Okuma kösesi
Vefakâr ve cefakâr dostumuz: EŞEK
Eşek, Merkep, Uzunkulak, Karakaçan. İnsanın eski dostu eşeğin dünyaya geliş tarihi tam olarak bilinemese de, araştırmacıların büyük kısmı, eski belirtilere ve bulgulara dayanarak doğum tarihinin insanın doğumundan önceye denk geldiğinde birleşmektedirler. Doğum yeri de, doğum tarihi gibi kesin bulgulara sahip değildir. En yaygın görüşe göre, eşeğin ilk ortaya çıktığı yer Kuzey Afrika topraklarıdır. Günümüzde de köylerde, kentlerde, caddelerde, ovalarda, dünyanın her tarafında eşeğe rastlanmaktadır. Yaşam uzunluğu 20-25 yıl arasında değişmektedir. Üremesi genelde bir seferde 2 yavru (sıpa) doğurma şeklindedir. 10 tane yavrulayanlara da rastlanır.
EŞEĞİN EVCİLLEŞTİRİLMESİ
Eşekler onbinlerce yıldır özgür yaşamıştır. Sonradan insanlar tarafından evcilleştirilmiştir. Evcilleştirme sırasında çok eziyet görmüş, bu aşamada ölenler de olmuştur. Evcilleştirilmeden önce, kimseye hizmet etmek zorunda değildi. İstediği yere gider, canı çektiğini yer, arzu ettiği yerde istediği zaman yatar, istediği zaman kalkardı. Ne işine karışanı ne de hesap soranı vardı. İnsanlığın eşekleri evcilleştirmesinden sonra, tam bir ''kölelleştirme'' işlemine tabi tutulmuştur. Boynuna yular, sırtına semer vurup, dar, karanlık ve rutubetli ahırlara tıkıldılar. Sabahtan akşama dek çalıştırılıp, bir tutam saman ve bir miktar da arpa verdiler...
EŞEĞİN EVRİMİ
Eşeklerin milyonlarca yıldır yeryüzünde yaşadığı tahmin edilmektedir. Tarihte bilinen ilk eşekler Nil nehri kıyılarında büyük sürüler halinde, yabani olarak dolaşmaktaydılar. Buzul çağı döneminde ''equine'' sınıfının üyeleri Afrika kıtasından kaybolmuş, bu sınıftan olup da, dünyanın diğer bölgelerinde yaşamlarını sürdürebilenler, türün yaşamasını sağlamıştır. Evcilleştirilen eşeğin atasının, Afrika yabani eşeği Nubya türünden olduğu tahmin edilmektedir. Ancak eşeğin evrimleşme tarihi hakkında fazlaca bilgi bulunmamaktadır. Bilinen en eski eşek kalıntısı M.Ö dördüncü bin yılda Aşağı Mısır'ın Ma'adi bölgesinde bulunmuştur. Eşeğin evcilleştirilmesi, Güneybatı Asya'da koyun, keçi ve sığırların M.Ö. sekizinci ve yedinci bin yıllarda evcilleştirilmesinden çok daha sonra gerçekleşmiştir. M.Ö. 4000 yılı civarında sığır yetiştiren Nubya insanları yük taşıma amacıyla vahşi eşekleri ilk olarak evcilleştirmişlerdir. Eşekler de böylece, temel yük hayvanı olarak öküzün yerini almıştır.
TARİHTE EŞEK
Romalı tarihçi Plutharkhos'un ifadesine göre, Büyük İskender'in seferlere çıkan ordusunun silah ve yiyeceklerini taşıyan çok sayıda eşek ve katırı vardı. Roma İmparatoru Neron'un eşi İmparotoriçe Pope, 500 dişi eşek besliyor ve her gün bunların sütüyle banyo yapıyordu. Roma İmparatorluğu'nda zayıf çocuklara ve hastalara, protein ve şeker bakımından inek sütünden daha zengin olan eşek sütü içiriliyoru. Amerika kıtasında yaklaşık 10 bin yıl önce soyu tükenen eşek, Kristof Kolomb'un 1495 yılında gerçekleştirdiği ikinci seferi sırasında yeniden bu kıtaya girmiştir.
EŞEK TÜRLERİ
Eşekler boylarına göre 3 gruba ayrılmaktadır. Minyatür eşekler (boyları 91 cm), Standart eşekler (boyları 9-140 cm arasında), Büyük (mamut)eşekler (boyları 140 cm'den fazla) Akdeniz adalarından Sicilya ve Sardunya kökenli minyatür eşek, uysal ve yumuşak huyludur. Bu yüzden sirklerde kullanılır. Boyu 66-91 cm. ağırlığı 90-200 kg arasında değişmektedir. Ülkemizde minyatür eşeklere ilgi duyulmamıştır.
Poitou Eşeği (Fransa): En ünlü ve olağandışı eşek cinslerinden biridir. Son derece güzel ipeksi kürke sahiptir. Kulakları da aşırı tüylüdür.
Beyaz Mısır Eşeği: En ünlü binek cinsi eşektir. Çok eski zamanlardan beri binek hayvanı olarak tanınmakla birlikte, çoğu zaman Mısır ve komşu ülkelerde yük taşımada da kullanılmaktadır. ''Beyaz Şam Eşeği'' olarak geçmektedir.
Katalon ve Endülüs Eşekleri: Katalon eşeği, İspanya'nın Katalonya eyaletinden getirilmiş olup, 140-160 cm'lik yüksek boyları ile ünlüdür. Şu anda soyu tükenmektedir. Endülüs Eşeği ise, İspanya'nın kuzey kısmında yaşamakta olup M.Ö.700 yılından itibaren yeni cins üretiminde kullanılmaktadır. İri cüssli ve gelişmiş kemik yuapısı ile tanınır.
Malta Eşeği: Boyu 145 cm ya da daha kısadır. Nesli tükenmiş bulunmaktadır.
Mallorca Eşeği: Akdeniz kökenlidir. Boyu 138-160 cm arasındadır. 10.yüzyıldan itibaren katır üretiminde kullanılmaktadır. GEnellikle siyah renklidir.
Zamarano-Leones Eşeği: Baı İspanya'dan gelmektedir. Günümüzde cok az sayıda bulunmaktadır. Boyları uzundur ve 32-360 kg arasındadır.
Kıbrıs Eşeği: Değerli, büyük uzun ayaklı, iyi gelişmiş, kuvvetli, koyu renkli, 110-120 cm boyundadır.
Türk Eşeği: Küçük, akıllı olduğundan dolayı inatçı, siyah veya gri renklidir. DİE verilerine göre 1960'larda 25 milyonun üzerinde olan eşek sayısı, 1991'de 944 bine, 2001 yılında ise; 464 bine düşmüştür. Son 10 yılda yüzde elli oranında azalan eşek sayısının 2030 yılında sıfırlanacağı sanılmaktadır.
Bunun dışında, İsrail yerel eşeği, İran eşeği, Afgan eşeği, Pakistan eşeği, Hint eşeği, Çin eşeği v Orta Asya eşeği gibi türler bulunmaktadır...
(Ali Polat'ın Eşek ve Biz adlı çalışmasından yararlanılmıştır)
(Birgün Pazar / Dünya Yalnız Bizim Değil 27 Şubat 2005)
--------------------------------------------------------------------------------
arasorbul - 3. Mär, 19:23
Leyla ile Mecnun'un aşkları bir Arap efsanesine dayanmaktadır . Bu efsanede Mecnun mahlasıyla şiirler söyleyen Kays ibni Mülevvah adlı bir Arap şairiyle Leyli ( Leyla ) adlı bir Arap kızın arasında geçen ve ayrılıkla sona eren bir aşk serüveni anlatılmaktadır .
Söylentiye göre Kays ile Leyla kardeş çocuklarıdır .Küçük yaşta birbirlerini severler . Kays'ın Leyla için söylediği şiirler dillerde dolaşır .Leyla'nın babası ,adını dillere düşürdüğü için kızının Kays'la evlenmesini önler .Leyla başka biriyle evlendirilir .Kays çöllere düşer .Mecnun (deli ) diye anılmaya başlar .Ayrılık acısına dayanamayan Leyla kederinden ölür . Mecnun bunu duyunca onun mezarının başına koşar ve o da orada can verir .
Bu efsane Arap edebiyatında X. yüzyılda çok yaygın bir hale gelmiş ,Mecnun'a ait olduğu söylenen şiirlerin arasına nesirler de eklenerek hikaye haline getirilmiştir .Bu konu daha sonra Fars ve Türk edebiyatlarında da işlenmiştir . Bunların arasında en ünlüsü Fuzuli'nin yapıtıdır ( 1535)
Aşağıda okuyacağınız küçük hikaye Fuzuli`nin Leyla vü Mecnun adlı mesnevisinden alınmıştır.
Kays, bilinen adıyla Mecnun, Leyla`nın aşkından kendisinden geçip yarı meczup bir halde çölde giderken, namaz kılmakta olan bir dervişin önünden geçer. Derviş hemen namazını selamlayıp, Mecnun'a "Namaz kılan birinin önünden geçilmez, bunu bilmiyor musun?" diye çıkışır. Mecnun cevap verir "Ben Leyla'nın aşkından öyle bir hale geldim ki, senin burada namaz kıldığını görmedim bile, sen nasıl bir aşkla namaz kılıyorsun da benim senin önünden geçtiğimi görüyorsun?"
Leyla ve Mecnun'un hikayesi Türk Halk edebiyatının da etkilemiş ve Leyla ile Mecnun adıyla bir Karagöz oyunu haline getirilmiştir .
Karagöz oyunlarında işlenen Leyla ile Mecnun hikayesi ise şöyle :
Oyunun başında Leyla ile Mecnun birbirlerine olan sevgilerini şiirlerle dile getirirler. Aralarında bir gül ağacı vardır. Zebani gelerek gül ağacını alır ve yerine karaçalı koyar. Karagöz bu karaçalıyı almak isterken zebani Karagöz’ü kaldırıp baş aşağı kara çalının üzerine atar. Hacıvat gelerek Karagöz’e Leyla ile Mecnun’un hikayesini anlatarak, Zebani’nin kara çalıyı onları ayırmak için koyduğunu söyler.
Perdeye içinde Leyla’nın babası ve annesinin olduğu bir kervan gelir. Hacıvat onlara bir ev bulur. Daha sonra Mecnun’un babası olan Halepli Haşim gelir. Hacıvat Leyla’nın anne ve babasının olduğu yere ergeç Mecnun’un da geleceğini söyler. Mecnun gelip Leyla’ya olan aşkını Hacıvat’a anlatır ve ondan yardım ister. Bu esnada bir aslan gelip Karagöz’ün köpeğini yutar. Leyla’nın babası kızını Mecnun’a istemeye gelen Hacıvat’ı kovar. Hacıvat, Karagöz’ün ninesi olan Cazu’dan yardım ister. Cazu nine Leyla’nın babasına giderek eğer kızlarını Mecnun’a vermezlerse Leyla’nın öleceğini söyler.
Bunun üzerine Leyla’nın babası kızını Mecnun’a vermek için üç şart koşar.
Birincisi Mecnun çok sevdiği dişi ahuyu öldürecektir.
İkincisi aslan ile boğuşup onu da öldürmesi.
Üçüncüsü ise yedi başlı ejderhayı öldürmesi.
Karagöz Mecnun’a bir bıçak verir. Mecnun kendi isteğiyle ahuyu öldürür. Daha sonra aslan ile ejderhayı da öldürür ve koşulları yerine getirmiş olur. Zebani iki sevgilinin kavuşmasını engellemek amacıyla araya yine kara çalı koyarsa da Mecnun bıçağı ile karaçalıyı kesip atar. Sevgililer birbirlerine kavuşurlar ve kervanla memleketlerine dönerler ...
arasorbul - 2. Mär, 23:41
Istanbul'a gurbete giden Erzurumlu, dönüste karisina istanbul'lu hanimlarin, aksam eve dönen kocalarini, kapida nasil karsiladiklarini "Hos geldin kocacigim, üsümüssün, yorulmussun!" gibi kibar, nazik laflar ettiklerini anlatmis.
Belli ki o da karisinin kendisini öyle karsilamasini istiyor....
Aksam eve gelmis, kar, tipi, soguk, karisi kapiyi açmis :
-Uy kocacigim, it gibi titriyisen
arasorbul - 28. Feb, 01:07
Marc BEKOFF*
Hayvanlarda aşk, farklı insanlar tarafından farklı yorumlanır. Bazı insanlar hayvanların birbirlerine karşı gerçek bir sevgi duymayacağını bile düşünürler. Ancak, aşkın insanlarda evrimsel öncüleri, yani hayvan aşıklar olmaksızın birdenbire belirmiş olması pek mümkün görünmüyor.
Kuzgunlar üzerinde uzmanlaşan biyolog Bernd Heinrich kuzgunların aşık olabildiklerine inanıyor. Heinrich, “Mind of the Raven'' (Kuzgun Zekası) adlı kitabında şöyle yazmış: '' Kuzgunlar partnerleriyle uzun süre birlikte olduklarından, onların da bizler gibi aşık olduklarını düşünüyorum. Zira bir çift olarak uzun bir birliktelik sürdürmek, belli bir içsel karşılık (ödül) gerektirir.'' Kuzgun anne babalar, yavruları için avlanmaları gerektiğinde işbirliği yapmak zorundadırlar. Gün boyunca birbirlerinin yakınında durur, yanyana uyur ve yumuşak sesler çıkarırlar. Birbirleriyle oynar, birbirlerinin tüylerini düzeltip tımarlar ve yiyeceklerini paylaşırlar. Kur yapma sırasında birbirlerini beslerken, sakince gagalarını bitiştirip dururlar. Konrad Lorenz kendisine Nobel ödülü getiren, “ Here I Am- Where Are You? The Behavior of the Greylag Goose'' (Ben Buradayım- Sen Neredesin? Yabankazlarının Davranış Biçimleri) adlı kitabında, “yabankazlarının kendilerine özgü ‘aşık olma’ süreçlerinin pekçok bakımdan insanlarınkine benzediğini'' söylemektedir. Bir kez bağlandılar mı, erkek ve dişiler birbirlerine yoğun sadakat gösterirler.
HAYVANLAR DA KUR YAPAR
Aynı erkek ve dişinin yılda bir kez birbiriyle çiftleştiği monogam türlerde bile, kur yapma evresi uzundur ve bağlılığın sürekli yenilenmesi gerekir. Koyotelerde ve kurtlarda, daha önceden birbiriyle çiftleşmiş olan erkek ve dişiler, birbirini ilk kez görmüş gibi davranırlar. Kur yapma sırasında birbirlerini tekrar tekrar koklar, takip eder, oynaşır ve sonunda diğerlerine kapalı bir birlik kurarlar. Davetsiz misafirlere geçit vermezler. Yeniden birleşecekleri zaman, iniltiler çıkarıp birbirlerinin burunlarını yalayarak, birbirlerini coşkuyla selamlarlar. Eğer dişiyle bir başka erkek çiftleşmeye kalkışırsa, erkek koyote bu oyunbozanı uzaklaştırıp dişisini korur. Aynı şekilde, dişi de çiftleşmek istemediği erkekleri reddeder. Güney Amerika’daki erkek tanukiler,''arzu haykırışı'' denilen, yavruların zor durumda kaldıklarında çıkardıklarına benzer bir sesle bağırırlar. Erkek, altın renkli çakallar kur yapma sırasında, “yalvarış çığlıkları'' atarlar. Bazı etologlar, bu haykırışları aşık olmanın işareti sayarlar.
KUŞ TÜRLERİ TEK EŞLİ
Heinrich’in ve Lorenz’in çalışmaları ışığında, kuş türlerinin yüzde 90’ından fazlasının tek eşli (monogam) olduklarını saptamak ilginçtir. Bu türlerin bazılarında erkek ve dişiler çok sıkı ve uzun süreli bağlılıklar kurarak yüksek bir doğurganlığa ulaşırlar. Bağlılıkları daha zayıf olan kazlar, sıkı bağlılıklar kuran çiftlerin doğurganlık düzeyine erişemezler. Tek eşli ilişkilerine sıkı sıkıya bağlı olan, Bewick kuğularında, çiftleştikten sonra birbirine bağlı kalan çiftler, birbirinden ayrılanlara kıyasla daha çok yavru yaparlar. Dişi ve erkek arasında oluşan bağın dayanıklılığı, yakın ve sürekli bir aşk ilişkisinin kurulmuş olduğunu gösterir. Daha önce partnerleri ya da halihazırdaki gözdeleri, çiftleşmek için başkalarını seçtiğinden reddedilen hayvanları izleyin. Erkek koyotelerin, umutlandıkları bir partner tarafından kovulunca, bir yenilgi havasında başları ve kuyrukları eğik sessizce uzaklaştıklarına tanık olmuşumdur. Davranışları, herhangi bir partner tarafından reddedildiklerinde tamamen farklıdır.
HAYVANLARDAKİ ROMANTİK AŞK
Romantik aşk, bireyler eşlerini kaybettiklerinde ya da ölümlerine tanık olduklarında sergiledikleri derin kederden de anlaşılabilir. Erkek yabankazları partnerlerini kaybettikten sonra genellikle bir daha çiftleşmezler. Kaybettiklerinin acısını unutamazlar.
Hayvan aşkı gerçekte insanınkilerden daha karmaşık olamaz. İnsan aşkının tanımı konusunda bir fikir birliği yoktur, yine de aşkın varlığını inkar edemeyiz. Ayrıca insanlarda aşkın varlığı ya da yokluğunu anlama konusunda da yanılabiliriz. ABD’deki evliliklerin yaklaşık yarısı boşanmayla sona eriyor. Bazı nsanlar eski eşlerini ayrıldıktan sonra da sevmeye devam ettiklerini öne sürüyorlar. Kimisi ise, hiç aşık olmadığını söylüyor. İnsan aşkı gerçekten karmaşık. Belki de, hayvanlar duygularını süzgeçten geçirmediklerinden aşkları daha basit ve daha az gizemlidir: Hepsi aşk yaşayabilir, tabii eğer isterlerse…
(*) Düşünen Hayvanlar, Kitap Yayınevi
(Birgün Pazar / Dünya Yalnız Bizim Değil 28 Kasım 2004)
arasorbul - 25. Feb, 23:42
Rivayet olunur ki, kuşların hükümdârı olan Simurg Anka, bilgi ağacının dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş.
Kuşlar, Simurg'a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürlermiş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe, onlar da Simurg'u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.
Derken, bir gün uzak bir ülkeden bir kuş sürüsü, Simurg'un kanadından bir telek bulmuş. Simurg'un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg'un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler.
Ancak, Simurg'un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf dağı'nın tepesindeymiş. Oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekiyormuş. Kuşlar hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. Yorulanlar ve düşenler olmuş.
Önce, bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp; papağan, o güzelim tüylerini bahane etmiş -oysa, tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış-, kartal yükseklerdeki krallığını bırakamamış, baykuş yıkıntılarını özlemiş , balıkçıl kuş bataklığını...
Yedi vadi üzerinde uçtukça sayıları an be an azalıyormuş. Altıncı vadi "şaşkınlık" yedincisi ise "yok oluş" vadisi imiş.
Kaf dağı'na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış. Simurg'un yuvasını bulunca öğrenmişler ki, Simurg Anka otuz kuş demekmiş
Onların hepsi de Simurg'muş.
Her biri de Simurg'muş
arasorbul - 21. Feb, 22:50
Çocukluğumuzdan beri dilimize bir çok deyim, özdeyiş, benzetme, argo ya da sövgü sözcüğü yerleşmiştir. O tür kullanışlar her dilde vardır, kuşaktan kuşağa intikal ederler, bazıları zamanla kaybolur, ama dile yenileri eklenir. Onların hepsi iyidir, dilin zenginliğidir diyemem.
Aralarında sınıf egemenliğine, ırkçılığa, milliyetçiliğe veya en yaygını da kadını küçümseyen erkek egemenliğine dayananlar az değildir. Ben burada, hayvanlarla ilgili olanlarına değinmek istiyorum...
İnsanlar kendilerindeki özelliklerin çoğunu çeşitli hayvanlarda buldukları düşünerek, günlük dilde hayvanların adlarını çok kullanırlar, ama bunun farkında değillerdir. Zira, onları kullanırken hayvanlardan değil, insanlardan söz etmektedirler.
O sözlerin bazıları olumludur, olumlu olanların önemlice bir kısmında uçan veya uçamayan kuşlar geçer: “kuş gibi" (“hür'' veya “hafif'') deriz ya da "kuğu gibi", "sülün gibi","tavus kuşu gibi", "keklik gibi" (sekmek), "güvercin gibi" (yumuşak), "kartal bakışlı","şahinim" veya "turnayı gözünden vurmak"...
Bu benzetmeler hep olumlamadır, hatta imrenmedir. Ama kuşların olumsuz olanları da vardır, akbabalar gibi, "karga gibi çirkin", "leş kargaları", "kaz gibi" (aptal), "sarsak kaz", "ördek gibi", "keklik gibi" (avlanrmak), "çantada keklik"... Bazıları nötrdür "serçe kadar küçük", "kanarya sarısı". Böceklerden kelebek güzellik ve zarifliği, arı çalışkanlığı, ağustos böceği gevezelik edip can sıkmayı (Lafontaine’de ise yarını düşünmemeyi), sivrisinek önemsememeyi, karınca (gibi üşüşmek) çokluğu anlatıyor. Su hayvanlarından "balık gibi yüzmek" övgüdür, "köpek balığı gibi" olmak kötüdür,
"yengeç gibi olmak" da. Bazan güneşte "istakoz gibi" kızarırız.
En yaygın başvurduğumuz hayvan benzetmeleri olumsuzlamadır. Her şeyden önce“hayvan'' kelimesinin kendisi küfürdür, en azından hakarettir. İnsanlara gıyaplarında da söylenir, yüzlerine karşı da. "Hayvan herif","hayvanoğlu hayvan" kızgınlığımızın en kestirme ifadelerindendir.
EN YAYGIN KÜFÜRÜMÜZ NEDEN 'EŞEK'?
Yine, en yaygın küfürler arasında “eşek" gelir, biraz daha şiddetlendirmek isterseniz, “eşşek'' diye şeddeli okursunuz, daha da ağırlaştırmak isterseniz, adamın babasını da katarak “eşşoğlu eşşek'' dersiniz. Asırlardır insanların kahrını çeken o sevimli, cefakâr hayvandan ne kötülük gördük ki, en yaygın küfürümüz onun adıyla anılıyor. O kadarla da kalmaz, yeri gelir “Eşek ölür, eşeklik baki kalır'' diyerek hayvancağıza hakaret üzerine hakaret yağdırırız.
Hayvancık ölse bile, ona yakıştırdığımız olumsuz vasıf sürer, insan ölür, insanlık baki kalır, demek ne denli olumlamaysa, gene insana ait
olan “eşeklik'' onun tam tersidir, biz ise birincisini kendimize, ikincisini eşeğe yakıştırmışız. Eşek’i sövgü olarak kullanmasak bile, istihzayla karışık şaka vesilesi yapmışızdır. Mesela, Nasreddin Hoca’dan söz ederken onun "karakaçanı"na da gülmeyi unutmayız.
Veya fıkra anlatırız: "Hoca Nasreddin tasarruf etmek için bir süre eşeğine yem vermez, sonra karakaçan sizlere ömür, “nalları diker'', Hoca da hayıflanıp durur: “Hay canına yandığımın, tam açlığa alışıyordu ki, ömrü vefa etmedi zavallının'' der, diye güleriz.
Güldüğümüz Hoca’nın kendisi olacağına, ondan çok, “açlığa alışamayıp da, terk-i dünya eden zavallı karakaçan''dır. Benim çocukluğumda, büyüklerimiz başkalarının yanında eşekten söz edeceklerse, özür dilerlerdi: Biçarenin adını kulanacak olsalar, örneğin, “hâşâ huzurdan, sütçünün merkebi hastalanmış, bugün süt gelmedi'' derlerdi.
Resmi dilde de eşek kelimesi tabi ki, ayıptı. Arazi çalışması yapan teknik elemanlar ağır malzemeleri yükseğe taşıtmak için bazen eşek veya katır kiralarlar, sahiplerine ödedikleri paraları “mekkâre'' kelimesiyle kayda geçerler.
Askeriyede “sürgün katırlar'' vardı, binicisini sırtından atarak yaralanmasına neden olan, bakıcısını ısıran katırları –cezaen “Doğu’ya sürülen memurlar gibi''- uzaktaki başka bir birliğe sürgün ederlerdi. Eşeği en olumladığımız cümle ise ne yazık ki dirisi değil, ölüsüdür: “Ölmüş eşek kurttan korkmaz'' diyerek, korkacak, kaybedecek bir şeyimiz olmadığını söyleyeriz, cesaret gösterisinde bulunuruz, eğer özne bizsek, kendimizi eşek yaparız.
“Kurt gibi'' deyimi bazan açlık için kulanılır, ayrıca “kurt'' tecrübe ve kurnazlığın birleşmesidir, yerine göre övgü, yerine göre sövgüdür. İnsanların çıkar için birbirlerini ezdikleri, yokettikleri kıyasıya mücadele ortamları “Kurtlar Sofrası"
dır. Veya, Fransızca’da da rastladığım insanın insana kötülük ettiğini söylemek için “İnsan insanın kurdudur'' sözü vardır. Köpeği sevenlerin, evlerinde köpek besleyenlerin dilinde bile hafifi “it'', ağırı “itoğlu it", daha ağırı "köppoğlusu" bulunur. Domuz, sadece Müslümanlar ve Yahudiler için değil, domuzu dinsel ve geleneksel olarak yasaklamamış toplumlarda da antipatiktir. Domuz sanırım her dilde ağır bir küfürdür. Bu özellik onun bitkilere zarar vermesinden ileri geliyor olsa gerek.
AYI NEDEN KABA-SABALIĞI SİMGELESİN Kİ
Ayı daha çok iri-yarılığı veya kaba-sabalığı betimler. Türkçe de, “ayı gibi herif'' ya da “çüş, ayı!'' “oha, ayı!'' vb. Ayı sadece Ruslarda küfür değildir. [Medved= ayı demektir, gülmeyin ama, bizim ağır sıklet şampiyonumuz Hamit Kaplan’dan en az 20-25 kg. daha ağır olan Rus güreşçinin adı Medvedev’di. O sevimli soyadını seçmiş olan soyu, günün birinde aileden 130-140 kg.lık bir dünya şampiyonu çıkacağını nerden bilsinlerdi? Zira, onlarda bizdeki “ayı gibi'' benzetmesi yoktu.) Dahası da, Soğuk Savaşın en şiddetli yıllarında Sovyetler Birliği Rusya ile özdeşleştirilir, o da karikatürlerde başında orak çekiçli bir er şapkası olan ayıyla temsil edilirdi. Veya Çarlık Rusyası'’ndan kalma “Rus ayısı sıcak denizlere inmek istiyor'' sözü Soğuk Savaşta çokça kullanılırdı. (Oysa, ayıyı politik küfür yapanların hepsinin kızlarının gece sarılıp uyudukları, seyahatlerde bile ayrılamadıkları Teddy Bear’leri vardı.) Yılan gibi, akrep, engerek, çıyan gibi (sinsi ve kötü) o benzetmeler arasında. Fakat bu ikisi insanların en fazla çekindikleri ve sevmedikleri hayvanlar arasında olduğu için, o benzetmelerin çıkması doğaldır. Sürüngenlerin, solucanların ağır bir küçümseme ifadesi olarak kullanılmasının haklı olduğunu düşünmüyorum. Kemirgenlerden, köstebek bir kuruluş adına başka kuruluşlara sızanlara deniliyor ve genellikle istihbaratçılarda kullanılıyor. Oysa, sevimli kemirgenin başka teşkilatlara bilgi ve haber sızdıran insanlarla ne gibi bir benzerliği var, bilmiyorum?
TİMSAH GÖZYAŞLARI
Hakaretleri hakeden başka hayvanlar da var, bunların başında çakal geliyor. Aslan avını yer ve artanı bırakır gider, sonra çakallar gelir. Başkasının sırtından geçinme çirkinliğidir yadsınan. Sırtlanlar, akbabalar, leş kargaları, kümes hayvanı çalan sansarlar, bitkileri mahveden çekirge sürüleri, kan emici kene ve sülükler haklı olarak yadsınmışlardır (sülükler tedavide kullanılmak gibi bir işlevleri olsa da.) Bize Batı’dan gelen “timsah gözyaşları'' benzetmesi isabetli bir benzetme olmadığı gibi, timsahın yavrusunu yediği hepten yanlış: Anne timsah kumlara gömdüğü yumurtalarını zamanı gelince kumlari eşeleyerek açar, yavrularını kocaman ağzının içine özenle alarak, götürür suyun içine bırakır, onları doğal yaşama ortamına kavuşturur. Bu nedenle, timsahın yavrularını yediği sanılmış ve dile öyle yerleşmiş.
YA ASLAN?
Aslan hayvanların şahı, ormanların kralı olarak geçer. Niçin şah veya kral da şahiçe veya kraliçe değil? Çünkü, aslan erkek egemen toplumda kudret, iktidar ve mücadele simgesidir, o ise erkektedir: "Aslan gibi delikanlı", "aslanlar gibi dövüşmek" vb. Tabi aslanı bu kadar överseniz, adaletsizliğine de razı olacaksınızdır, zira o “aslan payını'' kendisine ayıracaktır.
İnsanların en sevdikleri ve belki de sevmekten de çok saygı duydukları hayvan attır. Ama “at gibi'' sözü pejoratiftir. Dişlek, kemikli, suratı iri vb.anlamında kullanılır. Buna karşılık, “kısrak gibi'' denildiğinde bir olumlama vardır. "Katır gibi inatçı" veya "keçi gibi inatçı"dan, ikincisi daha ağır, birincisi hafif –hatta nötr—olduğuna göre, katıra olumsuz bakılıyor demektir. Ama katır tırnağı diye bir de çiçek bulunur. Aslan ağzı da hayvanla anılan bir başka sevilen çiçektir. Korkaklık tavşana, kurnazlık tilkiye, budalalık ve kaba sabalık öküze özgüdür. İnekte kaba sabalık değil, sadece budalalık vardır, “İnek gibi bakma'' derler. Çok çalışan öğrencilere inek, çalışmalarına da “ineklemek'' denilir, bunun anlamı kafası çalışmadığı için çok çalışarak o zeka kıtlığını giderdiği var sayılır. Ama işin nükte yanı da vardır, Ankara Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin yıllık bayramı "inek bayramı"dır. Ayrıca, Batı’da da, bizde de bazı takımların veya siyasi partilerin simgesi de hayvandır. Yazıyı uzatmamak için, sadece Fransızların ulusal sembollerinin horoz olduğunu anımsatlakla yetineyim.
HAYVANLARA YAKIŞTIRDIĞIMIZ HEP OLUMSUZLAMA
Ama hayvanlara yakıştırdıklarımız çoğunlukla olumsuzlamadır. Düşünürsek, aklımıza böyle pek çok olumsuzlama sözcüğü veya sözü gelir. Burada onların ancak bir kısmını anımsayabildim ve anabildim. Hiç olmazsa bu yıl, 4 Ekim Dünya Hayvan Hakları Günü’ndan başlayarak dil alışkanlığımıza girmiş hayvanlara sövmeleri azaltmağa gayret etmeye başlayalım. Nasıl ki sınıf, cins, ırk, ulus egemenliğine dayalı küçümseyici sözcük ve deyimleri kullanmıyorsak, hayvanları aşağılamayı da dilimizden çıkarabiliriz. İnsanların kendilerine özgü kötülükleri, olumsuzlukları hayvanlara yüklemelerine hiç değilse tek tek bireyler olarak kendimiz katılmış olmayız.
***
Bir Fransız arkadaşımız var, Jeomorfoloji doktorasını Türkiye’de yapmıştı, Paris’te Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merkezi’nde (CNRS) çalışır, çevre projeleri için sık sık Türkiye’ye gelir, Anadolu’yu çoğumuzdan iyi tanır. Bir defasında bir gözlemini iletmişti, “Van kalesini yetişkinlerle gezerken" demişti, "hepsi bana 1071 savaşından, Selçuklu Alpaslan’dan, Türklerin Van’ı nasıl aldığından söz ediyorlar, kaleyi savaşlarla, fetihlerle anlatıyorlardı. O sırada çocuklar da peşimize takılmışlardı, fırsatını buldukları, beni yalnız yakaladıkları anda, ‘Teyze teyze bak, tilki bu delikten kaçar, orada gördüğün kovuklar kuş pinidir (yuvasıdır), kalede kirpi bulursak eve götürürüz, kirpi yılanın düşmanıdır’ gibi çok daha reel ve yararlı bilgiler veriyorlardı."
Ne dersiniz, kalede çocukların dikkat ettikleri, ilgilendikleri ve bir yabancıya ilk tanıttıkları özellikler, yetişkinlerin anlattıklarından çok daha insani, değil mi?
***
Yalçın YUSUFOĞLU
( 4 Ekim 2004 Birgün Gazetesi)
arasorbul - 16. Feb, 19:25
Mantık, bilim felsefesi, bilgi teorisi başta olmak üzere, felsefe tarihi, kültür felsefesi ve ahlak felsefesi alanlarında çalışmalarını sürdüren Prof.Dr. Ahmet İnam, Türkiye Felsefe Derneği Başkan Yardımcılığı'nın yanı sıra, ODTÜ Felsefe Bölümünün başkanlığını yürütüyor... İnam ile hayat üzerine konuştuk...
- Sevgili hocam, memleketin durumunu nasıl görüyorsunuz?
Feci şekilde kokuşmuş bir şeyler var. Şimdi tabi bu lafı 1500 sene önce Platon da söylüyormuş, 500 sene önce Hamlet de söylüyordu, otuz yıldır da ben söylüyorum.
Hayatımız kokuşuyor, güzel bir söz değil ama böyle. İnsanların seyrettiği televizyon dizileri kötü, okuduğu kitaplar kötü, ama benim şikayetim bunların kötü olduğunu söyleyen insanlardan. Sürekli şikayet edene entel diyoruz. Ne kadar çok şikayet ederseniz o kadar entelektüel oluyorsunuz.
Oysa Entelektüel mutlu bir adamdır, burada mutlu demek memnun anlamında değil. Mutludur, yaşanan çirkinlikleri görür fakat bunları kabul etmez. Çirkinlikleri nasıl düzeltebileceğini düşünür, yolunu yordamını bulur.
Kokuşmuşluk, önce kendimizle olan ilişkimizde başlıyor. Kendimizi çok fazla değerli gördüğümüzü sanmıyorum. İşin beteri kendimizi adam yerine de koymuyoruz.
Yemek yemiyor artık çağımız insanı. Tıkınıyor. Yemeğin tıkınmaya döndüğü, sevişmenin düzüşmeye döndüğü bir çağda yaşıyoruz. Bütün bunlar yozlaşmış bir hayatı gösteriyor, çünkü ortada zevk yok. Zevkin hançerlendiği bir yaşam var.
- Kendimizi nasıl kurtarırız bu hançerden?
Hazların peşinden koşarak değil tabi. O da hayatımızı sürdürmek için, sabah sekiz akşam beş çalıştığımız işler kadar kokuşma belirtisi.
Eğlenmek için yaptığımız şeyler de otomatikleşiyor. Çünkü şu film seyredilecek deniliyor, herkes o filmi seyrediyor, şu yazar okunacak diye emir geliyor, herkes o yazara çullanıyor. Fakat herkes o yazardan ne anlıyor? Madem ki farklıyız, herkes o farkı yaşamalı. Ama fark da bize giydirilen bir şeye dönüşüyor.
Beymen'den giyinince farklı oluyorsun. Kendimizden kaynaklanmıyor. Yani diplomalar, nasıl yaşayacağımız, her şey bize dışarıdan giydiriliyor. Ama kim giydiriyor derseniz, kimse giydirmiyor aslında, birbirimize giydiriyoruz. Böyle olunca yaşama sevinci kayboluyor, bu çok büyük bir tehlike.
- Öğrencilerinizin yarısının anti-depresan kullandığı doğru mu?
Doğrudur. Bizim ODTÜ civarında hayat bir beladır diye algılanıyor herhalde. Sürekli şişiriliyor gençler, sen akıllısın diye. Ailelerin de beklentisi büyüyor.
Ama küçük bir başarısızlıkla karşılaştıklarında hemen bunalıma giriyorlar. O kadar el bebek gül bebek yaşamaya alıştırılmışlar ki, acılara tahammülü olmayan insanlar yetişmeye başlıyor. Yaralar almaya başlayınca, bir çıkış noktası bulamayınca ya ilaçlarla tahammül etmeye çalışılıyor ya da savunma mekanizmaları aşırı gelişiyor.
- Bu durum başarıya koşullanmaktan mı kaynaklanıyor?
Başarılı olsan, başarının hiçbir ölçütü olmadığı için, nerede duracağını bilemiyorsun ve başarı dangalağı oluyorsun. Sürekli önüne havuç konmuş eşek gibi koş Allah koş. İşkolik oluyorsun.
Başarısız olsan geride durmaya tahammül edemiyorsun. O yüzden başarı ve başarısızlığın dışında bir hayatı seçmiş olabilirsin, yani serseri olmak çok daha iyidir bence. Başarısızlık ve büyük beklentiler bir aradaysa o zaman anti- depresancı oluyorsunuz.
Bunların dışında üçüncü bir yaşamın peşindeyseniz yaratıcı olmak zorundasınız. Yani dünyaya posta atmış, egemen değerlerin dışında bir insan olmak gerekir. Dünyaya posta atabilmeniz için de önce kendi değerlerinizin olması gerekir.
- Mutsuzluk bulaşıcı mı?
Pısırık, güvensiz insanların bu kokuşmuşluktan çıkma şansı yok. Mutsuz ve sinirliysen bol bol sigara içersin ve kısa bir süre sonra ölürsün.
Mutsuzluk uzun sürmez. Trafikte kavga edersin, bir araba sopa yersin. Sevgilinle sevişemezsin, iktidarsız olursun. Onun için rahat olmak lazım. On derste rahat olma kitapları şimdi çok satıyor. Orada yazanların tam tersini yaparsan belki biraz rahatlarsın.
- Hayvan dergisine verdiğiniz beyanatta: "Bilge dediğin fırlama olur demişsiniz. " Bu görüşünüzde ısrarlı mısınız?
Gayet ısrarlıyım, hatta bu görüşümü daha da ileri götürdüm, bilge dediğin hem fırlama olur, hem de puşt olur diyorum. Bilge, hayatın bütün hazlarının ardından koşar ama o hazların hiçbirinin dangalağı olmaz. Serserilerle konuşur, berduşlarla arkadaşlık eder, bir sürü dedikodunun farkındadır, magazinleri izler ama bulaşmaz. Günde on beş dakika televizyon izler ama sonra genellikle evleri iki katlı olduğundan yukarı çıkar, Mevlana'yı Farsça'sından okur, yatmadan önce iki bardak şarap içer.
Bilge adamda hem sokakta süren hayatı yaşayabilme yeteneği ve gücü vardır hem de o hayatın dışına çıkabilme cesareti. Yani bilge insan, hayatın içindedir. Leman'ı, Penguen'i okuduğu zaman esprileri anlar, mel mel bakmaz. Yani ben bilgeyim, bu adamlar ne biçim espri yapıyor, çok ayıp demez. Son çıkan küfürleri bilir. Yeni küfürler üretir. Yaşamdan tat almayı bilir ama bunu hiçbir zaman ayağa düşürmez. Ayağıyla yaşadığı yaşamı, yukarı çeker. O küfür ettiği zaman, küfür onda besmele gibi bir şey olur.
Bizde bilge, yerinden kalkmaz, ak sakallı, yemek yemez, çişi gelmez biri olarak bilinir. Oysa bilge dediğin doğal gaz kuyruğuna girer, sırasını kapan olursa kavga eder, gerekirse karakolluk olur.
Bu tanıma göre bilgelik, akademisyenlikle pek örtüşmüyor.
Akademisyenlik kötü bir iş. Bilgeliğe aykırı, otuz yıldır millete not veriyorum, kusturucu bir şey, bıktım anasını satayım, hepinize sıfır diyeceğim bir gün. Ya da hepinize yüz, ne fark eder. Bilgelikle akademisyenlik arasında bir ilişki olabilir, o da yaşı 18-20 olanlarla sürekli bir arada olmaktan kaynaklanan bir şey. Bu avantajı kullanırsanız, yeni kalabilirsiniz.
- Biraz da aşktan konuşalım mı?
Aşkta benim teorim şu; aşk doğuştan hormonlarla ilgilidir ama aynı zamanda kazanılması, edinilmesi gereken de bir şeydir. Emek ister. Hormonu iyi salgılayan aşık olduğunu sanabilir, çıldırabilir, azabilir ama aşk ayrı bir şey.
Bir sanat, bir güzellik yaratmaktır aşk. Hıyarların, hamhalat heriflerin işi değildir. Diyelim ki kızın birini görüyorum, içime bir ateş düşüyor ve aşık oluyorum.
Yok öyle yağma, böyle beleş bir şey olabilir mi? Ateş düştükten sonra ne halt yediğine bağlı olarak aşk olur ya da olmaz. Ateş düştükten sonra o ateşi düşüren kişiye gidip onu söndüreyim hemen diyorsan, orada aşk yoktur.
Ama aşk düştüğünde; kendimizi, hayatı, yaşadığımız kültürü anlamaya ve dönüştürmeye çalışıyorsak, işte aşk odur. Bize insan olduğumuzu hatırlatır ve büyük bir sorumluluk yükler.
Aşık olduğum zaman aklıma şu gelmeli, aşığım, demek ki yapacak çok iş var.
Yani sevgilimle pastanede buluşacağım veya bir arkadaşın evine gidip yiyişeceğiz... Bu da yapılmalı tabi de yalnız bunu yapıyorsanız aşk falan yoktur. Yani burada, arkadaşın evine gittik, yiyiştik. Aşka giriş bile yok burada yiyiş var. Yani aşk, o yemekten aldığımız enerjiyle bir yere bir ağaç dikebiliyorsak, bir insana yardım edebiliyorsak, farklı kitaplar okuyabiliyorsak, gereğini yerine getirdiğimiz şeydir.
Aşk eşittir sevgili değil, iki kişilik de değil çok kişiliktir aşk. Bütün dünyayı düşman belleyip Leyla'yı sevmek değildir. Leyla'da bütün insanlığı sevmektir.
- Bir entelektüel olarak mutlu musunuz?
Yalnız kaldığım zaman, genellikle gece ikiyle dört arasında mutlu olurum. Televizyonu açarım ama seyretmem. Sesini dinlerim, duvarlara bakıp öyle düşünürüm, belki yazasım gelir bir şeyler karalarım. Uykum gelince, bu dünya düzelmez arkadaş deyip yatarım.
Bugün de kurtaramadık dünyayı ne yapalım derim. Hesabi duruş, mutluluğu öldüren şeydir. Örneğin Nıetzsche, adam hayatı boyunca bunu anlattı. Ama Nietzsche'yi okuyup karamsar olan adamlar var, onlara sopayla girişmek istiyorum bazen.
Adam demiş ki, ben bir enerji kaynağıyım. Benim insan gibi insan olabilmem, içimdekilerin olabildiğince bastırılmadan ortaya çıkabilmesidir. Oysa yaşam buna izin vermiyor, birbirimizi maskelemek zorunda kalıyoruz.
Gerçi Freud medeniyetin temelinin bu olduğunu söylemiş. Biz de içimizdeki hayvanlığı bastıracağız diye, içimizdeki insanlığı da bastırmışız. Hala içimizdeki erotik enerjiyle ilişkimizde sakatlık var.
Erotik yanımız ortaya çıktıktan sonra ayıp bir şey yaptığımızı düşünüyoruz. Onun için vatan millet sakarya, ilim aşkı, sanki hiç eros yokmuş gibi davranıyoruz, dava adamı kalıbına sığınıyoruz.
Bütün bu kalıplarım dışında felsefe; çözüm arayanların değil, soru soranların yeridir, şeytanla muhabbettir. Ne zaman ki şeytan sizi alt eder, o zaman insan olduğunuzu anlarsınız.
Emrah SERBES
arasorbul - 10. Feb, 17:18
Şirketin insan kaynakları yöneticisi, iş başvurusuna gelen adaylara bir soru sormuş;
“Sorunun doğru cevabı yok, vereceğiniz cevap sizi tanımamızda etkili olacak. Karanlık, yağmurlu bir gece, yağmur yağıyor, fırtına var, gök gürlüyor ve siz sabaha karşı iki sularında yalnız ve ıssız bir yolda araba kullanıyorsunuz. Araba iki kişilik. Biraz ilerde otobüs durağında üç kişi bekliyor. Birincisi doktor, daha önce hayatınızı kurtarmış. İkinci kişi, çok yaşlı ve hasta. Soğuktan ölmek üzere. Üçüncüsü, aşık olduğunuz ve bugüne kadar söyleme fırsatı bulamadığınız kişi. Hava gittikçe kötüleşiyor ve arabanızda sadece bir kişiye yer var. Böyle bir durumda ne yapardınız?”
Görüşmecilerden bazılarının cevapları tahmin edebileceğiniz gibi şöyle:
A. Hasta adamı en yakın hastaneye götürürdüm.
B. Doktor daha önce hayatımı kurtardığına göre onu alırdım.
C. Hasta adam tabi ki önemli ama, kendi geleceğim ve hayatım için, aşık olduğum kişiyi alırdım.
Yine de cevap verenlerin yüzde 90’ı yaşlı adamı alacağını söylemiş. Ancak sadece bir kişi işe alınmış. Alınan kişinin cevabi şu;
“Arabadan inip anahtarı doktora veririm, doktor benim hayatımı kurtardığı gibi yaşlı adamı da hastaneye yetiştirip iyileştirebilir, böylece ben de hayatımın aşkıyla otobüs durağında baş başa kalırım, üzerimdeki montu ve şemsiyemi ona verir, sonra da aşkımı ilan ederdim!”
arasorbul - 20. Jan, 23:32
Bütün duygu ve düsüncelerimi dile getirebilseydim, size sunlari söylemek
isterdim:
Sürekli bir büyüme ve degisme içindeyim. Sizin çocugunuz olsam da, sizden
ayri bir kisilik gelistiriyorum.
Beni tanimaya ve anlamaya çalisin.
Deneme ile ögrenirim. Bana ayak uydurmakta güçlük çekebilirsiniz. Oyunda,
arkadaslikta ve ugrasilarimda özgürlük taniyin.
Beni her zaman her yerde koruyup horlamayin. Davranislarimin sonuçlarini
kendim görürsem, daha iyi ögrenirim.
Birakin, kendi isimi, kendim göreyim. Büyüdügümü baska nasil anlarim yoksa.
Büyümeyi çok istiyorsam da, ara sira yasimdan küçük davranmaktan kendimi
alamiyorum. Bunu önemsemeyin, ama beni simartmayin da.
Hep çocuk kalmak isterim sonra. Her istedigimi elde edemeyecegimi biliyorum.
Ancak siz verdikçe, almadan edemiyorum.
Bana yerli, yersiz söz de vermeyin. Sözünüzü tutmayinca, sizlere güvenim
azaliyor. Bana kesin ve kararli davranmaktan çekinmeyin. Yoldan saptigimi
görünce beni sinirlayin. Koydugunuz kurallar ve yasaklarin hepsini
begendigimi söyleyemem.
Ancak, hiç kisitlamayinca, ne yapacagimi sasiriyorum. Tutarsiz
davrandiginizi görünce, hem bocaliyor, hem de bundan yararlanmadan
yapamiyorum. Ögütlerinizden çok, davranislarinizdan etkilendigimi unutmayin.
Beni egitirken ara sira yanlislar yapabilirsiniz. Bunlari çabuk unuturum.
Ancak birbirinize saygi ve sevginizin azaldigini görmek beni yaralar ve
sürekli tedirgin eder. Çok konusup, çok bagirmayin. Yüksek sesle
söylenenleri ben pek duymam. Yumusak ve kesin sözler bende daha iyi bir iz
birakir. "Ben senin yasindayken" diye baslayan söylevleri hep kulak ardina
atarim. Küçük yanilgilarimi büyük suçmus gibi basima kakmayin. Bana yanilma
payi birakin. Beni yaramazliklarim için kötü çocukmusum gibi yargilamayin.
Yanlis davranisim üzerinde durup düzeltin. Ceza vermeden önce beni dinleyin.
Suçumu asmadigi sürece, cezama katlanabilirim. Beni dinleyin. Ögrenmeye en
yakin oldugum anlar, soru sordugum anlardir. Açiklamalariniz kisa ve özlü
olsun. Beni yeteneklerimin üstünde islere zorlamayin.
Ama basarabilecegim isleri yapmami bekleyin. Bana güvendiginizi belli edin.
Beni destekleyin, hiç degilse, çabami övün.
Beni baskalari ile karsilastirmayin. Umutsuzluga kapilirim. Benden yasimin
üstünde olgunluk beklemeyin. Bütün kurallari birden ögretmeye kalkmayin.
Bana süre taniyin. Yüzde yüz dürüst davranmadigimi gördügünüzde ürkmeyin.
Beni köseye sikistirmayin. Yalana siginmak zorunda kalirim. Sizi çok
bunaltsam da, sogukkanliliginizi yitirmeyin. Kizginliginizi hakli
görebilirim, ama beni asagilamayin. Hele baskalarinin yaninda onurumu
kirmayin. Unutmayin ki, bende sizi baskalarinin önünde güç durumda
birakabilirim. Bana haksizlik ettiginizi anlayinca, açiklamaktan çekinmeyin.
Özür dileyisiniz, size olan sevgimi azaltmaz, tersine, beni size daha çok
yaklastirir.
Aslinda ben sizleri oldugunuzdan daha iyi görüyorum. Bana kendinizi yanilmaz
ve erisilmez göstermeye çabalamayin. Yanildiginizi görünce üzüntüm büyük
olur. Bana verdikleriniz yaninda benden istetediklerinizin zor olmadigini da
biliyorum. Yukarida siraladigim istekler size çok geldiyse, bir çogundan
vazgeçebilirim, yeter ki beni ben olarak seveceginize olan inancim
sarsilmasin. Benden "Örnek çocuk" olmami istemezseniz, ben de sizden
kusursuz anne-baba olmanizi beklemem, severek ve anlayisli olmaniz bana
yeter. Sizin çocugunuz olarak dogmak elimde degildi. Ama seçme
hakkim olsaydi, sizden baska kimsenin çocugu olmak istemezdim.
Sizi seviyorum.
Çocugunuz.
arasorbul - 29. Dez, 00:32
Vaktiyle bir büyük bostan, bostanın da ortasında bir kocaman bostan kuyusu vardı. Kuyunun dolabını bir eşek çevirirdi. Sağı solu görüp aynı yerde döndüğünü anlamasın diye, eşeğin gözlerinin her iki yanına siperlik takmışlardı.
Bostancı, her sabah eliyle yoklayarak, tartarak bakardı patlıcanlara, kabaklara, domateslere. Sonra kıvama gelmişlerini bir güzel koparıp toplar, küfelere doldururdu. Öyle gür, öyle bereketliydi ki kuyudan eşeğin çıkardığı su; o bostandan yetişen her şey, bütün pazarlarda kapışılarak satılırdı. Ve bostancı boşaltınca dolu küfelerini, bir sigara yakar, cebindeki paraları okşayarak eve dönerdi.
Ve eşek dönerdi.
Dön eşek döööön, dön eşek dön.
***
Eşek, sadece bostandaki kötü, sararmış otları yerdi. Söküp söküp sadece onları verirlerdi eşeğe. Bostancı ise, pazara gitmeden eve ayırdığı patlıcanları yerdi, domatesleri, kabakları, fasulyeleri yerdi.
Bazen düşünürdü bostancı:
- Şu eşek bir bilse ki, derdi, yol gidiyorum diye, hep aynı yerde dönerek çıkardığı suyla oluyor bunlar; vazgeçer de verdiğim kötü, sararmış otları yemekten; hak ister körpe fasulyelerden.
Sonra da gülerdi:
- Alt tarafı eşek bu, gözleri de kapalı; nereden bilip anlayacak ne yaptığını.
Gerçekten hiçbir şeyin fakında değildi eşek.
Dön eşek döööön, dön eşek dön.
***
Bir gün bir haşarı çocuk uğramıştı bostana. Çaktırmadan bostancıya, çıkarıvermişti eşeğin göz siperliklerini. Eşek sağa bakındı, sola bakındı, bir - iki döndü ve anlayınca yıllardır aynı yerde döndüğünü, sıkıldı canı, durdu. Eşek durunca, gıcırtı durdu, dolap durdu, su durdu.
Yavaşladı patlıcanlara, kabaklara, domateslere gelen su, kurudu.
***
Öye kızdı ki bostancı görünce bunu:
- Höst ulan deeh, eşşşek oğlu eşek yürü...
Elinde sopayla koştu eşeğin üzerine. Vurdu sırtına, vurdu kafasına. Bir sallandı, iki sallandı eşek, tınmadı. Neden sonra fark etti ki bostancı, biri çıkarmış eşeğin gözündeki bağları. Görmüş eşek etrafı.
- Ulan hangi namussuz, hangi deyyus, hangi it yaptı bunu. Çocuk kıskıs güldü uzaklardan.
Yeniden taktılar siperlikleri eşeğin gözlerine. Verdiler sopayı, verdiler sopayı.
Eşek başladı yine dönmeye, ama isteksiz.
***
Hala döner eşek, gıcırdar dolap, çıkar su... Ama bilir artık eşek, işin ne olduğunu.
Ve sık sık başını kaşır bostancı:
- Ulan öğrendi eşek ne yaptığını.
Döner, döner eşek isteksiz. Büyür patlıcanlar, domatesler...
Dön eşek döööön, dön eşek dön.
· Çetin ALTAN’dan
arasorbul - 28. Dez, 22:29