Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan , Barış Terkoğlu
Metastaz

Dinlediklerim

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Okuma kösesi

Freitag, 23. Dezember 2005

SEN BIR TAVUKSUN VE BIR TAVUK GIBI YASAMALISIN.

Bir rivayete göre dört tavuk bir kartal yuvasina gidip bir yumurta çaldilar.

Yumurtayi kümese getirdiklerinde, kümeste bulunan diger tavuklar gördükleri bu yumurtanin çok büyük bir tavuga ait oldugunu düsündüler.Zaman geçti, yumurtayi getirenler de unuttu,onlar da bu yumurtanin büyük bir tavuga ait oldugunu inandilar...

Bir anne bulundu yetim yumurtaya, kuluçka basladi.Kisa bir zaman sonra yumurta kirildi.Içinden simsiyah kanatli,ilginç gagali tuhaf bir tavuk çikti.... Herkes mutluydu,böylesini ilk defa görmüslerdi.Anne tavuk, dersler vermeye basladi yavrusuna: "Bak yavrum,yerden buldugun böcegi söyle ye!Arpayi bugdayi böyle ye!."Anne tavuk her geçen gün yeni seyler ögretiyordu yavrusuna. Büyük tavuk annesinin her söyledigini yapiyordu. Tehlikelere karsi nasil davranilacagini da ögretti annesi: "Bak yavrum, eger kedi buradan gelirse aksi istikamete dogru kaç,suradan gelirse buraya kaç..."

Büyük tavuk büyüdükçe güzellesiyordu.Oldukça uzun kanatlari vardi. Ara sira digerleri onun kanatlarina bakmak için geliyorlardi...

Bir gün anne tavuk yavrusuna havadan gelen tehlikelere karsi kendini nasil savunacagini anlatirken büyük tavugun gözü,gökyüzünden süzülerek korkunç bir ihtisamla geçis yapan baska bir canliya ilisti.

-Anne bu ne? Dedi büyük tavuk.
-Ha o mu? O kartal yavrum,kuslarin padisahi.
-Ne de güzel uçuyor!
-Evet yavrum! Ama sen sakin ona özenme.Asla onun gibi olamazsin!Sen bir tavuksun.Senden önce baban,deden,amcan hepsi ona özendi ama hiç biri onun gibi uçamadi..SEN BIR TAVUKSUN VE BIR TAVUK GIBI YASAMALISIN.

O günden sonra büyük tavuk,ömrü boyunca arka bahçede kartalin ihtisamli geçisini izleyip iç çekti...ve her seferinde "keske bende bir kartal olup uçabilseydim." Dedi.Yine bir gün siyah kanatli büyük tavuk ihtisamli kartali izlerken ölüp gitti...O nu bir tavuk gibi defnettiler; kii hakikatte ölen bir kartaldi..

"Bir kartal gibi dogup,bir tavuk gibi yasayan ve kartallara özenip sonunda bir tavuk gibi ölen binlerce kartal var.Yil 2005, yer DÜNYA..Su anda kendi gücünün farkina varamayan,milyonlarca hatta milyarlarca insan var yeryüzünde.NE BÜYÜK ACI!!

Donnerstag, 22. Dezember 2005

Düşün yakamızdan yorgunuz!

“Zina” konusu tartışıldığı tarihten şu ana kadar hep bu konuyu düşündüm. Ardından kadınların tarihsel mücadelesini aklımın gözlerinden geçirdim. Erkek egemen sistemin yok ettiği kadınlar geçti gözlerimin önünden. Aşkından kurşun yemiş kadınlar. Namus sorgularında ölüm giydirilmiş kadınlar. Ayıplarda, yasaklarda, acılarda tüketilmiş kadınlar geçti gözlerimin önünden. Yüreğim kabardıkça isyanım çoğaldı. İsyanın çoğalması insanı ister istemez “küfre” zorluyor. İtiraf ediyorum; günde bilmem kaç defa zinanın suç olmasını savunanlara küfredip durdum. Fosilleşmiş beyinlerin bu gizli ve kirli niyetleri yüreğimi gerçekten çok acıttı. Bir de kalkmış bu fosil artığı niyetlerini kadına bir iyilik gibi göstermeye çalışmazlar mı? Gel de çıldırma.
“Gören göz kılavuz istemez” beyler. İyiliğinizin zulmü canımızı yeterince acıttı yüz yıllardır. O karanlık maskelerinizin altında ki yüzünüzü biliyoruz artık. Ne “Din” ne de “Dinsizlik” iyilik getirmiştir kadına. Ne kilise çare olmuştur acısına ne cami.

Bu erkek mekanlarında ulaşan ağızlardan kadına hep karanlık akmıştır. Buralardan verilen emirle taşlanmış, yakılmış, yok sayılmıştır. Hep alt insan, alt sınıf olmuştur erkek yasalarında. Size sefa olan her şey, bize cefa olmuştur adaletinizin sayesinde.

Yavrusunu yiyen kedilere benziyorsunuz bu yanınızla. Sizi doğuranı, besleyeni, büyüteni yok sayarak. Öldürerek. Acı çektirerek. Oysa ki siz erkekler karnımızdayken kanımızla, doğduktan sonra canımızla, büyüdükten sonra emeğimizle beslenensiniz. Sakın bize, ayaklarımızın altında ki cennetten söz etmeyin. Hayali cennet rüşvetinize çok tokuz.


Cennet düşü gördürerek cellatlarımızı unutturamazsınız bize. Bize nereden ve kimlerden ne geldiğini öle öle öğrendik. Konuşamıyorsak bilmediğimizden değildir. Tepemizin üstünde her an kafamızı uçurmaya hazır olan erkek yasa ve kurallarındandır bu susuşumuz. Acımız romanları, masalları, öyküleri, şiirleri besledi asırlardır. Yetmedi mi?

Toprak kokuyor saçlarımız yüreğimiz yanık
Bir ağır sevdalıyız ki yarı aç yarı tok
Türkülere bulanırız tepeden tırnağa
Kavrulur dudaklarımız
Çekilin yolumuzdan
Düşün yakamızdan yorgunuz.
Yolları sırtımızda taşırız yılları sırtımızda
Hasreti en yaman yüzüyle biliriz
Döşümüzde tırnakları
Düşümüzde en derin izleri gezdiririz.
Göz yaşımız od’a düşer canımız od’a
Acı açar saçlarını çözülür gövdemiz olur
Yığrana yığrana dövünürüz döne döne
Toprağı savururuz külü savururuz
Tırnaklarımızda kendi etimiz.
Karalar bağlarız kırk gün
Yas tutarız ömrümüzce
Sevinç bir derin kuyudur bizde
Sıkılarız kapatırız ağzını
Taş döker çamur sıvarız
Çöker çöker haykırırız ey kahpe felek
Kabuk tutmaz yaramız.
Eteğimiz daldadır yüzümüze yaşmağımız dalda
Bükülürüz başımız önümüzde
Günde yılı sayarız
Canımız burnumuzda. “Kavruluruz güneşte et kokusu
Kavruluruz ayazda et kokusu
Bazen yoksul sofrasıyız bazen namus sorgusu
Bir kör karanlıkla yatar kalkarız
Biz Biz olmadan yaşayan o kadınlarız.”

Bizi seve seve eğitimsizliğin karanlığında cahil bıraktınız. Bizi seve seve öyle bir gizli yasa yarattınız ki gelenek ve görenek kılıfı altında, ne yok etmek mümkün görünüyor, ne yıkmak. Bizi seve seve taşladınız. Seve seve gömdünüz. Seve seve aşağıladınız. Bizi sevdiğinizden dolayı kimliğimizi, kişiliğimizi, duygularımızı ayaklarınızın altında çiğnediniz.Hep çiğnediniz. Bizi sevdiğiniz için yok saydınız. Bizi çok sevdiğiniz için bizim adımıza hep siz düşündünüz . Bizi ilgilendiren durumlar hakkında siz karar verdiniz bizim yerimize. Çünkü bizim saçlarımız kadar aklımız uzun değildi. Biz, bizim hakkımızda verilen kararlar hakkında konuşamazdık bile. Dilimizde aklımız gibi kısa kalmalıydı sizin görkemli aklınız ve saltanatınızın karşısında (!) Biz sizin istediğiniz kadar sevilecektik. İstediğiniz kadar sevişecektik. Kiminle sevişeceğimize bile siz karar verecektiniz. Sizin istediğiniz doğrultuda giyinip, istediğiniz gibi ve istediğiniz kadar yaşayacaktık. Ayıp ve günah olan hep bize yazılmıştı. Çünkü siz üst insandınız. Böyle buyurmuştu yasalarınız. Biz, sizin bu yok edici sevginizden bıktık beyler... Bizim yerimize düşünüp, bizim hakkımızda verdiğiniz kararlar canımıza yetti...
Bizim yerimize düşünmeyiniz lütfen... Bizi böyle sevmeyiniz...

İSTEMİYORUUUZ... ANLATABİLDİM Mİ ACABA?...

sunaaras@yahoo.com

Mittwoch, 7. Dezember 2005

MERAKLISI İÇİN KÜÇÜK BİR DUVAR ÖYKÜSÜ

Kudüs'te görevli yabancı bir gazeteci, Ağlama Duvarı'nın önünden her geçişinde, yaşlı bir Musevî'nin duvarın önünde öylece durup dua ettiğini fark etmiş. Bir hafta, iki hafta... sonunda dayanamamış ve yaşlı adamla konuşmaya karar vermiş. İzin alıp teybini açmış, sormuş adama:

- Kendinizi tanıtır mısınız?

- Adım David. Polonya Yahudisiyim. Yaşım 65. Smalla'da bir manav dükkânım var. Evliyim. İki çocuğum Tel- Aviv'de bir çiçek serasında çalışıyor...

- Sizi her gün burada, Ağlama Duvarı'nın önünde, dua ederken görüyorum.

- Evet, her sabah dükkânı açmadan buraya gelirim. Dünya barışı ve insanların kardeşliği için dua ederim. Öğle tatilinde insanların mutluluğu, acıların sona ermesi için yaradana yalvarırım. Akşam da, eve dönerken, bu kez dürüst ve iyi insanların esenliği için dua ederim. Cumartesi günümü de burada, yine dua ederek geçiririm.

- Ne güzel! Kaç yıldır duvarın önünde dua ediyorsunuz?

- İsrail'e göçtüğümden beri, 40 yılı geçti.

Çok etkilenen gazeteci heyecanla sormuş:

- 40 yıldır her gün dua ediyorsunuz. 40 yıldır yılmadınız. Bunca yıl sonra ne hissediyorsunuz?

Uzun uzun iç geçiren yaşlı Musevî; sonra hüzünlü bir sesle cevap vermiş:

- İçimde, sanki duvara konuşuyormuşum gibi bir his var.

Mittwoch, 30. November 2005

Masadaki kadının yalnızlığı

Amerikan filmlerinde evlenme törenlerinde papaz söyler evlenenler tekrarlar.

"iyi günde, kötü günde..."

Ne de olsa Amerikan filmi deyip geçmeyin, her ne kadar boşanma müessesini hiç dikkate almadan söylenmiş o yeminler olsa olsa bir temenniyi anlatıyor olsa gerek.

Masadaki o yalnız kadın acaba ne hissetti?

Sessiz, önüne bakarak yemeğini yerken, sanki o lokantada tek bayınaymış gibi davranmaya çalışırken, nasıl bir halet-i ruhiyesi vardı? Utanılacak bir "şeymiş", fazlalık ya da tahammül edilmesi gereken ama daha fazlasını hak etmeyen bir varlık gibi davranıldığını düşündü mü?

Muhafazakâr bir iktidar tarafından yönetiliyoruz. Bakanlar kurulunun 66 çocuğu varmış. Bakan başına üç çocuk düşüyormuş. Çağdaş ülkelerde nüfus planlaması gibi bir politikayı bu hükümetin uygulaması mümkün mü? Muhafazakâr bir hükümet tarafından tarafı ndan yönetildiğimizi giderek daha çok hissettiğ imiz bir dönemden geçiyoruz.

Çarpıcı bir biçimde bu konuları gündeme getiren ama bunu muhalefet diliyle taçlandırmayan Hürriyet Gazetesi’nin haberlerinden öğreniyoruz ki memleketindört bir yanında içki içilmesini zimmen yasaklayan belediye kararları alınıyor.

Öğreniyoruz ki içki içmeyi, fuhuş yapma gibi algılayan belediyeler içki ruhsatlarını "kırmı zı fener" sokaklarına layık görüyor. Öğreniyoruz ki imamlar spordan basına, eğitimden planlamaya devlet makamlarında kritik mevkilere atanıyor.

Öğreniyoruz ki Refah Partisi iktidarının mezarı nın kazılmasında bir küreklik de olsa yeri olan "cami yaptırma" sendromu bütün kararlı lığı ile bu iktidara da bulaşmış.

Öğreniyoruz ki "ulema"nın kararı, o çok meftunu olunan Avrupa’nın mahkemelerinden daha geçerliymiş.

Konuyu dağıtmayalım. Bize ayrılan satırları tasarruşu kullanalım. Zaten editör satırları birleştiriyor, işini kolaylaştırmayalım!

Hürriyet Gazetesi manşet yapmış. Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın onuruna Kavacık ilçesinde bir yemek verilmiş. Yemeğe Vali ve milletvekilleri dahil protokol katılmış. Yemek başlamış. Çorbalar höpürdetilirken kapı açılmı ş, lokantaya bakanın eşi girmiş. Masadakiler ayağa kalkmış mı? Gazete yazmıyor. Ama bakanın eşine davetli masasından 2 metre uzağa başka bir masa hazırlanmış ve lokantanı n "lanetlisi" orada tek başına, hiç kimseyle konuşmadan yemeğe mahkûm edilmiş.

Kim tarafından?

Kadını elinin kiri, saçı uzun aklı kısa, eksik etek olarak gören anlayış tarafından.

O protokol/onur masasına yakışmazdı.

Sessizce yemeğini yedi. Kimseyle konuşmadı.

Herkesten sonra gelmişti, önce kalktı.

Böylece diğer masadakilerin abdesti (mi?) bozulmadı.

Erkek erkeğe muhabbet ettiler.

Ne de olsa masada kadın yoktu.

Sonra da hep birlikte geğirdiler desem olmaz. Orada yoktum.

Tıpkı bakanın eşinin olmadığı gibi.

30.11.2005
Rıdvan Akar

Donnerstag, 30. Juni 2005

Denizde karartı var!

Biz bir deniz ülkesiyken bilemedik kadrini kıymetini... Ne balıkla dost olduk, ne rüzgarla yoldaş...
Ne dalgalarına vurduk kendimizi olmadık zamanlarda... Ne dalgalar bizi vurdu en çaresiz anlarda....
Asırlar geçti küs gibi yaşarken birbirimize...
Çetin Altan çok söylemişti de yine de değişmedi bu tuhaf birlikteliğin kaderi:
"Biz Türkler" demişti; "Sırtımızı dönüp otururuz en turkuaz kıyılarda!"




Oysa, memleketin şairleri, en güzel aşk şiirlerini bu sahillerden bakarak yazmışlardı.
Lakin, şiirlerin ve şarkıların dizelerinde bile korktular kırlangıç fırtınalarından.
Sakin koylarda demirlemeyi yeğlediler çoğunlukla.
Denize dair en büyük çağrıları yakamozların bile kımıldamadığı koylara dairdi:
"Körfezdeki dalgın suya bir bak göreceksin, geçmiş gecelerden biri durmakta derinde!"
Oysa biraz daha açılsalar, aşkın bütün macerasının "fırtınalara açık denizlerde" yaşandığını bileceklerdi.
Sakin körfezlerde sığınılacak limanlar sunan denizlerin; az biraz açıldıkça beklenmedik zamanda dalgalarıyla tekneleri inatla ve ölümüne salladığını göreceklerdi. Öyleyse... İhanet miydi denizin huyu? Kim demiş?

"Kim demiş 'çört vazmi', Hazer ölü bir göle benzer, Hazerde dost gezer eeyyy, düşman gezer! Yaman esiyor be karayel yaman! Sakın özünü Hazer'in hilesinden aman! Aman oyun oynamasın sana rüzgar!"

Nazım'ın anlattığı Hazer bir iç denizdir, ya da kocaman bir göl. Ne farkeder! Akdeniz, Karadeniz, Ege... Bilirsen huyunu, seversen denizi....O deniz ki ihanet etmez kimseye...
Ne hilesi kalır sakınılacak, ne düşmanlığı... Ne de ihaneti! Bilirsen huyunu... Seversen denizi... Hele ki seversen!..
Düşmanlığından korkumuz, sevmediğimizdendir...
Sandalyeye ters oturup sırtımızı dönmemizdendir asırlardır..
Bin yıllık küslüğümüzdendir. Birbirimize düşmanlıklarımızın nedeni gibi, her birimize ihanetlerimizin sebebi gibi! Durduk yerde ihanet etmez deniz kimseye...
İnsana mahsustur sebebsiz kötülük...
Bir gün bir yerde bir "reaktör" patlar...
Bir gün bir yerde ölür bir deniz sevdalısı...
Şarkıları asılı kalır mor köpüklü dalgalara...
Bu en büyük ihaneti değil midir insanın insana?

Bugünler "Denizcilik Bayramı" günleridir...
Bu akşam da biz Siyaset Meydanı'nda deniz tutkunlarıyla, ekmeğini dalgaların taşından çıkaran balıkçı dostlarla buluşacağız.
Hani şu şairin şiirini bitirirken yazdığı gibi:
"Aldırma anam ne çıkar,
Ne çıkar kudurtsun karayel suları,
Hazerde doğanın Hazer'dir mezarı!"
diyenlerle...
Lakin...
O karşılıklı bir sevdanın hikayesidir ölümüne...
Ama...
Bizim sorumuzsa başkadır: Kim yükledi Karadeniz'in gökyüzüne ölüm bulutlarını?
Kim görmezden geldi, bulutların karabasan gibi çöktüğünü üstümüze günlerce?

Denizleri konuşurken, denizlerin sevdalısını unutmak olur muydu? İnsanın insana ihanetinin son kurbanı; derin denizlerin yüreği Kazım Koyuncu, belki de ondandır söylemişti "Denizde Karartı Var!" çığlığını ölmeden hayli zaman önce:
"Denizde kararti var bu gelen kayik midur
Ben özledum yarumi ağlasam ayıp midur
Oy dumanlar dumanlar hep dağlari sardunuz
Yureğumun derdini bilseniz ağlardunuz
Karardi Karadeniz taşti bu yana taşti
Haber verun yarume gozlerum doldi taşti"

Biz denize ne küselim?
Deniz bize "küse"dir...

Ali Kirca (Sabah)

Sonntag, 22. Mai 2005

Provokatörün dönüşü

"-Merhaba abi!"
"-Merhaba! Hazır mıyız bugün için?.."
"-Hazırız abi... Kızıl bayrakları hazırlattım. İyi para kaldırdık kızıl bayrak satışından..."
"-Maskeliler hazır mı?"
"-Konuştuk. Tam öğle vakti saldıracaklar. Cam çerçeve kalmayacak. Bir de Türk bayrağı yakma işi örgütledik. Nevruzda bizim ufaklıkların yaptığının benzeri... Tuttu o iş..."
"-Tamam, televizyonları aramayı unutma..."
"-Unutur muyum abi... Öğlen saldırtacağız ki, 13.00 bültenine yetiştirelim. Duyan gelecek."
"-Türk bayrakları hazır mı?"
"-Hazır abi, öğlen piyasaya süreceğiz. Elimizde 100 bin bayrak var."
"-Nevruzdan sonra satmamış mıydık onları?.."
"-Yok abi, bir kısmını Trabzon'a göndermiştim. Ama linç işi beklediğim kadar büyümedi. Bu sefer daha çok satış bekliyoruz."
"-Dernekle konuş. 'Her eve bir bayrak' seferberliği organize etsinler. Toplu satış yaparız."
"-Elimizde epey Nutuk da arttı. Onları da bizim korsanlara dağıtalım istersen."
"-Dağıt. 19 Mayıs geliyor bu arada..."
"-Hazırlanıyoruz abi, iki arkadaş gece büstü kıracak."
"-Bizim büstler hazır mı?"
"-Atölye gece gündüz çalışıyor. 'Her okula bir büst' afişleri de hazır. Büste saldırının ertesi günü kampanyayı başlatacağız. Asıl büyük voliyi oradan vuracağız."
"-Çok üst üste geldi, millet kıllanmasın?.."
"-Yok be abi... Görmüyor musun, tek haber yetiyor milleti ayaklandırmaya..."
"-Aslında şu türban işine de bir el atsak..."
"-Nasıl abi?.."
"-Ne biliyim, şöyle yeşil bayrakla bir yürüyüş filan... Hem yeşil, hem kırmızı satarız."
"-İstersen bu cuma çıkışına örgütlerim."
"-O zaman ben 10. Yıl Marşı CD'leri sipariş vereyim. Cumartesiye hazır olsun."
"-İyi fikir abi. Yalnız marşı biraz gündeme taşımamız lazım."
"-Bizimkilerle konuş. Barda bir Kürtçe türkü isteme işi ayarlasınlar.
Kavga çıkarıp müşterilere marşı söyletsinler."
"-Tamam abi, bu gece hallederiz. Sen haberi hazırlat."
"-Anlaştık. Tişört siparişini verdin mi?
"-Verdim. Yarısını 'Hedef AB' diye basıyorlar, diğer yarısını 'Kahrolsun AB' diye... Üniversitelere dağıtacağız."
"-Hadi oğlum, fırsat bu fırsat... Eski günlere döndük yine..."
"-Nihayet be abi, nihayet!.."

can.dundar@e-kolay.net[img]

Montag, 16. Mai 2005

Öpüş

Bizdeki kahvelerden hiçbirinin tarihinde, öpüş üstüne yazılmış bir yazının yüksek sesle güle eğlene okunduğunu sanmıyorum.
Bu tür hafiflikleri oldum bittim yakışıksız bulan geleneksel ağırbaşlılığımızla, asık suratlılığımızın ise; üretimin artmasına fazla bir katkısı olmamalı ki, geçim koşullarının gün günden ağırlaşmasından hepimiz yakınıyoruz...
Belki de başların ağırlığıyla geçim koşullarının ağırlığı arasında, gizli bir orantı vardır. Koşullar ağırlaştıkça başlar ağırlaşmakta; ağırbaşlılık çoğaldıkça da, koşulların eziciliği yoğunlaşmaktadır.
***
Koşulları bir anda hafifletmek kolay olmadığına göre, acaba daha önce başlarımızı hafifletmeye kalksak; sırtımızda, suyumuzu çıkaran yaşam yükünü de, dolaylı bir biçimde daha çekilir bir hale getiremez miyiz?
Sürdüregeldiğimiz ağırbaşlılık, şimdiye dek, belimizi büküp duran sıkıntı hamallığından bizleri kurtaramamıştır.
Öyleyse...
Öyleyse kahvelerde öpüş üstüne yazılmış yazıları, güle eğlene yüksek sesle okumaktan korkmayalım...
Varsın ağır olamadığımız için, kimse bize molla demesin...
Ve dostlar zincirleme bir keyifle "İşte geldik gidiyoruz, yaşadığımız yerler şen ola..." desin.
***
Dr. Gibbons, öpüşün bilimsel tanımlamasını şöyle yapıyor:
- İki "orbicularis oris" adalesinin gerilerek üst üste gelmesidir...
Bu tanımlamaya göre, "orbicularis oris" adaleleriniz, gerilir de üst üste gelirse, anlayın ki birini öpüyorsunuz...
Dudaklarına doğru yaklaştığınız biri, sizin kendisini öpmek istediğiniz kuşkusuna kapılır da, yüzünü bir o yana, bir bu yana çevirmeye kalkarsa:
- Ben seni öpmeye çalışmıyorum, sadece "orbicularis oris" adalelerim gerilerek üst üste geldi, diyebilirsiniz.
Bu açıklamayı duyunca, o da başını sağa sola oynatmaz ve gerilerek üst üste gelen "orbicularis oris" adalelerinizin gevşemesine yardımcı olur.
***
Goldoni:
- Bir kadın öfkeliyken, dört küçük öpücük yeter onu yumuşatmaya, diyor.
200 yıl öncesi Venedik'in, çıtırlı pıtırlı çapkınlıkları içine doğmuş olan Goldoni; bilmesine bilir bu tür reçeteleri ama, dünyamız o zamandan bu yana öylesine değişti ki, bir kadın öfkesini yatıştırmak için, dört küçük öpücüğün yetmesi şöyle dursun; bazen dört kürk, iki pırlanta, bir araba; bazen de dört sille, iki yumruk, bir tekmeyle bile durumu değiştiremediklerinden yakınanlar; hangi meyhanede kaç gece sabahladıklarının hesabını karıştırır oldular.
Ya 200 yıl içinde öpücüklerin uyuşturuculuğu azaldı, ya kadınların öpücüklere karşı bağışıklığı arttı.
Nitekim siyasal alışkanlıklarda dahi, bir öfke patlaması olduğu zaman; durumu yatıştırmak için öpüşle möpüşle yetinilmiyor; çok daha kötü ve dopingli girişimlere geçiliyor.
***
İtalyanlar bıyıksız öpücüğü hardalsız bifteğe benzetiyorlar. Bizdeki erkeklerin bıyıklarına olan düşkünlüğünü kibarca özetlemek için, turizm propagandalarımızda kullanabiliriz bu benzetişi:
"Mavi denizler ve görkemli kubbeler ülkesinde biftekler daima bol hardallıdır."
***
Shakespeare de bir şiirinde:
- Onun öpüşleri, demiş, dünyasından vazgeçmiş bir papaz sakalının dokunuşu kadar arı ve saftı...
Bir genç kız öpücüğünün, deneyden hiç geçmemiş tazeliğiyle ürkek usulluğunu anlatmak için; koskoca Shakespeare'in bula bula, dünyasından vazgeçmiş bir papaz sakalının dokunuşunu bulması, büyük sanatçının bu konuda bir anlatım zorlamasına düştüğünü gösteriyor.
Kendisinin yüzüne, yanaklarına, dudaklarına; gencecik bir kızın öpüşleri yerine, dünyasından vazgeçmiş bir papazın sakalı deyip dursa; ikisinin birbirine hiç de benzetilemeyeceğini daha iyi anlardı.
***
Maeterlinck:
- Ancak öpüşürken söylenebilen şeyler vardır, diyor; ola ki kişinin yüreğindeki en derin, en temiz şeyler, bir öpüşün çağrısını duymadıkça çıkamıyorlar oradan...
Maeterlinck, günlük bir gazetenin yazarı olsa, hapı yutmuştu. Ya yüreğindeki en derin, en temiz şeyleri çıkartacağım, diye; kendisine öpüş ortağı aramaktan, yazıyı çıkartamaz; yahut yazıyı çıkartacağım derken, ortaklığın tadını çıkartamaz; velhasıl kördüğüm olup ne halt edeceğini bilemezdi.
***
Öpüş deyince nedense hemen cinselliğe kayar akıl. Oysa cinselliğin dışında da; ne tumturaklı, ne karmaşık makaslı, ne püskülü kuyruğuna takılmış öpüş türleri vardır... Örneğin yere sağlam bastığı sanılan birinin, tabanının altını öpmek; yahut çöktüğü yerden hiç kalkmayacakmışçasına, oturduğu yere kurulmuş birinin, önce eteğini, sonra elini ve kazara ayağa kalkarsa da, daha başka yerlerini öpmek gibi... Talihsizliğin sillesini yiyince, yüzükoyun kapaklanıp, yeri öpmek gibi...
***
Kimi zar atmadan önce zarları öper; kimi ayağını karaya basınca, toprağı öper; kimi bir müjde mektubunu, kimi inandığı kutsal bir simgeyi, kimi de yeni kavuştuğu bir özgürlüğün ilk içkisini öper...
***
Ve kahvelerde güle eğlene yüksek sesle hiç öpüş yazıları okumamış olanlar; gurbete düştüklerinde mektuba başlarken, büyüklerin ellerini, küçüklerin gözlerini öperler. İçlerinden çok daha fazla özledikleri başka öpüşleri geçirseler de, o kadarıyla yetinmek zorunda kalırlar. Ağırbaşlı olmak yüzünden, sadece selamlar söyler ve sadece selamlar alırlar...

Not: 23 yıl önce yazılmış bir yazı... "Şeytanın Gör Dediği"nden...

Cetin Altan

Dienstag, 10. Mai 2005

Hatırlıyor musun?

Elini tren penceresinden uzatıp sallarken gülümsüyordu güya.
İçine doğru ağladığını kim bilebilirdi? Ve sen yanaştın pencereye, tam da tren hareket ederken hatırlıyor musun?
"İstemiyorsan hemen in!" dedin bağırarak. Ötekiler farkında değildi, ama çocuk duydu.
Çok geçti lakin... Tren gidiyordu. Bir kez daha haykırdın sonra... Çocuk duydu.
"Mektup yaz bana gidince... İstemiyorsan hemen dön, hemen... Aldırırım seni! Bırakmam gurbetlerde!.."




Yarın sana geleceğim. Beyaz tülbendini indirip pamuk saçlarını okşarken soracağım:
"Hatırlıyor musun?" "Hatırla ne olur... Biliyorum bütün görüntüler silinip gitti ama o günü hatırla... Bir tek sen söyleyebilirdin, bir tek sen... Kalabalıkları kaale almadan, kendi yüreğimin sesini dinlememi bir tek sen söyleyebilirdin bana. Bir tek sen.. Gözlerim gülerken içimin ağladığını bir tek sen görebilirdin. Gördün de... Bir tek sen... Sen benim annemsin, hatırlıyor musun?"

Ali kirca nin Hatırlıyor musun? adli yazisindan

Donnerstag, 24. März 2005

Hayatın çırakları

Merakla beklenen "Çırak" programı başladı.
Patronun gözüne girip 15 milyar maaşlı koltuğu kapabilmek için kıyasıya yarışan 16 genç, kan ter içinde bir hayat kavgası veriyor.
Dayanışmaya çalışsalar da oyunun kuralı belli:
Başarısızlığın bedelini arkadaşlarından birine ödetecekler.
Başarısız bulunan, milyonlar önünde "Sende liderlik vasfı yok" azarını işitecek...
"Seninle çalışmak istemiyorum" kararını bekleyecek.
Bavulu toplayıp büyük kapıdan yüz geri dönecek ve lüks bir arabanın arka koltuğunda hayallere veda edecek.
Yerlerinde olmak istemezdim doğrusu...
* * *
Geçenlerde gençlerle hayat üzerine sohbet ederken, kendi işini yönettiğini konuşmasıyla belli eden iyi giyimli biri söz istedi:
"Siz hiç bizim gibi hayat kavgası vermediniz ki" dedi.
Düşündüm.
"Doğru" dedim, "Bizim, hiçbir zaman kendimize ait bir hayatımız olmadı ki..."
Biz gençken hayatımız, ya örgütündü ya devletin ya partinin ya sınıfın ya davanın ya tarikatın...
O gizli örgütler, meçhul davalar, bizden habersiz sınıflar için ölmeye hazırdık.
"Kavgamız" kendimiz için değil, onlar içindi.
Onları kurtarabilirsek, biz de kurtulacaktık.
Başaramazsak, enkazın altında kalacaktık.
Mükemmel bir düşün peşinde ve umut içinde kendimizden vazgeçmiş, kol kola girmiş, yürüyüşe geçmiştik.
Durdurdular.
* * *
Dava bitti.
Örgüt feshedildi, parti kapatıldı, tarikat dağıtıldı.
Yeni gelenlere siyaset yasaklandı. Kazanan sınıf, yenilenlere sınıfsız bir kitle olduğumuzu anlattı.
Yaşamın patenti partiden, örgütten, cemaatten alınıp gençlere iade edildi.
Artık onların da bir hayatı vardı.
Lakin ağırdı hayat; tek başına kaldırılamayacak kadar ağır...
Biz bunu hissetmemiştik; çünkü yalnız değildik. Bir idealin peşinde kol kola girince, omuz omuza verince, dayanışma türküleri söyleyince daha kolay kalkıyordu dünyanın yükü...
"Sürü" dağıtılıp "Bundan böyle her koyun kendi bacağından asılacak" denilince dünya, olanca ağırlığıyla gençlerin sırtına bindi.
"Hayat kavgası" ağır geldi.
* * *
Şimdi "Hayatın çırakları" patron karşısında yapayalnız...
Koltuk az; oraya oturmanın yolu, diğerlerini elemekten geçiyor.
Kimsenin aklına koltuk sayısını artırmak gelmiyor; çünkü o, siyasetin konusuna giriyor.
Tek yapılabilecek şey, koltuk için sırt sırta acımasızca savaştığın arkadaşını kötülemek, onun elenmesi için başarısızlığını ihbar etmek ve arkasından timsah gözyaşları dökmek...
Başarının, ayakta kalmanın yegâne yolu bu...
Mutluluk, hep birlikte hazırlanan bir şölen sofrası değil artık; ancak bir başkasınınkinden koparılarak ulaşılabilen bir ekmek...
Ve "dava"nın adı; para...
Biz, hiç böyle bir hayat kavgası vermedik.
Çırakların savaşını hayretler içinde izlememiz biraz da ondan...

can.dundar@e-kolay.net

Donnerstag, 3. März 2005

"KARADUT" GERÇEĞİ

1949'da bir gün İstanbul Büyük Kulüp'teki bir toplantıda, davetliler Bedri Rahmi Eyüboğlu'ndan bir şiir okumasını istediler. Eyüboğlu ayağa kalktı ve Karadut'u okumaya başladı:

"Karadutum, çatal karam, çingenem/
Daha nem olacaktın bir tanem/
Gülen ayvam, ağlayan narımsın/
Kadınım, kısrağım, karımsın"...

Bedri Rahmi, şiiri okurken aniden gözlerinden yaşlar süzüldü.Salondaki herkes niye ağladığını anlamıştı; tabii herkesten çok, hemen yanı başındaki karısı Eren Eyüboğlu... Çünkü şiirde "kadınım, kısrağım, karımsın" dediği kadın, karısı değildi.

Bu şiiri 3 yıl önce, bir başka kadın için yazmıştı: Mari Gerekmezyan...


"Kara saplı bıçak gibi"

Mari, Bedri Rahmi'nin asistanlık yaptığı Güzel Sanatlar Akademisi'nin heykel bölümüne misafir öğrenci olarak gelmişti. O dönem askerliğini yapmakta olan şair - ressamın sinesine, "kara saplı bir bıçak gibi" saplanmıştı. Mari, Bedri Rahmi'nin bir büstünü yapmıştı. Bedri Rahmi bu büstü, Mari'nin çeşit çeşit portresiyle ve ona yazılmış şiirlerle yanıtlamıştı. Artık aşklarından bütün İstanbul haberdardı. Bedri Rahmi, sanatında tam bir patlama yaşıyor, Eren Eyüboğlu ise sabırla eşinin kendisine dönmesini bekliyordu.


Yorgun yürek

"Karadut", 1946'da menenjit tüberküloz kaptı. İyileşebilmesi için antibiyotik lazımdı. Savaş yeni bitmişti ve ilaç ateş pahasıydı.

Bedri Rahmi, genç sevgilisine ilaç alabilmek için tablolarını elden çıkarmaya başladı. Ancak bu çabalar da sonuç vermedi ve o yıl İstanbul Alman Hastanesi'nden Mari Gerekmezyan'ın ölüm haberi geldi.

Bedri Rahmi yıkılmıştı.
Sevgilisini sonsuzluğa uğurladıktan sonra keder içinde eve döndüğünde kendisini teselli eden, yine eşi Eren olacaktı. O dönem içkiye başladı ünlü şair...
Aşağıdaki şiir, o dönemin ürünüdür:

"Türküler bitti/
Halaylar durdu/
Horonlar durdu/(..)
Hüzün geldi baş köşeye kuruldu /
Yoruldu yüreğim, yoruldu."

Eren Eyüboğlu, eşinin bu zor dönemi atlatmasına yardımcı oldu. Onu yeniden sanatıyla buluşturmak için çabaladı.
Başardığını sanıyordu.
Ta ki Büyük Kulüp'teki o geceye kadar...
"Karadut"u okurken, Bedri Rahmi'nin yanaklarından süzülen gözyaşları, sevda yarasının hâlâ kapanmadığının kanıtıydı.
Bunun üzerine Eren, bir süre Paris'te yaşamaya karar verdi. Oradan eşine yazdığı bir mektupta "o gece"yi hatırlattı:

4 Ocak 1950 - PARiS

"Canuşkam,

Kulüpte bir gece, şiir okumuştun, hani! Hatırladın mı? Gözlerinden, birden yaşlar döküldüğünü görünce içimin karardığını hissetmiştim. Sesin, nasıl titremişti.

Hey! Bütün bunları hatırlıyor musun? Sanki böğrüme, kızgın bir ütü yapmışmış gibi olmuştum. O gece... Senin seneler sonra bile olsa yanıp tutuştuğunu anlamıştım! Bedri'nin ruhuna, insan üstü bir gücün acıyıp, ona güç vermesi için dua etmiştim. Ruhunun çektiği acıları Allah dindirsin. Allah sana resim yapma sevinci versin ve bizim yanımızda yaşamaktan, mutluluk duyabilmeni sağlasın.

Eren."


'Buna katlandımsa.'

Bu dualar işe yaradı. Bedri Rahmi, 11 yaşındaki oğluyla eşine döndü.
1974'teki ölümüne kadar geçen çeyrek asrı, aynı evde çalışıp üreterek, diz dize birlikte tükettiler. Öldüğü gün, eşi Eren cenazeden dönüşte, 35 yaşına gelmiş oğlunu karşısına oturttu:

"Babanı uğurladık" dedi, "Ama şunu bilmeni istiyorum ki, ona çok kırıldım. Yaşadığı ilişkiyi unutmadım. Hiçbir kadın aşağılanmayı kabul etmez. Buna katlandımsa, bil ki, sadece senin hayatın kararmasın diyedir."




CAN DÜNDAR

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren