Solum, sol tarafım ya da yolunu kaybedip hayatını kazananlar
Bugüne dek hep sol halkın fotoğrafını çekti. Sınıf tahlilleri yaptı; "küçük burjuvazi şudur, proletarya budur" dedi. Bu arada sol elbette kendi fotoğrafını da çekti. Kendi dışındaki solu kıyasıya eleştirdi, ara sıra özeleştiri yaptı. Bu özeleştirilerin en anlamlısı "kendi iç sorunlarımızla, tartışmalarımızla boğulmayalım, yüzümüzü halka dönelim" şeklinde olanı. Peki sol yüzünü halka dönünce ne olacak? Bu kez halk solun yüzünü görecek, yani onun fotoğrafını çekme imkanına sahip olacak! Halkın kadrajından görünen solculuk pek yakışıklı ya da güzel olmasa gerek.
Eskiden, yani 1970'li yıllarda, kahveye bir solcu geldiğinde, hemen herkes onun masasının etrafında toplanırdı... "Akıllı adamdır, memleket meselelerini bilir" denirdi. Solcunun, devrimcinin önerdiği yapılırdı-yapılmazdı ayrı bir şey... Ama solcu olmak, toplum içinde itibarlı bir yere sahip olmaktı... Şimdi? Mesela kendine solcu diyen bazı örgütlere bakınca, halkın indinde Hizbullah ile bu tür çok harfli sol, devrimci örgütler arasında bir fark var mı? Solcu olmanın bir itibarı var mı?
Tanıl Bora geçen gün köşesinden beni de "bu minval üzere" dürtükledi... Sol adına yapılması gerekenler, geçmişte yaptıklarımızın basit tekrarı değil ama, şu hususta artık mutabıkız: İslamcılar bizim yaptıklarımızı taklit ettiler başarılı oldular, bu arada biz geçmişte yaptıklarımızı da unuttuk... Günlük maişet derdine düştük, yolunu kaybedip hayatını kazananlar kategorisine girdik. Bari hiç olmazsa, kendi hafızalarımızı tazeleyelim.
Tarikatçılığı boş verin ama "komünist" ne demektir? Komün-ist, yani komüncü olmak değil mi? Komün ise en kısa tarifiyle eşit ve özgür ilişkiler kurarak ortaklaşa ve dayanışarak yaşamak... Peki bugün bu özelliğe haiz hangi sol sendikal çalışma var? Hangi siyasi parti? Solculuk sadece meydanlara çıkıp bir takım özgürlük taleplerinde bulunmaktan; sol sendikacılık sadece üyelerinin ekonomik menfaatlerini korumak için yasal düzenlemeleri eleştirmekten mi ibaret?
Haydi bunları geçelim ve başka bir şey soralım: Bu ülkenin insanlarının en başta gelen derdi nedir? Geçim derdi! Madem birey olarak solcuların çoğu da hayatını kazanmak için didinmek zorunda. Öyleyse.. Yaşadıkları sokakta kendi aralarında "komün" yaşantısı benzeri bir tarzı neden akıl etmezler ki? Her şeyden önce, ele verir talkını... durumundan kurtulmak için. Mesela, kış geldi işte... Toptan, ortaklaşa kömür alıp ucuza getirebilirler. Bakkaldan, manavdan alışveriş yapmak yerine, bir kamyonet tutup ihtiyaçlarını halden ve toptancıdan ortaklaşa karşılayabilirler. Her gün eve et almak mümkün olmadığından, ayda yılda bir ortaklaşa koyun almak, eğer müsaitse mahallenin ortasında şölen düzenler gibi kavurmasını yapmak... Kimi zaman ortak kazan kaynatmak... Ya da apartman ortamına müsait benzeri güzellikler peşinde koşmak. Bunları yaparken, içimizden ve belki de "dışımızdan", parası yetmeyenleri de bu şölene katmak... Pek mi akıl dışı? Pek mi ütopik? Yoksa bunları da "devrim sonrasına" mı ertelemeli? Yoksa bunları yapınca bizi devrimden, devrimcilikten vazgeçmiş mi sayarlar?
Biliyorum, bunlar pek naif ya da düpedüz saftorik, aykırı öneriler olarak görülecektir. Solculuğun kendisi de zaten naiflik, saftoriklik (dürüstlük!) ve aykırılık değil midir? Ama şurası var ki, iktisadi sorunlarını (geçim derdini!) beraber çözebilenler, diğer sosyal ve kültürel dayanışmanın çeşitli biçimlerine de dört elle sarılma alışkanlığı edinirler. Bu komüncü alışkanlıkla, mahalledeki cenaze, düğün, şenlik gibi her topluluksal olayın içinde en önde yer alabilirler. Siyaset yaptıklarında da inandırıcı olurlar. Çünkü durdukları yerde sosyalleşmişlerdir; bencilliklerini törpülemişlerdir. Peki bundan ne çıkar?
Merak etmeyin, mutlaka mahallenin kahvesinde biri kalkar şöyle der: Ey millet duydunuz mu? Filanca sokaktakiler kafayı yemiş herhalde, kendilerine solcu diyorlarmış ve şöyle şöyle işler yapıyorlarmış. Okey oynayanlar mutlaka başlarını kaldırır ve bu tuhaf dedikoduyu dinlerler. Solculuğun itibarına hiç olmazsa bir kertik atılmış olur...
Geçen hafta gerçi şu "dışarıdan bilinç" konusunda ileri geri laflar ettim ama, ben de farkındayım, bu iş bu kadar basit değil. Lakin mevcut durumda, gelinen noktada, eskisi gibi olmayacağını anlatacak kadar da basit işte. Solcu aydınlar ile halk arasındaki ayrım kuşkusuz sürecek... Halkımız da kuşkusuz gökten vahiy inip kendiliğinden bilinçlenmeyecek. Dışarıdan bilinç taşıma stratejisi üzerine kurulu toplum mühendisliğinin inşaatları çöktüğüne göre; mühendislerin amele, amelelerin de mühendis olabileceği bir başka inşaat üzerine kafa yormak, başka tür bir bilinçlenme tarzı araştırmak... İşte yeni tarz solculuk da böyle bir şey olsa gerek; ve bunun için ve daha çook yorulmak ve tartışmak gerek. Ah bir de kısa yazmayı becerebilsem...
Malumunuz burjuvazi kendi sorunlarını çözerken bizim fikrimizi sormuyor; yani Müftüoğlu acep bu konuda önceden ne demişti, ona bakmıyor... Adamlar bildiğini yapıyor ve bize de şimdilik onların yaptığını "okumak" düşüyor, okumasını bilene... Nesnel durum maalesef böyle... Ayrıca ben "demokratik devrim tamam şimdi sıra sosyalist devrime geldi" dememiştim ki; burjuva demokrasisinin "programı" tepeden ve dışarıdan şekilde tamamlandı, demiştim... Yani Türkiye'de AB'ye üye olunsa da, olunmasa da "de jure" düzeyde bu program tamamlanmıştır. Mevzuya sosyalizmin sona ermiş bir tarihsel dönemi zihniyetiyle bakılınca elbette her demokratik devrimden söz edenin akabinde sosyalist devrimden de söz edeceği sanılır. Ya da kısaca şöyle diyeyim; benim bir mesleğim de "terecilik"tir...
Melih Pekdemir 05/12/04
"Dev-Yol Davası Baştan Sona Siyasi Bir Dava"
Melih Pekdemir, 20 yıldır süren Ankara Devrimci Yol Davası'ndan kararları Yargıtay'ca bozulunca yeniden yargılanarak önce idam çarptırılan, sonra cezaları müebbet hapse çevrilen 20 sanığından biri. Pekdemir'in, savunmasını yayımlıyoruz.
BİA Haber Merkezi
18.07.2002 Melih PEKDEMİR
BİA (Berlin) - 1989 yılında bu davanın ilk aşaması nihayete ererken kapsamlı bir siyasi savunmaya ihtiyaç duymuştuk. Ekleri hariç, kitap ebadıyla 726 sayfa olan bu ortak savunmayı mahkemeye sunduk; bu savunmamız yayınlandı ve yıllardır Türkiye'nin en çok okunan kitapları arasındaki yerini koruyor.
2002 yılı itibariye şu ülkede yeniden siyasi bir savunma yapmaya en az ihtiyaç duyanlar varsa, o da bizler olmalıyız. Çünkü savunmamızda ortaya koyduğumuz her şey zaman içinde ispatlandı; öyle ki, Kenan Evren dahi ünlü iddialarından vazgeçti ve hatta kimi zaman özeleştiri bile yapıyor.
Ecevit ve Demirel yıllar sonra bizim kendileri hakkında söylediklerimizi bir memleket gerçeği olarak kabul ettikleri ve hatta kimi zaman tekrarladıkları ölçüde siyasete yeniden dahil olabildiler. Ve nihayet Amerika Birleşik Devletleri (ABD) elçilerinin hatıralarında bile ifşa edilen emperyalist politikalar, Gladio adıyla deşifre olan kontr gerilla, Derin Devlet denilen illegal ilişkileri açığa vuran Susurluk, ve bitmeyen Hortumlamalar... Devlet Güvenlik Mahkemesi(DGM) savcısı Talat Şalk'ın Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası ve Avrupa Birliği'ne (AB) yazı yazıp "beyaz enerji" operasyonuyla ilgili belgeleri istemesi...
Oysa bizlere 20 yıl önce bunlara karşı çıktığımız için terörist denilmişti ve bundan dolayı yargılanmıştık ve mahkum edilmiştik. Mahkum edilmiştik; çünkü 12 Eylül zihniyeti revaçtaydı. Bizi mahkum eden ise hukuk değil 12 Eylül zihniyetiydi. Oysa şimdi önüne gelen herkes 12 Eylül zihniyetini mahkum ederek söze başlıyor....
Ve biz mahkumiyeti tescil edilmiş bir zihniyetin 20 yıl önceki iddianamesi dikkate alınarak, bir kez daha mahkum edilmek isteniyoruz. Mahkumların zihniyeti, iddiaları kanıtlanmış olan bizleri mahkum ediyor. Bunda bir terslik yok mu? Ne zamandan beri mahkumlar yargılayabiliyor; ve yargıları tarih önünde ispatlanmış olanlar, mahkum edilmiş bir zihniyet tarafından mahkum edilebiliyor?
Suç ve Ceza!
Suçlu olan, kendi cezasını bu suçu herkesten önce ortaya çıkarmış olana vermek istiyor! Çünkü 1982 yılında kaleme alınan ve yargılanmamıza neden olan iddianamenin siyasi özü tam bir atfı cürümden ibarettir! Ve aradan geçen 20 yıl içinde inandırıcılığı bakımından cürümü kadar yer bile yakamamıştır. Sadece, yüzlerce genç insanın yıllarca cezaevinde çürütülmesine yaramış ve maksadını hasıl etmiştir. Ya da etmemiştir. Etmemiştir ki, şu anda 22 genç olmayan insan yıllar sonra bir kez daha yakılarak, atfı cürümde ısrar edilmek istenmektedir.
Peki ama ispat edilmek istenen nedir? Hukukun üstünlüğü mü? Suçlu olanın cezasız bırakılamayacağı mı?
............
Susurluk'un ne olduğunu elbette biliyorsunuzdur. Hala gazetelerde tefrika ediliyor. Banka hortumlayanlardan da mutlaka haberdarsınızdır. DGM'lerdeki bazı dosyalar belki sizlerin önüne gelecek. Çünkü onların bile DGM'lik suç işlemediklerine kanaat getirildi. Sizlere bildiğiniz şeyleri tekrarlamayacağız.
Çünkü sizler de bilirsiniz ki, bu ülkede, özellikle 12 Eylül dönemindeki sıkıyönetim mahkemelerinin, bizzat 12 Eylülcülerin kaleme aldığı Anayasa'ya bile aykırı olduğunu hukuka bağlı bir çok insan söyledi ve yazdı. (Bu tartışmalar öyle bir boyuta ulaştı ki, üç yıl kadar önce, İmralı'da görülen bir davada bile, askeri hakim üye heyetten çekilmek zorunda kaldı.)
Ve bizler, sıkıyönetimin artık olmadığı koşullarda, bir sıkıyönetim mahkemesi tarafından mahkum edildik.
Oysa, sıkıyönetim sona erdikten sonra bu mahkemelerin görevlerine devam etmesine imkan tanıyan bir yasa hükmü, 1972 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmişti. Ve bizler, 12 Eylül MGK'sinin yayınladığı bir fetvaya dayanılarak, görevine devamında lüzum görülen bir sıkıyönetim mahkemesi tarafından cezalandırılmıştık.
Bizi yargılayan mahkemeye verecekleri kararın peşinen Anayasaya aykırılıkla malul olacağını söylemiştik; onlar ise malul bir karar alabilmeyi kendi hukuk anlayışlarında makbul görmüşlerdi. Bu onların sorunuydu. Ama 20 yıl sonra, bu sizlerin de sorunu değil mi sayın yargıçlar? Bu sorunun çözümü ise şimdi bu ülkede sizlerden başka kimsenin elinde bulunmuyor! Fetvalara mı dayanılacak, Anayasanın amir hükümlerine mi, hukuka mı dayanılacak? Uluslar arası anlaşmalar hala geçersiz mi sayılacak?
12 Eylülcüler; Türkiye'nin yıllar önce imza atmış olduğu ve Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarafından onaylanarak bir iç hukuk normu haline de gelmiş olan uluslar arası bir anlaşmayı, "İşkence ve Başkaca Zalimce, İnsanlık Dışı ya da Onur Kırıcı ya da Cezaya Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesini" dış politika bakımından yok saymaya cüret edememişlerdi ve hukuken bu sözleşme biz yargılanırken de yürürlükteydi.
Ama iç politika bakımından, 12 Eylülcülerin sicil verdiği emir komuta zincirindeki askeri mahkeme bu sözleşmeyi hiçe saymayı bir vazife addetmişti. Durumdan vazife çıkarmış; "emniyet ifadelerimizin işkence ile alındığına dair delillerin toplanması" talebimizi, "vicdani delil" gerekçesiyle reddedebilmişti. Emir komuta içinde çalışmayan bağımsız yargıçlar olarak sizler daha iyi bilirsiniz: Vicdani delil sistemi, ifadelerin işkence ile alındığı konusundaki delillerin toplanması ihtiyacını ortadan kaldırabilir mi? Hakkımızda mahkumiyet veren sıkıyönetim mahkemesi, daha ilk adımda, Esas Hakkındaki kararını oluştururken, sizce de çok önemli bir usul hatasını taammüden işlemiş sayılamaz mı?
1989 yılında, BM İşkence Sözleşmesi'nin hükümlerini uygulamayan bir sıkıyönetim mahkemesi işkence ifadelerine dayanarak idam cezaları verirken; zamanın hükümet yetkililerinin dış kamuoyuna Türkiye'de işkence yapılmadığının kanıtı olarak, "biz BM İşkenceyi Önleme Sözleşmesini imzaladık" sözünü tekrarladıklarını da biliyor muydunuz?
Peki bu garabeti, "dönemin gereğidir" diye tarih sayfalarına bıraktık diyelim; 20 yıl sonra, işkence altında alınmış ifadelere dayanarak karar verebilmek bir yana, TBMM'de Anayasa reformu yapılmışken, AB normlarına uygun şekilde idam cezası kaldırılırken, hangi hakim, hangi hukukçu işkencenin devamından yana tavır alabilir? Bari 20 yıl sonra, şu ülkede işkenceye uğrayanın değil işkencenin mahkum edilmesi hala mümkün olmayacak mı?
1989 yılında, aylarca-yıllarca en ağır işkenceleri yaşamış insanlar olarak, hem de bizi dinlemeyen bir sıkıyönetim mahkemesinden; bütün yargıçlara, bütün gerçek hukukçulara seslenmiştik: İşkenceye karşı çıkın! İşkence ifadelerinin kanıt olarak kullanılmasına karşı çıkın! İşkenceyi durdurun!
Sesimizi duyurabilmiş miydik?
Bilmiyoruz; o karanlık günlerde sizler de birer hukukçu olarak sesimizi duymuş muydunuz; ama şunu biliyoruz ki, bu çağrıyı yıllar sonra yinelemek, bağımsız yargıçlar tarafından yargılandığımıza inandığımız bir Ağır Ceza mahkemesinde herkesten çok bizim ağırımıza gidiyor.
Bütün bunları bildiğinize inanmak istiyoruz ve bu yüzden sizlere bildiğiniz şeyleri tekrarlamayacağız. Fakat bir ihtimal, boynumuza ilmek atılmak iddiasıyla yargılandığımız bu mahkemede de, bilmediğinize inandığımız bazı hususları hatırlatmak boynumuzun borcudur.
Bu davanın 12 Eylülün bir ürünü olduğunu biliyorsunuz; ama bu dönemde açılan bütün davaların hazırlık soruşturmalarının, emniyet müdürlüklerinde yürütülen işkenceli sorgulamaların tam 90 gün sürdüğünü de hatırlıyor musunuz?
Bizzat devletin açıklamasına göre, bu soruşturmalarda 175 kişinin işkencelerde resmen öldürüldüğünü de biliyor musunuz? Kenan Evren'in verdiği "asmayalım da besleyelim mi" direktifiyle sıkıyönetim mahkemelerinin peş peşe idam cezaları kestiğini unutmamışsınızdır.Bu yıllarda yaptığı bir ABD gezisinde, Amerikalı gazetecilerin sorusu üzerine aynı Kenan Evren'in 1980-86 tarihleri arasında işkence yaptıkları iddiasıyla 9337 görevli hakkında 5602 dava açıldığını, 1401 davada 2294 devlet görevlisine işkence yapmaktan ceza verildiğini açıklamaya mecbur kaldığını da duymuş muydunuz?
Devrimci Yol davasının hazırlık aşamasını oluşturan emniyet soruşturmasının, hemen hepsi MHP'li olan DAL grubuna mensup, işkenceci polisler tarafından yürütüldüğünü de biliyor musunuz? Ama mutlaka, o yıllarda DAL grubunun şefi olan Kemal Yazıcıoğlu'nun, Türkeş vefat ettiğinde açılan taziye defterine; "Başbuğum, ne öğrendiysem sizden öğrendim" diye yazdığını ve altına "oğlun Kemal" diye imza attığını hatırlarsınız.
Elbette Türkeş'in oğlu Kemal'in öğrendikleri sayesinde bizden aldığı işkenceli ifadelerden hazırladığı emniyet fezlekesinin, çoğu yerinde virgülüne bile dokunulmadan hakkımızda düzenlenen iddianame haline getirildiğini bilemezsiniz; çünkü bu mahkemenin yargıcı ya da savcısı olmama şansına sahiptiniz. Ama sadece Ankara Devrimci Yol Davası ile ilgili olarak 1980-82 yılları arasında yürütülen soruşturmalar sırasında, gördüğü işkence sonucu 4 arkadaşımızın hayatını kaybettiğini öğrenseydiniz, peki sizler nasıl karar verirdiniz?
Hürriyet gazetesinde, 17 Aralık 1987 tarihinde, Devrimci Yol davasının iddianamesini hazırlayan sıkıyönetim başsavcısı Nurettin Soyer'in emekliye ayrıldıktan sonra yaptığı açıklamaları okumuş muydunuz?
Soyer ifşaatında, bu davadan yargılanan pek çok sanıkta, gördükleri işkenceler sonucunda ortaya çıkan sakatlık ve hastalıkların hala sürmesine, bu konuda bazı sanıklar için verilmiş doktor raporları ya da revir işlemleri bulunmasına rağmen, cezaevi yöneticileri ve sıkıyönetim komutanı Recep Ergün tarafından işkenceci polisler hakkında soruşturma açılmasının engellendiğini söylemişti; bu engellemelere rağmen açılan davalarda ise, işkenceci polislerin ceza almasını önlemek için mahkemelere baskı yapıldığını da itiraf etmişti.
Pişmanlığını dile getirmişti. DAL grubuna mensup 36 polis görevlisi hakkında dava açabilmiş ve bunlardan sadece 6'sına göstermelik cezalar verilmişti.
Peki sizler neyi tercih ederdiniz; bu baskılara boyun eğerek, ancak emekliliğinizden sonra pişmanlığınızı dile getirmeyi mi; yoksa, bu ifadeleri hiçe sayarak hukukun gerektirdiği bir yargılama sürecinin gerçekleşmesini mi? Ama bu sorunun cevabı 20 yıl sonra da geçerlidir sayın yargıçlar. Evet, hangisi?
Sayın yargıçlar; önünüzde 2 kamyonet dolusu, onbinlerce sayfa tutan 775 civarında klasörden oluşan bir davanın durduğunun siz de farkındasınız, biz de farkındayız. Sizlerden bütün bunları teker teker incelemenizi talep etmek, hukuken hakkımız olsa bile, bunun maddeten imkansız olduğunu çok iyi biliyoruz.
Ama şu anda aynı suçlamalar ve aynı delillerle hakkımızda şu ya da bu kararı vermek üzereyken; emniyet soruşturmaları sırasında hazırlanan ifade, yer gösterme, teşhis vb. tutanaklarından pek çoğunun usulsüz olarak hazırlandığını siz de bilmek; ya da bu iddiamızı hiç olmazsa hakkında karar vereceğiniz 22 sanık bakımından araştırmak zorunda değil misiniz?
20 yıl önce sıkıyönetim mahkemesinde yargılanırken, yer gösterme tutanaklarında hazır olarak imzası bulunan tanıklardan, evet tanıklardan 26'sı kendilerine boş kağıda imza attırıldığını; 54'ü sanık anlatımlarını duymadan, tutanakta ne yazıldığını bilmeden ve okutulmadan imzalarının alındığını duruşmalarındaki ifadelerinde anlatmışlardı.
Sıkıyönetim mahkeme heyeti, duruşmalarda yüzlerine söylenen bu tanık ifadelerini hiç mi hiç dikkate almadılar. Peki sizler, dosyalardaki bu duruşma tutanaklarını okumakla mükellef olan sizler de mi dikkate almayacaksınız? Dahası da var: Tanıklardan 4?ü ise kendi önlerinde sanıkların polisler tarafından dövüldüğünü, fiziki görünüşlerinden işkence gördüklerinin anlaşıldığını söylemişlerdi. Sizleri inandırabilmek için bu tanıkları yıllar sonra nereden bulabiliriz; duruşma tutanaklarını incelemenizi talep etmekten başka?
İlgili emniyet ifadelerine bakın şunu göreceksiniz: Bu soruşturmalarda, emniyet teşkilatı henüz bilgisayar ortamına geçmediğinden olsa gerek, tek bir suçlamanın ayrı ayrı çok sayıda sanığa ya da farklı farklı sanık gruplarına işkence marifetiyle kabul ettirildiğine dair tam 121 olay bulunmaktadır. Peki bu traji komik durumu, bugünkü teknoloji olsa emniyet bu bariz hataları yaparak kendi işkencelerini belgelemezdi diyerek geçiştirelim; ama sizler şimdiki teknolojiyle ve hukuk anlayışınızla, "ben yaptım" diye ifade verdikleri olay tarihinde başka bir yerde, hapiste, karakolda veya yurt dışında olduğu ortaya çıkmış olan pek çok sanığın yer aldığı bir davada, tıpkı sıkıyönetim mahkemesi gibi "madem ben yaptım, demiş öyleyse itiraf etmiş sayılır" şeklinde bir kanaatle, benzer bir hükme varabilecek misiniz? Buna vicdanınız el verecek mi?
Mahkemenizde görevli sayın savcının sizlerin karar vermenize hukuki katkıda bulunmak üzere mütalaasını hazırlarken, hiçbir klasörün kapağını açmadığını söylediğimiz zaman, ona haksızlık etmiş sayılmamalıyız; sadece böyle bir şeyi bu kadar sürede yapmasının imkansız olduğunu teslim etmiş sayılmalıyız.
Sayın savcının bu tutumunun, kuşkusuz, dönemin askeri savcılığı tarafından yapılan soruşturmanın genellikle işkence ifadelerinin doğrulatılması çabası ve zorlamasından ibaret olmasıyla hiçbir alakası ve benzerliği yoktur. Ama bir sivil savcının, 20 yıl önce askeri savcılık makamının nasıl bir soruşturma yürüttüğünü merak etmesi gerekmez miydi?
Bize göre, mütalaasında böyle bir soruşturmanın gölgesinin bulunması bile bağımsız ve sivil hukuk anlayışı bakımından son derece rencide edici bir etken sayılmalıydı. Çünkü, askeri savcılık makamının, soruşturmanın hatta yargılamanın devam ettiği bir sırada cezaevinde tutuklu bulunan sanıkları bizzat kendileri sorgulamak yerine, işkenceyle sorgulanmak üzere emniyete gönderdiklerini hiç mi bilmiyordu?
Şimdiki sorgularımızda elbette böyle bir sorun yok. Ama şimdi bizden, savcılık tarafından işkenceyle sorgulanmak üzere tekrar emniyete gönderilmemiş olmamızdan dolayı halimize şükretmemiz de istenmesin. Çünkü biz bazı arkadaşlarımızın mahkemede sorgusu yapıldıktan sonra, askeri savcılık makamı tarafından emniyete gönderilerek, aynı konuda yeniden işkenceye tabi tutulduklarını unutmadık.
Sıkıyönetim mahkemesi ise daha önce kendi huzurlarında bilgisinin bulunmadığını açıkladığı bir olay hakkında, aynı sanığın daha sonra işkence ile olayı kabul ettiğini belirten ifadesi önüne geldiğinde bu durumu hiç yadırgamamış ve eli titremeden mahkumiyet kararını verebilmişti. Biz bu mahkumiyetleri de çektik; ama şimdi yeniden mahkum edilerek bazılarımızın heyetiniz tarafından tekrar cezaevine gönderileceği ihtimalini düşündükçe, gerçekten de sürrealist bir durumla karşı karşıya bulunduğumuza inanıyoruz..
Sürrealizm, baskı dönemlerinde yadırganmayabilir. Ama şimdi realist olmak istiyoruz, hukuk istiyoruz. Sürrealist bir sıkıyönetim mahkemesinde, gerçeklerin açığa çıkarılması için yaptığımız soruşturmanın derinleştirilmesi talepleri elbette reddedilecekti; yargılama elbette sadece polis suçlamaları ve işkence ifadeleri çerçevesinde yürütülecekti.
Ama sayın yargıçlar; şimdi sizlere, 20 yıl önceki yargılama sürecinde dinlenen 1582 tanıktan 405'inin işkence ifadelerini alan, yer gösterme vb. tutanakları düzenleyen polisler, 322'sinin şikayetçiler ve sadece 23'ünün savunma tanığı olduğunu hatırlattığımız zaman, böyle bir yargılamayı yadırgamayacak mısınız? Kendinizi böyle bir yargı sürecinin devamı olarak görmekten alıkoyabilmeniz için yapabileceğiniz hiçbir şey yok mudur?
Yapacağımızı yapıyoruz işte, diyebilirsiniz; ve haklı da olabilirsiniz. Gerçekten de, mahkemenizde görülen duruşmalarımız bütünüyle olağan koşullarda ve hukuk şemsiyesi altında devam ediyor. Yani 20 yıl önceki gibi, bir askeri cezaevinin tecrit hücrelerinde, işkence altında tutulmuyoruz. Mahkemenize coplanarak getirilmiyoruz. Duruşma salonun arkasındaki yakınlarımıza dönüp bakmamız yasak değil.
Oysa 20 yıl önce arkamıza bakıp annelerimize gülümsememizin bile cezası haftalarca tabutluklara atılmak olarak verilirdi. Burada yargılanırken, şükürler olsun ki, hiç birimiz duruşmamız esnasında dövüldüğümüz için hastanelik olmadık. Oysa 20 yıl önce, aralarında bazılarımızın da bulunduğu pek çok sanığın başına bunlar geliyordu. Bu haller yüzünden sorgularının yarım kalmış olduğu hususu, sizlerin incelemesine maddeten imkan bulunmayan duruşma tutanaklarında dahi mevcuttur dersek; bize inanmaz mısınız?
Bazı sanıklar ise sorgu sırası geldiği halde, emniyete götürülerek, mahkemede ifade verirken suçlamaları kabul etmesi için yeniden işkenceye tabi tutuldu. Bu davanın sanıklarından M. Ali Yılmaz'ın sorgusunun yapıldığı günlerdeki duruşma tutanaklarını açın bakın, şunu okuyacaksınız: M. Ali Yılmaz'ın sorgusu, emniyette olduğu için yapılamamıştır!
Biz bu gelişmelere elbette itiraz ettik ama aldığımız cevap ibret doluydu: "Mahkememizi ilgilendirmemektedir" Evet, sürrealist bir dönemin mahkemesinin ilgi alanı dışında olabilen vahim bir durum, yani işkenceye götürülme sırasının duruşmaya katılma hakkı karşısındaki üstünlüğü, 20 yıl sonra hukukun üstünlüğü adına yargı görevini yüklenen sayın heyetinizi de ilgilendirmeyecek mi? Bizim itirazlarımız mahkeme tarafından susturulmuştu; sayın mahkemeniz de mi suskunluğunu sürdürecek, peki ama ne diyecek?
Son olarak; bizler, temyiz olanakları fiilen ellerinden alınmış birer sanık durumundaydık. Sıkıyönetim mahkemesi karar aşamasına geldiğinde sanıkların çoğu 8 yıldır tutuklu bulunuyordu. Mahkemeye şunu da elbette söylemiştik: "Davanın Yargıtay'da incelenme süresinin en az 4-5 yıl süreceği göz önüne alınırsa, o zamana kadar hepimiz aşağı yukarı müebbet hapis cezasını tamamlamış olacağız ki, o durumda Yargıtay'ın bozma kararı vermesinin hiçbir anlam taşımayacağı açıktır."
Peki ne oldu?
Yargıtay aşaması tahminimizden de fazla sürdü. Karardan ancak 7 yıl sonra, 1996 yılında Yargıtay kararını verebildi. Bu arada, 1992 yılında şartlı salıverme yasası çıkmıştı. Buna göre idam cezası alanlar 10 yıl, müebbet alanlar 8 yıl yattıkları için tahliye edildiler. Aslında Yargıtay da kararını işte bu gelişmeye göre vermişti.
Cezasını 10 yıl kadar yatmış müebbet mahkumları da dahil 22 kişi hariç bütün cezaları onayladı. Hiçbir sanığın lehine bozma kararı almadı. Geriye kalan 22 sanığın yani bizlerin cezasını aleyhte bozarken, fiili gerekçe, bu sanıkların önceden tahliye olmuş olmasından başka ne olabilirdi ki? Yargıtay belli ki "adalet"ten yanaydı; madem diğerleri 11 yıl yattılar, bu 22 kişi neden az yatsındı ki?
Öyleyse, şimdi geride kalan ve huzurunuzda bulunan bu 22 kişiye, önceki ortak savunmalarında söyledikleri şu sözleri tekrarlamaktan başka bir şey düşmüyor olsa gerek:
"İşte tüm bunlardan dolayı, bizim bu nasıl bir hukuk, bu nasıl bir yargı, bu nasıl bir adalettir diye sormaya hakkımız vardır."
Bu hakkımızı, sayın heyetiniz karşısında da kullanmak istiyoruz.... (MP/NM)
Eskiden, yani 1970'li yıllarda, kahveye bir solcu geldiğinde, hemen herkes onun masasının etrafında toplanırdı... "Akıllı adamdır, memleket meselelerini bilir" denirdi. Solcunun, devrimcinin önerdiği yapılırdı-yapılmazdı ayrı bir şey... Ama solcu olmak, toplum içinde itibarlı bir yere sahip olmaktı... Şimdi? Mesela kendine solcu diyen bazı örgütlere bakınca, halkın indinde Hizbullah ile bu tür çok harfli sol, devrimci örgütler arasında bir fark var mı? Solcu olmanın bir itibarı var mı?
Tanıl Bora geçen gün köşesinden beni de "bu minval üzere" dürtükledi... Sol adına yapılması gerekenler, geçmişte yaptıklarımızın basit tekrarı değil ama, şu hususta artık mutabıkız: İslamcılar bizim yaptıklarımızı taklit ettiler başarılı oldular, bu arada biz geçmişte yaptıklarımızı da unuttuk... Günlük maişet derdine düştük, yolunu kaybedip hayatını kazananlar kategorisine girdik. Bari hiç olmazsa, kendi hafızalarımızı tazeleyelim.
Tarikatçılığı boş verin ama "komünist" ne demektir? Komün-ist, yani komüncü olmak değil mi? Komün ise en kısa tarifiyle eşit ve özgür ilişkiler kurarak ortaklaşa ve dayanışarak yaşamak... Peki bugün bu özelliğe haiz hangi sol sendikal çalışma var? Hangi siyasi parti? Solculuk sadece meydanlara çıkıp bir takım özgürlük taleplerinde bulunmaktan; sol sendikacılık sadece üyelerinin ekonomik menfaatlerini korumak için yasal düzenlemeleri eleştirmekten mi ibaret?
Haydi bunları geçelim ve başka bir şey soralım: Bu ülkenin insanlarının en başta gelen derdi nedir? Geçim derdi! Madem birey olarak solcuların çoğu da hayatını kazanmak için didinmek zorunda. Öyleyse.. Yaşadıkları sokakta kendi aralarında "komün" yaşantısı benzeri bir tarzı neden akıl etmezler ki? Her şeyden önce, ele verir talkını... durumundan kurtulmak için. Mesela, kış geldi işte... Toptan, ortaklaşa kömür alıp ucuza getirebilirler. Bakkaldan, manavdan alışveriş yapmak yerine, bir kamyonet tutup ihtiyaçlarını halden ve toptancıdan ortaklaşa karşılayabilirler. Her gün eve et almak mümkün olmadığından, ayda yılda bir ortaklaşa koyun almak, eğer müsaitse mahallenin ortasında şölen düzenler gibi kavurmasını yapmak... Kimi zaman ortak kazan kaynatmak... Ya da apartman ortamına müsait benzeri güzellikler peşinde koşmak. Bunları yaparken, içimizden ve belki de "dışımızdan", parası yetmeyenleri de bu şölene katmak... Pek mi akıl dışı? Pek mi ütopik? Yoksa bunları da "devrim sonrasına" mı ertelemeli? Yoksa bunları yapınca bizi devrimden, devrimcilikten vazgeçmiş mi sayarlar?
Biliyorum, bunlar pek naif ya da düpedüz saftorik, aykırı öneriler olarak görülecektir. Solculuğun kendisi de zaten naiflik, saftoriklik (dürüstlük!) ve aykırılık değil midir? Ama şurası var ki, iktisadi sorunlarını (geçim derdini!) beraber çözebilenler, diğer sosyal ve kültürel dayanışmanın çeşitli biçimlerine de dört elle sarılma alışkanlığı edinirler. Bu komüncü alışkanlıkla, mahalledeki cenaze, düğün, şenlik gibi her topluluksal olayın içinde en önde yer alabilirler. Siyaset yaptıklarında da inandırıcı olurlar. Çünkü durdukları yerde sosyalleşmişlerdir; bencilliklerini törpülemişlerdir. Peki bundan ne çıkar?
Merak etmeyin, mutlaka mahallenin kahvesinde biri kalkar şöyle der: Ey millet duydunuz mu? Filanca sokaktakiler kafayı yemiş herhalde, kendilerine solcu diyorlarmış ve şöyle şöyle işler yapıyorlarmış. Okey oynayanlar mutlaka başlarını kaldırır ve bu tuhaf dedikoduyu dinlerler. Solculuğun itibarına hiç olmazsa bir kertik atılmış olur...
Geçen hafta gerçi şu "dışarıdan bilinç" konusunda ileri geri laflar ettim ama, ben de farkındayım, bu iş bu kadar basit değil. Lakin mevcut durumda, gelinen noktada, eskisi gibi olmayacağını anlatacak kadar da basit işte. Solcu aydınlar ile halk arasındaki ayrım kuşkusuz sürecek... Halkımız da kuşkusuz gökten vahiy inip kendiliğinden bilinçlenmeyecek. Dışarıdan bilinç taşıma stratejisi üzerine kurulu toplum mühendisliğinin inşaatları çöktüğüne göre; mühendislerin amele, amelelerin de mühendis olabileceği bir başka inşaat üzerine kafa yormak, başka tür bir bilinçlenme tarzı araştırmak... İşte yeni tarz solculuk da böyle bir şey olsa gerek; ve bunun için ve daha çook yorulmak ve tartışmak gerek. Ah bir de kısa yazmayı becerebilsem...
Malumunuz burjuvazi kendi sorunlarını çözerken bizim fikrimizi sormuyor; yani Müftüoğlu acep bu konuda önceden ne demişti, ona bakmıyor... Adamlar bildiğini yapıyor ve bize de şimdilik onların yaptığını "okumak" düşüyor, okumasını bilene... Nesnel durum maalesef böyle... Ayrıca ben "demokratik devrim tamam şimdi sıra sosyalist devrime geldi" dememiştim ki; burjuva demokrasisinin "programı" tepeden ve dışarıdan şekilde tamamlandı, demiştim... Yani Türkiye'de AB'ye üye olunsa da, olunmasa da "de jure" düzeyde bu program tamamlanmıştır. Mevzuya sosyalizmin sona ermiş bir tarihsel dönemi zihniyetiyle bakılınca elbette her demokratik devrimden söz edenin akabinde sosyalist devrimden de söz edeceği sanılır. Ya da kısaca şöyle diyeyim; benim bir mesleğim de "terecilik"tir...
Melih Pekdemir 05/12/04
"Dev-Yol Davası Baştan Sona Siyasi Bir Dava"
Melih Pekdemir, 20 yıldır süren Ankara Devrimci Yol Davası'ndan kararları Yargıtay'ca bozulunca yeniden yargılanarak önce idam çarptırılan, sonra cezaları müebbet hapse çevrilen 20 sanığından biri. Pekdemir'in, savunmasını yayımlıyoruz.
BİA Haber Merkezi
18.07.2002 Melih PEKDEMİR
BİA (Berlin) - 1989 yılında bu davanın ilk aşaması nihayete ererken kapsamlı bir siyasi savunmaya ihtiyaç duymuştuk. Ekleri hariç, kitap ebadıyla 726 sayfa olan bu ortak savunmayı mahkemeye sunduk; bu savunmamız yayınlandı ve yıllardır Türkiye'nin en çok okunan kitapları arasındaki yerini koruyor.
2002 yılı itibariye şu ülkede yeniden siyasi bir savunma yapmaya en az ihtiyaç duyanlar varsa, o da bizler olmalıyız. Çünkü savunmamızda ortaya koyduğumuz her şey zaman içinde ispatlandı; öyle ki, Kenan Evren dahi ünlü iddialarından vazgeçti ve hatta kimi zaman özeleştiri bile yapıyor.
Ecevit ve Demirel yıllar sonra bizim kendileri hakkında söylediklerimizi bir memleket gerçeği olarak kabul ettikleri ve hatta kimi zaman tekrarladıkları ölçüde siyasete yeniden dahil olabildiler. Ve nihayet Amerika Birleşik Devletleri (ABD) elçilerinin hatıralarında bile ifşa edilen emperyalist politikalar, Gladio adıyla deşifre olan kontr gerilla, Derin Devlet denilen illegal ilişkileri açığa vuran Susurluk, ve bitmeyen Hortumlamalar... Devlet Güvenlik Mahkemesi(DGM) savcısı Talat Şalk'ın Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası ve Avrupa Birliği'ne (AB) yazı yazıp "beyaz enerji" operasyonuyla ilgili belgeleri istemesi...
Oysa bizlere 20 yıl önce bunlara karşı çıktığımız için terörist denilmişti ve bundan dolayı yargılanmıştık ve mahkum edilmiştik. Mahkum edilmiştik; çünkü 12 Eylül zihniyeti revaçtaydı. Bizi mahkum eden ise hukuk değil 12 Eylül zihniyetiydi. Oysa şimdi önüne gelen herkes 12 Eylül zihniyetini mahkum ederek söze başlıyor....
Ve biz mahkumiyeti tescil edilmiş bir zihniyetin 20 yıl önceki iddianamesi dikkate alınarak, bir kez daha mahkum edilmek isteniyoruz. Mahkumların zihniyeti, iddiaları kanıtlanmış olan bizleri mahkum ediyor. Bunda bir terslik yok mu? Ne zamandan beri mahkumlar yargılayabiliyor; ve yargıları tarih önünde ispatlanmış olanlar, mahkum edilmiş bir zihniyet tarafından mahkum edilebiliyor?
Suç ve Ceza!
Suçlu olan, kendi cezasını bu suçu herkesten önce ortaya çıkarmış olana vermek istiyor! Çünkü 1982 yılında kaleme alınan ve yargılanmamıza neden olan iddianamenin siyasi özü tam bir atfı cürümden ibarettir! Ve aradan geçen 20 yıl içinde inandırıcılığı bakımından cürümü kadar yer bile yakamamıştır. Sadece, yüzlerce genç insanın yıllarca cezaevinde çürütülmesine yaramış ve maksadını hasıl etmiştir. Ya da etmemiştir. Etmemiştir ki, şu anda 22 genç olmayan insan yıllar sonra bir kez daha yakılarak, atfı cürümde ısrar edilmek istenmektedir.
Peki ama ispat edilmek istenen nedir? Hukukun üstünlüğü mü? Suçlu olanın cezasız bırakılamayacağı mı?
............
Susurluk'un ne olduğunu elbette biliyorsunuzdur. Hala gazetelerde tefrika ediliyor. Banka hortumlayanlardan da mutlaka haberdarsınızdır. DGM'lerdeki bazı dosyalar belki sizlerin önüne gelecek. Çünkü onların bile DGM'lik suç işlemediklerine kanaat getirildi. Sizlere bildiğiniz şeyleri tekrarlamayacağız.
Çünkü sizler de bilirsiniz ki, bu ülkede, özellikle 12 Eylül dönemindeki sıkıyönetim mahkemelerinin, bizzat 12 Eylülcülerin kaleme aldığı Anayasa'ya bile aykırı olduğunu hukuka bağlı bir çok insan söyledi ve yazdı. (Bu tartışmalar öyle bir boyuta ulaştı ki, üç yıl kadar önce, İmralı'da görülen bir davada bile, askeri hakim üye heyetten çekilmek zorunda kaldı.)
Ve bizler, sıkıyönetimin artık olmadığı koşullarda, bir sıkıyönetim mahkemesi tarafından mahkum edildik.
Oysa, sıkıyönetim sona erdikten sonra bu mahkemelerin görevlerine devam etmesine imkan tanıyan bir yasa hükmü, 1972 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmişti. Ve bizler, 12 Eylül MGK'sinin yayınladığı bir fetvaya dayanılarak, görevine devamında lüzum görülen bir sıkıyönetim mahkemesi tarafından cezalandırılmıştık.
Bizi yargılayan mahkemeye verecekleri kararın peşinen Anayasaya aykırılıkla malul olacağını söylemiştik; onlar ise malul bir karar alabilmeyi kendi hukuk anlayışlarında makbul görmüşlerdi. Bu onların sorunuydu. Ama 20 yıl sonra, bu sizlerin de sorunu değil mi sayın yargıçlar? Bu sorunun çözümü ise şimdi bu ülkede sizlerden başka kimsenin elinde bulunmuyor! Fetvalara mı dayanılacak, Anayasanın amir hükümlerine mi, hukuka mı dayanılacak? Uluslar arası anlaşmalar hala geçersiz mi sayılacak?
12 Eylülcüler; Türkiye'nin yıllar önce imza atmış olduğu ve Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarafından onaylanarak bir iç hukuk normu haline de gelmiş olan uluslar arası bir anlaşmayı, "İşkence ve Başkaca Zalimce, İnsanlık Dışı ya da Onur Kırıcı ya da Cezaya Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesini" dış politika bakımından yok saymaya cüret edememişlerdi ve hukuken bu sözleşme biz yargılanırken de yürürlükteydi.
Ama iç politika bakımından, 12 Eylülcülerin sicil verdiği emir komuta zincirindeki askeri mahkeme bu sözleşmeyi hiçe saymayı bir vazife addetmişti. Durumdan vazife çıkarmış; "emniyet ifadelerimizin işkence ile alındığına dair delillerin toplanması" talebimizi, "vicdani delil" gerekçesiyle reddedebilmişti. Emir komuta içinde çalışmayan bağımsız yargıçlar olarak sizler daha iyi bilirsiniz: Vicdani delil sistemi, ifadelerin işkence ile alındığı konusundaki delillerin toplanması ihtiyacını ortadan kaldırabilir mi? Hakkımızda mahkumiyet veren sıkıyönetim mahkemesi, daha ilk adımda, Esas Hakkındaki kararını oluştururken, sizce de çok önemli bir usul hatasını taammüden işlemiş sayılamaz mı?
1989 yılında, BM İşkence Sözleşmesi'nin hükümlerini uygulamayan bir sıkıyönetim mahkemesi işkence ifadelerine dayanarak idam cezaları verirken; zamanın hükümet yetkililerinin dış kamuoyuna Türkiye'de işkence yapılmadığının kanıtı olarak, "biz BM İşkenceyi Önleme Sözleşmesini imzaladık" sözünü tekrarladıklarını da biliyor muydunuz?
Peki bu garabeti, "dönemin gereğidir" diye tarih sayfalarına bıraktık diyelim; 20 yıl sonra, işkence altında alınmış ifadelere dayanarak karar verebilmek bir yana, TBMM'de Anayasa reformu yapılmışken, AB normlarına uygun şekilde idam cezası kaldırılırken, hangi hakim, hangi hukukçu işkencenin devamından yana tavır alabilir? Bari 20 yıl sonra, şu ülkede işkenceye uğrayanın değil işkencenin mahkum edilmesi hala mümkün olmayacak mı?
1989 yılında, aylarca-yıllarca en ağır işkenceleri yaşamış insanlar olarak, hem de bizi dinlemeyen bir sıkıyönetim mahkemesinden; bütün yargıçlara, bütün gerçek hukukçulara seslenmiştik: İşkenceye karşı çıkın! İşkence ifadelerinin kanıt olarak kullanılmasına karşı çıkın! İşkenceyi durdurun!
Sesimizi duyurabilmiş miydik?
Bilmiyoruz; o karanlık günlerde sizler de birer hukukçu olarak sesimizi duymuş muydunuz; ama şunu biliyoruz ki, bu çağrıyı yıllar sonra yinelemek, bağımsız yargıçlar tarafından yargılandığımıza inandığımız bir Ağır Ceza mahkemesinde herkesten çok bizim ağırımıza gidiyor.
Bütün bunları bildiğinize inanmak istiyoruz ve bu yüzden sizlere bildiğiniz şeyleri tekrarlamayacağız. Fakat bir ihtimal, boynumuza ilmek atılmak iddiasıyla yargılandığımız bu mahkemede de, bilmediğinize inandığımız bazı hususları hatırlatmak boynumuzun borcudur.
Bu davanın 12 Eylülün bir ürünü olduğunu biliyorsunuz; ama bu dönemde açılan bütün davaların hazırlık soruşturmalarının, emniyet müdürlüklerinde yürütülen işkenceli sorgulamaların tam 90 gün sürdüğünü de hatırlıyor musunuz?
Bizzat devletin açıklamasına göre, bu soruşturmalarda 175 kişinin işkencelerde resmen öldürüldüğünü de biliyor musunuz? Kenan Evren'in verdiği "asmayalım da besleyelim mi" direktifiyle sıkıyönetim mahkemelerinin peş peşe idam cezaları kestiğini unutmamışsınızdır.Bu yıllarda yaptığı bir ABD gezisinde, Amerikalı gazetecilerin sorusu üzerine aynı Kenan Evren'in 1980-86 tarihleri arasında işkence yaptıkları iddiasıyla 9337 görevli hakkında 5602 dava açıldığını, 1401 davada 2294 devlet görevlisine işkence yapmaktan ceza verildiğini açıklamaya mecbur kaldığını da duymuş muydunuz?
Devrimci Yol davasının hazırlık aşamasını oluşturan emniyet soruşturmasının, hemen hepsi MHP'li olan DAL grubuna mensup, işkenceci polisler tarafından yürütüldüğünü de biliyor musunuz? Ama mutlaka, o yıllarda DAL grubunun şefi olan Kemal Yazıcıoğlu'nun, Türkeş vefat ettiğinde açılan taziye defterine; "Başbuğum, ne öğrendiysem sizden öğrendim" diye yazdığını ve altına "oğlun Kemal" diye imza attığını hatırlarsınız.
Elbette Türkeş'in oğlu Kemal'in öğrendikleri sayesinde bizden aldığı işkenceli ifadelerden hazırladığı emniyet fezlekesinin, çoğu yerinde virgülüne bile dokunulmadan hakkımızda düzenlenen iddianame haline getirildiğini bilemezsiniz; çünkü bu mahkemenin yargıcı ya da savcısı olmama şansına sahiptiniz. Ama sadece Ankara Devrimci Yol Davası ile ilgili olarak 1980-82 yılları arasında yürütülen soruşturmalar sırasında, gördüğü işkence sonucu 4 arkadaşımızın hayatını kaybettiğini öğrenseydiniz, peki sizler nasıl karar verirdiniz?
Hürriyet gazetesinde, 17 Aralık 1987 tarihinde, Devrimci Yol davasının iddianamesini hazırlayan sıkıyönetim başsavcısı Nurettin Soyer'in emekliye ayrıldıktan sonra yaptığı açıklamaları okumuş muydunuz?
Soyer ifşaatında, bu davadan yargılanan pek çok sanıkta, gördükleri işkenceler sonucunda ortaya çıkan sakatlık ve hastalıkların hala sürmesine, bu konuda bazı sanıklar için verilmiş doktor raporları ya da revir işlemleri bulunmasına rağmen, cezaevi yöneticileri ve sıkıyönetim komutanı Recep Ergün tarafından işkenceci polisler hakkında soruşturma açılmasının engellendiğini söylemişti; bu engellemelere rağmen açılan davalarda ise, işkenceci polislerin ceza almasını önlemek için mahkemelere baskı yapıldığını da itiraf etmişti.
Pişmanlığını dile getirmişti. DAL grubuna mensup 36 polis görevlisi hakkında dava açabilmiş ve bunlardan sadece 6'sına göstermelik cezalar verilmişti.
Peki sizler neyi tercih ederdiniz; bu baskılara boyun eğerek, ancak emekliliğinizden sonra pişmanlığınızı dile getirmeyi mi; yoksa, bu ifadeleri hiçe sayarak hukukun gerektirdiği bir yargılama sürecinin gerçekleşmesini mi? Ama bu sorunun cevabı 20 yıl sonra da geçerlidir sayın yargıçlar. Evet, hangisi?
Sayın yargıçlar; önünüzde 2 kamyonet dolusu, onbinlerce sayfa tutan 775 civarında klasörden oluşan bir davanın durduğunun siz de farkındasınız, biz de farkındayız. Sizlerden bütün bunları teker teker incelemenizi talep etmek, hukuken hakkımız olsa bile, bunun maddeten imkansız olduğunu çok iyi biliyoruz.
Ama şu anda aynı suçlamalar ve aynı delillerle hakkımızda şu ya da bu kararı vermek üzereyken; emniyet soruşturmaları sırasında hazırlanan ifade, yer gösterme, teşhis vb. tutanaklarından pek çoğunun usulsüz olarak hazırlandığını siz de bilmek; ya da bu iddiamızı hiç olmazsa hakkında karar vereceğiniz 22 sanık bakımından araştırmak zorunda değil misiniz?
20 yıl önce sıkıyönetim mahkemesinde yargılanırken, yer gösterme tutanaklarında hazır olarak imzası bulunan tanıklardan, evet tanıklardan 26'sı kendilerine boş kağıda imza attırıldığını; 54'ü sanık anlatımlarını duymadan, tutanakta ne yazıldığını bilmeden ve okutulmadan imzalarının alındığını duruşmalarındaki ifadelerinde anlatmışlardı.
Sıkıyönetim mahkeme heyeti, duruşmalarda yüzlerine söylenen bu tanık ifadelerini hiç mi hiç dikkate almadılar. Peki sizler, dosyalardaki bu duruşma tutanaklarını okumakla mükellef olan sizler de mi dikkate almayacaksınız? Dahası da var: Tanıklardan 4?ü ise kendi önlerinde sanıkların polisler tarafından dövüldüğünü, fiziki görünüşlerinden işkence gördüklerinin anlaşıldığını söylemişlerdi. Sizleri inandırabilmek için bu tanıkları yıllar sonra nereden bulabiliriz; duruşma tutanaklarını incelemenizi talep etmekten başka?
İlgili emniyet ifadelerine bakın şunu göreceksiniz: Bu soruşturmalarda, emniyet teşkilatı henüz bilgisayar ortamına geçmediğinden olsa gerek, tek bir suçlamanın ayrı ayrı çok sayıda sanığa ya da farklı farklı sanık gruplarına işkence marifetiyle kabul ettirildiğine dair tam 121 olay bulunmaktadır. Peki bu traji komik durumu, bugünkü teknoloji olsa emniyet bu bariz hataları yaparak kendi işkencelerini belgelemezdi diyerek geçiştirelim; ama sizler şimdiki teknolojiyle ve hukuk anlayışınızla, "ben yaptım" diye ifade verdikleri olay tarihinde başka bir yerde, hapiste, karakolda veya yurt dışında olduğu ortaya çıkmış olan pek çok sanığın yer aldığı bir davada, tıpkı sıkıyönetim mahkemesi gibi "madem ben yaptım, demiş öyleyse itiraf etmiş sayılır" şeklinde bir kanaatle, benzer bir hükme varabilecek misiniz? Buna vicdanınız el verecek mi?
Mahkemenizde görevli sayın savcının sizlerin karar vermenize hukuki katkıda bulunmak üzere mütalaasını hazırlarken, hiçbir klasörün kapağını açmadığını söylediğimiz zaman, ona haksızlık etmiş sayılmamalıyız; sadece böyle bir şeyi bu kadar sürede yapmasının imkansız olduğunu teslim etmiş sayılmalıyız.
Sayın savcının bu tutumunun, kuşkusuz, dönemin askeri savcılığı tarafından yapılan soruşturmanın genellikle işkence ifadelerinin doğrulatılması çabası ve zorlamasından ibaret olmasıyla hiçbir alakası ve benzerliği yoktur. Ama bir sivil savcının, 20 yıl önce askeri savcılık makamının nasıl bir soruşturma yürüttüğünü merak etmesi gerekmez miydi?
Bize göre, mütalaasında böyle bir soruşturmanın gölgesinin bulunması bile bağımsız ve sivil hukuk anlayışı bakımından son derece rencide edici bir etken sayılmalıydı. Çünkü, askeri savcılık makamının, soruşturmanın hatta yargılamanın devam ettiği bir sırada cezaevinde tutuklu bulunan sanıkları bizzat kendileri sorgulamak yerine, işkenceyle sorgulanmak üzere emniyete gönderdiklerini hiç mi bilmiyordu?
Şimdiki sorgularımızda elbette böyle bir sorun yok. Ama şimdi bizden, savcılık tarafından işkenceyle sorgulanmak üzere tekrar emniyete gönderilmemiş olmamızdan dolayı halimize şükretmemiz de istenmesin. Çünkü biz bazı arkadaşlarımızın mahkemede sorgusu yapıldıktan sonra, askeri savcılık makamı tarafından emniyete gönderilerek, aynı konuda yeniden işkenceye tabi tutulduklarını unutmadık.
Sıkıyönetim mahkemesi ise daha önce kendi huzurlarında bilgisinin bulunmadığını açıkladığı bir olay hakkında, aynı sanığın daha sonra işkence ile olayı kabul ettiğini belirten ifadesi önüne geldiğinde bu durumu hiç yadırgamamış ve eli titremeden mahkumiyet kararını verebilmişti. Biz bu mahkumiyetleri de çektik; ama şimdi yeniden mahkum edilerek bazılarımızın heyetiniz tarafından tekrar cezaevine gönderileceği ihtimalini düşündükçe, gerçekten de sürrealist bir durumla karşı karşıya bulunduğumuza inanıyoruz..
Sürrealizm, baskı dönemlerinde yadırganmayabilir. Ama şimdi realist olmak istiyoruz, hukuk istiyoruz. Sürrealist bir sıkıyönetim mahkemesinde, gerçeklerin açığa çıkarılması için yaptığımız soruşturmanın derinleştirilmesi talepleri elbette reddedilecekti; yargılama elbette sadece polis suçlamaları ve işkence ifadeleri çerçevesinde yürütülecekti.
Ama sayın yargıçlar; şimdi sizlere, 20 yıl önceki yargılama sürecinde dinlenen 1582 tanıktan 405'inin işkence ifadelerini alan, yer gösterme vb. tutanakları düzenleyen polisler, 322'sinin şikayetçiler ve sadece 23'ünün savunma tanığı olduğunu hatırlattığımız zaman, böyle bir yargılamayı yadırgamayacak mısınız? Kendinizi böyle bir yargı sürecinin devamı olarak görmekten alıkoyabilmeniz için yapabileceğiniz hiçbir şey yok mudur?
Yapacağımızı yapıyoruz işte, diyebilirsiniz; ve haklı da olabilirsiniz. Gerçekten de, mahkemenizde görülen duruşmalarımız bütünüyle olağan koşullarda ve hukuk şemsiyesi altında devam ediyor. Yani 20 yıl önceki gibi, bir askeri cezaevinin tecrit hücrelerinde, işkence altında tutulmuyoruz. Mahkemenize coplanarak getirilmiyoruz. Duruşma salonun arkasındaki yakınlarımıza dönüp bakmamız yasak değil.
Oysa 20 yıl önce arkamıza bakıp annelerimize gülümsememizin bile cezası haftalarca tabutluklara atılmak olarak verilirdi. Burada yargılanırken, şükürler olsun ki, hiç birimiz duruşmamız esnasında dövüldüğümüz için hastanelik olmadık. Oysa 20 yıl önce, aralarında bazılarımızın da bulunduğu pek çok sanığın başına bunlar geliyordu. Bu haller yüzünden sorgularının yarım kalmış olduğu hususu, sizlerin incelemesine maddeten imkan bulunmayan duruşma tutanaklarında dahi mevcuttur dersek; bize inanmaz mısınız?
Bazı sanıklar ise sorgu sırası geldiği halde, emniyete götürülerek, mahkemede ifade verirken suçlamaları kabul etmesi için yeniden işkenceye tabi tutuldu. Bu davanın sanıklarından M. Ali Yılmaz'ın sorgusunun yapıldığı günlerdeki duruşma tutanaklarını açın bakın, şunu okuyacaksınız: M. Ali Yılmaz'ın sorgusu, emniyette olduğu için yapılamamıştır!
Biz bu gelişmelere elbette itiraz ettik ama aldığımız cevap ibret doluydu: "Mahkememizi ilgilendirmemektedir" Evet, sürrealist bir dönemin mahkemesinin ilgi alanı dışında olabilen vahim bir durum, yani işkenceye götürülme sırasının duruşmaya katılma hakkı karşısındaki üstünlüğü, 20 yıl sonra hukukun üstünlüğü adına yargı görevini yüklenen sayın heyetinizi de ilgilendirmeyecek mi? Bizim itirazlarımız mahkeme tarafından susturulmuştu; sayın mahkemeniz de mi suskunluğunu sürdürecek, peki ama ne diyecek?
Son olarak; bizler, temyiz olanakları fiilen ellerinden alınmış birer sanık durumundaydık. Sıkıyönetim mahkemesi karar aşamasına geldiğinde sanıkların çoğu 8 yıldır tutuklu bulunuyordu. Mahkemeye şunu da elbette söylemiştik: "Davanın Yargıtay'da incelenme süresinin en az 4-5 yıl süreceği göz önüne alınırsa, o zamana kadar hepimiz aşağı yukarı müebbet hapis cezasını tamamlamış olacağız ki, o durumda Yargıtay'ın bozma kararı vermesinin hiçbir anlam taşımayacağı açıktır."
Peki ne oldu?
Yargıtay aşaması tahminimizden de fazla sürdü. Karardan ancak 7 yıl sonra, 1996 yılında Yargıtay kararını verebildi. Bu arada, 1992 yılında şartlı salıverme yasası çıkmıştı. Buna göre idam cezası alanlar 10 yıl, müebbet alanlar 8 yıl yattıkları için tahliye edildiler. Aslında Yargıtay da kararını işte bu gelişmeye göre vermişti.
Cezasını 10 yıl kadar yatmış müebbet mahkumları da dahil 22 kişi hariç bütün cezaları onayladı. Hiçbir sanığın lehine bozma kararı almadı. Geriye kalan 22 sanığın yani bizlerin cezasını aleyhte bozarken, fiili gerekçe, bu sanıkların önceden tahliye olmuş olmasından başka ne olabilirdi ki? Yargıtay belli ki "adalet"ten yanaydı; madem diğerleri 11 yıl yattılar, bu 22 kişi neden az yatsındı ki?
Öyleyse, şimdi geride kalan ve huzurunuzda bulunan bu 22 kişiye, önceki ortak savunmalarında söyledikleri şu sözleri tekrarlamaktan başka bir şey düşmüyor olsa gerek:
"İşte tüm bunlardan dolayı, bizim bu nasıl bir hukuk, bu nasıl bir yargı, bu nasıl bir adalettir diye sormaya hakkımız vardır."
Bu hakkımızı, sayın heyetiniz karşısında da kullanmak istiyoruz.... (MP/NM)
arasorbul - 23. Dez, 18:27
Trackback URL:
https://akpinar.twoday.net/stories/451328/modTrackback