Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu
SS Süleyman Soylu

Dinlediklerim

Sabahat Akkiraz | Bergüzar
Bergüzar

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Tezenenin sesi

Montag, 16. Juni 2008

NİHAT BEHRAM: BİZİM KÖKÜMÜZ KARACAOĞLAN’DIR, TÜRBAN DEĞİL

Nihat Behram 40. şiir yılı vesilesiyle 40 yıla ayna tutan şiirlerini ‘Tanımlar’ adlı şiir kitabında topladı. O 40 yılı 40 şiirle anlatıyor. Yaşadığı zorlu hayatın özeti gibi. Yurtdışında yaşayan Nihat Behram ‘Tanımlar’ şiir kitabı için İstanbul’daydı. Kırgın ve buruktu ülkesine. 68 kuşağının ayakta duran tek ismiydi. Bu ismin hiç anılmaması Behram’da kırgınlık yaratmış ama yine de umutlu yarınlar için.

Önce sitemle başlıyor sohbete, “Denizlerin son sözünü ceza alacağımı bile bile yazdım.(Darağacında Üç Fidan) Çektim de cezasını ama şimdi yasaklanıyor.” Böyle diyor Hatırla Sevgili dizisinde Deniz Gezmiş’in sansürlenen son sözleri için. Çünkü yasak olmamasına rağmen yasaklanıyordu. Haklıydı da, bundan tam 32 yıl önce sayfalarca yazmıştı Nihat Behram. Tüm yazdıkları için yargılandı, vatandaşlıktan çıkartıldı. Ülkesine uzun yıllar dönemedi. Bir türlü affedemiyordu yapılanları, onca yıl ağır bedeller ödeyip, bedel ödeyemeyenlerin yaptığını...

Tanımlar kitabı vesilesiyle bir araya geldik Nihat Behram’la... 68’in kırkıncı yılında Türkiye’yi konuştuk, kendi serüvenini de katarak...



»68’den 2008’e 40 yıl geçti. Sizin şiirinizin de 40. yılı. ‘Tanımlar’ adlı şiir kitabınız bir anlamıyla 40 yıla ayna tutmak mıydı?

Evet. 1968’in 40. yılı olmasının yanında, bir de benim şiire başlama yılımın 40. yılı. İkisinin denk düşmesiyle hazırlamış olduğumuz bir kitap. 40.yılda 40 yıldan 40 şiir olarak belirledik.



»Tabii 40 yılda çok şey değişti. Bu değişime tanıklık ederken Türkiye’den uzaktaydınız... Sizin gözünüzde nasıl bir tabloydu 40 yıl?

Tabii bu 40 yıl içinde hayatım ülkeye gelme yasağı ve baskılarla geçti. 1980 darbesinden 1996 yılına kadar ülkeden uzakta yaşadım. 1980 darbesi öncesinde 74 affına kadar 12 Mart darbe dönemini cezaevinde geçirdim.



»12 Mart dönemi de bir hayli hareketli süreçlerdi...

Kızıldere süreci vardı tabii. 68’in hemen arkasından bütün dünyada demokratik talepler isteminin ayaklanmaya döndüğü bir dönemdi. Sadece üniversitelerle sınırlı kalmadı, Denizlerin hareketleri, İbrahim’lerin ve Mahirlerin hareketleriyle, sosyalist bir arzuyla antiemperyalist düşüncelerle işçi ve köylünün sesi olma isteğiye, devrimci hareketlere doğru gelişme gösterdi. Bu hareketlerin önderleri 12 Mart’la gelen darbeyle katledildiler.



»Siz bu yoğun süreci cezaevinde geçirdiniz değil mi?

Maltepe Askeri Cezaevi’nde kaldım. Mahirler, Cihan Alptekinler oradaydı. Ve Denizlere idam kararı verilmişti. Mahirlerde Denizleri kurtarmak için tünel kazma çalışmasına girdiler. İşte tam da o günlerde “Yalnız Değiller” ve “Biz Varız” şiirlerini yazmıştım.



»Denizlere yazdığınız “3 Dağa Ağıt” şiirinizle de bir yargılanma süreci yaşadınız sanırım...

Evet. O şiir için Selimiye Cezaevi’nde yargılanmaya başladım. Sonrasında da Davutpaşa Askeri Cezaevi’nde kaldım. Aylarca sürdü. Başka davalar eklendi bunlara...



»Türkiye’den ayrılma süreciniz hangi döneme denk düşüyordu?

1974 affıyla çıktıktan sonra gazetecilik yaptım. “Darağacında Üç Fidan” ve “Ser Verip Sır Vermeyen Bir Yiğit”kitaplarım o dönemin ürünleridir. 77’de çalıştığım gazeteden çıkartıldım. Sonrasında Yılmaz Güney’le birlikteliğim oldu. 1980 darbesinden sonra Türkiye’den ayrıldım. Bütün davalar yeniden görülecekti çünkü. Politik sürgünlük yaşadım. Benim açımdan böyle geçti 40 yıl.



»Peki Türkiye’nin 40 yılı sizde nasıl bir tabloydu?

Ülkemin açısından baktığım zaman ilk gençlik yıllarımız, 1968 yıllarında benim kendi adıma, kendi kuşağımın yakınlık duyduğu TİP vardı. Herkes tarafından yakınlık duyulurdu. Biz herhangi birine gittiğimiz zaman mutlaka Ruhi Su’yu A. Kadir gibi bir çok isim görürdük.

Bunların yanında ülkeye bağlılık, ülkemizi sevmek, emperyalizme nefret gibi durumları 18’li yaşlarımızda öğrendik. Ama birden bire 68 kuşağı dediğimiz kuşağın üzerine 12 Mart gibi zalim bir darbe indi. Birçok kişinin, göz nuruyla yetiştirdikleri evlatları Nurhak dağlarında katledildi. Cemil abinin yetiştirdiği Deniz Gezmiş darağacında idam edildi. Ulaş Ortaköyde, Mahir Kızıldere’de katledildi. O kuşağın en civan, en delikanlı insanları bu darbenin ilk yılında katledildiler.



»Aslında Türkiye’nin geçmişinden bugüne doğru geldiğimizde de sancılı süreçler devam etmiş...

Çok fazla değil kısa süre sonra sıkı yönetim yeniden geldi. 80 darbesi de bizim kuşağın üzerine indi baskı olarak. 80 sonrası Türkiye’de şu ya da bu şekilde anayasayla uğraşırken, Türkiye’de ki emperyalizm başka bir şeyi getirdi.

Türkiye’de şu an darbe gibi görünmeyen, ama bana göre darbe tabii ki, CIA’nın koridorlarında düzenlenmiş bir sivil darbe var. Ben 62 yaşındayım, Türkiye’nin yakından tanığı oldum, halkın en çok ezildiği bir dönem yaşanıyor ve çok sıkıntılı bir süreç, bunun karşısında sol bir alternatif zaten yok.



»Bu sancılı süreçlere yenildi mi Türkiye? Karşısında duracak güç yaratılamadı mı? Kaldı ki Türkiye türban gibi bir sorunu tartışıyor...

Uzun dönem hazırlanmış sendikal örgütlenmelerin içlerini boşaltarak işlevsiz bırakmaya çalıştılar.

Şimdi gelinen süreçte Türkiye’nin elinde sınıf mücadelesine dayalı, sınıf mücadelesinin ortadan kaldırılması için laiklik tartışması gündeme getirildi.

Laiklik sınıf mücadelesi vermenin güvencesi gibi bir şey. Fabrika patronu tarikat Şeyhi ise fabrika çalışanı mürit ise o işçiye, “patron seni sömürüyor” dedirtemezsiniz.

Bugün baktığımızda ülkenin ana sorununu din sorunuymuş gibi bir meseleye indirmeye çalıştılar. Bütün sorunların üzerine türban adı altın bir örtü örtüp, o örtünün altından ülkeyi parça parça pazarlamaya başladılar. Bu da Türkiye’de ki genel kültür erozyonun parçaları olarak ortaya çıktı.



»Türkiye’de asıl sorun türban meselesi değilken, aylarca tartışma devam etti ve hala anayasa süreci tartışılıyor. Hangi süreçler bu noktaya getirdi peki?

Türban meselesinde; “Türkiye’nin geleneği budur, kökü budur” deniliyor yalan tabii ki.

Konu saçın bir insanı tahrik etme olayıysa, Anadolu 550 yıl evvelinden Karacaoğlan’ı yetiştirmiş; sevgilisinin saçlarını bu kadar güzel anlatan bir ozanı yetiştirmiş. Bizim kökümüz Karacaoğlan’dır türban değildir.

Bizim kökümüz, Yunus Emre’dir, sevda da Kürt ozanı Ahmed ê Xani’nin Mem u Zin’idir, Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun’udur. Nazım Hikmet’tir, halk ozanından Dadaloğlu’dur, Köroğludur, Pir Sultan’dır. Kökümüz buralardandır. Böyle bir erozyon dayatıldı, bunların altında da yatan emperyalizmin bizim coğrafyamızı yeme yutma taktiğidir.



»Türkiye’de bireysellik ön planda, iş sadece Türkiye’de değil Zira. Bu değişen dünya konjöktürüyle de ilgili. Ayrıca türban dediğimiz şeyde sadece din mevzusu değil...

Genel kültür erozyonu dediğimde bu bir bakıma. Sadece toplumun bir kesimi değil, düşüncelerimiz, değerlerimiz, denizlerimiz, göllerimiz, suyumuz gibi insanların değerleri de kirletilmeye başlandı. Bölüşme duygusu, toplumun acısını seslendirme duygusu, yaşadığı toplumun parçası olma duygusu, şefkat, merhamet, sevgi yardımlaşma duygusu, bütün bunlar insanı insan yapan değerlerdir. Sevda sözgelimi çok yüce bir değerdir.

Bireyselleştirdiğin zaman, toplumdan bağlantılarını kopardığın zaman hayattan da koparsın. Öyle bir hale geldi ki, insanın yaşadığı coğrafya, yaşadığı yer suçmuş gibi... Giderek insanlara başka değerler pompalandı.



»Yaşanılan her şeyi içselleştirdiğimiz için mi peki? Bir süre sonra duyarsız kalmamız buna mı bağlı?

Emperyalizm giderek her şeye alıştırıyor. Ben bir şair olarak Ama tüm bunlara teslim olmuyor, beni yok etmek parçalamak isteyen anlayışa karşı teslim olmuyorum. Tıpkı sırtlana teslim olmayan yaralı tavşan gibi. Toplumunda teslim olmaması gerekiyor. Kendi varlık sebeplerini koruması, köklerini araması çağrısında olması gerekiyor...



»Şiirlerinizin üzerinden 40 yıl geçti, 68’den bu güne de 40 yıl... Bu uzun zaman dilimi ve hayat yormadı mı?

Çok sorguluyorum kendimi. Ama yorgunluk asla. Bir şiirim vardır; “Ömrüm Senden Özür Diliyorum” diye biter. Baktım ki bıraktığım her şey daha fazla yaralı, buna rağmen her şeye sıfırdan başlamak gerek belki.

Bugüne kadar attığınız her adım sanki yok olmuş, sanki ona ihanet edilmiş duygusuna kapılıyorsunuz. Bugünü düşünüyorum; siz bu alanlarda binlerle yürürken, bugün 1 Mayıs’taki vahşeti görüyorsunuz, bu vahşete karşı neden ayaklanma yok diye üzüntüye kapılıyorsunuz ama yorulmuyorsunuz, daha çok sarılıyorsunuz. Son “Tanımlar” şiirlerimi de bunun için yazdım. Daha fazla kırbaçlıyor tüm bunlar beni.

Dostoyevski’nin bir sözü vardır, “dünyanın neresinde bir acı varsa o acıyı kendi acım bilirim” diye. Toplumumun acısı elbette ki benim acım. Yaşadığım toplumun acısı benim için daha kutsaldır.



»Eski ruh kalmadı ama... O heyecan, umut vs...

Örneğin burada hassa bir nokta var. Sanat ve kültürün ölümsüzlük ruhu vardır. Deniz Gezmiş’le ilgili bir film yapılmıştı; “Hoşça Kal Yarın” diye, şimdi unutuldu gitti. Çünkü ruhu yoktu.



»Belki çabuk unuttuğumuzdandır? Ama şimdilerde popüler kültür içinde var olan geçmişin halk kahramanlarını görüyoruz, bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Küba’da halk kahramanları için bir yasa vardır. Belli de sınırları vardır. Onlar magazinleşmez, magazinleştirmek onları ucuzlatmak olur. Bize bakalım; ‘Hatırla Sevgili’ adlı dizi... Deniz’in son sözlerini sansürlediler. Ben o sözler için 22 yıl mücadele ettim oysa. Suç olduğunu bile bile yazdım ve 7,5 yıl hapis yattım. Şimdi suç değil ama yayımlanmıyor...Hangi hakla! Tabii daha kötüsü var: Televizyonun altında reklam geçiyor: “Tıkla Deniz’in mektubu cebine gelsin” diye...Bu ne ucuzluk!

Deniz Gezmiş rolünde oynayan çocuk, tanımıyorum ama iyi çocuk, efendi, iyi de rol yapmış... Ama sen kalkıp o çocuğu siyasi toplantılara çağırırsan hiç hoş olmaz. Yarın o kişi işi gereği Abdullah Çatlı rolünde oynarsa çok kötü durumda kalırlar.



»Tüm bunların yakın tanığısınız, dizi için herhangi bir teklif gelmedi size?

Düşünün İbrahim Kaypakkaya’yı ilk yazan bendim. Deniz Gezmiş hakkında da yazan bendim...Dizinin senaristlerinden biri de arkadaşım. Benim kitaplarımdan bilgileri topladılar ama beni bir kez arayıp da sormadılar. Çünkü karşı çıkacağımı biliyorlardı.

Ayrıca Deniz Gezmiş’i bunlar keşfetmedi, Deniz zaten toplumun bir değeri. Ama popüler kültürdür ve gelir geçer. Bize asıl değerlerimizi unutturamaz.



***

Kırık dişimin oyuğunda kalem ucunu sakladım

»Yarına baktığınızda umudunuzu diri tutabiliyor musunuz?

Umutsuz bakmamak lazım. Bakın krallıkların olduğu bir yerde bir köleydi Spartaküs, tek başınaydı. Ama tarihe kölelerin kurtuluş simgesi olarak yazıldı. Hep böyledir. Anti-faşist direnişçiler hep azınlıktı. Lenin’de azınlıktı. Castro’nun bir lafı vardır “En yalnız olduğum zaman dünyanın tüm güçleri göğsümde toplanır”der. Önemli olan halkınıza ve halkınızın sağduyusuna inanmaktır. Bütün kurtuluş savaşlarında böyledir. Vietnam bir avuç insandı. Ama Ho Şi Min şahsında bir halk hareketine dönüştü. Tarih böyledir siz bulunduğunuz noktada, doğru bildiğiniz şeyi söyleyeceksiniz.



»40 yılı geride bıraktınız, 20 cilt kitabınız var... Hâlâ söyleyecek sözüm var diyorsunuz, yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen...

Yazdığım kitaplardan dolayı 900 seneye varan mahkumiyet altında kaldım. Gazetemden atıldım, aç kaldım. Bu benim teslim olmamı gerektirmez. 62 yaşındayım, ömrüm “bunlara teslim olmayacağım” demekle geçti. Şimdi yirmi cilt kitabım var. En ünlü kitabımda 20 yıl yasaktan sonra serbest kaldı. Bir milyonlara ulaştı. O zamanlar “aman kimse bana sahip çıkmadı” deyip paniğe kapılsaydım bu eserlerin hiçbiri olmayacaktı. Harbiye’de hücrede kaldım, hücremde benim kalemimi kağıdımı, gözlüğümü her şeyimi aldılar. Kırık dişimin oyuğunda kalemin ucunu saklayarak girdim. Aldırdığım meyvelerin kese kağıdına not tutarak hücre güncemi, şiirlerimi yazdım. Her şartta bir şey bulacaksınız.



***

68’in kırkıncı yılı anılıyor adım geçmiyor

»Peki 68 kuşağı diye söz edilir hep... O ruh bugün nerede?

68 kuşağının kültürel ürünü olarak ‘Darağacında Üç Fidan’ kitabından başka “Ser Verip Sır Vermeyen Yiğit”i yazmıştım. Şimdi Cumhuriyet Gazetesi dahil bütün yayın organları, 68’in kültüre yansıması diye özel sayılar yaptılar. Bir tanesinde bile Nihat Behram adı geçmedi. Bunu nasıl açıklıyorlar merak ediyorum. Ben bu yaşındayım, ömrüm boyunca devrimci mücadelede yer tutmuş biriyim. Yazdığım kitaplar yüz binlerce insana gitmiş, şiirlerimi kitlelere taşımışım. Hayatım boyunca o şiirler hep yasak altında kaldı. 68’in kırkıncı yılı diye haberler çıkarken adım bile geçmedi... “Türkiye’de Toros Dağları” yoktur demek gibi bir şey bu.

Bunu devrimcilik adına 68’i anarken diyorsunuz. Ne kadar Devrimci ruhu gitmiş, kendini karşı tarafa teslim etmiş insan varsa televizyonların hepsi 68 kuşağı diye onları çıkarıp konuşturuyor. İşte sorun bu.

GÜLŞEN İŞERİ

BirGün gazetesinden alinmistir

Donnerstag, 22. Juni 2006

Kazım'ı anıyoruz...

kazimkoyuncusiyahbeyaz

Laz kültürünün tanıtılmasında müziği ile önemli rol oynayan ve geçen yıl çernobil faciası yüzünden kanser olarak yaşamını yitiren şarkıcı Kazım Koyuncu ölümünün birinci yılında çeşitli etkinliklerle anılacak.
Karadenizli şarkıcı Kazım Koyuncu ölümünün birinci yılında düzenlenen etkinliklerle anılacak. Geçen yıl yakalandığı akciğer kanseri nedeniyle hayata veda eden Karadenizli şarkıcı Kazım Koyuncu, düzenlenen etkinlikle anılacak. Etkinliklerden ilki yarın saat 18.00'de İstanbul Taksim'de bulunan Mis Sokak'ta gerçekleştirilecek. Kazım Koyuncu'nun resimlerinin taşındığı etkinlik, Mis Sokak'tan başlayarak, Galatasaray Lisesi'ne kadar sürecek. Ayrıca sanatçının ölüm günü olan 25 Haziran'da da Türkiye'den ve dünyadan gelen hayranları Koyuncu'nun mezarının bulunduğu Hopa ilçesinde bir araya gelecek. İlçede, sanatçı mezarı başında şarkıları ile anılacak. (çeşitli ajanslar)

Sonntag, 9. Oktober 2005

Can ellerinden gelmişem

Yöre: Erzurum (Pasinler)
Söz: İbrahim Hakkı Dede
Müzik: Anonim
Derleyen: Suat Işıklı

Can ellerinden gelmişem
Fâni mekanı neylerem
Ol mülke meylim salmışam
Ben bu cihânı neylerem

Aşkın şarâbın içmişem
Dil gülşenine göçmüşem
Ben varlığımdan geçmişem
Nâm-u nişanı neylerem

Hakkı cemii halk eden
Müstağniyem billahi ben
Hallâki alem var iken
Halk-î zamanı neylerem

Montag, 19. September 2005

20 yıldır Ruhi Su'suzuz

Şişli Alanı'ndan Zincirlikuyu Mezarlığı'na doğru eller üzerinde bir cenaze taşınıyordu. 20 yıl önceydi. 20'siydi eylülün ve bu cenaze töreni aynı zamanda 12 Eylül'den sonra yapılan en kalabalık gösteriydi.
İşte o gün eller üzerinde taşınan, çiçeklerler giydirilmiş tabutta yatan; bu coğrafyada yaşanan acılı hayatların, devleti yönetenlerin muhalif bir sanatçıya karşı ne denli acımasız olduklarının, bir sazla bir sesten ne kadar korktuklarının da bir simgesidir. İşte bu yüzden de mezarının başında konuşan Aziz Nesin "Çorak yönetimlerin çölünde akıp gitti" diyecekti.
Van'da doğmuştu 1912 yılında. Adı Mehmet'ti. O tarihte, oralarda doğan birçok çocuk gibi annesini, babasını hiç bilmedi. Kendi anlatımıyla "Birinci Dünya Savaşı'nın ortada bıraktığı çocuklardan biri"ydi. 'Savaş artığı'ydı yani.
Adana'da yoksul bir aileye verildi çok küçük yaşta. Amcası ve yengesi bildi verildiği aileyi. Çobanlık yaptı yanlarında. Ama daha fazla dayanamadı 'üvey evlat muamelesi'ne. Çektiklerini gören bir komşunun yardımıyla 10 yaşında öksüz yurdu Dar-ül Etyam'a yerleştirildi.

Kendine 'kibar' isim aldı
Yeni bir hayat başlamıştı Mehmet için. Önce çocukluğunu keşfetti: "Oyun denen şeyin var olduğunu o zaman öğrendim, içim içime sığmıyordu, şaşkındım."
Sesinin güzelliği burada da keşfedilmişti. Türküler, marşlar söyletiyorlardı. Öksüzler yurdundaki birinci yılında müzik öğretmeni Mehmet Tahir yurda bir keman aldırtıp Mehmet'i kemana başlattı. Böylece klasik müzikle tanışmış oldu.
Dördüncü sınıftayken Ankara'da Müzik Öğretmen Okulu kurulur. Yurtlardaki müziğe yetenekli, sesi güzel çocukların sınava yollanması istenir. Sınava girer ve kazanır ama sırasını beşinci sınıfta olan ve sınavı kazanamadığı için ortalıkta kalma tehlikesi yaşayan bir arkadaşına verir. Seneye gidecektir müzik okuluna.
Bir yıl sonra girdiği sınavı yine kazanır Mehmet. Kayıt için dosyaları Ankara'ya gönderilir ama dönemin Savunma Bakanı Recep Peker'den öksüz yurtlarına bir talimat gelir; 'Okulu bitiren tüm çocuklar zorunlu olarak askeri okullara girecek'tir.
Ama o mutlaka müzik okuluna gitmek istemektedir. "Göz muaynesinde az görüyormuşum numarası yaptım ama, sağlam olduğuma karar verdiler. O ara isimlerimizden dolayı küçümsendiğimizin farkına vardık. 'Kibar' isimlerimizle İstanbul'a, Halıcıoğlu Askeri Lisesi'ne geldik. Artık ben, Mehmet Ruhi idim."
Aklı fikri Müzik Öğretmen Okulu'na gitmektedir. Sonunda sahte kimlikle okuldan kaçarak Ankara'ya gider. Dönüşünde hapse atılır. Sonunda doktorlara yalvararak çürüğe çıkmayı başarır. Öksüzler yurduna geri gönderilir.
Arkadaşlarının aralarında topladığı parayla Ankara'ya giderek, otel odalarında, bir arkadaşından ödünç aldığı kemanla günlerce çalışarak girer sınava ve sonunda Müzik Öğretmen Okulu'nu kazanır. İlk yıl başarılı olduğu için, ikinci yıl yatılı okumayı hak eder. O yıl tek hece olduğu ve kolay okunduğu için 'Su' soyadını alır ve adı Mehmet Ruhi Su olur.
Müzik Öğretmen Okulu'nda, Cumhurbaşkanlığı Orkestrası'na seçilir.
Konservatuvarın Opera Bölümü öğrenciliğini sürdürürken bir hocası keman çalışmasının ses tellerine zarar vereceğini, sesinin zayıf çıkacağını söyleyerek bir tercih yapmasını ister. Bunun üzerine kemanı bırakmak zorunda kalır Ruhi Su.
1936 yılında Devlet Konservatuvarı'nda opera sanatçısı olarak çalışmaya başlar. Bu serüveni 1952 yılına dek sürecektir.
Bu arada radyoda da 'Basbariton Ruhi Su Türküler Söylüyor' anonsuyla sunulan bir radyo programı yapmaya başlar. Büyük ilgi görür programı. Daha sonra cezaevinde evleneceği Sıdıka Su, kendisinden önce sesini tanımıştır Ruhi Su'nun.
"Ruhi o zamanlar radyoda türkü söylerdi. Tanışmıyoruz tabii. 15 günde bir, pazar sabahları saat 10'da, ailece toplanırdık radyonun başına Annem, Ruhi'nin sesini duyduğunda yemek yapıyorsa, önlüğünü çıkarıp, ellerini yıkayıp Ruhi'yi dinlemeye gelirdi. Müthiş bir saygı duyardı ona."
Radyodaki sesi "Alevi türküleri söylüyor, komünizm propagandası yapıyor" diye susturulur.


Cezaevinde evlendiler
1952'de opera binasından çıkarken Türkiye Komünist Partisi'ne üye olduğu gerekçesiyle gözaltına alınır. İstanbul'a götürülüp ünlü Sansaryan Han'da aylarca işkenceden geçirilir, tabutluklara konur. O sırada evlilik planları yaptığı felsefe öğrencisi Sıdıka Su da TKP üyeliğinden gözaltına alınıp İstanbul'a getirilmiştir. Aynı şeyleri yaşadıklarını beş ay sonra öğrenirler. Cezaevindeyken evlenirler. Beşer yıl hapse çarptırılmışlardır.
Yıllarca sazını alamaz eline. Arkadaşları paspas tahtasından bir saz yaparlar ona.
Arkasından sürgün yılları başlar. Sıdıka Su Ankara'ya, Ruhi Su da Konya'nın Çumra Kasabası'na yollanır 20 aylığına.
Üç ay sonra kendini eşinin sürgün yeri olan Ankara'ya naklettirmeyi başarır.
Bir dostları, Etimesgut'a iki kilometre uzaklıkta, bir tarlanın ortasında, elektriği ve suyu olmayan, kerpiçten yapılmış iki odalı bir işçi lojmanı verdi Su ailesine. Her sabah ve akşam iki kilometre yol yürüyerek jandarmaya imza atıyorlardı.
Ankara Emniyeti sahneye çıkarmamaya kararlıydı Ruhi Su'yu. Operaya da geri dönemiyordu. Eve ekmek götürebilmek için sırtında yük bile taşımıştı.
Sürgün cezası bitince Atıf Yılmaz'ın bir filmine müzik yaptı. Sonra da İstanbul'a giderek gazinolarda türkü söylemeye başladı. 60'larda Türkiye İşçi Partili yıllar, 12 Mart, ardından 12 Eylül... Hemen her iktidar döneminde yasaklamalarla karşılaşmıştı Ruhi Su. Tüm bunlara karşın evrensel müzikle Anadolu türkülerini buluşturmuş, yeni kuşaklara türküleri tanıtmış ve türkülerin bir başkaldırı aracı, muhalif bir silah olarak nasıl kullanılacağını açık biçimde göstermiştir. Yunus Emre'den Karacaoğlan'a, Köroğlu'ndan Pir Sultan Abdal'a, 'Zeybekler'den 'Semahlar'a kadar uzanmıştır sazının telleri. Nâzım Hikmet'in şiirini ilk besteleyen de odur.


Tedaviye izin çıkmadı
Su, ölümüne kadar 16 tane 45'lik plak, 11 uzunçalar çıkardı. Ölümünden sonra kurulan Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı aracılığıyla eşi Sıdıka Su ve oğlu Ilgın Su özel arşivlerdeki ses kayıtlarından yararlanarak plak, kaset ve CD üretimini sürdürdüler. 12 Eylül ve uzantıları pasaport vermediği için tedavi olmaya gidemedi yurtdışına ve 20 Eylül 1985'te yaşama gözlerini yumdu. Ruhi Su'nun yaşamı devleti yönetenlerin muhalif bir sanatçıya dünyayı zindan etmek için neler yapabileceğini göstermesi açısından çarpıcı bir örnektir. Ama hem de tüm baskılara, işkencelere, hapislere, sürgünlere karşın inandığı yolda sapmadan yürüyen bir insanın neler üretebileceğinin de göstergesidir. Yarın Ruhi Su'nun 20. ölüm yıldönümü. Mezarı başındaki törenle, vakfında düzenlenen geceyle anılacak. Yani biz tam 20 yıldır Su'susuz. Ama onun ezgili yüreği hâlâ atıyor!

19.9.2005
Celal Başlangıç

Samstag, 25. Juni 2005

Kazım Koyuncu'yu kaybettik!..

Karadenizli müzisyen Kazım Koyuncu (33), uzun süredir kanser tedavisi gördüğü Amerikan Hastanesi'nde hayatını kaybetti. Kazım Koyuncu için yarın, 27 Haziran'da yapılması planlanan ve Koyuncu'nun da adının geçtiği ''Hey Gidi Karadeniz'' konserinin gerçekleştirileceği Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nda tören düzenlenecek.



Gideyim mutlu etmedi bu dünya beni
bulacak mıyım acaba bir yer
ağrısız
içine yatacağım bir toprak...

(Kazım Koyuncu'nun bir şarkı sözünden...)

Aşkın ve doğanın Lazca'sı

Bayhan GÜLERHAN

Kazım Koyuncu, Artvin-Hopalı. 1993'te "Dünyanın ilk Laz rock grubu"nu kurdu. Lazca şarkıların yer aldığı "Viya" adlı albümü geçtiğimiz yıl çıksa da son günlerde büyük ilgi görüyor. Çünkü Koyuncu, tv dizisi "Gülbeyaz"ın müziğinin de bestecesi. Viya, Karadeniz dalgalarında yüzükoyun aletsiz sörf yapmak demek. Koyuncu, anadili Lazca'da ilerlemesini polise borçlu. Üniversite yıllarında siyasi şubede sorgulanıyor. Sorgucu, "Gel seninle Lazca konuşalım, daha iyi anlaşırız" diyor.

Kazım Koyuncu, "Şarkılarımda bütün Karadeniz türkülerinde olduğu gibi aşk ve doğa teması var" dese de hemşehrisi müzisyenlerden farklı. Şarkılarında halkına, gözleri yaşararak sitem ediyor. "Benim bölgemin insanı kendini unuttu. Çocukluğumda yaşadığım güzellikler artık Karadeniz'de yok. İnsanların taş binalarda oturmasından, yaşam tarzlarından mutsuzum. Burası öyle bir bölge ki dağlarının yeşilini göremezseniz, denizini koklayamazsanız orada yaşamanın bir anlamı yoktur." Koyuncu'ya göre Karadeniz'de doğup da bir kez olsun viya yapmayan çocuk yok. Kendisi de viya yapmış, üstelik yüzme bilmeden. Şimdiki çocukların, Karadeniz'e çile olmuş sahilyolu projesi yüzünden denizde kayamamasına kahroluyor. "Sahilyolu projesi bizim kültürümüze, coğrafyamıza, ekolojik zenginliğimize bir saldırıydı. Raylı sistem yapılabilirdi mesela. Ben bütün bu kızgınlıklarımı bir tek şarkıya döktüm. Nisan ayında çıkaracağım albüme bu parçayı da koydum." Kazım Koyuncu bizi kırmadı ve bestesini bizim için çalıp söyledi. Bu parça Karadenizliler'e horon teptirecek ve teptirirken düşündürecek, biraz da üzecek.

Karadeniz müziği az

Kazım Koyuncu, rock müziğine Pink Floyd'la başlamış. "Hayatım boyunca rockçı'lık ve devrimcilik neyi gerektiriyorsa ona göre yaşadım" diyor. Her türlü etnik müziğe ilgi duyuyor. "Kızılderili ve Afgan otantik ezgilerini çok beğeniyorum. Kürt türkülerini de severim. Kendi yapabileceğim etnik müzik Lazca olduğu için, kendimi ona yoğunlaştırdım." Karadeniz türküleri söylüyorum diyenlerin kullandıkları ritimleri, şarkı söyleme biçimlerini beğenmiyor. Koyuncu, isim vermekten kaçınıyor. "Bugün Karadeniz türküleri söylüyorum deyip de bunu beceremeyen insanları suçlamıyorum. Belki ticari gerekçelerle biraz daha farklı yapmak istiyorlar. BirolTopaloğlu yüzde yüz Laz müziği yapan kişidir. Volkan Konak ve Fuat Saka da müziğimizi doğru yapan kişilerdir. Fakat diğerleri kötü yorumluyor. Davut Güloğlu'nun Nurcanım isimli parçası bence harika. Ama Karadeniz'e ait bir tek o şarkı var. Küba'ya gidip sadece onu mu söyleyecek?"

Laz isyan etmez

Laz vatandaşlarımız çoğunlukla Hopa, Pazar, Arhavi, Fındıklı ve Ardeşen'de yaşıyorlar. Kazım Koyuncu'yla Taksim'de yürürken Laz kültürü hakkında da konuştuk. Ona, son zamanlarda Karadeniz'de çoğalan Lazca tabelalardan ve bazı internet sitelerinden duyduğum kaygılarımı anlattım. Genç müzisyen bu tasalarımın yersiz olduğunu düşünüyor. "Her şeyden önce Lazlar vatanseverdir. Dışarıdan gelecek tahriklere pabuç bırakmazlar. Bireycidirler, topluluk halinde hareket edemezler. Evleri birbirine uzak, dış dünyayla fazla iletişim kurmadan yaşarlar." Lazlarda kadının çok önemli bir yeri olduğunu söyleyen Koyuncu, bunu, çocukluğundan bir örnekle anlatıyor. "Laz kadınını düşününce aklıma rahmetli babannem gelir. O tam bir Laz kadınıydı. Çok güçlüydü ve ailede her zaman karar yetkisi vardı. Tulumun sesini duydu mu yumuşar, sanki kadınlığını hatırlardı. Lazcada ev "Oxohori" demek. Bu kelime, kadın anlamına gelen "oxho"dan türemiştir."




Hüzünlü horon

Laz türküsünün hem ezgisiyle hem de enstrümanıyla Karadeniz türküsünden ayrılan tarafları var. Mesela Karadeniz'in kemençesi, Lazlarda Çemani oluveriyor. Tonları kemençeden farklı olan Çemani, ebat olarak daha büyük. Türkülerinin konusu hep doğa ve kadın. Tabiata duyulan sevgi, paganlıktan onlara miras aslında. Laz türkülerini Anadolu türkülerinden ayıran en önemli fark da tulumla, çemaniyle Lazca dinlediğiniz bir şarkıyı ritmin yavaşlığında hüzünlü bir parça sanabiliriz. Oysa bu şarkıyı bir kadın her gün bol süt veren ineğine söylüyor olabilir. Aynı şekilde tempolu, horonlar tepilen bir beste, bir sel felaketinden bahsedebilir.

Sol duyu

Şarkılarını "etnik üstü az modern" diye tanımlayan Kazım Koyuncu'nun son sözü savaş üstüne oluyor. "Ben hayatımı iç ve dış savaşlara karşı, devrimci bir motifle ördüm. Türk insanında her zaman varolduğuna inandığım bir sol duyu var. Bu yüzden de Türkiye'de bölünme sorunu olduğuna inanmıyorum. Bu millet, ırkı ne olursa olsun her zaman komşusunu sevmiş, korumuş. Dara geldiği zaman hep dayanışma içine girmiş. Elimde olsaydı sınırları kaldırırdım".

Bilgisayar destekli

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden siyasi nedenlerle ayrıldığını söyleyen Koyuncu, 1992'de bir arkadaşıyla önce "Dinmeyen" isimli rock grubunu kurmuş. Lazca müzik yapmak için bu gruptan ayrılmış. Rock'tan kopamamış ve Laz etnik müziğini rock tabanlı yorumlamaya başlamış. 2001 yılında ise ilk solo albümü "Viya" ile rock müziğinden farklı bir haz almak isteyen herkesin huzurunda.

Üç arkadaşıyla 1993'te ilk Laz rock grubu Zuğaşi Berepe'yi (Denizin Çocukları) kuran Kazım Koyuncu'nun çocukluğu, "Üstadım" dediği Yaşar Turna'nın kucağında türkü dinleyerek geçmiş. Yeni çalışmalarında bilgisayar destekli otantik çalgıların ağırlıkta olacağını söylüyor. Koyuncu, tulumla basabildiği beş notayı bu yolla 10'a çıkarmayı hedefliyor. Genç müzisyen, tıpkı rock konserlerinde elektro gitar sololarını, bu kez tulumla yapacak. "Biz rock'çı olmayı hak ettik" diyen Koyuncu, Che Guevara için "Ernesto" adlı bir şarkı bestelemiş.

Dienstag, 29. März 2005

Bir Fırtına Tuttu Bizi

Bir fırtına tuttu bizi deryaya kardı
O bizim kavuşmalarımız a yarim mahşere kaldı

Yeni cezve yeni cezve kaynar kaynamaz oldu
O benim nazlı yarimin dilleri söyler söylemez oldu

Yeni cezve yeni cezve kaynıyor ocakta
Kasatura belimizde a yarim martinimiz kucakta

Mapsanede yata yata yanlarım çürüdü
Pencereden baka baka a yarim ela da gözler süzüldü

Anonim Selanik türküsü

Mittwoch, 23. März 2005

SEVGİ KUŞUN KANADINDA

Ölüm denizin kıyısında anacığım
Ölüm göğün yüzünde
Ölüm yerin dibinde
Ölüm soluk alışında
Ölüm Başucunda

Sevgi gözümün kökünde yavrucuğum
Sevgi kuşun kanadında
Sevgi ne göğün yüzünde
Sevgi ne yerin dibinde
Sevgi başucunda

Söz: Ahmet Çahacı

Samstag, 19. Februar 2005

Türküler ve türkü söyleyenler.

Türkü söylemenin kolay görünmesi, türkülerin erişilmez sadeliğinden ve sağlamlığından gelir. Bundan dolayı da nasıl söylenirse söylensin, yine de bir şeyler kalır türkülerden.

Bu hal bir umursamazlığa, sanki aslında da türkülerin böyle söylendiği ve böyle söylenmesi gerektiği gibi yanlış bir yargıya götürebilir insanı.
Yorum ve üslup ancak entellektüel bir faaliyet olan sanata, sanat müziğine hasmış gibi gelirse de, bunun bir kuruntudan ve bir kendini beğenmişlikten geldiğini sanıyorum.

İlkel çağlara gittikçe türkülerin sihir ve kehanete karışması, ozanların vecde gelip kendinden geçmesi, herşeyden önce yorumla, karşısındakini etkileme çabasıyla ilgili görünüyor.

Türküler de operalar ve "lied" ler gibi çeşitli konularda ve değişik biçimlerde olduğundan onlar gibi renkli ve değişik icrayı zorunlu kılar. Bunun da bir yetki bir hüner işi oldugu açıktır. İnsan sesi çalgıların en soylusudur. Hiç bir çalgı insan sesinin anlatma gücüne sahip değildir. Fakat insan sesi de dahil, kullandığı çalgının yeteneklerinden yoksun olan kişi, hem kullandığı enstrumanı hem de o enstrumanla yaptığı işi yozlaştırır.
Şarkı söylemeyi meslek olarak seçen bir insan için, bu ( en azından ) bir klasik eğitim, bir ses eğitimi, bir müzik eğitimi, sözün kurallarına göre şarkı söyleme egitimi ve sonsuz bir insan sevgisi demektir.

Türkü söyleyen sanatçı ise, bununla beraber halkını ve türküleri meydana getiren kosulları iyi bilmeli. Bunların olmadığı yerde, iş herkesin kolayca yapabilecegi bir klişe icraya yönelir ki, bizim memleketimizde şarkı söyleme sanatı böyle olagelmiştir.

Bazılarının " halk gibi söyleyiş " dedişi de budur. Eger bir sanatçı bu yeteneklere sahipse, halk gibi söyleyecegim diye bu insanlara özenmesi ya da özendirilmesi bilgiye ve hünere karşı bir saygısızlıktır.

Acaba Sümmani halk gibi söylermiydi? Söylese "Sümmani tavrı" diye bir sey kalırmıydı? Acaba Veysel halk gibi söylermi? Bunları iyi biliyormusunuz? "Halk gibi" diye gösterilebilecek örnek bir tip yoktur. Sümmani, Veysel, Ayşe, Fatma, Mahzuni, Ruhi vardır.

Biz hepimiz halkız. Hepimiz kendi görgümüz bilgimiz içinde bir takım katkılar ve ayrıntılarla süsleriz bu türküleri. Türküler yaşayan bir varlık gibi iyisine ya da kötüsüne, bu kişisel katkılarla her an bozulup yeniden doğar.

Bu bizim elimizde olan bir şey degil. İmzalı bir sanat eseri gibi donduramaıyız biz türküleri. İyiki elimizde olan bir şey degil. Çünkü türküler o zaman yeniye karsı daima açık olan aslını ve otantik gücünü yitirirdi.... Bana " sen bu türkülerini nasıl söylediğini anlat " dedikleri zaman, bunlardan başka bir sey gelmiyor aklıma. Kısacası "Bu benim terbiyem icabıdır " diyemiyorum..

Ruhi SU

Donnerstag, 23. Dezember 2004

TÜRKÜ DOSTLARINA TEKRAR MERHABA

Bugün sohbetimize büyük Ozan Nazım Hikmet'in bir şiiri ile başlamayı istiyorum.

İnsanların türküleri kendilerinden güzel,

kendilerinden mutlu,

kendilerinden kederli,

daha uzun ömürlü kendilerinden.

Sevdim insanlardan çok türkülerini.

İnsansız yaşayabildim

türküsüz hiçbir zama.

Hiçbir zaman beni aldatmadı türkülür de.

Türküleri anladım hangi dilden söylenirse

söylensin.

Bu dünyada yiyip içtiklerimin,

gezip tozduklarımın,

görüp işittiklerimin,

dokunduklarımın, anladıklarımın

hiçbiri, hiçbiri,

beni bahtiyar etmedi türkülür kadar....

Ne de güzel anlatmış Koca Şair... türküleri.

Anadolu insanı çilelidir, duyguludur, güçlüdür, onurludur. Bir türlü peşini bırakmaz yoksulluk, yoksunluk, çarelerin çaresiz kaldığı zamanlarda bir feryat olur türküler, bir umut olur, temiz yüreklerde, çimlenir, çiçeklenir.

Bitmek bilmeyen savaşlar, cephelerde düşen başlar, faydasını göremediği barışlardır yazgısı

Anadolu insanının.

Karavanam bakırdandır

Yemen eli çukurdandır

Zenginimiz bedel öder

Askerimiz fakirdendir.

Kırgındır ama küskün değil. Ne paye peşindedir ne de saye.

Sadece haksızlığın görülmesini,

bilinmesini ister. Zenginin çocuğu askere gitmezken o biricik oğlunu yine de davulla,

Gidenler geri dönemez bazen...!

Yemen bizim neyimize

Şivan düştü evimize

Bak yavrular yetim kaldı

Güvenmeyin beyinize

Vatana düşman saldırdığında, kadınıyla, erkeğiyle, çocuğuyla bir kahramanlık destanı yaratan bu millet Yemen'de ne işi olduğunu haklı olarak anlayamamıştır. Anlatmaya hevesli kimse de

yoktur ortada. Yetimlerin gözyaşları akar... akar... akar... ve ateş düştüğü yeri yakar.

Güldün yanak soldu m'ola

Mehmet'imin ela gözün

Karıncalar oydu m'ola

Sevgili okurlar, bizler bugün, yönümüz batıya dönük, medeniyete doğru yürümeye çabalamaktayız. Millet olarak, refah ve mutluluğu bulma ihtiyacındayız. Uygar dünyanın nimetlerinden bize de pay düşmeli. Bu payı biz zaten hak ettik ancak veren olmadı.

Sanatçılar, aydınlar, bürokratlar...!

Türküleri hepiniz seviyorsunuz ancak türküleri yakanları da sevmelisiniz. Bu çileli milletin dertlerine derman olacak çözümleri üretmediğiniz sürece bu içli türküler yakılmaya ve söylenmeye devam edecek; belkide yarınlarda bu türküler sizin yaptıklarınızı veya yapmadıklarınızı anlatacak.

Musa Eroğlu 04/06/04

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren