Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan , Barış Terkoğlu
Metastaz

Dinlediklerim

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Okuma kösesi

Dienstag, 12. September 2006

Sessiz sitemsiz

Eylül geldi mi bir şiir, hüzün toplar getirir, serper ruhumun üzerine...
Sonra türkü olur, dilime yerleşir:
"Çözülen bir yün yumağı/ akıp giden günlerimiz/
mezar taşlarından suskun/ sessiz sitemsiz.../
savrulan yapraklar gibi/ akıp giden günlerimiz/
cenaze törenlerinde/ sessiz sitemsiz"
Yaralı bir kuşağın diyemedikleri vardır bu şiirde; ki gücünü biraz da pikaplara düştüğü tarihten, 1980'in o kara eylülünden alır.
"Bir suçluyu aklar gibi/ akıp giden günlerimiz/
sanki bir sır saklar gibi/ sessiz sitemsiz/
bir kitaba başlar gibi/ koşarken yavaşlar gibi/arkadaşlar gibi/ sessiz sitemsiz"
* * *
Yağmur Atsız'ın şiiri bu...
1980'de Köln'de iki sürgün girmişler stüdyoya; Yağmur Atsız yazmış, Zülfü Livaneli bestelemiş.
Plak buralara geldiğinde, "karıştır-barıştır" günleriydi Mamak'ta... Ve biz, tam da şiirdeki gibi, "savrulan yapraklar gibi sessiz sitemsiz"dik.
12 Eylül'ün o dehşetli baskı günlerinde, çok uzaklardan çıkıp gelen ve gizli gizli söylenen o türkülerde direnç, umut, hayat bulduk.
Duyuyorduk; Yılmaz Güney'in "Yol"una müzik yapmış Zülfü Livaneli...
Duyuyorduk; Bedri Rahmi'nin Nâzım için yazdığı "Yiğidim Aslanım"ını bestelemiş. Uğur Mumcu gidip Paris'te dinlemiş, "Bu sadece Nâzım'ın değil, tüm demokrasi şehitlerimizin türküsü" demiş.
Duyuyorduk; Türkiye'de yasaklı iken, Yunanistan'da üne kavuşmuş Zülfü, "Kardeşin duymaz, eloğlu duyar"ı yazmış sıla hasretiyle...
El altından bulup buluşturuyor, sesini, sazını dinliyor, açık hava hapishanemizin koğuşlarına hava verilmişçesine ferahlıyorduk.
Zorlu günlerin muskasıydı o türküler; aklımızda taşıdığımız, dilimizden ayırmadığımız....
* * *
12 Eylül'ün 26. yılı bugün...
1980 darbesi hâlâ tarih olmadı.
Dünyada 11 Eylül nasıl yaşıyorsa, 12 Eylül öyle yaşıyor Türkiye'de...
Yaşıyor gerici Anayasa'sıyla, baskı yasalarıyla, yetiştirdiği apolitik kuşağın beynine zerk ettiği "Her koyun kendi bacağından asılır" zihniyetinde...
"Asmayalım da besleyelim mi" mantığında yaşıyor.
Yobazlık eğitiminde, Güneydoğu felaketinde, Susurluk çetelerinde yaşıyor.
* * *
Geçen onca yılda, biz de bir "karlı kayın ormanı"ndan geçtik.
"Bir kitaba başlar gibi, koşarken yavaşlar gibi, ölen arkadaşlar gibi" sessizliğe yenildik, sitem etmedik.
Yılmaz Güney'i o uzun "Yol"da kaybettik.
Uğur Mumcu'yu o çok sevdiği türküyle defnettik.
"Mezar taşlarından suskun"du, "akıp giden günlerimiz..."
Ayağa kalkabilenlerimiz, kaldığı yerden sürdürdü hürriyet kavgasını...
O gücü bulabilenler, Zülfü'nün türküsünü hiç düşürmedi dilinden...
Bugün darbecilerin adı ortada yokken 12 Eylül sürgünü Zülfü Livaneli gururla 35. sanat yılını kutluyorsa ondandır.
O, halkların türkülerini yazanların, yasalarını yapanlardan daha güçlü olduğunu bir kez daha kanıtladı herkese...

can.dundar@e-kolay.net

Dienstag, 5. September 2006

...

Muhterem babacığım,

Sıkıntılı bir yolculuktan sonra Lübnan'a nail olduk. Ata uçağı tirbülans yaptı, kustum. Hosteslere ziyadesiyle ayıp oldu, yerler kirlendi. Sen temizletirsin ama yerler biraz kokacak galiba.

Neyse Lübnan'a geldik. Beni Hariri ailesinden bir zevat karşıladı. Telekom'un imzalanması gereken evrakları varmış, onları getirmiş. Kurye ile yolluyorum. İlgilenirsen burada beni rahat ettirirler. Nitekim alıp beni doğruca Hil-ton'daki koğuşa götürdüler. Buralar sıcak baba, çok sıcak. Tamam, 'vatan sana canımız feda' ama Hilton'daki eğitim havuzumuz olmasa halimiz haraptı.

Şimdilik bana Hilton Oteli'nin 11. katındaki gözcü süitini ayırmışlar. Oradan bu İsraillilere dikiz atmamı istiyorlar. Ben de sadece İsrail tarafına doğru bakıyorum. Pek bir şey göremiyorum. Gözlerim bozulabilir baba, tamam, "vatan sana canım feda" ama baba bakıyorum bakıyorum gözlerim bozulacak diye korkuyorum.

Korku demişken, babacığım burada hiçbir şeyden korkmuyorum. Geçen gün karavanada falafel getirmişler. Hepsini yedim. Ne getirirlerse yiyorum. Hiç yemek ayrımı yapmıyorum. Arap mutfağı aynen bizimkine benziyor. Garsonlar biraz kirli ama ne gam! Memleket hizmetinde gözümüz hiçbir şey görmüyor.

Baba,

Aslında şu 'bedelli' işini bir kez daha düşünse miydik? Tamam, "vatan uğruna canım feda" ama orada da işler aksıyor. Yani, bir kanunluk işti. Buradan çok telefon parası yazıyor. Hariri Ailesi'ne de sitem ettim. Bakalım cep telefonu hediye edecekler mi?

Ha, aklıma gelmişken yepyeni bir proje geliştirdim: "Sponsorlu askerlik." Askere gidiyorsun, her türlü ihtiyacını sponsorlar karşılıyor. Donuna kadar. Nasıl ama! Okul harcamalarını tekstilci ağabeyimiz karşılamıştı. Askerliği de karşılayacak birilerini buluruz herhalde. Böylece cebinden hiç para çıkmadan 'bedelli' işini hallederiz. Nasıl ama!

Dün, İsrail'in bombaladığı bölgelere gittim. Bu mersedeslerin pencerelerini dar yapıyorlar, pek bir şey göremedim. Şoför, "anneniz tembih etti, başını belaya sokmayacakmışsınız" dedi. Camınım, Siirt usulü dolmalı biberini nasıl da özledim.

Tamam, "vatan uğruna canımız feda" ama babacığım burada yalnızım baba, çok yalnız. Bize İmam hatipte öğrettiklerinden bambaşka bir Arapça konuşuyorlar, hiçbir şey anlamıyorum. Allahtan garsonlardan biri Türk. Bizim oralı. Seni de çok seviyor. İmam hatibi bitirdikten sonra buralara gelmiş. Çok okumuş, sana sormadan "gel seni Zonguldak'a il kültür müdürü yaparız" dedim. Umarım kızmazsın.

Baba,

"Çıkarsa tezkere Bilal gitsin askere" diyenlere inat Lübnan'dayım. "İşte geldim buradayım, ben bu işte ustayım" diyorum. Ama Akif abi hâlâ beni arayıp bu işi basına duyurmadı. Aslına bakarsan geldiğimden komutanlarımın da haberi yok. Yoklamada kaçak çıkmış olabilirim.

Babacağım,

Benim için yapsana bir kıyak.

Yaparsan kıyak,

Bilal sana minnettar!

(Nasıl kafiye ama!)

Rıdvan Akar ridvanakar@birgun.net

Freitag, 25. August 2006

Vefasız sevgili

Bizden önceki Osmanlı ve Cumhuriyet kuşakları durmadan ülkenin nasıl kurtulacağını tartıştı.

İstibdat, hürriyet, doğu, batı, din, laiklik tartışmalarında yüz binlerce makale yazıldı, milyonlarca sohbet edildi.

Bu sohbetler genellikle; “bizim gibi millet görülmemiştir” ile “biz adam olmayız” yargıları arasında gidip geldi.

Biz de farklı bir şey yapmıyor ve kendi ömür dilimimizde aynı konuları düşünüp, tartışıp duruyoruz.

Yüz yıl önce tartışılan konular bugün de gündemde.

Korkarım böyle de gidecek.

Çünkü çözemediğimiz sorunlar, yavaş yavaş bizi çözüyor.



***

Kahvehanelerimiz, aile sohbetlerimiz, arkadaş buluşmalarımız Türkiye hakkında vecizelerle doludur.

Duyunca hepsine de hak verirsiniz.

İşte bunlardan birkaçı:

“Türkiye’de işler hiçbir zaman umut ettiğin kadar iyi ve yine hiçbir zaman korktuğun kadar kötü gitmez.”

Buna bağlı gibi görünen bir başka görüş de şu:

“Türkiye’de hiçbir şeye fazla sevinip, fazla üzülmeyeceksin.”

Umutlar ve korkularla yaşanan yüzyıllardan sonra bazı insanlar şu yargıya varmış:

“Türkiye bir sala benzer; hiçbir zaman batmaz ama altı da hep ıslak kalır.”

Rahmetli Metin Toker bu konuda dermiş ki:

“Burası Türkiye.

Burada Türkler yaşar.

Onlar da böyle yaşar.”

Bu öyle bir söz ki geçerliliği hiç bitmez, tedavülden kalkmaz ve her konuya uygulanabilir.


***

İsveç’te tanıdığımız bir Macar profesör vardı.

Büyük bir kimyacı olan bu adam 1956’da Sovyetler’e başkaldıranlar arasındaymış. Kaçıp Türkiye’ye gelmiş.

Klasık hikâye: Türkiye bu bilim adamının değerini bilmediği için adamcağız evde maytap yapıp, bayramlarda sokakta satarak geçinmiş.

Sonra onu İsveç’ten istemişler ve üniversitede bölüm başkanı olmuş.

Onun Türkiye gözlemi çok ilginçtir.

Bize derdi ki:

“Türkiye vefasız bir sevgiliye benzer. Sürekli olarak sana ihanet eder ama sen hep onu sevmeye devam edersin.”


***

İttihat Terakki, Meşrutiyet, Meclis-i Mebusan, Mütareke, Kurtuluş, Cumhuriyet, çok partili rejim, ihtilaller, AB, ekonomik kriz falan derken herkes bu kargaşa içinde devrini tamamlayıp gidiyor.

Geriye böyle zekice yapılmış şakalar kalıyor.

Geminin rotasını değiştiremeyeceğini bilen yolcuların hafif hüzünlü ve kırgın şakaları.

Zülfü Livaneli Vatan Gazetesi

Mittwoch, 26. Juli 2006

Yalvarıyorum

Ünlü tiyatro sanatçısı ve yazar Yılmaz Erdoğan, terörün neden olduğu ölümlerin durması için yazdığı feryat dolu mektubunu Türk halkına beyaz güvercinle yolladı.

BU bir mektup.Kuş, güvercin kanadına yazıldı.Kimin vicdanına konarsa o okusun diye.Ölüm üzerine...

Mayın üzerine...

Kürt meselesi... Türk meselesi üzerine.

Güzel kelimeler... Ve çirkin kelimeler üzerine.

Ölüme doğru yapılan bu korkusuz koşudan korkuyorum. Mayınlarla parçalanan kardeş cesetleri odamda, yanıbaşımda duruyorlar.

Yazdığım her kelimeye daha bir dikkatle bakıyorlar.

Onlar dün parçalandılar.

Yazıklar olsun diye başlıyor aklıma gelen her cümle şimdi.

Yazıklar oluyor zira, insanın biriktirdiği en güzel şeylere.

Yazıklar oluyor, bir çocuğun Kürtçe, Türkçe veya her ne hal ve her ne dilde ise gülümsemesine...

HER SİLAH ÖLDÜRÜR AMA MAYINDAN KAHPESİ YOKTUR

Sevgiliye hediye almaya, pazar alışverişine çıkmaya, bir bebek sahibi olmaya, sigarayı bırakmaya, piknik yapmaya, bir insanı her şeyden çok sevmeye.... Yazıklar oluyor...

Yazıklar oluyor hayatın bizzat kendisine.

Yapmayın!

Mayınlar döşemeyin geleceğinizin güzergáhına.

Bu kalleşin ne zaman patlayacağı belli olmaz.

Bazen yıllar sonra, bir küçük kız çocuğu çiçek toplarken denk gelir, bazen yirmi yaşındayken ve daha önce hiç görmediğin bir yerde, daha önce hiç tanımadığın insanların arasında hem anayasal hem siyasal hem mukaddes bir yolculuk sırasında....

İnsanoğlu her melaneti icat etti; ama mayından kahpesi yoktur.

Her silah öldürebilir, her zaman öldürme potansiyeli taşır; ama mayın MUTLAKA ÖLDÜRÜR.

Mayın ıskalamaz! O birini mutlaka öldürür!

Uğursuz bir pusuya yatar ve patlayana kadar, bir can üstüne basana kadar bekler.

İnsanın icat ettiği EN ÇİRKİN şey silahtır.

Ve silahların EN ÇİRKİNİ MAYINDIR!

Sebebini unuttum kavganın ve umurumda da değil siyasi tartışmalar. Bir tek şey için dua ediyorum her gece, her gündüz: Kimse genç ölmesin dağlarımızda.

EN GÜZEL KELİME ’BARIŞ’ ARTIK SOYTARI KELİME

Silahlar susmadan sebebi konuşmaya imkán da yok lüzum da.

Aklın sesi, akılsızlık susmadıkça duyulmuyor.

Ve o zaman akla sadece DURUN demek geliyor.

Hemen şimdi DURUN!

Hiçbir haber geçmiyor ajanslar artık, ölümsüz.

İçinde acı olmayan gecemiz yok..

Ne oldu diyorum yine, kim hangi korkunun, hangi uğursuz hesabın peşinde diye...

Barış artık soytarı bir kelime...

Her ağızda var; ama hiçbir yerde yok.

Nerede bu barış?

O, insanın icat ettiği EN GÜZEL kelime.

Ama kelimelerle ne isterseniz onu yaparsınız.

Barış dersiniz; ama savaş manasınadır. Hatta bütün savaşlar barış için yapılır. Ve herkes adil bir barış için savaşır. Ve akıl der ki, aslında savaşmıyorsanız barışmaya başlamışsınız demektir.

Bir barış için yapılması gereken ilk ve belki de tek şey savaşmamaktır.

Silahlar patlamaya başlamışsa orada insanın bulduğu güzel kelimeler orayı terk eder.

SEVDADAN GAYRISINA AĞIDIMIZ OLMASIN

Kelimeler de ölür bazen... Ve kelime cesetleriyle yaşanmaya başlar hayat.

O kelimelerin, o cesetlerin... Nece olduğu, yani bu ölülerin ölürken son nefeslerinde hangi dilde konuştukları artık akılsızlığın gölgesinde soğuyan HAYATIN, YAŞAMANIN ta kendisidir.

Ölen yirmisindedir.

Artık, ardından söylenen ağıtlar kalır.

Ve Anadolu’da ağıt sıkıntısı yoktur.

Kürtçe’de de, Türkçe’de de binlerce ağıt vardır.

Hatta aynı ağıtın hem Kürtçe’si hem Türkçe’si vardır.

Yürek yakmak iyi bir işse, ikisi de eşit derecede yürek yakmaktadır.

Ama yüreğimizde artık dağlanacak yer kalmamıştır.

Sevdadan gayrısına ağıdımız olmasın artık.

Şimdi hepinizin huzurunda yalvarmak istiyorum.

Gördüm anladım, yapacak hiçbir şey kalmadıysa yalvarıyorum işte.

Kendimi küçük düşürmek istiyorum.

Taviz vermek istiyorum.

Kimin elinde bu kanı durduracak bir güç varsa, ister şeytana tapsın ister puta, ister bir tek Allah’a...

DİZLERİMİN ÜSTÜNE ÇÖKTÜM YALVARIYORUM

Kimin dudaklarının ucundaysa bunca gencecik hayat, ben ona yalvarmak istiyorum.

Ne olur? Bu işi durdur.

Ben siyaset miyasetten bahsetmiyorum. Dizlerimin üstüne çöktüm, "Bu genç ölümleri durdur" diyorum.

Kimse ateş etmesin kimseye.

Hiçbir gerekçeyle.

Hatta kendini savunmak için bile...

Çünkü savunmaya başlayana kadar masumsun ve masum güzel bir kelime, masum kal...

Kim hangi mayının yerini biliyorsa yalvarırım söylesin.

Bir káğıda yazsın, bir şişeye koysun, suya salsın söylesin.

Kim hangi mayının yerini biliyorsa, kimin gücü yetiyorsa olası ölümlere engel olmaya, ona yalvarıyorum işte.

İster şeytana tapsın ister puta, ister oralı olsun ister bizim buralı. Gücü yetiyorsa eğer durdursun bu işi.

Ben, bir yurttaş, bir insan olarak kendimi küçük düşürüyorum.

İşte açık açık yalvarıyorum, durdursun durdurmaya gücü yeten.

Süresiz ve sonsuza kadar.

Yalvarıyorum.

Dizlerimin üstüne de çöktüm ve ağlıyorum işte.

YAZGI BİRİNİ KIŞLAYA BİRİNİ DAĞLARA GÖTÜRMÜŞ

Sonra sabahlara kadar tartışalım.

Ama şimdi durdur. Yalvarırım.

Gençler, çocuklar ölüyor, hepsi kardeş, hepsinde aynı muska, aynı yazgı, aynı televizyon, aynı futbol, aynı hayat...

Hepsinin gerisinde dualara bürünmüş paramparça bir sevdalı.

Hepsi genç, hepsi güzel... Hepsi Türk, Hepsi Kürt... Gençler... Yazgının biri kışlaya, diğeri dağlara götürmüş...

Kürtçe’de "cehel" derler.

Kulağa cahil gibi gelir; ama "henüz bilmez" manasındadır, henüz yolun başında manasında...

Yalvarırım ne olacak...

Benden ne eksiltecekse bu yakarış eksiltsin, maksat hayat çoğalsın bu dünya cennetinde.

Bir yangında hep güzel kelimeler yanarken, çirkinleri hayatta kalır...

Kınamak, sövmek, hangi haklı gerekçeyle olursa olsun yangına körükle gitmek.

Ben kimseyi kınamıyorum, ben kimseye sövmüyorum, ben bu işin tamamını SEVMİYORUM.

Kurtulalım istiyorum bu vebadan.

Kimseyi haklı bulmuyorum, kimseyi haksız bulmuyorum.

Küstüm.

’MIRIN’ DENİR KÜRTÇE’DE ’ÖLÜM’DÜR TÜRKÇE’DE

Konuşmuyorum bu konuyu...

Silahlar susana kadar "SİLAHLAR SUSSUN"dan başka konu konuşmak istemiyorum... İstemiyoruz.

Ölmenin, öldürmenin hiçbir türünü, çeşidini sevmiyorum.

Ben genç bir hayat kurtulsun istiyorum her tür kavgadan.

Hatta kavgayı öven şiirlerden bile uzak dursun istiyorum.

Her çocuk çirkin kelimelerden uzakta yaşasın istiyorum.

Eğer o kelime çirkinse, çirkinin hizmetindeyse, Kürtçe söylemişin, Türkçe söylemişin çıfayda...

Hiçbir dil çirkin bir kelimeyi güzelleştiremez.

Ölüm her dilde çirkin bir kelimedir.

"Mırın" denir Kürtçe’de.

Anadolu’da konuşulan bütün dillerde karşılığı vardır.

Bunların içinde resmi olan "ölüm"dür. Türkçe’dir.

Ve ölüm kelimesi, resmi ya da gayri resmi her dilde eşit derecede çirkindir.

"Yaşam"a gelince....

Kelimelerin en şahanelerinden.

İçi açık açık ve kelimenin her manasıyla "hayat" doludur...

Ve hayat, varlığından emin olduğumuz tek şeydir...

DİL, BİR OLUŞLAR ZİNCİRİNİN SONUCUDUR

Kürtçe’de "jiyan" denir.

Yaşam, her dildeki en güzel kelimedir.

Belki bir tek rakibi vardır, o da "aşk"tır elbette.

Aşk...

Kürtçe’de "evin" denir.

Bu kelimelerin içinde resmi olan "aşk"tır; ama aşk kelimesi her dilde eşit derecede güzeldir.

Anadolu’da en az iki kişinin birbiriyle konuşup anlaştığı bir dil varsa ben onu bile öğrenmek istiyorum.

Sadece iki kişi bir dil icat etsin, ben çok merak ederim onu.

Çünkü bu iş öyle kolay değildir.

Dil yani lenguiç, çok geniş ve karmaşık bir sesler organizasyonudur.

Ve bir dilin oluşması, hiç kimsenin tasarlamasına imkán bulunmayan ve yüzyıllar boyu süren bir olaylar, oluşlar zincirinin sonucudur.

Bazı insanlar başka seslerle, bazıları başka seslerle anlaşırlar...

O sesler onların bünyelerinden, yani hayatlarının, kuşaklar boyu yaşamışlıklarının içinden süzülerek akar.

Sonuç her zaman mükemmeldir.

Çünkü bir dilin yapımında milyon, milyar insanın katkısı vardır ve bu katkı o insanlar yaşadıkça devam eder.

’ACI’NIN YANINA ’ŞİFA’ ’İNTİKAM’A ’BAĞIŞLAMA’

İşte bu yüzden bütün diller, insanoğlunun en büyük, en mucizevi eserleridirler.

Ve dil akışkan bir şey, düpedüz bir nehirdir.

Bünyesine uyan her su içine akar.

Her dilde başka dilden göçmen kelimeler vardır.

Onlar o dilin yurttaşı olurlar sonra.

Buna bazısı yozlaşma der; ama "yozlaşma" zaten çirkin bir kelimedir.

Güzel dil ya da çirkin dil diye bir şey yoktur.

Hepsi şaşılası bir kolektif çabanın ürünü, birer insan harikasıdır.

Güzel kelimeler vardır, çirkin kelimeler vardır.

Ve bunlar bütün dillere eşit sayıda yayılmıştır.

Her çirkin kelimenin yanına bir tane iyisini eş edeceğiz.

"Acı"nın yanına "şifa", "zor"un yanına "çaba", "intikam"ın yanına "bağışlama"....

"Ölüm"ün yanına "hayat"!

Sivil olan, sivil hakların geliştirilmesini isteyen bir yurttaş, silaha hiçbir zaman elini sürmemelidir.

Haklılığını sivilliğinden alan kişi sivillikten vazgeçerse haklı olmaktan da vazgeçer...

RESMİ OLANI TÜRKÇE’DİR AMA HEPSİ ÖZGÜRDÜR

Artık sivil de değildir haklı da.

Bir dilde manası çirkin olan, yani çirkin bir şeye isim veya duruma sıfat olan kelime sayısı artmışsa işte o zaman o dil, evet "yozlaşıyor" demektir.

Dil yani lenguiç, iyi kullanılmazsa tehlikeli olur.

Çünkü dil, her türlü kullanıma müsait mükemmel bir ses organizasyonudur.

İnsanları başkalaştırır.

Ama "başka"dan korkmaya gerek yoktur.

"Başka" güzel bir kelimedir.

Çünkü aslında aynı dili konuşan, konuşmayan herkes "BAŞKA"dır.

Ve başka, başkalık güzeldir.

Başkasının başkalığıyla birleşiriz ve bu birleşme bazen AŞK diye patlar.

Ve aşk nerede olursa olsun kendisi dışındaki her şeyi önemsizleştirir.

Biz kendi bahçemizdeki dillerin hepsini bilek, öğrenek, bir de üstüne İngilizce, Fransızca filan çakıp dünyanın karşısına çıkak.

Diyek ki bizim bahçede insanoğlunun şu kadar senede imal ve muhafaza ettiği diller, hazineler var!

Süryanice var, Keldanice var, daha araştırsak bulacaklarımız var...

Bunların içinde resmi olanı Türkçe’dir.

Ama hepsi Türkçe kadar özgürdür diyelim.

KÜRTÇE’Yİ CENDEREDEN TÜRKÇE KURTARACAKTIR

(Hem belki diğer dişlerini de yaptırmasına yardım edebiliriz şu tek dişli, tek taşlı medeniyetin.... "BİZ"i düzeltirsek herkesi düzeltiriz.)

Hepimizin eşit derecede duyacağı bir gururla dünyaya diyelim ki:

Bizzat Türkçe’nin kendisi diğer dillerimizin güvencesidir.

Çünkü onları özgürleştiren şeyler Türkçe yazılacaktır.

Türkçe bizim ortak dilimizdir ve ortak kimliğimizi oluşturur.

Ve Türkçe, güzel kelimeleriyle her şeyi iyileştirebilir.

Kürtçe’yi bu cendereden çıkarabilir.

Alır bu Mezopotamyalı kardeşini, önce yaralarını iyileştirir.

Onu özgürleştirir...

Kürtçe’yi, korku salan, öfke çağrıştıran bir meselenin parçası olmaktan, bu hiç hak etmediği yankısından Türkçe kurtaracaktır.

Çünkü DİL güncel bir mesele değildir.

Güncel bir kavganın konusu olması, hiç hak etmediğimiz bir trajedidir.

Ve kavga da (ki Kürtçe şer denir), trajedi de (ki ona Kürtçe’de de trajedi denir) çirkin kelimelerdir.

Elbette bütün kelimelerle ilgili kullandığım "güzel" ve "çirkin" kelimeleri tırnak içindedir.

Bazı tırnak kalın, bazısı incedir; ama hepsi tırnak içindedir.

Çünkü asıl güzel olması gereken, kelimelere yön veren mekanizmadır ve bildiğim kadarıyla ona da akıl denir.

TAKATİMİN SONUNDAYIM ELİMDE SADE KELİMELER

Akıl dilin patronudur ve hiçbir zaman ve hiçbir koşulda yetkilerini akılsızlığa, öfkeye devretmemelidir.

Bu bir mektup.

Kanamalı bir güvercinin kanadına yazıldı.

Hangi yüreğe konarsa o okusun ve bu ölümcül gidişi durdurmak için yapabileceği bir şey varsa hemen şimdi yapsın diye yazıldı.

Ölüm üzerine...

Mayın üzerine yazıldı.

Kürtçe meselesi, Türkçe meselesi üzerine bir yakarış bu.

Ben... Yani kalemden başka silah, vicdanından başka pusula tanımayan, bilmeyen ben...

Ne elimde dünyayı kurtaracak bir bilgi var, ne düşleri aydınlatacak bir lamba...

Elimde sade kelimeler...

Dizlerimin üstüne çöktüm, ağlıyorum.

Takatimin sonundayım ve durun diyebiliyorum sadece.

Yalvarırım... Durun!

Durdurun!

Yılmaz ERDOĞAN

Dienstag, 25. Juli 2006

Gazeteci-yazar Reha Mağden öldü

reha_magden

Son olarak Birgün gazetesinde yazmakta olan gazeteci-yazar Reha Mağden ( 1955-25 temmuz 2006)yakalandığı ve tedavi görmekte olduğu hastalığı atlatamayarak gece 03.00'te yaşama gözlerini yumdu.

Reha Mağden’in, ‘Ah O Müstehcen Salınış’ adlı yapıtından bir alıntı:

Kendisi hakkında ne düşündüğünü sorma cesareti bulduğumu hatırlıyorum; dedim ki:
“Bu arkadaş sohbetinden hoşnut olup olmadığın, yüzünde değişmeyen şu gülümsemeyle ölçülebilir mi ki?”
“Hiç düşünmedim,” dedi.
“Yalnızken de gülümser misin ve bu daha mı içten olur, mesela? diye sordum bu defa.
Sustu ve somurttu.
Arkadaşları közde kebaplar, söğüş kokulu domatesler, söğüş beyaz soğanlar, buzlu cacıklar getirirken, birden konuştu:
“Bütün mesele, evet, haklısın ihtiyar, tırtıl ile kelebek arasındaki fark. Kelebekler korkar, tırtıllar bunu bilmez bile, kelebek olunca tırtıl olmayı sen özlemedin mi hiç? Hepimiz az ömürlüyüz. Kelebek olunca fark ediliyoruz ama, güvenli yer, kozanın içi. Ama fark edilmek?”
“Zorlu, ha,” dedim O’na.


REHA MAĞDEN'in BİRGÜN yazılarına erişmek için

http://www.birgun.net/index.php?sayfa=73&view_author=50

Dienstag, 16. Mai 2006

Hayatınızdaki Tüm Annelere...

21 senelik evlilikten sonra "aşk ışıltısını" canlı tutmanın yeni bir yolunu buldum. Bir süre önce, başka bir kadınla çıkmaya başladım ve bu aslında eşimin fikriydi. Bir gün eşim, beni çok şaşırtarak:

"Biliyorum ki onu seviyorsun" dedi .

Şiddetle itiraz ettim: "Ama ben seni seviyorum!!!"

"Biliyorum ama aynı zamanda onu da seviyorsun. Ona da zaman ayırman gerekiyor"

Karımın, ziyaret etmemi istediği "öbür kadın", 19 yıldır dul olan annemdi. İşimin yoğunluğu ve üç çocuğumun beklentileri sebebiyle annemi görme fırsatım pek olamıyordu. O akşam annemi yemeğe ve ardından sinemaya davet ettim. Endişelendi ve hemen "İyi misin, her şey yolunda mı" diye sordu.

Annem de geç saatte gelen bir telefonun veya sürpriz bir davetin mutlaka kötü bir anlamı olacağından şüphelenen tipte kadınlardandı.

"Seninle beraber ikimizin biraz zaman geçirmemizin güzel olacağını düşündüm" diye yanıtladım. Sadece ikimiz mi?" Biraz düşündü ve "Çok isterim" diye cevap verdi.

O Cuma, iş çıkışı onu almaya giderken kendimi biraz gergin hissediyordum. Eve vardığımda fark ettim ki o da, randevumuzdan ötürü hafif gergin görünüyordu. Kapısının önünde, paltosunu çoktan giymiş bir şekilde bekliyordu. Saçlarını yaptırmıştı ve üzerinde babamla kutladıkları son evlilik yıldönümlerinde giydiği elbise vardı.

Bana melekler kadar ışıltılı bir yüzle gülümsedi. Arabaya bindiğimizde "Arkadaşlarıma oğlumla dışarı çıkacağımı söyledim ve gerçekten çok etkilendiler" dedi. "Randevumuzun nasıl geçtiğini duymak için sabırsızlanıyorlar."

Gittiğimiz restoran, çok şık olmasa da sevimli, sıcak ve servisin kaliteli olduğu bir mekândı. Annemse, bir kraliçe edasıyla koluma girdi. Yerimize oturduktan sonra ona menüyü okumam gerekmişti, çünkü küçük yazıları göremiyordu. Ben daha menünün ortalarındayken annemin nemli gözlerle ve nostaljik bir gülüşle bana bakmakta olduğunu fark ettim:

"Eskiden, sen küçükken, menüleri okuyan bendim, sense meraklı bakışlarla beni dinlerdin" dedi. Ben de gülümsedim: "O zaman, şimdi senin rahat rahat oturma sıran ve ben de okuyarak borcumu ödeyebilirim" dedim.

Yemek boyunca muhabbetimiz çok güzeldi, sıra dışı hiçbir şey olmadı ama eskilerden ve hayatlarımızdaki yeniliklerden bahsederek kaybettiğimiz zamanın birazını telafi etmeye çalıştık. O kadar çok konuştuk ve eğlendik ki film saatini kaçırdık. Akşam annemi bırakırken; "Seninle tekrar çıkmak isterim ama ancak bu sefer benim seni davet etmeme izin verirsen" dedi ve bir akşam tekrar buluşmakta karar kıldık.

Eve geldiğimde eşim yemeğin nasıl geçtiğini sordu: "Çok güzeldi" dedim. "Düşünebileceğimin çok üstündeydi".

Birkaç gün sonra annem aniden ciddi bir kalp krizi sonucu vefat etti. Bu o kadar ani gerçekleşmişti ki onun için bir şey daha yapma şansım olmamıştı. Birkaç zaman sonra evime, annemle yemek yediğimiz restorandan, ödenmiş iki kişilik bir yemek faturası ve üzerine iliştirilmiş bir not yollandı: "Oğlum, bu faturayı önceden ödedim, çünkü seninle kararlaştırdığımız randevu gününe gelemeyeceğimden neredeyse yüzde yüz emindim. Yine de iki kişilik bir yemek ayarladım çünkü bu sefer eşinle beraber gitmenizi istiyorum. Seninle olan o günkü randevumuzun benim için ne anlam ifade ettiğini bilemezsin. Seni Seviyorum."

O esnada, "Seni Seviyorum" demenin ve hayatta değer verdiğimiz insanlara hak ettikleri zamanı ayırmanın önemini anladım. Hayatta hiçbir şey ailenizden daha önemli değildir. Onlara hakları olan zamanı ve ilgiyi verin çünkü böyle şeyleri erteleyebileceğiniz "başka bir zaman"ı her istediğinizde yakalayamayabilirsiniz.



HAYATINIZDAKİ TÜM ANNELERE...


Berrin Karasıklı ..?

Montag, 27. März 2006

Bağırıp çağırmadan kırıp dökmeden

Ansızın coşkuya kapılıp bağırıp çağırmak, yakıp yıkmak mı, yoksa yaratıcı gücünüzü kullanarak değişik, vurucu bir protesto eyleminde bulunmak mı daha etkili? Yakın tarihten üç protesto eylemi geliyor aklıma. Onları aktarayım, kararı siz verin.

İkinci Dünya Savaşı. Nazizmin Avrupa'yı kasıp kavurduğu dönem. Norveç. Ülkenin en ünlü yazarı Knut Hamsun, herkesin taparcasına sevdiği bir kişi. Ama işgal sırasında Almanların yanında yer almış.
Bunun üzerine Norveçliler ne yapmışlar dersiniz? Sokaklara dökülüp yazarın kuklasını mı yakmışlar? Evinde Hamsun'un kitabı olan kim varsa, almış o kitabı eline, yazarın evine gitmiş. Kitabı sessizce kapının önüne bırakmış. Ülkenin her yanından, kar altında, arabalarla, otobüslerle, trenlerle insanlar akmış. Ellerinde kitaplar. O kitapları evin önüne bırakıp sessizce kentlerine dönmüşler. Kısa sürede dev bir kitap yığını oluşmuş.
Hamsun evinden çıkamamış artık. Bir süre sonra da ölmüş.
Bundan güzel, bundan vurucu bir protesto eylemi olabilir mi?

ABD'de soğuk savaş yılları. Amerika'ya Karşı Çalışmaları Araştırma Komitesi, aydınlara, düşünen kafalara savaş açmış, ortalığı kasıp kavuruyor. Özellikle sinema, tiyatro ve müzik alanında "Komünistler"
fişleniyor, kara listeye alınıyor, çalışmalarına, yurtdışına çıkmalarına izin verilmiyor.
Paul Robeson da o sanatçılardan biriydi. 12 Haziran 1956'da Komite karşısına çıkarıldı. Ama o, kimi sanatçılar gibi muhbirlik etmedi, pişmanlığını dile getirmedi. Onurla direndi. "Komünist olduğum için yargılanmıyorum burada," dedi.
"Kendi halkımın hakları uğruna savaştığım için yargılanıyorum. Yiğitçe direnen, savaşan bütün zencileri susturmak istiyorsunuz. Afrika'daki sömürge halklarının bağımsızlığı uğruna savaştığım için pasaport verilmiyor bana."
Robeson'un yurtdışına çıkışı yasaklanmıştı. Ama başka ülkelerde onu dinlemek isteyenler vardı.
Çözüm kısa sürede bulundu. ABD-Kanada sınırında bir yer seçildi. ABD topraklarında, tam sınırda, açık havada bir sahne, bir de güçlü ses düzeni kuruldu. Robeson'un orada konser vereceği açıklandı.
Belirlenen gün, dünyanın çeşitli yerlerinden binlerce, binlerce insan aktı Kanada'ya. Sınıra gidip konserin verileceği yerin tam karşısında toplandılar. Kanada topraklarında.
Konser saatinde Paul Robeson geldi, sahneye çıktı. ABD'den ayrılmadan, yüz metre kadar ötedeki "dünya" ya inanılmaz bir müzik şöleni verdi.

Vietnam savaşı sürüp gidiyor. Amerikalılar, Japonya'da bir hava üssü açmak istiyorlar. Üs, Vietnam'ı bombalamak için bir sıçrama tahtası olacak. Hiroşima'yı, Nagasaki'yi yaşamış Japon halkı karşı çıkıyor buna. Ama Japon hükümeti "olur" unu veriyor. Uzun tartışmalardan sonra üs kuruluyor. Üssün açılacağı gün büyük bir tören düzenleniyor. Japon hükümetinin üyeleri, devletin ileri gelenleri, Amerikalı generallerle birlikte, kurulmuş tribünlerde yerlerini alıyorlar. Söylevler veriliyor, marşlar çalınıyor... Ufukta belirecek Amerikan uçak filosu beklenmeye başlanıyor.
Uçaklar gelecek, piste konacak, üs de "resmen" açılmış olacak.
Biraz sonra uçaklar beliriyor. Tam piste alçalacakları sırada binlerce, on binlerce balon yükseliyor gökyüzüne. Üssün yakınlarına "mevzilenmiş" Japonlar, getirdikleri balonları havaya salıveriyorlar. Gökyüzü balonlarla kaplanıyor.
Sonuçta hiçbir uçak inemiyor piste. Filo dönüp gidiyor.

Bu protesto sonucunda üs açılmadı mı? Ertelenerek açıldı. Ama Japon halkı, özgün bir protesto yöntemiyle "tavrını" açıkça ortaya koydu, bu girişimi desteklemediğini çok etkili bir biçimde belirtti.
Bağırıp çağırarak, marşlar söyleyip yürüyerek protesto eyleminde bulunmak artık "sıradan" oldu. Etkisini bütün bütüne değilse bile, büyük ölçüde yitirdi. Knut Hamsun, Paul Robeson, Japonya'da üs olaylarında olduğu gibi, yaratıcılığın devreye girmesi, özgün protesto eylemleri düzenlenmesi, konuyu gündeme daha vurucu bir biçimde getirmiyor mu?

Ülkü Tamer (Sabah)

Dienstag, 7. März 2006

Rüzgâr ile yaprak

Rüzgâr ile yaprak dost oldular. Artık rüzgâr savurmuyordu yaprağı.
-''Söyle dostum, nereye istersen oraya götüreyim seni" dedi rüzgâr yaprağa.

Yaprak düşündü taşındı, aklına hiçbir şey gelmedi. Tekrar sordu rüzgâr:
- Hadi söyle seni istediğin yere taşıyayım.

Tekrar düşündü yaprak , aklına yine bir şey gelmedi...
- ''Bilmiyorum rüzgâr kardeş, aklıma hiçbir şey gelmiyor. Sen söyle ?'' dedi.

Rüzgâr:
- Gidecegin yeri bilmedikten sonra rüzgâr dostun olsa neye yarar.. Savrulur gidersin!
dedi ve bildigi gibi esti tekrar. Yaprak yine savruldu...
Üstelik de bu sefer savuran dostuydu.

Dienstag, 24. Januar 2006

Uğur Mumcu ölümünün 13. yılında anılıyor

ugurmumcuanma1

Dağ gibi kara yağız birer delikanlıydık. Babamız, sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi. Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mum ışığında bitirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık. Vurulduk ey halkım, unutma bizi...
* * *
Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
* * *
Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşı'nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha da dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler. Vurulduk ey halkım, unutma bizi... Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi...
* * *
Fırsat eşitliği, adalet, insan hakları, demokrasi, insan gibi yaşama hakkı, yurttaşlık onuru... Bunlar için işkence tezgâhlarından geçen, canını veren tüm yurtseverler adına halka "Sesleniş"idir yukarıdaki satırlar Uğur Mumcu'nun...

Gizli eller


UĞUR Mumcu’, 24 Ocak 1993’te Ankara’da bombalı bir saldırıda katledilmişti. .

Bugün 13. ölüm yıldönümünde kendisini anarken, Ağca konusunda yazdıklarına bakmak gerekiyor. (Bugün, Diyarbakır’da katledilen Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’ı da unutmuyoruz.)

Mumcu, İpekçi cinayetinden Ağca’nın kaçırılışı ve Papa’ya suikast girişimine; ülkücülerden yeraltı dünyasının faaliyetlerine; Abuzer Uğurlu’dan İbrahim Telemen’in eylemlerine kadar Cumhuriyet’te yüzlerce yazı yazdı. Bunları, ’Ağca Dosyası’ ve ’Papa, Mafya Ağca’, ’Silah Kaçakçılığı ve Terör’ adlı kitaplarında topladı.

Kitaplar hálá bir belge niteliğini taşıyor ve bugüne ayna tutuyor.

İpekçi davasının 1984’te yeniden ele alınmasında Mumcu’nun yazdığı yazılar etken olmuştu. Ağca’nın ne zaman yalan, ne zaman doğru söylediğini ve yaşadığı çelişkileri uzun çalışmalar sonucu dava dosyalarındaki ifadelerinden ortaya koymuştu Mumcu... Yakalandığında "İpekçi’yi ben öldürdüm"; daha sonraki duruşmadaki ifadesinde "İpekçi’yi ben öldürmedim" biçimindeki sözlerinden yola çıkarak birçok çelişkiyi gündeme getirmişti.

Mumcu, Ağca’nın ne zaman yalan, ne zaman doğru konuştuğunu yazılarında ayrıntılarıyla anlatmaktadır.

Ağca’nın serbest bırakılması, sonra yeniden tutuklanmasına yol açan İpekçi cinayeti ve Papa’ya suikast girişimine kadar uzanan süreçte, o zaman gündeme gelen isimlerden bir hatırlatma yapıyoruz:

ÜNLÜ İSİMLER

Osman Alasu (Ağca’nın cezaevinden kaçırılmasında ismi geçen er.)

Selçuk Atar (Ağca’nın Kartal Cezaevi’nden kaçırılışı eyleminde yer alan ülkücü.)

Ömer Ay (Ağca’ya sahte pasaport sağlayacağına söz veren Nevşehirli militan.)

Ömer Bağcı (Ağca’ya Papa’ya suikast girişiminde kullanılan silahı Milano istasyonunda veren ülkücü militan.)

Abdullah Çatlı (Mehmet Özbay) (Ağca’ya Nevşehir’de sahte pasaport sağlanmasında adı geçen ülkücü. Susurluk’ta öldü.)

Yavuz Çaylan (İpekçi cinayetinde Ağca’yı cinayet yerine götüren arabayı kullanan Malatyalı ülkücü militan.)

Bekir Çelenk (Ağca’nın, Papa’yı öldürmesi için 3 milyon DM önerdiğini söylediği ünlü kaçakçı.)

Oral Çelik (İpekçi cinayeti ile Papa’ya suikast girişimine karışan ülkücü eylemci.)

Yılma Durak (İpekçi’nin öldürülmesi ve Ağca’nın cezaevinden kaçırılması olaylarında adı geçen ’Doğunun Başbuğu’.)

Hamit Gökenç (Malatya’da, Ağca için hazırlanan pasaportta ismi bulunan öğretmen. İngiltere’de uyuşturucu suçundan tutuklu)

Mehmet Gürbüz (Ağca’nın cezaevinden kaçırılması olayında yargılanan sağ görüşlü eylemci.)

Ramazan Gündüz (Ağca’yı ihbar ettiği kuşkusuyla öldürülen sağcı militan.)

Yusuf Hududi (Ağca’nın kaçırıldığı cezaevinde görevli astsubay.)

M. Nabi İnciler (İnci Baba) (Ağca’nın kendisinden yardım aldığını söylediği kişi.)

Sedat Sırrı Kadem (Ağca’nın ilk ifadelerinde adı geçen Malatyalı solcu öğrenci.)

Mehmet Kurşun (Ağca’yı Ankara’da saklayan ülkücü memur.)

Ömer Mersan (Sofya’da Ağca’ya para yardımı yapan Türk.)

Yalçın Özbey (İpekçi cinayetinden önce Ağca’nın hesabına para yatıran ülkücü.)

Faruk Özgün (Papa suikastından sonra Ağca’nın üzerinde yakalanan sahte pasaportun sahibi.)

Timur Selçuk (Ağca’ya Erzurum’dan verilmiş sahte pasaportu hazırlatan ve İran’a geçmesi için yardım eden sağcı militan.)

Mehmet Şener (Ağca’yı, İpekçi cinayetine yönlendiren ülkücü eylemci.)

Hasan Hüseyin Şener (M.Şener’in kardeşi, Ağca’yı kaçtıktan sonra Ankara’ya götüren kişi.)

Mehmet Gürbüz (2. İpekçi davasında Ağca’nın kaçırılması nedeniyle hakkında kamu davası açılan kişi.)

Zülfikar Yasan (Ağca’nın cezaevinden kaçırılma eylemine karıştığı ileri sürülen MHP Eminönü İlçe Başkanı.)

Doğan Yıldırım (Ağca’nın kaçırılması olayında adı geçen gümrük memuru.)

Bünyamin Yılmaz (Ağca’nın cezaevinden kaçırılmasına yardım eden er.)

Mehmet Yıldırım (Ağca’nın cezaevinden kaçırılmasında adı geçen kişi.)

Yalçın BAYER ybayer@hurriyet.com.tr

GÜNÜN SÖZÜ

"Uğur Mumcu bir cesur yürekti."

(SHP Genel Sekreteri Ahmet Güryüz Ketenci)

Dienstag, 3. Januar 2006

Prokrustes yatağı

Prokrustes yatağı tek biçimliliğin ve dogmatizmin antik çağdaki simgesiydi. Yunan mitolojisine göre, Proktustes Atina ile Megara yolu üstünde yaşayan bir eşkıyaydı. Efsaneye göre Prokrustes’in demir bir yatağı vardı (bazı kayıtlara göre iki yatak). Prokrustes’e göre demir yatak standart/ideal uzunluktaydı. Çünkü yatak tam kendisine uygundu. Böylece Prokrustes herkesin boyunun bu yatağa uygun olması gerektiği kanaatine vardı. Prokrustes, yolu üzerinden geçen yolcuları durdurup bu yatağa bağlarmış. Eğer yatağa yatırılan yolcu yataktan kısaysa Prokrustes onu, boyu yatağın boyuna ulaşıncaya kadar gerermiş. Yok eğer yolcunun boyu yataktan daha uzunsa yolcunun ayaklarını keserek onu yatağa uygun hale getirirmiş. Böylece herkes ideal uzunluğa gelirmiş. Efsaneye göre, Theseus aynı yöntemleri kullanarak Prokrustes’i öldürmüş.

Prokrustes’in demir yatağı antik çağdan sonra da kullanılmaya devam edildi. Toplumu, insanları ve düşünceyi standardize etmeye, tek biçimlileştirmeye yönelik girişimler Prokrustes yatağı metaforuyla anıldı. Özellikle düşünceyi Prokrustes yatağına yatırma tutumu çağlar boyunca ve her yerde görüldü. Yeni zamanlarda da modern Prokustes’ler antik Prokrustes’in ruhunu yaşatmaya devam etti ve ediyor hâlâ.

Prokrustes’in yatağı Orta Çağ’da fiziki bir ölçüden daha çok ruhsal, dinsel itaati ölçmek için kullanıldı. Her mezhep kendi demir yatağına sahipti ve bu yatağa uymayanlar din dışıydı. Din dışı olmak fiziken yok edilmek anlamına da geliyordu. Engizisyon, güneşi evrenin merkezi kabul ettiği için Giordano Bruno'yu kazığa bağlayıp yaktı. Engizisyon mahkemesinde yargılanan Galileo Galilei ise görüşlerini mahkeme karşısında inkar ederek yanmaktan kurtulabildi.



İSLAM DÜNYASI DA KULLANDI

Sadece Hıristiyan dünyası değil İslam dünyası da Prokrustes’in yatağını kullandı. Tanrının bütün niteliklerinin insanda, insanın bütün özellikleri Tanrı’da olduğunu savunan Hallacı Mansur, şeriata aykırı davrandığı gerekçesiyle fiziken Prokrustes’in yatağına yatırıldı; 922 yılında Bağdat’ta asılarak, organlarıı kesilerek işkence ile öldürüldü.

Prokrustes’in demir yatağı 20. yüzyıl boyunca da kullanılmaya devam edildi. Dr. Mengele Auschwitz’te 20. yüzyılın Prokrustes yatağını yarattı. Faşizm düşünsel tek biçimlilik yanında fiziki tek biçimlik de arıyordu.

Prokrustes’in yatağı 20. yüzyılda sola ve komünistlere karşı yoğun bir biçimde kullanıldı. McCarthy soğuk savaşın başlarında ABD’de solculara karşı bir cadı avı başlattı ve aralarında pek çok yazar ve sanatçının da bulunduğu çok sayıda insanı Prokrustes yatağına yatırdı. Muhalif düşünceye yönelik tek biçimlileştirme bir mecaz olmanın ötesinde ete kemiğe büründü; fiziki imhaya dönüştü pek çok ülkede.

Ancak Prokrustes yatağı en trajik halini aynı yolda yürüyen yolcuların birbirlerini bu yatağa bağlamalarıyla aldı. En beklenmedik, en hazin ve en acısı aynı yolda yürüyenler arasında yaşandı. Stalin döneminde 1936 Moskova duruşmalarında Başsavcı Vişinski Ekim Devriminin önde gelen kadrolarını, Lenin’in arkadaşlarını Prokrustes’in yatağına yatırdı ihanet suçlamasıyla. Ardından kurşuna dizildiler. Gerekçe önceden hazırdı. Emperyalizmin ve kapitalizmin “objektif ve subjektif” ajanı olmak. Oysa sadece farklı bir sosyalizm tahayyülleri vardı.



FARKLILIK İHANETLE ÖZDEŞ SAYILDI

Farklılık, ihanetle özdeş görülmeye başlandı. Bu yaklaşım diğer ülkelerdeki partilere de sirayet etti. En yakındakinin en küçük farklılığına en fazla tahammülsüzlük başat bir davranış haline geldi.

Nazım Hikmet, Hacıoğlu Salih şiirinde bu trajediyi anlatır:

“Hacı oğlu Salih memleketimdendi, / Karadeniz'den.

Kocaman gözlü, kocaman burunluydu, / dazlaktı.

Komünistti on dokuzdan / Dövüştü, / hapse düştü,

yattı Ankara'da, Kırşehir'de. / Sonra geçti bu yana,

yani ikinci vatana. / Baytardı. Kirofabat köylerinde

hasta keçilere baktı. / Yıllar, eğrilen bir yün ipliği

gibi aktı / namuslu, çalışkan parmaklarından.

Sonra, 49'da, Moskova'da, Martın onuncu gecesi,

oturmuş, Engels'i okuyordu, / geldiler, götürdüler,

sürdüler Altay Bucağına. / Ne bir dağ devrildi içinde,

hattâ ne bir toprak parçası kaydı. / Yalnız, inme indi

sağına, / altmış yedi yaşındaydı. / Altı yıl, Hacı oğlu

Salih / kutladı İnkılâbın yıldönümünü / tel örgüler ve kurt köpekleriyle çevrili. / Ve öldü bir bahar günü

elli kişilik barakasında.”

Stalin öldüğünde Nazım, “taştandı tunçtandı alçıdandı kâattandı iki santimden yedi metreye kadar taştan tunçtan alçıdan ve kâattan çizmeleri dibindeydik şehrin bütün meydanlarında…kalktı göğsümüzden baskısı binlerce ton taşın tuncun alçının ve kâadın” diyecektir. Ancak Prokrustes yatağının hayaleti uzun yıllar dolaşmaya devam edecektir. Çünkü gayri şahsi bir nitelik taşımaktaydı.

Hacıoğlu Salih’in yatırıldığı o demir yatağa Türkiye sol hareketi pek çok yol arkadaşını yatırdı. Nazım Hikmet de yatırıldı o yatağa. Gerçeğin tekelini elinde tutan her dönemin çelik çekirdeği, farklılığı ihanetle eş gördü çoğu zaman. Türkiye sol hareketi çok kullandı Prokrustes’in yatağını. Arındı-temizlendi kendince. Bazen hain ve dönek ilan ederek, bazen ajan-polis ilan ederek, bazen fiziken yok ederek. Sol, Prokrustes yatağını kırıp tarihin çöplüğüne atamadı tamamen. Hala o demir yatağın hayaletine bir yerlerde rastlamak mümkün. Ama artık yatağın o eski haşmeti ve cesameti yok, yoldan geçenlerin sayısı da epey azaldı. O yoldan geçenlerin yine o meş’um yatağa yatırıldığı olmuyor değil. Ama artık trajediden çok bir komediyi andırıyor o demir yatak.

Prokrustes yatağını, artık korkutmayan, ürkütmeyen sadece merak uyandıran sıradan bir hayalet hikayesine dönüştürmek gerekiyor. Yoksa solun tarih öncesi hiç bitmeyecek.

Aziz Çelik azizcelik@gmail.com

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren