Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu
SS Süleyman Soylu

Dinlediklerim

Sabahat Akkiraz | Bergüzar
Bergüzar

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Montag, 21. August 2006

İndirdi mi, indirdi mi?

Karadeniz'in dağ köylerinden birinde köylüler namazı üç vakit kılıyorlarmış. Bir süre sonra üç vakit namaz kendilerine zor gelmeye başlamış. Temel'i görevlendirip vakitler azaltılabilir mi diye sormak üzere il müftüsüne yollamışlar. Müftü, Temel'i dinledikten sonra kızmış. "Hiç üç vakit namaz olur mu? Beş vakit kılacaksınız," diye kovalamış.

Akşam köylüler yamaca birikip aşağıdan gelecek Temel'i gözlemeye başlamışlar. Temel yokuşun altında belirince sabırsızca bağırmışlar: İndirdi mi, indirdi mi?

Temel yanıtlamış: Bindirdi... Bindirdi!

Allah'ın Partisi

Mark Twain'in bir hikâyesinde, iki çocuk insan kılığındaki şeytanla karşılaşırlar. Şeytan bir yandan çocuklarla konuşurken bir yandan da yerdeki çamurdan bir minyatür kale ile parmak boyunda insanlar yapar. Bu minik insanlar şeytanın bir işareti ile canlanıp kaleyi onarmaya başlarlar.

Çocuklar bu inanılmaz manzarayı izlerken, surların üzerindeki iki minik işçi kavgaya tutuşurlar. Şeytan kısa bir süre izledikten sonra kavga eden iki çamurdan işçiyi parmakları arasında eziverir. Çocuklar üzülürler. Şeytan "üzülmeyin. Bir değerleri yoktu zaten" der.

Geçenlerde, çevrildiği yıllarda dünyaya dehşete düşüren "The Exorciste" filmi bir TV kanalında yeniden gösterildi. Filme o zaman küçük olan iki çocuğumla gitmiştim. Doğal olarak korkmuşlardı. (Ben de tabii) Onları sakinleştirmek için, "Şeytan gibi Allah'la yarışan bir güç tüm insanları, Mark Twain'in himayesindeki gibi iki parmağı arasında ezebi-lecekken.bir küçük kızın bedenine girip sa-ğı-solu korkutmaya çalışır mı hiç?" dedim. Akıllarına yattı. Bir daha şeytandan korkmadılar.

Bunları şunun için anlatıyorum. Allah'ın evrenleri var eden gücüne iman edeceksiniz. Dilediği an, nasıl yarattıysa tüm evreni yok edebilecek "kahhar" gücüne boyun eğeceksiniz. Sonra da O'nun adına insanları yola getirmek için bir siyasal parti kuracaksınız. Adına da "Hizbullah", yani "Allah'ın Partisi" diyeceksiniz.

İşte bunun adı "dalalef'tir. Yani sapkınlıktır. Allah'ı insanların koruyabileceği, dahası koruması gereken bir derekeye indirmektir.

Gerçek müminler, Allah'ın tüm iletilerini peygamberleri ile insanlara ilettiğine, son Peygamber Hazreti Muhammed'den sonra da başka peygamber gelmeyeceğine inanırlar. Şimdi nasıl oluyor da Allah'ın, kullarını yola getirmek için bir partiye ihtiyaç duyduğuna, bunun başına da Nasrallah'ı (Allah'ın yardımcısı demekmiş) getirdiğine inanılır? Adamın adı bile dalalet. Allah'ın bir yardımcıya ihtiyacı mı var?

İnsanların sapkın inanışları uğruna birbirlerini amansızca katlettiği ortaçağdan sonra, 21. yüzyılda Allah adına, Yahova adına, İsa adına insanları öldürenlerin, Tanrının gözünde de "sapkın" olduklarını artık din adamlarının yüksek sesle söylemeleri gerekiyor.

Aksi halde, başta bizim Diyanet İşleri Baş-kanlığı'mız olmak üzere "ulema" sınıfı Allah'ın "kadiri mutlak" gücüne inanmıyorlar, O'nu yardıma muhtaç, bir parti örgütüne gereksinim duyan, sıradan insanların kendisi uğruna ölüp-öldürmelerini bekleyen bir insani kavram olarak algılıyorlar demektir.

İnananlar yüksek sesle söylemeli:

"Hizbullah dalalettir. Allah'ın partiye ihtiyacı yoktur!"

Uğur Cilasun

Asker göndermek

Lübnan'a asker gönderme konusu dış politikanın en önemli sorularından biri haline gelmiş durumda. Aslında "asker gönderme" konusu bizim hiç de yabancısı olmadığımız bir konu. Bütün tarihimiz başka topraklara asker göndermek, ardından da "Yemen Yemen kanlı Yemen" diye ağıtlar yakmakla geçmiş. Kore'ye, Afganistan'a, Somali'ye, Bosna'ya "davet" üzerine, Kıbrıs'a, Kuzey Irak'a "dış politikamız" gereğince asker göndermeye devam etmişiz, şimdi de Lübnan'a asker gönderip göndermemeyi tartışıyoruz.

Türkiye, jeo-stratejik anlamda dünyanın en kritik bölgelerinden birinde yer alıyor. Temel çatışma alanı haline gelen Ortadoğu'yla sınır komşusu, şimdi kısmen durulmuş olan Bal-kanlar'la ve eski Sovyet topraklarıyla da sınır komşusu. Üstelik bu bölge dünya enerji kaynaklarının önemli alanlarından, dolayısıyla emperyal çıkarların sıcak çatışmaları kışkırttığı bir "yangın yeri" görünümünde. Sorun Lübnan'a asker göndererek bu "yangın"a dahil olup olmama sorunu, basit ve sembolik bir "barış gücü" sorunu değil.

1 Mart teskeresinin reddedilmesiyle Ortadoğu'da sürüp giden savaşın kıyısında durmayı başaran Türkiye'nin ne kadar doğru bir tutum takındığı ortadayken, yeniden batağa sürüklenmesi, etkileri yıllarca sürecek bir hata olacaktır. Bush yönetiminin Irak işgali öncesinde ileri sürdüğü her şey, öngördüğü her senaryo yalanlanmış durumdadır. ABD, Irak'ta bir batağa saplanmış ve bölgesel düzeyde bütün hesapları yanlış çıkmıştır. Bugün Ortadoğu demokratik rejimlerin egemen olduğu, barışın hüküm sürdüğü bir bölge değildir. Tam tersine İran-Suriye-Hizbullah ekseninde gelişen Amerikan karşıtı Şii İslamcılık giderek güç kazanmaktadır. Irak hızla bir iç savaşa sürüklenirken, İsrail bütün militer gücünü devreye sokmasına karşın "başarısız'Mık batağına batmış durumdadır. ABD yanlısı Arap rejimleri ise bırakın "demokratikleşmeyi", giderek kendi içlerinde gelişen radikal akımlar karşısında iktidarlarını sürdürmekte zorlanmaktadırlar.

Türkiye'nin vereceği karar bu açıdan önemlidir. Tarihsel olarak Osmanlı İmparatorluğumun egemen olduğu bölgede önemli bir "güç" olmak için, her çatışma alanında askeri olarak var olmaya çalışmanın dış politikanın temeli yapılmasını öneren "neo-Osmanlıcı-lık" hem bir hayal hem sonu tehlikeli bir maceradır. Kendi içinde Kürt sorununu çözememiş bir ülkenin Kuzey Irak'ta çözüm araması, kendi içinde ekonomik, sosyal ve siyasal istikrarı yakalayamayan bir ülkenin bölgeye "istikrar" getireceğini iddia etmesi hayaldir.

Kişi başına 3.500 dolar milli gelirle, dünya ticaretinden binde 3 pay alarak, son derece köklü ekonomik ve sosyal sorunlara sahip bir ülkenin bölge gücü olabilmesi mümkün değildir. Dış politika, ulusal gücün ne kadarsa uluslararası gücün de o kadardır katılığının hâkim olduğu bir alandır. Ulusal gücünün üstünde "askeri" üstünlüğe bağlı bir güç arayışı, sonuçta militer bir toplum haline dönüşmeyi ve daha büyük bir askeri güç karşısında ya yenilgiyi ya da teslimiyeti getirir.

Bütün bu nedenlerle Türkiye, Lübnan'a asker gönderme gibi maceralardan uzak durarak 1 Mart tezkeresiyle elde ettiği pozisyonu de-ğiştirmemelidir. Bölgede güç kazanmanın daha etkili yolları vardır.

Örneğin kendi içinde Kürt sorununu demokratik yöntemlerle çözmek, ekonomisini stratejik bir politikayla düzenlemek, demokrasisini derinleştirmek, birtakım boş böbürlenmelerle değil, gerçekten güç sahibi bir ülke haline gelmek... Ve aynı zamanda savaştan değil barıştan medet uman, bunun için çaba gösteren onurlu bir ülke olarak tarihte yerini almak. Yapılması gereken budur

Bülent Forta

bulentforta@birgun.net 20/08/06

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren