"Ölürüm ölürüm aklım sendir"
Yalnız Ruhi Su'ya değil, aynı zamanda emeğe, daha güzel bir dünya umuduna kendini adamış bir insandı Sıdıka Su....18 Ekim sabaha karşı aramızdan ayrıldı...
x
Ah... Sıdıka Su... Aramızdan ayrılış haberini aldığımdan beri o iki harflik sözcüğün, "ah" sözcüğünün içinden neler geldi geçti : Anılar, sevinçler, acılar, dinmek bilmeyen coşkular, endişeler, umutlar... Bir de sert gibi görünüp de içinde hem sorgulamayı, hem de sonsuz bir duyarlığı, şefkati, dayanışmayı, insan sıcaklığını barındıran bakışlar...
Kadın olmak zor zanaattır. Hele Türkiye'de kadın olmak daha da zor... Hele, hele düşünen, düşüncelerini hayata geçirmeye çalışan, bu uğurda çaba veren, bu çabası nedeniyle engellenen, cezalandırılan ama bunlara karşın yine de düşüncelerinden , dünya görüşünden hiç ama hiç ödün vermeyen bir kadınsa...
Kadın olmak zordur. Halkının gönlünde doruğa yerleşmiş bir "Dev"in karısı olmak daha da zor... Sazıyla, sözüyle, sesiyle ama aynı zamanda yaratıcı dehasıyla bunca ünlenmiş bir erkeğin , arkasında değil, önünde hiç değil ama hep yanında, hep yanı başında , hep omuz başında olmanın ve yine de kendi kimliğini, kişiliğini korumanın, birey olarak var olabilmenin güçlüğünü düşünün...
Kadın olmak zor iştir. Ah evet, çok zaman, çok emek, çok direnç tüketen bir "iştir" kadın olmak... Aş parası olmasa da, her gün sofraya bir şeyler konulacaktır, yemek yenecektir, karınlar doyacaktır; eve, çocuklara, eşe, üstlerine başlarına bakılacaktır... Ev sakinleri , kışın soğuktan, sıkıyönetimlerde tehditlerden, tehlikelerden korunacaktır... Sabahları, sokağa, okula, işe, işsizliğe uğurlarken onları, akşamları, üşümesinler diye üstlerini örterken onların, sanki her şey güllük gülistanlıkmış gibi davranılacaktır...
Sıdıka Su, tüm bu zorlukların üstünden gelebilmiş bir insandı.
İşte içime yerleşen "Ah!"ın içinden önce bunlar geçti...
Türkülerle filizlenen
Bursa'da lise öğrencisiyken, Bursa Cezaevinde ziyarete gittiği Nazım Hikmet'in etkisi olmasa yine de Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'ne yine de gider miydi? Bilemiyorum. Ama iyi ki gitmiş. Felsefe Bölümüne girdiğinde yıl 1946'dır. İyi ki girmiş diyorum çünkü fakültenin bir de korosu vardır. Koronun şefi Ruhi Su , koroda türkü söyleyenlerden biri Sıdıka Hanım...
Bir ömür boyu sürecek beraberlik, dayanışma, yoldaşlık, dostluk ve aşk, türkülerle filizlenecekti. Önceleri ikisinin de haberi yoktur ötekinin TKP'li olduğundan... Sıdıka Hanım 1942'de katılmıştır Türkiye Komünist Parti'sine. Ama günün koşullarında, baskı, yasak, gizlilik egemendir. Sonradan bir parti toplantısında karşılaştıklarında tek ortak yanlarının türkülere, müziğe aşkları değil aynı zamanda aynı siyasal mücadelenin içinde olduklarını keşfedeceklerdi...
1951 -52 Yılları... "Büyük Av"... Komünist tevkifatı... Önce Sıdıka Hanım bir sabaha karşı evinden alınıp İstanbul Sansaryan Han'a götürüldü. Birkaç ay sonra Ruhi Su, bir tiyatrocunun ihbarı üzerine opera binasından alınıp götürüldü. (O sırada Ankara Operasında solistti.) Harbiye Cezaevinde üç buçuk yıl kaldılar. (Füsun Akatlı'nın "Bir de Ruhi Su geçti" kitabında, cezaevindeki ilk görüşmelerinde , Ruhi Su'nun Sansaryan Han'daki işkenceden, tanınmaz halde olduğu belirtiliyor. Ancak bu iki insanın uğradıkları haksızlıklardan, asla kahramanlık payı çıkarmadıkları, bunları dillendirmedikleri vurgulanıyor. )
Cezaevinde resmi haberleşme dışında "gayrı resmi" haberleşme yöntemleri de vardı: Ruhi Su türkülerini kadın tutuklulara da duyurmak için daha yüksek perdeden söylerdi. (İki kadın tutuklu vardı: Sıdıka Hanım ve Sevim Belli) İki kadın , koğuştan bahçeye çıkmak için erkek koğuşunun önünden geçerken kullanılan işaret dili... Demir parmaklı pencereden pencereye yanıp sönen ışıklar... Bu ışıklı haberleşmeleri Ruhi Su, tahta kutulara, çantalara çizecek, Sıdıka Hanım bunları nakışlayıp işleyecekti...
O günlerden kalan "Mahsus Mahal" türküsünde Ruhi Su'nun "ölürüm ölürüm aklım sendedir" diye seslendiği ; " Mahsus Mahal derler kaldım zindanda / Kalırım kalırım dostlar yandadır / İki elleri kızıl kandadır kanda / Ölürüm ölürüm aklım sendedir" (...) "Dirliğim düzenim dermanım canım / Solum sağ tarafım imanım dinim / Benim beyaz unum ak güvercinim / Bilirim bilirim kardeş gelen gündedir" diye seslendiği Sıdıka Hanımdan başkası değildir.
Emeğe adanmışlık
Cezaevinde evlendiler. Cezaevinde aşklarını dostluklarını ve mücadelelerini büyüttüler... 1958'de tahliye oldular. O günden sonra sürgün gereği (biri Cumra'ya, öteki Ankara'ya sürgün edilmişti) ayrılıklarını saymazsak birbirlerinden hiç ayrılmadılar. Soğuk savaş yıllarında Türkiye hükümetleri , Ruhi Su'yu, işsizliğe, açlığa, sessizliğe , yokluğa, hiçliğe mahkum etmeye çalıştığı ama başaramadığı bütün o yıllar boyunca aileyi çekip çeviren Sıdıka Su'dur. Plaktan plağa, konserden konsere korolardan korolara Ruhi Su'nun sesini duymamızı sağlayan da odur.
Sıdıka Su deyince , ben kendini yalnızca Ruhi Su'ya adamış bir insanı düşünmüyorum. Kendini önce emeğe adamış bir insanı; daha güzel, daha aydınlık, sömürüsü olmayan bir dünya inancına kendini adamış bir insanı düşünüyorum. Ruhi Su'nun aramızdan ayrılışından sonra (1985) kurucusu ve başkanı olduğu Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı'yla gerçekleştirdikleri , bu düşüncemi güçlendiriyor.
Bugün Sıdıka Su ve Ruhi Su'ya hayatı zindan edenleri, hayatı zindan etmeye çalışanların hiç birinin esamesi okunmuyor. Ama Sıdıka Su ve Ruhi Su adları, eserleri, dünyayı yorumlama biçimleri, kuşaktan kuşağa geçiyor.
Zeynep Oral
Cumhuriyet- 20 Ekim 2006
x
Ah... Sıdıka Su... Aramızdan ayrılış haberini aldığımdan beri o iki harflik sözcüğün, "ah" sözcüğünün içinden neler geldi geçti : Anılar, sevinçler, acılar, dinmek bilmeyen coşkular, endişeler, umutlar... Bir de sert gibi görünüp de içinde hem sorgulamayı, hem de sonsuz bir duyarlığı, şefkati, dayanışmayı, insan sıcaklığını barındıran bakışlar...
Kadın olmak zor zanaattır. Hele Türkiye'de kadın olmak daha da zor... Hele, hele düşünen, düşüncelerini hayata geçirmeye çalışan, bu uğurda çaba veren, bu çabası nedeniyle engellenen, cezalandırılan ama bunlara karşın yine de düşüncelerinden , dünya görüşünden hiç ama hiç ödün vermeyen bir kadınsa...
Kadın olmak zordur. Halkının gönlünde doruğa yerleşmiş bir "Dev"in karısı olmak daha da zor... Sazıyla, sözüyle, sesiyle ama aynı zamanda yaratıcı dehasıyla bunca ünlenmiş bir erkeğin , arkasında değil, önünde hiç değil ama hep yanında, hep yanı başında , hep omuz başında olmanın ve yine de kendi kimliğini, kişiliğini korumanın, birey olarak var olabilmenin güçlüğünü düşünün...
Kadın olmak zor iştir. Ah evet, çok zaman, çok emek, çok direnç tüketen bir "iştir" kadın olmak... Aş parası olmasa da, her gün sofraya bir şeyler konulacaktır, yemek yenecektir, karınlar doyacaktır; eve, çocuklara, eşe, üstlerine başlarına bakılacaktır... Ev sakinleri , kışın soğuktan, sıkıyönetimlerde tehditlerden, tehlikelerden korunacaktır... Sabahları, sokağa, okula, işe, işsizliğe uğurlarken onları, akşamları, üşümesinler diye üstlerini örterken onların, sanki her şey güllük gülistanlıkmış gibi davranılacaktır...
Sıdıka Su, tüm bu zorlukların üstünden gelebilmiş bir insandı.
İşte içime yerleşen "Ah!"ın içinden önce bunlar geçti...
Türkülerle filizlenen
Bursa'da lise öğrencisiyken, Bursa Cezaevinde ziyarete gittiği Nazım Hikmet'in etkisi olmasa yine de Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'ne yine de gider miydi? Bilemiyorum. Ama iyi ki gitmiş. Felsefe Bölümüne girdiğinde yıl 1946'dır. İyi ki girmiş diyorum çünkü fakültenin bir de korosu vardır. Koronun şefi Ruhi Su , koroda türkü söyleyenlerden biri Sıdıka Hanım...
Bir ömür boyu sürecek beraberlik, dayanışma, yoldaşlık, dostluk ve aşk, türkülerle filizlenecekti. Önceleri ikisinin de haberi yoktur ötekinin TKP'li olduğundan... Sıdıka Hanım 1942'de katılmıştır Türkiye Komünist Parti'sine. Ama günün koşullarında, baskı, yasak, gizlilik egemendir. Sonradan bir parti toplantısında karşılaştıklarında tek ortak yanlarının türkülere, müziğe aşkları değil aynı zamanda aynı siyasal mücadelenin içinde olduklarını keşfedeceklerdi...
1951 -52 Yılları... "Büyük Av"... Komünist tevkifatı... Önce Sıdıka Hanım bir sabaha karşı evinden alınıp İstanbul Sansaryan Han'a götürüldü. Birkaç ay sonra Ruhi Su, bir tiyatrocunun ihbarı üzerine opera binasından alınıp götürüldü. (O sırada Ankara Operasında solistti.) Harbiye Cezaevinde üç buçuk yıl kaldılar. (Füsun Akatlı'nın "Bir de Ruhi Su geçti" kitabında, cezaevindeki ilk görüşmelerinde , Ruhi Su'nun Sansaryan Han'daki işkenceden, tanınmaz halde olduğu belirtiliyor. Ancak bu iki insanın uğradıkları haksızlıklardan, asla kahramanlık payı çıkarmadıkları, bunları dillendirmedikleri vurgulanıyor. )
Cezaevinde resmi haberleşme dışında "gayrı resmi" haberleşme yöntemleri de vardı: Ruhi Su türkülerini kadın tutuklulara da duyurmak için daha yüksek perdeden söylerdi. (İki kadın tutuklu vardı: Sıdıka Hanım ve Sevim Belli) İki kadın , koğuştan bahçeye çıkmak için erkek koğuşunun önünden geçerken kullanılan işaret dili... Demir parmaklı pencereden pencereye yanıp sönen ışıklar... Bu ışıklı haberleşmeleri Ruhi Su, tahta kutulara, çantalara çizecek, Sıdıka Hanım bunları nakışlayıp işleyecekti...
O günlerden kalan "Mahsus Mahal" türküsünde Ruhi Su'nun "ölürüm ölürüm aklım sendedir" diye seslendiği ; " Mahsus Mahal derler kaldım zindanda / Kalırım kalırım dostlar yandadır / İki elleri kızıl kandadır kanda / Ölürüm ölürüm aklım sendedir" (...) "Dirliğim düzenim dermanım canım / Solum sağ tarafım imanım dinim / Benim beyaz unum ak güvercinim / Bilirim bilirim kardeş gelen gündedir" diye seslendiği Sıdıka Hanımdan başkası değildir.
Emeğe adanmışlık
Cezaevinde evlendiler. Cezaevinde aşklarını dostluklarını ve mücadelelerini büyüttüler... 1958'de tahliye oldular. O günden sonra sürgün gereği (biri Cumra'ya, öteki Ankara'ya sürgün edilmişti) ayrılıklarını saymazsak birbirlerinden hiç ayrılmadılar. Soğuk savaş yıllarında Türkiye hükümetleri , Ruhi Su'yu, işsizliğe, açlığa, sessizliğe , yokluğa, hiçliğe mahkum etmeye çalıştığı ama başaramadığı bütün o yıllar boyunca aileyi çekip çeviren Sıdıka Su'dur. Plaktan plağa, konserden konsere korolardan korolara Ruhi Su'nun sesini duymamızı sağlayan da odur.
Sıdıka Su deyince , ben kendini yalnızca Ruhi Su'ya adamış bir insanı düşünmüyorum. Kendini önce emeğe adamış bir insanı; daha güzel, daha aydınlık, sömürüsü olmayan bir dünya inancına kendini adamış bir insanı düşünüyorum. Ruhi Su'nun aramızdan ayrılışından sonra (1985) kurucusu ve başkanı olduğu Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı'yla gerçekleştirdikleri , bu düşüncemi güçlendiriyor.
Bugün Sıdıka Su ve Ruhi Su'ya hayatı zindan edenleri, hayatı zindan etmeye çalışanların hiç birinin esamesi okunmuyor. Ama Sıdıka Su ve Ruhi Su adları, eserleri, dünyayı yorumlama biçimleri, kuşaktan kuşağa geçiyor.
Zeynep Oral
Cumhuriyet- 20 Ekim 2006
arasorbul - 30. Okt, 11:57
Trackback URL:
https://akpinar.twoday.net/stories/2869380/modTrackback