Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan , Barış Terkoğlu
Metastaz

Dinlediklerim

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Dienstag, 20. Dezember 2005

Başka bir sol için başka bir program

Eveeet… Üçüncü haftada yine solun programı hakkında yazmak kabak tadı verse de, "mübarek bir taamdır" mazeretine sığınıp birkaç şey daha söylemek istiyorum. (Şunu da itiraf etmeliyim: Aslında bu hafta yazma imkanım yoktu, ben de şu anda "yedek" yazımı kullanıyorum.)

Solun programı, sol tahayyül nasıl inanılır kılınacak sorununun çözümü düzleminde de ele alınabilir. Bu düzlemde zihniyet ya da ideolojik bakımdan modernite –postmodernite ikilemini aşmak zorunlu. Modernist paradigmanın, solun bir önceki tarihsel dönemine damgasını vurduğu aşikar; kuşkusuz solun da moderniteye yönelik eleştirileri oldu ve bu şekilde sol da moderniteyi kimi zaman etkiledi. Peki günümüzde moderniteyle kurulan ilişkinin tamamen koparılıp bu kez post moderniteyle benzer bir ilişkinin kurulması mı gerekiyor? Kimi zaman feminist, ekolojik, anti militarist sıfatları taşıyan "yeni toplumsal hareketler", toplumsal sınıf yerine toplumsal kimliklere yapılan vurgular, post modern bir paradigma çerçevesinde değerlendiriliyor. Açıkça konuşmak gerekirse, özgürlükçü sosyalizmi savunanlar da, bir ayağı modernitede diğer ayağı post modernitede bir görünüm sergileyebiliyor. Sınıf mücadelesine atıfta bulunurken, ezilen sınıfların sorunlarını ele alırken, kimlikler dünyasına giden yeni yollar da keşfedilebiliyor. Toplumu kimliklere göre sınıflandırıp, toplumsal sınıfları (devre dışı bırakmak söz konusu olmasa da) "alt kimlik" düzeyinde ele almak gerekir mi? Ya da özgürlükçü sosyalizm bakımından bir "üst kimlik" ihtiyacı var mıdır?

Öte yandan post modern kavramların lügatimize dahil edilmesi, AB süreci tartışmalarıyla daha da etkili hale gelebiliyor. Dolayısıyla yukarı daki sorulara verilecek cevaplar, AB sürecinde atılacak adımların yönelimini ve temposunu da belirleyecektir. Özgürlükçü sol, post modern reçeteleri aynen benimsediği zaman, bu süreçte başkalarının adımlarına ayak uydurarak, hizaya girebilir. Ama kendi iradesiyle, kavramlarıyla ve temposuyla bu sürece müdahil olmak istiyorsa, önce ayaklarını yere sıkı basmalı. Bu yüzden, bana göre, post modernizm eleştirisini de ihmal etmeyen bir program tasarlanmalıdır.

Şimdilerde (BOP stratejisi gölgesinde) AB dolayımında gerçekleşen tepeden ve dışarıdan "demokratikleşme" nereye kadar gidebilir? Eski faşizan yapı tamamen tasfiye edilmediği sürece, bunun çekirdeği, şimdiki adıyla "derin devlet", aynen duracak. Üstüne AB müktesebatının gereği kat kat demokratikleşme kılıfları giydirilse bile, bu demokratikleşme katmanları arttıkça, kalınlaştıkça, bu çekirdek daha da derinde kalmış oluyor; yani arz ettiği tehlike devam ediyor ve kısacası bizde "demokratikleşme" böyle oluyor efendiler! AB üyeliğine atılan adımla burjuva demokratik devrim "programı" tamamlandı deyince de kimileri şaşırıyor. Ama neden şaşı rmak gereksin ki? Zira bu derin devlet fenomeni "en düzgün" burjuva demokrasilerinde bile var olmuştu ve hala da vardır nitekim. Bir farkı bizimki gibi sakil olmaması; ikincisi de, ayyuka çıktığında yine bizdekinden farklı olarak biraz üstüne gidiliyor gidilmesine de, tamamen tasfiye edilmesi oralarda da mümkün olmuyor. Çünkü derin sermaye ve derin piyasa, en demokratik rejimlerde bile bir nevi derin devleti el altında tutuyor. İşte bu yüzden mevcut düzeni külliyen değiştirmek lazım, burjuva demokrasisi gelse bile değiştirmek lazım.

28 Şubat dönemindeki rejim krizi belki aşıldı ama şimdi AB sürecinde kendini yeniden üretebiliyor. Kriz karşısında kendi iç dinamiklerimizi Avrupa’daki yoldaş dinamiklerimizle çoğaltacağımız bu konjonktür, solun programında özel olarak ele alınmalı. Ezcümle, başka bir Türkiye başka bir sol ile mümkün, yeter ki bu başka sol artık herkesi ikna edebileceği başka bir programa sahip olabilsin.

19.12.2005
Melih Pekdemir

‘Vatan haini’

Şişli Adliyesi’ndeki itiş kakışın ortasından fırlayıp; duruşmadan çıkan yazarın arabası nı yumruklayarak bağırıyordu; havada uçuşan yumurtalar, bağırış çığırışlar ortasında Orhan Pamuk'un "Türklüğe hakaret ettiği" hükmünü çoktan vermiş mahkeme başkanı edasıyla "yargı kararını" hemen infaz etmeye çalı şarak bağırıyordu; "vatan haini"!

Aslında alışıldık bir "tiyatro oyununun" provası gibiydi. Yıllardır koca koca devlet adamları, siyasi parti liderleri, cunta kurmayları kendileri gibi düşünmeyenlere hemen bu sıfatı yapıştırıvermişlerdi.

"Vatan haini!"

Örneğin, Kenan Evren 12 Eylül günlerinde diline pelesenk etmişti bu sıfatı. Grev yapan işçiler, demokratik haklarını kullanan öğretmenler, düşüncelerini açıklayan yazarlar, cunta karşıtları "vatan hainiydi". Sonra bir gün Aziz Nesin müthiş bir mizahi zekâyla iade ediverdi bu sıfatı cuntacı generale. Aydınlar Bildirisi ve Aziz Nesin'in yanıtı 12 Eylül karanlığında parlayan bir ışık gibiydi. Kenan Evren bildiriyi imzalayanlara karşı yaptığı konuşmada "Ne yapayım ben öyle aydını, Vahidettin de aydındı ama vatan hainiydi" deyince, Aziz Nesin cevabı yapıştırıverdi: "Vahidettin'in aydın olup olmadığı tartışılır ama devlet başkanı olduğu kesindir."

Sonra Nâzım Hikmet "vatan haini" suçlamalarına karşı "Vatan çiftliklerinizse/ kasaları nızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, / vatan, şose boylarında gebermekse açlı ktan, / vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, / fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, / vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, / vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, / ödeneklerinizse, maaşları nızsa vatan, / vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa, / vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığı mızdan, / ben vatan hainiyim. / Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla: / Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ" şiirini yazdı.

Bir örnek de Fransa'dan; Jean Paul Sartre, kendi ulusunun Cezayir'de yürüttüğü sömürgeci politikalara karşı çıktığında Fransız sağı kendisini "vatan hainliği"yle suçladı. Sartre işkencenin, sömürgeciliğin, Cezayir halkına karşı Fransız egemenlerinin yürüttüğü baskı politikalarının Fransa'nın onurunu kırdığını söyledi. Cezayir halkının yanında Fransız sömürgeciliğ ine karşı çıkmayı "aydın onurunun" gereği olarak gördüğünü açıkladı.

Ya da karı koca Rosenberg'ler; McCarthy mahkemelerinde "Rus casusu" olarak suçlandı klarında "vatan haini" damgasını da yemiş oluyorlardı. Franco için Picasso; Albaylar Cuntası için Teodorakis, rölativite teorisinin "atom bombası" için kullanılmamasını istediğinde Einstein vatan hainiydi.

Örnekler çoğaltılabilir. Ama görünen o ki en yüksek sesle "vatan haini" diye bağıranlar, vatanı sevmeyi kendi tekellerinde gördüklerini söylemek istiyorlar; hükmü ise tarih veriyor. Fransa'yı Naziler’e peşkeş çeken Vichy'ciler Fransız direniş hareketine katılanlara "vatan haini" diyorlardı, bu suçlamadan Mustafa Kemal, Rosenbergler, Aziz Nesin, Nâzım Hikmet, Teodorakis, Picasso, Allende, Sartre, Einstein vb nasiplerini aldılar. Ama ait oldukları uluslar şimdi onların adlarıyla hatırlanı yor. Peki onları "vatan hainliği"yle suçlayanlar?.. İsimlerini hatırlayan var mı?

Bülent Forta

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren