanı bıçaklayıp öldürenleri, örtünmeyen kadınları fahişe ilan edenleri, tesettürü/ türbanı/ kara çarşafı eğitime ve yargıya sokanları, imam hatip mezunlarına ordu kapısını aralamayı tasarlayanları, bürokraside yükselmeyi "tarikat şartına" bağlayanları, ulusal marş yerine Kur'an okuyanları, üç-beş oy için Fethullah Hocayla kucaklaşmayı inanç özgürlüğü diye yutturmaya kalkanları, Nakşiler'le/ Süleymancılar'la seçim pazarlığı yapmayı siyaset icabı sayanları, besmele ile hırsızlık yolsuzluk yapanları çalıp çırpanları affedecek.

Öyle mi?

Tarih size göre Türkiye'ye hayır diyenleri affetmeyecek. Ama Prof. Muammer Aksoy'un, Doç.Bahriye Üçok'un,Turan Dursun'un, Çetin Emeç'in, Uğur Mumcu'nun ve daha nice yurtseverin katilerinin "derin devletin şeriatçı tetikçileri" olduğunu unutturanları affedecek.

Öyle mi?

Tarih size göre Türkiye'ye hayır diyenleri affetmeyecek. Ama Kaddafi'nin çöl çadırından şeriat çağrısı yaptıranları ya da CIA'nin İslam maşalarından Gudbettin Hikmetyar'ın dizinin dibinde poz verenleri affedecek.

Öyle mi?

Tarih size göre Türkiye'ye hayır diyenleri affetmeyecek. Ama Pangaltı ve Neva Şalom sinagoglarının,İngiliz başkonsolosluğunun ve HSBC Bank'ın alevlerini yok sayıp El Kaide'nin eylemlerine İslami terör denmesini içine sindiremeyenleri affedecek.

Öyle mi?

Neyin tarihi bu..? Kimin tarihi bu..? Hangi tarih bu..? Nasıl tarih bu..?

Bence siz önce bu soruları yanıtlayın. Sonra da "caminin mumunu yiyen kedinin gözünün kör olacağı.." o ünlü özdeyişi anımsayın.

15/12/04 Erbil Tuşalp

SOL

Bu gün Türkiye siyasetinde temel sorun gerçek bir sol muhalefetin bulunmayışıdır. Evet, geçen sayıdaki yazıda da dediğim gibi, sendikalarımız, sol partilerimiz, aydınlarımız, gençlerimiz, güçleri yettiğince mücadele ediyorlar belki ama, fikri birlikten yoksun, güçsüz, dağınık ve etkisiz.

Muhalefet görevi bu durumda, sanki orduya ve o paralelde hareket ederek devrimci kimliğini yitiren ve muhafazakarlaşan Kemalist aydınlara kalmış gibidir.

Bu durumda, iktidarın icraatları karşısında etkin bir alternatif güç olarak ortaya çıkma anlamında, "ortada sol bir muhalefet yok" demek, sanırım mücadele eden insanlara karşı haksızlık sayılmaz. AKP iktidarı solun içinde bulunduğu bu ideolojik ve örgütsel paramparçalık zemininde sürüyor.

Bu durum, köklü bir değişiklik olmadıkça, sol açısından siyasal gündemin birinci maddesi olmaya devam edecek. Bu yüzden konu üzerinde tartışmayı sürdürmekte yarar var.


***


Bu gün parlamentoda temsil edilen tek "sol" parti olan CHP'nin (gerçek bir sosyal demokrat parti olup olmaması bir yana) etkin bir muhalefet yürütmediği herkesin kabul ettiği bir gerçek.

Sosyal Demokrat cenahta CHP dışında SHP, DSP; YTP gibi partiler var. Bu cenahta yaşanan kişisel veya grupsal çekişmelerin arka planında yatan temel sorun, genel olarak sosyal demokrasinin sermayenin (neo liberal) tercihleri nedeniyle, eski refah devleti bağlamındaki misyonunu yitirmiş olmaktan kaynaklanan ideolojik bunalımında yatıyor. Bu bunalım çerçevesinde CHP küresel rüzgarların etkisiyle sağa kayarak önce liberal eğilimlerin peşine takıldı, kendi zeminini kaybettikçe güç yitirdi; güç yitirdikçe bölündü. Buradaki bölünme, solun diğer (sosyalist) kesimi için de geçerli olduğu gibi, güçsüzlüğün ve zayıflığın asıl sebebi değil, sadece bir sonuç.

Genel olarak sosyal demokrasinin kendi başına etkin bir sol bir muhalefet rolü üstlenmesi beklenemez. Hemen her zaman sosyal demokrasi kendi solunda gelişen bir devrimci hareketin itkisiyle sola yönelmiştir.

O halde asıl sorunu sosyal demokrasinin solunda, devrimci cenahta aramak gerekir.


***


Devrimci cenahın temel görüntüsü de, ideolojik ve örgütsel zayıflık ve büyük ölçüde bu zayıflıktan kaynaklanan parçalanmışlıktan ibaret.

Güçlü bir toplumsal temelden yoksunluk ve zayıflık Türkiye devrimci hareketinin ancak zaman zaman aşabildiği temel bir özelliğidir. Burada bunun tarihsel nedenleri üzerinde durmaya gerek yok, ama, sırası gelmişken bir küçük saptama yapmadan geçmeyelim. Türkiye, modern yakın tarihinin uzun bir dönemini, bağımlı kılındığı ABD emperyalizminin soğuk savaş siyasetleri doğrultusunda, her türlü muhalefet hareketinin baskı ve şiddetle yok edilmesine dayanan, demokrasiden çok faşizme yakın bir yönetim anlayışıyla yönetilmiştir. Bu süreçte halkın aşağıdan yukarı gelişen her türlü devrimci uyanış hareketi ezilerek yok edilmiştir. (Unutulmasın, şimdilerde bütün dünya ile birlikte, bizim basınımızda da sergilenen resimlerdeki işkence görüntülerinin çok daha fazlası, bu ülkenin özgürlüğü ve bağımsızlığı için mücadele eden devrimcilere yıllarca uygulandı.) Muhalif sol üzerinde konuşurken, elbette bu gerçeği bir kenara yazmadan geçmek olmaz.

Bu gün gelinen noktada ise, bu devlet yapısının (küreselleşme ve onun bir parçası olarak gelişen AB süreci gibi) dışsal etmenler doğrultusunda da olsa revize ediliyor olması solda bir ikilem yaratıyor. Bu "değişim" sürecini yeni bir çağa geçiş yönüyle ele alan bir yaygın eğilim AKP iktidarına karşı hayırhah bir tavrı besliyor. Oysa, sol ancak mevcut iktidara karşı (elbette ciddi ve tutarlı ) bir muhalefet üzerinden gelişebilir. Anti- emperyalist bir görünüm altında eski (yeni sömürge ) devlet yapısının savunulmasına indirgenmiş bir milliyetçi solculuğun hiç bir gelişme şansı olamayacağı ortadadır. Çünkü her şeyden önce onu, dayandığı uluslar arası sermaye terk etmiş durumdadır. AKP ise mevcut sistemin, yeni, baskın yöneliminin uygulayıcısıdır. Bu yüzden muhalefetin yönelmesi ve vurgu yapılması gereken yön burasıdır. Muhalefetin kurulacağı yer ise solun uzun süredir takılıp kaldığı "laiklik", "insan hakları", "kimlikler sorunu", "demokrasi", "özgürlük" gibi AB münderecatında yer alan konular olamaz. Orada top Tayyip'in ayağındadır ve üzerine her gittiğinizde çalımı yersiniz.

Bu yüzden muhalefet alanı, aynı zamanda AKP'nin zayıf karnı olan sokaktaki insanların, gençlerin, işszlerin, köylülerin, yoksulluk içindeki kalşkın her gün canının acıdığı konular olmak zorundadır.

Solun çokca şikayet edip durduğumuz "kıyıya vurmaktan", "tatlı su" veya "mavi yolculuk" solu olmaktan kurtulmasının yolu da oradan geçiyor.

BİRGÜN » Oğuzhan Müftüoğlu - SOL - 24/05/2004

Muhalefet

Milyonlarca gencin hayatı üzerinde oynanan bir 'iktidar oyunu'ndan, bu oyunu adeta sessizce seyrettiğimizden, ülkenin geleceğini tümüyle belirleyecek gelişmelere hemen hiç müdahale edemediğimizden söz ediyoruz. "Adeta sessizce" diyoruz, çünkü, sendikalarımız, sol partilerimiz, aydınlarımız, gençlerimiz, güçleri yettiğince meydanlara (hatta arada fırsatını bulunca TV ye) çıkıp bildiriler yayınlayıp seslerini duyurmaya çalışıyorlar.
Ancak bütün bu çıkışlar dağınık, fikri birlikten yoksun, güçsüz ve etkisiz. Etkisizliğin nedenlerini de biliyoruz: Bütün bu güçler; sendikalar, gençler, aydınlar ve sol partiler paramparça. Bunu anlamak için solun bir mayıs tablolarına bakmak yeterli. Bu durum bir yönüyle 12 Eylül'ün bir mirası. O dönemde bu ülkenin bütün devrimci dinamikleri, halkın örgütlü güçleri yok edilirken, K. Evren açtıkları imam hatip okulları ve kuran kurslarıyla öğünen nutuklar atıyordu.
Gerçek midir, hoş bir yakıştırma mı, bilemiyorum; Picasso ile karşılaşan Franko, ressamın (aynı isimli kasabada geçen faşist katliamı konu alan) ünlü Guernica tablosuna olan hayranlığını belirtince, ressam "O sizin eseriniz, ekselans!" diye yanıt vermiş! Şimdi, laiklik elden gidiyor diye "sert açıklamalar" yapan generallere de "Bu, biraz da sizin eseriniz!" demek yanlış olmaz sanırım.
Ama,12 Eylül'den sonra şimdi neredeyse yarım yüzyıl geçti. Dünya çapında sağ ideolojinin hakimiyetinin hüküm sürdüğü bir süreçten geçiyoruz. Şimdi, bizim gibi ülkelerde eskiden askeri darbelere yol açan ABD'nin soğuk savaş siyasetleri artık yok. AKP, ABD'nin yeni siyasetlerinin uygulamasında önemli bir rol üstlenmiş durumda ve gücünü biraz da buradan alıyor.
Solun kendi "toplumu ve sistemi dönüştürme" iddialarından uzaklaşarak, yalnızca AB sürecinin (demokrasi, insan hakları,vb...) demokratik kazanımlarına takılıp kalması, bu konularda "gereğini yapıyor görünen" AKP'ye karşı bir sol muhalefetin geliştirilmesinde tereddütler ve duraksamalar yaratıyor.
Özellikle gerilimin ve kamplaşmanın, eski rejimin savunulmasına odaklanan ordu ile AKP arasında olması bir tereddüt noktası oluşturuyor. Biz, Türkiye'de solun bütün kuşakları askeri darbelerden çok çektik. AKP'nin sağ uygulamalarına karşı çıkarken, ordunun yanına düşme endişeleri bu nedenle anlaşılabilir bir duygu olmakla birlikte, buna dayanarak bir "çekinceli" siyasetin savunulması büyük bir yanılgı olur.

Gerçekte sorun kamplaşmanın aldatıcı karakteriyle ilgili. Ortada gerçek bir muhalefet yoktur. Halkın kendi öz gücüne dayanan bir sol muhalefet geliştirilmeden daima böyle sahte ikilemlerin arasına sıkışıp kalırız. AKP'nin yürüttüğü sağ siyasetlerin tek muhalifi, aşağıdan halk kitlelerinin örgütlü gücüne dayanan yeni bir Türkiye yaratma projesi olabilir;

eski sistemin yukarıdan savunusu değil. Bu da ancak, esas olarak küreselleşme doğrultusunda AKP tarafından yürütülen neo liberal siyasetlere karşı (eski sitemin savunulması hatasına düşmeden ) tutarlı, kararlı bir muhalefet izlenerek gerçekleştirilebilir.
AKP'nin ve sağın hakimiyet görüntüsü, solun içinde bulunduğu ideolojik ve örgütsel paramparçalığın sonucudur.

Buna mahkum değiliz.

BİRGÜN » Oğuzhan Müftüoğlu - Muhalefet - 17/05/2004

İdeoloji ve politika

Türkiye solunun ciddi bir yenilenme ve yeniden yapılanma sorunuyla yüz yüze olduğu ortada. Bu gerçek, yaşadığımız her önemli olayda, her seçim yenilgisinde tekrar tekrar önümüze geliyor. Fikri yenilenme deyince de elbette fazla bir şey söylenmiş olmuyor. Gündemde olan sorunlar üzerine somut fikirler, tartışmalar üretmeden bu alanda ciddi bir yenilenme de söz konusu olamaz. Solda yaygın olarak karşılaştığımız politik mücadele süreçlerine olan yabancılık, aynı zamanda fikri tartışma ve üretim süreçlerinde de karşımıza çıkıyor. Bu durumda da, ya kişiler etrafındaki basit tartışmalara ya da gündem dışı eskimiş sorunlara takılıp kalınıyor. Solun krizine çözüm bulma veya yeniden yapılanma adına zaman zaman çeşitli arayışlar gündeme geliyor. Yeni partiler kuruluyor, ittifak çabaları, güç birliği denemeleri yaşanıyor. Bu girişimler kuşkusuz gerekli, ama, bunlardan ciddi sonuçlar çıkmamış olması da doğal karşılanmalı. Çünkü, ciddi bir fikri yeniden yapılanma olmadan oluşturulmuş (çoğu zaman en temel meselelerde bile ortaklaşılamamış) yapılar, inandırıcı olamazlar ve kitleleri peşinden sürükleyebilecek bir hegemonik güç haline dönüşemezler.

SOLUN ZOR YOLLARI

Solun fikri düzeyde ortaya çıkan sorunları, genelde küreselleşme süreciyle birlikte gelişen neo-liberalizmin ideolojik hegemonyasıyla da ilgili bir sorun. Sermayenin yeni yönelimleri doğrultusunda geliştirilen hakim fikirler, sol içinde de kaçınılmaz olarak yeni yönelimler yaratıyor. "Solun değişimin öncülüğünü sağa kaptırdığından" söz ediyoruz. Bu aslında basit bir durum saptaması. Gündemde olan "değişim" gerçekte uluslararası sermayenin yeni stratejileri doğrultundaki bir "değişim". Bu sürecin öncülüğünün neo-liberal politikaları benimseyen sağ bir parti tarafından üstlenilmesi de doğal. Son iki seçimde kitlelerin, küreselleşme mağdurlarının çıkarlarını savunan "küreselleşme karşıtı" sol partileri değil de, neo-liberal politikaları savunan "küreselleşme yanlısı" AKP'yi tercih etmesi bu açıdan ilginçtir. Burada solun açmazı, kitlelerin eskisi gibi yaşamak istemedikleri bu tür durumlarda olduğu gibi, bu krizi devrimci bir değişim sürecine yönlendirmede hiçbir inandırıcı program ortaya çıkaramamış olmasında görülmeli. Sol bu süreçte ya "küreselleşme karşıtı" bir görünüm altında milliyetçi - muhafazakar bir konumda, ya da neo-liberal "değişim" politikalarının silik (sol-liberal) bir takipçisi pozisyonunda kalarak, hiçbir etkinlik gösteremiyor. En iyi yapılan iş, liberallerin milliyetçilere, milliyetçilerin liberallere her fırsatta dehşetli ve parlak eleştiriler yönelterek kendilerini haklı çıkarmalarından ibaret. Bu ikilemin her ikisine de karşı olanlar ise, "iki arada bir derede"... AB konusundan, Yerel Yönetim ve Kamu Personel Yasasına kadar, hemen her konuda ... Kıbrıs sorunu konusundaki tartışmalarda da bunu izledik. Bir tarafta "Kıbrıs halklarının -nasıl olursa olsun- barış içerisinde birlikte yaşama iradesine" saygı duyulmasını söyleyen herkesi "vatan haini" ilan eden ve (ne zaman kendilerinin olmuşsa!) "Kıbrıs'ı vermeyiz" diye diretenler... Diğer yanda ise, Kıbrıs'ta barışa ve birlikte yaşamaya 'evet'ten çıkarak, neredeyse bu konuda farklı düşünen herkesi 'faşist' ilan etmeye kalkanlar... Bu düzeylerde sol açısından bir fikri açılım ve çözüm bulunamayacağı açık.

BİRGÜN » Oğuzhan Müftüoğlu - İdeoloji ve politika - 27/04/2004

"Gerçekçi ol, imkansızı iste!"

Küreselleşme kendisine uygun düşen düşünüş biçimleri anlamında kendi ideolojisini de geliştiriyor. Emperyalizm, dünyayı yeni yönelimleri doğrultusunda yeniden biçimlendirirken, postmodernizmin yarattığı ideolojik yanılsamalardan ve kavramlardan yararlanıyor.
Türkiye, 12 Eylül'den bu yana Çernobil sonrasındaki radyasyon bulutlarının altında kalmasına benzer bir şekilde, bu ideoloji bulutlarının altında yaşıyor. Gündelik sosyal hayatlarımızdan, düşünce biçimlerine kadar hayatımızın her köşesini, medyanın büyük bir güçle taşıdığı bu postmodern kavramlar doldurdu.

Yaşadığımız dönemin bir Amerikan yüzyılı olacağı söyleniyor. Bu aynı zamanda Amerikan düşünce sisteminin dünya üzerindeki hakimiyeti olarak karşımıza çıkan bir gerçeklik. Ona karşı Avrupa'nın bir sığınak görevi üstlenmesini beklemek ne kadar gerçekçi, tartışmaya açık bir konu. Tartışmaya, hem de ardına kadar açık bir konu, çünkü Kuzey Amerika akademilerinde üretilen ve küreselleşmenin yolunu döşeyen postmodern düşünce kalıpları, üzerimize Avrupa üzerinden de akarak geliyor.


İKTİDARSIZLAŞTIRMA

Postmodernizmin, kapitalizmin aydınlanma çağının akıl ve bilim kavramlarının yerine mistisizmi geri getirmesi, bilim ve aklın yol göstericiliğine karşı, mistisizmi teşvik eden politikalar öne çıkarması, her türlü etnik-dinsel– mezhepsel kimlik tanımlamalarına dayanan politikaları desteklemesi, küreselleşmenin yolunu açan ideolojik dayanakların üretilmesinde kullanılıyor. Bu şekilde modern çağlara has sınıfsal–sosyal farklılıklara dayalı örgütlenmeler ve bölünmeler, dinsel, mezhepsel, cemaatsel ayrımlara dayalı örgütlenmelerle ikame edildi. Türkiye'de AKP iktidarıyla taçlandırılan sağ ideolojinin hakimiyetinin yolu buradan geçti.

Keza, ulus-devlet bünyesindeki mikro kültürel yapılar, küresel entegrasyonun sağlanmasında eski ulus devletlerin yerine geçecek "yerel demokratik dinamiklerin geliştirilmesi" bakımından öne çıkarılıyor. Buradaki önemli destek noktalarından biri postmodern düşünüşün önemli argümanların biri olan "iktidarsızlaştırma" üzerine kuruluyor. İktidar kavramı etrafında Marksist argümanlardan da yararlanılarak kurgulanan bir tartışmayla politik-iktidar mücadelesi alanı daraltılırken, iktidarı hedef almayan her türlü örgütlenme teşvik edilerek, modern toplumda, toplumsal sınıfların ve muhalefetin bir örgütlenme ve kendini ifade etme alanı olan sivil toplum da, tamamen sermaye kontrolüne terk edilen bir alan haline dönüştürülmeye çalışılıyor.


AK MI, KARA MI?

Bütün bunların yerel, kültürel, etnik ve dinsel farklılıklar temelinde geliştirilecek mikro iktidar alanlarıyla, küresel iktidarın entegrasyonunu sağlama ve sermayenin sınırsız küresel egemenliğini tamamlama politikalarının bir parçası olduğu açık. Demokratikleşmeyi gerçek sınıfsal içeriğinden kopartarak küreselleşmenin postmodern tanımları (ya da AB normları) çerçevesinde kalan bir savunma çizgisinin handikapları da buradan kaynaklanıyor.

Demek ki, her şeyi bir ak-kara mantığı içerisinde kolayca çözmek o kadar kolay değil.

"Türkiye'yi bölecekler" diye arkaik düşüncelere, muhafazakarlığa, milliyetçiliğe, ulusçuluğa saplanmanın çıkar yol olmadığı ne kadar açıksa, demokratikleşme, insan hakları ve azınlık haklarına dair elbette özgürlükçü ve eşitlikçi tavrımızı, küreselleşmenin etnik, dinsel, mezhepsel farklılıklar üzerine kurulmuş politikalarına takılıp kalmadan savunabilmenin önemi de bir o kadar açık.

Kısaca, var olan gerici yapılanma karşısında ve sermayenin küresel egemenlik politikalarına dayalı çözümler dışında, yani, insan hakları raporunu yırtan Kamu-Sen'liye karşı ve Alevi, Süryani, Ermeni... tüm yurttaşların haklarından yana, başka bir dünyaya dair ve başka bir Türkiye'ye dair ne diyorsanız, artık onu söylemelisiniz. Gerçek çözüm yolu orda çünkü.

"Sen ne diyorsun kardeşim, şimdi başka bir yol var da biz mi istemiyoruz?" diyen arkadaşları duyar gibiyim.

Demek ki, gene, geçen hafta kaldığımız yerdeyiz ve gene araftayız!

Ben "Gerçekçi ol, imkansızı iste!" sözünün bu gibi durumlar için söylendiğini sanıyorum.

BİRGÜN » Oğuzhan Müftüoğlu - "Gerçekçi ol, imkansızı iste!" - 03/11/2004

Soldan kaçış

Son 15-20 yıldır dünyadaki ve Türkiye' deki hemen bütün önemli gelişmeler küreselleşme başlığı altında tanımlanan bir süreç tarafından belirleniyor. Esas olarak emperyalist ülkelerin -giderek uluslararası bir nitelik kazanmış olan - finans sermayesinin rasyonelleri doğrultusunda gelişen bu süreç dünya ve ülke siyasetlerinde meydana gelen değişmelere, savaşlara, ortaya çıkan yeni tartışma konularına kaynaklık ediyor, yön veriyor; kısaca dünyanın yeni trendlerini belirliyor.
Bu yüzden, 12 Eylül'den bu yana Türkiye'de yaşanan siyasal ve toplumsal gelişmeleri, yüz yıllık partilerin dağılışını, sürecin özel bir fenomeni olarak ortaya çıkan Özal'ı, AKP iktidarını, soldan ve politikadan kaçış trendlerini, AB, Kürt meselesi, azınlıklar sorunu gibi gündemimizi dolduran öteki meseleleri, bu temel olgudan bağımsız olarak kavramak ve bu konularda doğru bir tutum belirlemek mümkün değil.

Tartışmalarımızda ortaya çıkan farklılıkların kaynağı da büyük ölçüde burada. Gündeme gelen konularda doğru bir duruş belirlemenin zorluğu da buna bağlı. Bazen dünyanın gidişatı konusundaki farklı duruşlar belirleyici oluyor. Örneğin küreselleşmeyi dünyada sınırların ortadan kalktığı güzel bir geleceğe gidiş olarak olumlayan bir anlayışla değerlendiriyorsanız, her şeyi o gözle görüyorsunuz. Bazen de, her hangi bir konuyu bütünle bağlantısı içinde değil, tek başına ele almaktan kaynaklanan farklılıklar ortaya çıkıyor.

Şu azınlıklar meselesini ele alalım. Dini inanışlarından dolayı -çünkü inançsızlık da bir inanıştır- bütün yaşamı boyunca baskı altında kalan, ayrımcılığa uğrayan bir sosyalist için, insanların sırf farklı dinsel inançları veya etnik kökenleri dolayısıyla haksızlığa uğramasına karşı çıkması, insanların hiçbir baskı ve kısıtlama olmadan eşit ve özgür bir hayat yaşama hakkını savunmasından doğal bir şey olamaz. Ancak, bu süreçte, bu temel duruş noktasını kaybetmeden, konunun dünyadaki hakim küreselleşme trendleriyle bağlantısı da görmezden gelinemez. O zaman bu tür konularda ( bir tatlı su kefali durumuna düşmeden ) gerçekten doğru bir duruş belirleyebilmek için, konuları dünyanın hakim süreçleriyle bütünselliği içinde gören bir yaklaşım gerekiyor.

Bu yüzden bir önceki yazımda "Mistisizmi teşvik eden, her türlü etnik-dinsel– mezhepsel kimlik tanımlamalarına dayanan politikaların küreselleşmenin yolunu açan ideolojik dayanakların üretilmesinde kullanıldığına" değindim. Çünkü uluslararası sermaye dünyayı kendi yönelimleri doğrultusunda yeniden yapılandırırken, ulus devlet duvarlarını aşmakta bu alt kimlik siyasetlerini etkin bir unsur olarak kullanıyor.

Dünyada esen rüzgarlar kitleleri sermayenin dünya siyasetleri doğrultusunda alt kimliklere dayalı kümelenmelere yönlendiriyor. Kitlelerin etnik, dinsel veya ulusal, kültürel kimliklere dayalı kümelenmeler etrafında yoğunlaşması gerçek toplumsal farklılıkları örten bir kamuflaj işlevi görürken insanların kendi gerçekliğine yabancılaşmasını bir kat daha derinleştiren bir işlev yükleniyor. Çünkü o açıdan bakıldığında artık, örneğin H. Kocadağ da "bizden" oluyor, bir Kürt toprak ağası da...

Bu trend aynı zamanda solun alanını daraltan büyük bir soldan ve politikadan kaçış süreci olarak işliyor ve böyle bir dünyada sol, kaçınılmaz olarak, toplumsal karşılıktan yoksun ve zayıf kalıyor.

Bu örnekte görebileceğimiz her şey, karşımıza çıkan her konuda görülebilir. Bu ortamda ayakta kalmamızı sağlayabilecek yegane şey, önümüze getirilen her konuda, bize sunulan bu hayata dair eleştirel duruşumuzdan başka bir şey değil. Çünkü bu sitemin alternatifi bu eleştirel duruştan kaynaklanarak gelişecek.

BİRGÜN » Oğuzhan Müftüoğlu - Soldan kaçış - 17/11/2004

Solun ve muhalefetin etkisizliği ve nedenleri

Sıkça yazılıp söylendiği gibi Türkiye'deki sistem, içine sokulduğu bir büyük kriz ortamının basıncı altında yeniden şekillendiriliyor. Gelişmelere yön verenler de, aslında bu krizin yaratıcıları da olan emperyalist ülkeler, yani dış dinamikler. Bu dönemde emperyalist politikaların önünü açtığı dinci–gerici düşünceler ve hareketler gelişip güç kazanırken, sol kendi iddialarından uzaklaşmış bir durumda.

AKP iktidarının izlediği politikalar, ABD tarafından yönlendiriliyor. Türkiye'nin hukuki siyasi üst yapıları ise daha çok AB normları çerçevesinde revize ediliyor.(*) Ekonomik hayatımıza yön verenler ise zaten –iktidarda kim olursa olsun- IMF, DTÖ gibi kuruluşlar.

Solun sorunu bu süreçte kendi iddialarını kaybetmiş olmasında.

Türkiye solu 12 Eylül'den bu yana sistemli bir çabanın sonucu olarak likide edilmiş, dünya çapındaki liberal akımların etkisi altında -f(e) tipi internet sitelerine hapsedilmiş halde!- paralize olmuş, ülkeye ve toplumun geleceğine dair bütün iddialarını yitirmiş durumda; kendine biçtiği rol, kendisinin (ülkenin) dışındaki güçlerin yönelimleri (iddiaları) karşısındaki bir "bahisçilikten" öteye geçmiyor. Böyle bir solun kitlelerin desteğini kazanması ne kadar olanaksız ise, "kendi iç dinamiklerine olan güvenini yitiren toplumun, dışarının beklentilerini en sadakatle uygulayan aktörlere, AKP'ye prim vermesi" de o kadar doğal sayılmalı.

Geçilen süreçte solun ve emek hareketinin etkisizliğinden söz edilirken bu husus göz önünde tutulmak durumunda. Siyasette olsun, yaşamda olsun, her hangi bir iddianız kalmamışsa yaptığınız iş (şu ortalıkta oynanıp durulan bahisler dışında) ne olursa olsun, her hangi bir başarı kazanma şansınız da olamaz.

Ülkenin içinde bulunduğu krizin nedenleri üzerine belki ciddi analizler yapabiliyoruz; ancak bu sistemin yerine hakikaten nasıl bir yönetim sistemi istediğimizi, bugünkü her tarafı çürümüş partilerin ve hükümet etme sistemlerinin yerlerine ne koyacağınızı, çalışan-emekçi kitlelerin yönetim ve karar süreçlerinde doğrudan bir şekilde etkin olduğu -emek egemen- bir demokrasinin nasıl olacağını, işsizliğin, yoksulluğun nasıl ortadan kaldırılabileceğini açık seçik ortaya koyamıyoruz.

Böyle bir iktidar mücadelesinin bir devrim sorunu olduğu, bugün sübjektif koşullarımız açısından bunun gerçekleşme olanaklarının bulunmadığı vb söylenebilir. Bunlar doğru olsa bile, durumu değiştirmiyor. Her şeye rağmen Türkiye'de böyle bir mücadele için yeterli devrimci, demokratik, ilerici potansiyel vardır. Öncelikle buna inanmak gerekiyor. Zaman zaman sokaklara dökülen yüz binler bunu göstermeye yeter. Bugün asıl eksik olan bu özgüvendir ve mücadelenin gerçek itici gücü olacak olan da budur. Böyle bir özgüven olmaksızın ve mücadeleyi kendi özgücüne dayanarak yürütmeden, yalnızca kendi dışındaki güçlere dayanarak, onları destekleyerek herhangi bir ciddi başarı ve ilerleme sağlamak da olanaksızdır.

Belki farkında değiliz, holding medyalarını, televizyonlarını izleye izleye bütün okullar ve kafeler, bütün Türkiye, dev bir BBG evine döndü. Okullarda kafelerde gençler çocuklar, BBG evlerindekiler gibi konuşur ve düşünür hale geldi.

Bütün bir toplumu bu hayata mahkum ediyorlar.

Bugün ülke artık on yıl önceki kriz sürecinden çok farklı bir süreçte. Sol bu süreci yeniden analiz ederek kendi misyonunu –iddiasını- belirleyerek, kendisini ona göre yeniden gözden geçirmek zorunda.

İçinde sol adına küçümsenmeyecek birikimler barındıran CHP de ise fırtınalar kopuyor ama, koltukta kimin, nasıl oturacağından öte bu konuda ciddi bir tartışma bulmak mümkün değil.
Oğuzhan Müftüoğlu

Çağı kavramak

Geçen hafta Birgün gazetesiyle ilgili - diğer yazarlarımızdan da okuduğunuz - bazı toplantılara katılmak için yurt dışındaydım. Bu yüzden geçen haftaki yazımı yazamadım. Bu tür nedenlerle yazılarımı zaman zaman aksatabiliyorum. Bunun için bir özür borcum var. Önümüzdeki dönemde daha rahat çalışma koşullarına kavuşabileceğimizi umuyorum.

Gazetedeki yazılarımızda genellikle gündeme gelen sorunlar ve vu bu sorunlara dair tartışmalar konusunda görüşler ifade etmeye çalışıyoruz.

Bir yandan oldukça yoğun ve hızlandırılmış gelişmeler yaşanıyor.

AB, Kürt sorunu, azınlıklar sorunu, Ermeni sorunu, uyum yasaları, müzakere süreci, küreselleşme ve de solun durumuna ilişkin sorunlar.

Her gün bu konular etrafında dönüp duran yeni sorunlarla karşılaşıyoruz veya eski bir sorun yeni bir biçimde tekrar karşımıza çıkıyor.

Şimdi önümüzdeki günlerde müzakere süreci ve ona dair sorunlar başlayacak.

"Ezberi bozulmak" diye, çokça kullanılan bir kavram var. Ortaya çıkan yeni sorunlara eski söylemler veya yaklaşımlar çerçevesinde yanıt bulunamayacağını anlatıyor. Ancak çokça kullanılmasına karşın, bu kavramın anlamını her zaman buduğunu söylemek mümkün değil. Çoğunlukla ortaya çıkan her konuda eskisinden farklı şeyler söyleyebilmek şeklinde anlaşılabiliyor. "Ezber" denilen şey, eski dünyanın eski eleştirisi ise (aslında ona ezber demek ne kadar doğru ayrı bir mesele,) onun yerine konulacak olan şey de yeni küreselleşmiş dünyanın yeni, bütünsel bir eleşririsi olabilir.

Burada yeni sorunlara karşı eski ezberleri tekrar edip durmanın yanısıra, asıl içine düşülebilecek hata, "eski ezberler" bozulduktan sonra, gündeme gelen her konuda hiçbir "ezber" olmadan, yani yeni küreselleşmiş dünyanın doğru bir kavranılışına sahip olmadan, tek tek konuların kendi sınırları ve cazibeleri çerçevesinde yanıtlar aramaktır.

Böyle bir yaklaşım, sonuçta her gün bir başka limana yanaşan, dümensiz bir gemiyle yapılan bir yolculuğa benzeyecektir.

Buna en güzel örnek bu günlerde gene yoğun bir gündem oluşturan AB konusudur. Bu konuda solda içine düşülen en büyük yanılgı, konunun küreselleşmeyle olan bağlantısını kopartarak, tekil bazı konularda getireceği bazı olumluluk veya olumsuzluklar çerçevesinde yanıtlar aranmasıdır. Bu açıdan örneğin M. Altan gibi, küreselleşme sürecini çok olumlu bir dünyaya gidiş olarak değerlendiren AB savunucuları, onunla aynı argümanları savunmakla birlikte küreselleşme sürecine karşı duruş savunduğunu söyleyen AB savunucularına göre çok daha tutarlı bir yerde durmaktadır.

Bu konularda en çok karşılaştığımiz eleştiri veya düşüncelerden birisi "iyi güzel de, ne yapmak lazım?" şeklinde.

Bu bir bakıma doğru bir soru.

Gelişmeler karşısında ne yapmalıya dair söylenenler olsa bile bunların hayattaki karşılığı somut olarak görünemiyor. Her şey, biz onlar hakkında ne dersek diyelim, nasıl yorumlarsak yorumlayalım, kendi mecrasında akıp gidiyor.

O zaman, alternatif bir süreci hayata geçiremedikten sonra, söylenenlerin ne anlamı var denilebiliyor.

Ancak buna rağmen yaşanan olayları ve gelişmeleri doğru kavramak, her şeyi yaşanan çağın bütünselliği içinde yerli yerine oturtmaya çalışmak çok önemli.

Yaşanan küreselleşmiş dünyanın alternatifi, onun doğru bir anlamlandırmasına/ kavranılışına dayanan eleştirisinden çıkabilecektir.

Bugün için, hayattaki somut karşılığını henüz göremiyor olsak da...

Avrupalılaştıramadıklarımızdan mısınız..?

Avrupalılaştıramadıklarımızdan mısınız..? İslamlaştıramadıklarımızdan mısınız..?
Bir bu eksikti o da oldu.Şimdi nurtopu gibi bir Avrupa Birliği sendromumuz var. Yalanla yanlışla besleyip büyütecekler. Hesaplı kitaplı senaryolarla geliştirecekler. Brüksel'de ne oldu sorusuna yanıt bulamayan yurdum insanını şaşırtacaklar, bunaltacaklar.
Kimi paronoya ile tanışacak. "Avrupalıyım.. Avrupalıyım.." diye volta atmaya başlayacak. Kimi halasülasyona dalacak . "Fransa 'da sağlam iş.. Hollanda'da sarışın eş.." düşlerine dalacak. Türkiye bir kez daha toplumsal şizofreninin pençesine düşürülecek..
Kimini "Avrupalılaştıramadıklarımızdan mısınız..?" diye aşağılayacaklar. Kimini "İslamlaştıramadıklarımızdan mısınız..?" diye suçlayacaklar. Kısaca vazgeçemedikleri "idrardan karekter tahlili yapma.." tekniğiyle yine kafa karıştıracaklar. Kafa karıştırıp sonuca ulaşmak istedikleri öylesine açık ki.
Kimi o kabus gecesinde Brüksel'de çalan bir telefonun ucundan Genelkurmay'ın hükümetin yanında olduğu müjdesinin geldiğini yazıyor.(Fatih Altaylı, Hürriyet)
Kimi Brüksel başarısının temellerinin Fethullah Hoca yandaşlarınca yıllar önce Abant toplantılarında atıldığından söz ediyor.(Nuh Gönültaş,Ilıcaklar'ın Tercüman'ı)
Kısaca kim "neyin tarihi olduğu belli değilse de.." Avrupa Birliği'nden tarih alınması başarısında NATO'cu "ordunun yanlarında..", Amerikancı "Fethullahçıların arkalarında .." olduğunun altı çiziliyor.
Brüksel seferinin sonuçları sadece Kıbrıs'ı sorunuyla tartışılacaksa; Kürtlere otonomi tanımaya, Ermenilere soykırımı kabul etmeye, Alevileri dini azınlık saymaya,Ege sorununu Lahey götürmeye dolaylı yada dolaysız kabullerle evet, denmesinin üstü örtülecekse elbette bize söyleyecek söz kalmıyor
Kalmıyor çünkü toplum mühendisliğine soyunan bir eli yağda bir eli balda "gazeteci- siyasetçiler.." ile "yazar-devlet adamlarınca.." tüm önlemler alınmış durumda.
Ordunun sesi "yolsuzluk yapan generaller.." nedeniyle kısılıyor.
Parlamento muhalefetinin sağ kanadı ANAP,DYP, MHP "Yüce Divan yargılamalarıyla.." parçalanıyor.
Parlamento muhalefetin sol kanadı CHP ise "Mustafa Sarıgül seçeneğiyle.." yıpratılıyor.
Parlamento dışı muhalefete işçiye, öğrenciye, sendikaya, derneğe,üniversiteye ise alıştıkları biber gazını solumak , cop acısına dayanmak düşüyor.
Brüksel'de görüşmeleri izleyen gazetecilere yüklenecek ciddi bir suçlamayla da senaryo tamamlanıyor.
Müstear adıyla Türk basınının medarı iftiharı "Brüksel'deki gazetecilerin "oradan anında elde ettikleri haberlerle İstanbul'da Borsa operasyonlarına giriştikleri.." haberi medya kulislerine bomba gibi düşüyor.(Fehmi Koru,Yeni Şafak)

Bu durumda "Brüksel de ne oldu..? sorusuna yanıt arayan çaresiz halkımıza "rest çekip görüşmeleri terk etmeye" kalkışan kahraman başbakanın "masaya vurduğu yumruğu.. " konuşmak kalıyor.
Ne zaman bir devlet adamının rest çekip masa yumrukladığını duysam yıllar öncesinin o müthiş gazetecilik olayını anımsıyorum.
Başbakan Süleyman Demirel 1977 seçimlerinden bir ay önce NATO zirvesine katılmak için Londra'ya gitmişti. Başkan Carter'le ikili görüşme yapıp ambargo kaldırılması için söz alarak Türkiye'ye dönmek istiyordu. Bu başarısını elbette seçimlerde kullanacaktı.
Anadolu Ajansı Genel Müdürü Attila Onuk'un "üç gün önce Ankara'da bizzat hazırlayıp görüşmenin yapıldığı gün Londra'dan geçtiği habere göre.." kapalı kapıların arkasında 35 dakika süren toplantıda Başbakan Demirel haksız uygulamayı eleştirirken o kocaman elleriyle "masaya yumruk" atmıştı.
Londra dönüşü Ankara' da " Milliyetçi Başbakan..", "Komünistler Moskova'ya.." sloganlarıyla karşılanan Demirel gazetecilerin "Masaya yumruk vurdunuz mu?" sorusuna "Geçin bu soruları.." karşılığını verecekti. Üstelik "haberin kaynağı ben değilim ki.." deyip suçu gözbebeği Attila Onuk'un sırtına yükleyecekti.
Yumruk attı/ yumruk atmadı tartışmaları arasında en güzel değerlendirmeyi İkinci Milliyetçi Cephe Koalisyon Hükümeti' ndeki ortağı Başbakan Yardımcısı Prof. Necmettin Erbakan yapıyordu.
Prof.Erbakan "Demirel yumruk atmaz atsa atsa takla atar.." derken, elbette dizinin dibinde boy veren yüz yılın en büyük taklacısını yetiştirdiğini elbette bilmiyordu..

Yumruk atmanın rest çekmenin ırkçı/dinci kamptaki getirisi çoktu. Kendi gözündeki "merteği" görmeyen devlet ve siyaset adamlarını muhataplarının gözündeki "çöple" uğraştırmayı haysiyetli dış politika sayan anlayış Sadrazam Damat Ferit'ten beri böylece sürüp gidiyordu.
AKP İstanbul Milletvekili Prof. Burhan Kuzu, TBMM kürsüsünden boş yere "Başbakanlık makamının Osmanlı'daki 'sadrazamlık' makamı ile eş olduğunu.." söylemiyordu. Başkanlık sistemi uzmanı anayasa hukuku hocası koskoca profesörün elbette bir bildiği, bir düşüncesi vardı.

Erbil Tuşalp

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren