SELAM OLSUN ‘TENİ TARÇIN KOKULU ÇOCUKLARA...’ YA DA ‘GENÇLİK MUHALEFETİ’NE!
Geleceğimizi istiyoruz! Bu slogan bizim devrimci gençlerin dilinden düşmedi yıllardır ve şimdi kendi göbeklerini kestiler ve adlarını da yine kendileri koydular: Gençlik Muhalefeti.
Ve yola koyuldular, şöyle dediler:
“Yüzünde karanfil taşıyan çocuklar
atlanın gidiyoruz.
buğulu bir şafak vakti yeniden düşüyoruz yollara.”
Birkaç yıl önce, bu gençler için Refleks dergisine bir yazı yazmıştım; onların “gelecek uzun sürer, hayattan umut kesilmez” başlıklı yazılarına nazire, “geçmiş de uzun sürer; çünkü umuttaki hayat hiç eksilmez” diye başlık attığım bu yazıyla, şimdi, Gençlik Muhalefeti’ni bir kez daha selamlayabilirim:
Benden meşrebime uygun bir yazı istemiştiniz; Refleks dergisi için...
Ne yazsaydım? Kendimi mi? Mesela: baharlara kır oldum okuldan kırdım; kıyılarda çim oldum ırmakta çimdim; sabahları çiğ oldum pişmedim çiğdim; ovalara düz oldum türküler düzdüm; mevsimlerde yaz oldum güneşi yazdım; adsızlara san oldum meşhurum sandım; şirinlere yar oldum dağları yardım; nağmelerde es oldum rüzgârla estim... desem, kendimi anlatmış sayılır mıydım?
Ne yazsaydım? Kendimizi mi? Mesela: saatlerde an olduk devrimi andık; kavgalara yan olduk karakolda yandık; taraklara bez olduk dokunmaktan bezdik; tarihlere yıl olduk tekerrürden yıldık; uykulara düş olduk ütopyadan düştük; yolculara yol olduk dikenleri yolduk; çıplaklara yen olduk burjuva mı yendik... desem, kendimizi anlatmış sayılır mıydım?
Hem bunları söyledik de ne oldu sanki? Karşımıza geçtiler, faşistiz dediler, liberaliz dediler, şuyuz buyuz ama muhafazakârız ve dahi kurallara bağlıyız dediler; ama hep bildik bir türküyü söylediler: iktidara gider iken yağdı da bir çamur, seçmenimin metresi medya medyası hamur, iktidara kanlı da göynek ne güzel yaraşır! ... dediler. Demediler mi?
Öyleyse şimdi boş vereyim bunları. Senin genç yaşındaki uzuun geleceğine nazire, ben de peşimizi terk etmeyen geçmişimizden, geceleri gökyüzüne bakarken seyir eylediğimiz, kayan yıldızlarımızdan medet umayım. Ve şunu hatırlayayım: “Baba” diye sormuştu oğlum Bulut dört yaşındayken; ve gökyüzünün yıldızlarını seyrederken Ayvalık sahillerinde: “Depremde her yer sallandı, nasıl oluyor da bu yıldızlar düşmüyor oradan?” “Yumruklarını sıkmışlardır evladım” diyememiştim; deseydim, elbette anlamazdı. Ama anlayan mutlaka çıkardı vakti zamanında, şimdi de hâlâ çıkar mı? Bilemiyorum. Sanki hep geçmişimizdeymişiz gibi olsun da istiyorum...
sanki biz hep böyleymişiz; sanki hep biz söylermişiz; söylermişiz böyle olduğumuzu; sanki hep sıkarmışız bir yumruklu yıldızı, her karanlığımızda; ve hiç susarmışız her eylül bozgununda...
Yahu arkadaş nedir bu işin sırrı? Yani milyarlarca insan evladının çözemediği bir sırrı çözmeye; ve şimdi inzivamdayken, mecbur muyum şifresini bilmeye, milyar bilinmezli denklemin? Laf aramızda tek çözdüğüm şudur ki, insan sadece içince şairliğini deşifre ediyor ve ayıkken okuyamadığı şiirlerini okuyor sofradakilere; ve sadece münzeviyken kendi mahrem hakikatlerini deşifre ediyor ve toplum içindeyken yazamadıklarını döktürüyor dergilere, bir nevi bir refleks olarak...
Bunları basmakalıp yazdıktan sonra, loş odanın pencere camında kendi aksimi gördüm, hakikaten aksiydim. Bıyığımı çekiştiriyorken yakaladım kendimi ve üstelik gözlüklerim de parlıyordu. Bir an için, heyhat, gözlüklerimin parıltısının ardına gizlenmiş gözlerimin içindeki bir karanlıkla, bir ağıtla karşılaştım. Yazdıklarımızın zulasında, ne denli neşeli ve muzip yazmışsak yazalım, hep bir yerinde, hep bir ağıt da duruyor gibi geliyor bana... Deyip tam da burada bitirebilirim sohbeti... Ya da belki bitirmeden ve şöyle de devam edebilirim:
Yoldaşlar ferman ettiler ki, bu türden sözler, deyişler, refleksler tüzüğe [devrimciliğe] aykırıdır! Eğer tüzüğe aykırı söz makbul değilse, eğer muzipliklerin ve dahi ağıtların tüzüğe uygun olması gerekiyorsa, suçum sabittir. Tüzüğe aykırı muzipçe gülmek ya da ağıtlar düzmek, sınıfsız toplum projesine de aykırıysa, boynum kıldan incedir. Lakin biline ki, sınıfsız ama insansız bir toplumu öngören her tür tüzüğe karşı da isyan edenlerdenim. Sınıfsız ve fakat insansız bir sosyalizm tüzük emriyse, ben bu mektubumda mesela, sosyalistlikten dahi istifa edebilirim.
Yahu gençlersiniz, sizlere kıyamam; mektubumu bitirirken, önce teker teker gözlerinizden ve gözlerinizden öpeyim ve sonra bu tüzük müfettişleriyle ilk olmayan ve son olmayacak kavgamı, izin verirseniz sizlerin de yerine, bırakın bir kez daha tazeleyeyim:
Ben ki, imza, kendimin nostradamusuyum namussuzum; aha işte buraya şerh düşüyorum:
Ey kurallarını isyankâr gençlerin geleceğine pranga pranga atanlar, her türlü refleksi kuralsızlık ve edepsizlik sayanlar! Biliyorum, her zaman bir aradayız; ama çooook uzağınızdayım, inzivalardayım; ama çooook uzağımdasınız, kurallarınızdasınız; oysa her an karşımdasınız; öyleyse her an karşınızdayım; çünkü benzer kelimelerle konuşuyor, benzer kavramlarla düşünüyoruz ya; bir özne, üç sıfat, bir zarf, iki edat, üç bağlaç ve nihayet bir yüklemin fiilinde afili cümleler dahi kuruyoruz ya... Gidip şimdi bir talcit emeceğim; ve cümlenizi hazmedeceğim...
• • •
Sahi, Murathan Mungan başka ne demişti?
“eski sözcüklerin yüklü çağrışımlarını
yanınıza alın
sabahı karşılayın her günkü sabahı
gülümseyin yüzünüzün sığmadığı
kuşlu aynalara
mayın diye gömün yüreklerinizi
ölülerinizi verdiğiniz toprağa
vedalaşın denklerini toplanmış geçmişinizle!
unutmayın göçmen tarihlerden,
yerleşik zulümlerden geçilerek
varıldı yüzyılın eşiğine
...
geçer devran, takvimler el değiştirir.
gün gelir zulüm de göçer
uzağı gören çocuklar bilir
gelecek uzun sürer...”
MELİH PEKDEMİR
Ve yola koyuldular, şöyle dediler:
“Yüzünde karanfil taşıyan çocuklar
atlanın gidiyoruz.
buğulu bir şafak vakti yeniden düşüyoruz yollara.”
Birkaç yıl önce, bu gençler için Refleks dergisine bir yazı yazmıştım; onların “gelecek uzun sürer, hayattan umut kesilmez” başlıklı yazılarına nazire, “geçmiş de uzun sürer; çünkü umuttaki hayat hiç eksilmez” diye başlık attığım bu yazıyla, şimdi, Gençlik Muhalefeti’ni bir kez daha selamlayabilirim:
Benden meşrebime uygun bir yazı istemiştiniz; Refleks dergisi için...
Ne yazsaydım? Kendimi mi? Mesela: baharlara kır oldum okuldan kırdım; kıyılarda çim oldum ırmakta çimdim; sabahları çiğ oldum pişmedim çiğdim; ovalara düz oldum türküler düzdüm; mevsimlerde yaz oldum güneşi yazdım; adsızlara san oldum meşhurum sandım; şirinlere yar oldum dağları yardım; nağmelerde es oldum rüzgârla estim... desem, kendimi anlatmış sayılır mıydım?
Ne yazsaydım? Kendimizi mi? Mesela: saatlerde an olduk devrimi andık; kavgalara yan olduk karakolda yandık; taraklara bez olduk dokunmaktan bezdik; tarihlere yıl olduk tekerrürden yıldık; uykulara düş olduk ütopyadan düştük; yolculara yol olduk dikenleri yolduk; çıplaklara yen olduk burjuva mı yendik... desem, kendimizi anlatmış sayılır mıydım?
Hem bunları söyledik de ne oldu sanki? Karşımıza geçtiler, faşistiz dediler, liberaliz dediler, şuyuz buyuz ama muhafazakârız ve dahi kurallara bağlıyız dediler; ama hep bildik bir türküyü söylediler: iktidara gider iken yağdı da bir çamur, seçmenimin metresi medya medyası hamur, iktidara kanlı da göynek ne güzel yaraşır! ... dediler. Demediler mi?
Öyleyse şimdi boş vereyim bunları. Senin genç yaşındaki uzuun geleceğine nazire, ben de peşimizi terk etmeyen geçmişimizden, geceleri gökyüzüne bakarken seyir eylediğimiz, kayan yıldızlarımızdan medet umayım. Ve şunu hatırlayayım: “Baba” diye sormuştu oğlum Bulut dört yaşındayken; ve gökyüzünün yıldızlarını seyrederken Ayvalık sahillerinde: “Depremde her yer sallandı, nasıl oluyor da bu yıldızlar düşmüyor oradan?” “Yumruklarını sıkmışlardır evladım” diyememiştim; deseydim, elbette anlamazdı. Ama anlayan mutlaka çıkardı vakti zamanında, şimdi de hâlâ çıkar mı? Bilemiyorum. Sanki hep geçmişimizdeymişiz gibi olsun da istiyorum...
sanki biz hep böyleymişiz; sanki hep biz söylermişiz; söylermişiz böyle olduğumuzu; sanki hep sıkarmışız bir yumruklu yıldızı, her karanlığımızda; ve hiç susarmışız her eylül bozgununda...
Yahu arkadaş nedir bu işin sırrı? Yani milyarlarca insan evladının çözemediği bir sırrı çözmeye; ve şimdi inzivamdayken, mecbur muyum şifresini bilmeye, milyar bilinmezli denklemin? Laf aramızda tek çözdüğüm şudur ki, insan sadece içince şairliğini deşifre ediyor ve ayıkken okuyamadığı şiirlerini okuyor sofradakilere; ve sadece münzeviyken kendi mahrem hakikatlerini deşifre ediyor ve toplum içindeyken yazamadıklarını döktürüyor dergilere, bir nevi bir refleks olarak...
Bunları basmakalıp yazdıktan sonra, loş odanın pencere camında kendi aksimi gördüm, hakikaten aksiydim. Bıyığımı çekiştiriyorken yakaladım kendimi ve üstelik gözlüklerim de parlıyordu. Bir an için, heyhat, gözlüklerimin parıltısının ardına gizlenmiş gözlerimin içindeki bir karanlıkla, bir ağıtla karşılaştım. Yazdıklarımızın zulasında, ne denli neşeli ve muzip yazmışsak yazalım, hep bir yerinde, hep bir ağıt da duruyor gibi geliyor bana... Deyip tam da burada bitirebilirim sohbeti... Ya da belki bitirmeden ve şöyle de devam edebilirim:
Yoldaşlar ferman ettiler ki, bu türden sözler, deyişler, refleksler tüzüğe [devrimciliğe] aykırıdır! Eğer tüzüğe aykırı söz makbul değilse, eğer muzipliklerin ve dahi ağıtların tüzüğe uygun olması gerekiyorsa, suçum sabittir. Tüzüğe aykırı muzipçe gülmek ya da ağıtlar düzmek, sınıfsız toplum projesine de aykırıysa, boynum kıldan incedir. Lakin biline ki, sınıfsız ama insansız bir toplumu öngören her tür tüzüğe karşı da isyan edenlerdenim. Sınıfsız ve fakat insansız bir sosyalizm tüzük emriyse, ben bu mektubumda mesela, sosyalistlikten dahi istifa edebilirim.
Yahu gençlersiniz, sizlere kıyamam; mektubumu bitirirken, önce teker teker gözlerinizden ve gözlerinizden öpeyim ve sonra bu tüzük müfettişleriyle ilk olmayan ve son olmayacak kavgamı, izin verirseniz sizlerin de yerine, bırakın bir kez daha tazeleyeyim:
Ben ki, imza, kendimin nostradamusuyum namussuzum; aha işte buraya şerh düşüyorum:
Ey kurallarını isyankâr gençlerin geleceğine pranga pranga atanlar, her türlü refleksi kuralsızlık ve edepsizlik sayanlar! Biliyorum, her zaman bir aradayız; ama çooook uzağınızdayım, inzivalardayım; ama çooook uzağımdasınız, kurallarınızdasınız; oysa her an karşımdasınız; öyleyse her an karşınızdayım; çünkü benzer kelimelerle konuşuyor, benzer kavramlarla düşünüyoruz ya; bir özne, üç sıfat, bir zarf, iki edat, üç bağlaç ve nihayet bir yüklemin fiilinde afili cümleler dahi kuruyoruz ya... Gidip şimdi bir talcit emeceğim; ve cümlenizi hazmedeceğim...
• • •
Sahi, Murathan Mungan başka ne demişti?
“eski sözcüklerin yüklü çağrışımlarını
yanınıza alın
sabahı karşılayın her günkü sabahı
gülümseyin yüzünüzün sığmadığı
kuşlu aynalara
mayın diye gömün yüreklerinizi
ölülerinizi verdiğiniz toprağa
vedalaşın denklerini toplanmış geçmişinizle!
unutmayın göçmen tarihlerden,
yerleşik zulümlerden geçilerek
varıldı yüzyılın eşiğine
...
geçer devran, takvimler el değiştirir.
gün gelir zulüm de göçer
uzağı gören çocuklar bilir
gelecek uzun sürer...”
MELİH PEKDEMİR
arasorbul - 7. Jan, 22:26