YILDIZLARA UĞURLANAN DOSTLARA...
Ali Başpınar ve Mustafa Ünüvar’ın ardından
bir yıldız kaydı gökyüzünden
yerinde kırmızı bir boşluk bıraktı
içini yakan acı soğur mu hemen
gözlerine dost bir resim bıraktı
anılarını aklının bohçasında sakla
kalbinin bahçesinde sevgili bir yeri olsun
İçinde çiçekleri açsın unutmazsın
dost kokarlar sana yasını tutmazsın
bir yıldız kayınca gecenin kalbinden
bütün şarkılar susar ve dağılır yürek
çırılçıplak bir suskunluk kalır geride
yaşamın dili yeniden çözülünceye dek
Ersin Ergün Keleş
Güle güle Ali Baş...
Sana “Öldün” diyemem ki…
Melİh Pekdemİr
İfşa ediyorum: Aramızda ‘ideolojik ayrılık’ vardı. Sen sağlık ideolojisini savunurdun, ben keyif ideolojisini... Koğuşta sen sabahın köründe kalkıp spor yapardın, ben ha bire sigara içerdim ve hep sabaha karşı yatardım… Geçenlerde, hastalığım sırasında bana telefon ettin, “Sakın ölme ha!” diye tembihledin; ben de sana, “Ölmeyelim, birlikte biraz daha direnelim Ali Abi!” dedim.
Demedim mi?
Ben senin sözünü (şimdilik) tuttum…
Ama sen benim sözümü tu-ta-ma-dın…
“Tutmadın…” diyemem ki!
Çünkü hakikaten direndin.
Şu gezegenin en amansız hastalığı karşısında tam on beş yıl pes etmedin…
Sana, “Öldün” diyemem ki!
Birkaç yıl önce bizim gençler, ‘tecrübelerimizi’ sormuştu. Onların genç yaşındaki uzuun geleceklerine nazire, ben de peşimizi terk etmeyen geçmişimizden, geceleri gökyüzüne bakarken seyir eylediğimiz, kayan yıldızlarımızdan medet ummuştum. Ve şunu hatırlamıştım:
“Baba” demişti oğlum Bulut dört yaşındayken ve gökyüzünün yıldızlarını seyrederken Ayvalık sahillerinde: “Depremde her yer sallandı, nasıl oluyor da bu yıldızlar düşmüyor oradan?” “Yumruklarını sıkmışlardır evladım” diyememiştim; deseydim, elbette anlamazdı. Ama anlayan mutlaka çıkardı vakti zamanında, şimdi de hâlâ çıkar mı? Ama hep, sanki hep geçmişimizdeymişiz gibi olsun da istiyordum... Biliyorum, sen de öyle istiyordun…
Sen ki… Şimdi… “Hoşça kalın” deyince ve gidince, geçmişimizi çoğaltmış oldun…
Sen ki… Bir başına gidince Ali Baş… Bugünümüz mutlaka eksildi…
Ama yine de bir teselli gibi:
Ardında geleceğimizi de çoğaltacak ‘insanlık malzemesi’ bıraktın…
Çünkü Devrimci Yolculuk ‘raconu’ yaratmıştın…
Ve bu yüzden, dostun da düşmanın da bilir ki, devrimci hayatından, yıldızlı pekiyi dolu bir karneyle mezunsun.
Şimdi… Sen de öyle… Gökyüzünden yumruğunu sıkmış bir yıldız olarak… bekle bizi, Ali Baş… Nasılsa biz de geleceğiz yanına…
Sen beklerken; Yağmur’a her baktığımızda, her gök gürültüsünde, senin şen kahkahalarını ve kahkahalarına meze ettiğin zılgıtlarını duyacağız.
Ve bu yıldızlı ve bu devrimci zılgıtlarını, sana ant olsun, birer slogan atar gibi, bütün sömürücülerin, zalimlerin, şerefsizlerin yüzüne her gün tekrarlayacağız.
***
Alİ BaŞpInar’In savunmasIndan
Ben Devrimciyim
Marksist Leninist Görüşleri Benimsedim. Devrimci Yol Dergilerinde Yazılan ve Savunulan Görüşlerin Tümünü Benimsiyorum ve Bu Tespitlerin Doğruluğuna İnanıyorum*
ALİ BAŞPINAR
... Asıl anayasayı değiştirmek isteyenler bizler değiliz. Yıllardır kendi ekonomik politikalarına uymadığı, nispi demokratik bir ortam sağladığı için bu anayasa ile ülkenin yönetilemeyeceğini söyleyenlerdir. Son 24 Ocak kararları ile ülke ekonomisi tamamen IMF"nin denetimine verilmiştir. Bu süreç, 1970"li yıllarda gündeme gelmiştir. IMF reçetelerinin uygulandığı tüm ülkelerde görülmüştür ki demokrasi bir yana nispi demokratik haklarda bile ortadan kalkmadan bu kararları uygulamak mümkün değildir. Çünkü emekçi ve yoksul kesimlerin örgütlülüğünün düzeyi ne olursa olsun bu soygun, daha çok sömürü, enflasyon ve aç bırakma politikalarına karşı mücadele etmesinden başkaca kurtuluşu yoktur.
Bütün demokratik hakları yok etme ve ülkedeki siyasal ortamı gerginleştirip bu kararların uygulanabileceği bir ortamı yaratmak elbette bu güçlerin görevi idi. Ülkemizdeki faşist saldırı ve kıyımların yükselmesi böyle bir programın parçasıdır. Dünyanın hangi geri bırakılmış ülkesinde IMF reçeteleri uygulanmışsa bu ülke sonuçta askeri bir yönetimle yönetilmek zorunda kalmıştır. Bu kararların uygulandığı ve demokrasiyle yönetilen tek bir ülke yoktur.
Gerek 1961 Anayasasında gerekse yeni kabul edilen Anayasada işkencelerin suç sayıldığı söylenmektedir. Bu konuda kısaca hem Türkiye boyutları ile hem de bizlere uygulananlar ile özetlemek istiyorum. Türkiye"de işkenceler kurumlaşmış uygulanmaktadır. Bu işkenceleri inkar etmek mümkün değildir. 12 Eylül ile birlikte kurumsallaşmış olan bu yapı daha da örgütlendirilip geliştirilmiş ve bir profesyonel işkenceciler grubu oluşturulmuştur. İçinde bulunduğumuz yıllardaki uygulamaları daha da yaygınlaşan ve sistemleştirilen işkence olaylarının en insanlık dışı olanları ile karşılananlardan biri olarak kısaca bunları anlatmaya çalışacağım.
Bu anlatım bugün burada sanık sandalyesinde oturtulan bizlerin hangi koşullardan geçerek, bazılarımızın işkencede ölerek birçoğumuzun sakat kalarak, kalanların da çeşitli asılsız suçlamalarla sanık yapılmalarının örneklemesi ve nasıl sanık yapıldığımızın anlatılmasına yardımcı olacağı kanısındayım. On binlerce ilerici yurtsever ve devrimcinin geçmek zorunda olduğu bir çemberin belli başlı halklarını, ana hatlarının çizeceğim. İşkencelerin dün olduğu gibi bugün de en acımasızı, en akla gelmeyeni, bizlere yani ilerici, yurtsever ve devrimcilere uygulanmaktadır. Zaten bu geçirdiğimiz uzun yılların tecrübelerinin bir göstergesi ve o yılların uygulanması ile ortaya çıkmış bir gerçektir.
İşkenceler bundan böyle de yine her zaman olduğu gibi suçlu yaratabilmek için devrimcilere, ilericilere ve yurtseverlere uygulanacaktır. Ta ki işkencelerin ortadan kalkmasına değin. Belli bir süreçtedir ki artık işkencelerin sıradan polis ve görevlilerin uygulama metodları olmaktan çıkmıştır.
Özellikle 12 Mart 1972"den bu yana işkence yapanlar insanlık düşmanı, sapı, sarhoş ve ruh hastalarından oluşan işkenceciler çetesi vardır.
Bunlar bugünkü düzende işkence yaparak, yaptırarak karşılığında çeşitli ödüller ve başarı belgeleri alıp, baskın yaptıkları evlerden çaldıkları eşyalar ve gözaltına alınanlardan el koydukları para, saat ve kıymetli eşyalarla refah için yaşatılırlar. Bugün Türkiye"de kurumsal hale gelmiş olan işkence uygulamalarının dönemin en işkenceci yönetimi olarak bilinen faşist Almanya ile karşılaştırmak kanımca ters olmasa gerek. Hitler işkence genelgesinde Marksistlere, Yahudilere, yurtseverlere, paraşütle indirilen ajanlara, anti-sosyal unsurlara, Rus ve Polanyalı serserilere işkence uygulanabilir.
Ne var ki bugün ülkemizi yönetenler böyle bir kuralı bile koymaya gerek görmemişler ve on binlerce insanı işkencecilerin ellerine teslim etmişlerdir. Bu işkencecilerde bilemediğimiz kadar insan öldürmüşlerdir ve ölenlerin sayısı bugün bilinmemektedir.
***
Bu tarihin büyük ve ızdıraplı devlerinden biridir O
Öykü Polat
“Yıldızlar ve sular tanıktır
aç ve kavruk memeden
Direnmeyi yudum yudum emen
Bir çocuk gibi öğrendik
Ve direndik”
Adnan Yücel
Direnmek; ne zor bir kelimedir. Şimdi vazgeçmek, teslim olmak çağındayız. Onlarsa direnenler çağında yaşamayı sürdürürler, bir başka dünyanın insanları gibidir. Anlaşılmazlardır. Öyle değil midir? Birilerinin Che Guevara"nın cesaretine ve serüvenciliğine "klinik bir vaka" muamelesi yapmaya çalışması bundan değil midir? Şimdilerde birilerinin "yahu nedir hala bu devrimcilik ısrarı" diye sormasını da buna bağlayamaz mıyız?
Her şeyin nedeni onlardır. "Fidel"in Yüzünden" filmini izlerken senin de aklına bizimkiler gelmedi mi? Yanlış da değildir kimilerinin yakınması, gerçekten öyledir. Fidel"in yüzündendir, bizimkilerin yüzündendir, bunca yaşanan şey.
M.Berman"ın Marx için söyledikleri, bu topraklarda en çok onlar için söylenebilir sözlerdir, “-bu tarihin- büyük, ızdıraplı devlerinden biridir o, onlar kendilerini olduğu gibi bizi de çılgınlığa sürüklemişlerdir, fakat onların ızdırapları hala daha yaşam kaynağımız olan manevi sermayenin büyük kısmını yaratmıştır”.
Kendileriyle kalmamıştır, doğrudur, bizi de çılgınlığa sürüklemişlerdir.
Evet şimdi birileri tabii çıkıp "o dönem kapandı, kapanmalı, kapanacak" falan deyip durabilir. Onların en büyükleri "başka dünya yok" derken daha bizimkiler "her yerde hep birlikte yeniden" diye sesleniyorlardı bu kahpe dünyaya.
İşte o sesleniş sürükledi bizi de bu çılgınlığın içerisine. Elbet buna da kızıp, "onların çağı kapandı ama gençleri etkiliyorlar hala" diye yazarlar.
İşte her şey bu cümlede gizlidir. Onlar her gün yenilenen ve yeniden doğan, kesintisiz ve sürekli var olan, ölümsüzlerdir. Bir yere yazmıştık, "onlar fikirleriyle bu ülkenin göklerini dolduran yumruklu yıldızlarda ölümsüzleştiler" diye. Öyleyse ne mümkündür o çağın kapanması. Bak şimdi Ali Butto"muzu yıldızlara uğurlerken ben, biz o oluyoruz. Evet, öyle, biz onların gençliğiyiz. Onlar bizim yol arkadaşımız, abimiz.
Tarihsel bir sürekliliğin içerisine doğduk, o yüzden, Ali Başpınar, bizim de Butto"muz. Şimdi yine kızdırmış olabilirim birilerini, çünkü bazen cellallenip "size mi kaldı yaşamadığımız bir tarihi sahiplenmek" diye çıkışırlar. Kim demiş yaşamadığımız bir tarih olduğunu, peki yaşadığımız nedir bizim!
"Yıldızlar ışıklarını hiç kaybetmezler" diyor şair, o ışıkla yıkandık biz. Yüreğimize bir yıldız düştü, gecelerimize ve gündüzlerimize yıldızlar doğdu. Valahi bizi de bu yıldızlar baştan çıkardı. Çünkü öyle duru ve saf, öyle direngen ve umutlu, öyle muhteşemdikiler bu çılgınlığa kapılmamak elde değildi.
Bir "kilinik vaka" mıyız, o halde, şimdi biz de.
Şüphesiz böylesine bir yok oluş içerisinde, her şeyi bir yana bırakıp da "o eskilerin", "mütevazi, dürüst, sahici, adanmış" yaşamlarının izlerini sürerek yaşamaya kalkmak, halen bir dava için hayatını ortaya koyma isteği ile yaşamak, düzenle bütünleşenler için "normal" olarak değerlendirilmez. O nedenle de anlaşılmaz.
Fidel devrimcilikle mütevazilik ve dürüstlük arasında doğrudan bağ kurar. Ali Başpınar"ı yıldızlara uğurlarken, O"na ve onlara yakışan en güzel sözde bu olsa gerek.
O bu topraklara ışık düşüren bir yıldızdı. O izi sürmekten, yıldızlara yürümekten asla vazgeçmeyeğiz. Onların yarattığı o büyük tarihin parçası olarak, iyiliğin ve güzelliğin kaynağı Devrimci Yol"da, geçmişin ve geleceğin bitmeyen yolculuğunu sürdüreceğiz...
Hüzünle, umutla, aşkla, öfkeyle, “diren yüreğim diren, geceyi teslim alan şafakta gökyüzü yumruklu yıldızlar olsun”…
***
Babaannemin üzerine titrediği Dev Gençli
mustafa korkmaz
Sevgili Ali ağabey,
Seni ilk tanımam radyo anonslarıyla başladı. Bataryalı radyonun başına toplanan köylülerin pür dikkat dinledikleri "örfi idare" bildirilerinde duyuluyordu adın. Aranıyordun. Arananlar listesindeydin. Ama ben bu listede oluşuna bir anlam veremiyordum. Benle birlikte Babaannem de bir anlam veremiyordu. Dev-Genç‘li idin. Biz Dev_Genç i halkın dertlerine sorunlarına çare olan gençler, "Dev-Genç"ler olarak biliyorduk. O nedenle neden arandığına bir anlam veremiyorduk.
Sevgili Ali ağabey, sana köylülerimizden bazıları kem söz edince, Babaannem, nasılda savunmaya geçerdi. Zira sen Babaannemin "Bizim Osman‘ın oğlu" idin. Ben bir türlü "Bizim Osman‘ın" biz imliğini öğrenemedim. Merakta etmedim o yanını. Ben o muhteşem sürecin muhteşemliğini merak ettim. 1968 kuşağının DEV-GENÇ ini..
Tutuklandığını duyduk bir zaman sonra. 12 Mart faşizminin zindanlarında, işkence hanelerin de Dev-Genç‘lilerin direniş hikayelerini okuduk. Zaman çok çabuk geçti. Köye haber erken geldi. "Tereplerin Osman‘ın oğlu Ali‘de çıkmıştı". Evet 1974 de artık aramızdaydın.
Bazıları senin artık bir şeye karışmaz dediği günlerde sen bıraktığın yerden mücadelene devam ediyordun. Mesleğe başlamıştın. Öğretmen olmuştun. Öğretmenlerin örgütlenmesi ile işe başlamıştın yeniden. Bir hızla yıldızları avuçlamaya devam ediyordun. Ediyordunuz. Ediyorduk. Artık bir kuşak daha yaratılmıştı. Bu kuşak günümüzde 78 kuşağı diye adlandırılıyor.
Güzel bir dünya, güzel bir gelecek düşümüze saldırılar artarak devam ediyordu. Bu günlerde bu zalimliğe ve zalimlere karşı direnişin gerekliliğinden hareketle; Faşizme, faşistlere karşı nasıl direnebilirliğ in sorularının yanıtlarını "teknik öğretmen" olarak bulmaya, bulup hayata geçirmeye çalışıyordun.
Tıpkı bu gün, Ergenekon‘la iyiden iyiye açığa çıkan o zamanın kontrgerillası işbaşındaydı. Kitle katliamları revaçtaydı. Kahramanmaraş, Sivas, Çorum katliamları. Bunlar olurken Karadeniz‘den yükselen bir demokrasi örneği ve kundaktaki çocuğun katledilişi. "Çorumu bırak Fatsa‘ya bak" demeçlerine karşı, Fatsa halkının sağcısından solcusuna "Fatsa‘yı rahat bırakın" ifadelerinin yetersizliği. Elbetteki kundaktaki çocuk boğulacaktı. Zira sömürü düzenini tehdit ediyordu. O çocuğun adam olacağı yaptığı işlerden belliydi. O yüzden Çorumlar bırakılmış, Fatsalar yakılıp yıkılmıştı. "Ergenekoncu lar!" yüzsüzlüklerini kara maskelerle gizleyerek halkın uyanışını katle girişmişlerdi.
Adım, adım geliyordu faşizmin açığı. Fabrikalar da işçiler grevdeydi. Tarlalarda ekinler değersiz. Ekonomi tam bir kriz içerisinde. İşte bu ortamda saldırganlaşmıştı oligarşi. Ülke iç savaşa sürükleniyordu. Ardı ardına sıralanıyordu ölümler. Çoğu da "bizim kiler"di ölenlerin.
"Nitekim" geldi 12 Eylül de.
Dört kara general oturdular, siyah beyaz camın arkasındaki koltuklarına. Biri henüz daha yeni gelmişti müttefik Amerika‘dan. Okudular o unutulmayacak bildirilerini. "Millet adına ordu idareye el koydu" dediler. Bütün demokrasi kurumları kapatıldı. Demokratik kurum olarak, bir iş veren dernekleri, bir de Türk-iş kaldı ayakta.
Sevgili Ali ağabey, bir kez karşılaştık seninle. Hastalığının ilk belirtileri artık aşama kaydetmişti. Yüzünde izi vardı kanserin.Ben seninle aynı toprağın insanı olmanın bencil duygularıyla övünmek isterken, sen benden önce bozdun sevincimi. Tek kelime ile "Seni tanıdığıma çok sevindim. Hep merak ediyordum seni. Kim bu Mustafa diye" Bencilliğimi bağışlasın tüm dostlarımız ama içten içe gururlanmadım desem yalan olacak. Ben yine birilerinin bu gün tii ye aldığı "abi"liğinle övündüm. "Abi" sözcüğünü kendime ve aldığım kültüre saygının ifadesi olarak hala daha kullanmaktayı m ve de "abi" lerime karşı kullanmaya devam edeceğim. Bu karşılaşmamız ne yazık ki geç oldu, erken bitti.Ama diyeceklerim bitmedi.
Sevgili Ali abi, faşizm var olduğu sürece, adaletsizlikler, eşitsizlikler var olduğu sürece ne sözümüz bitecek, nede isyanımız. Zira biz tepeden tırnağa insanız.
Bu gün bir çok arkadaşın, aşağıya alıntıladığım kendine ait ifadeleri alıntılamışlar çeşitli yerlerde. Bir kez de ben burada haklı olarak alıntı yapıyorum. "...Emekçi halkımıza karşı yürütülen yok etme ve sindirme politikalarına, halkımızın yanında emperyalizme, faşizme karşı mücadele etmenin haklı, doğru ve meşru bir direniş mücadelesinin içinde yer almış olmanın gururu ve onurunu taşıyorum, dünyanın hiçbir ülkesinde faşizme karşı direnenler anarşist ya da teröristlikle suçlanmaz, bizlere karşı yöneltilen bu suçlama ve niteleme de doğru değildir, Devrimci Yol dergilerinde bu gerçek emperyalizme ve faşizme karşı mücadele yöntemleri çok açık ve net bir biçimde ortaya konulmuştur. Geriye doğru baktığımızda o teorik tespitlerin doğruluğu çok açık ve net bir şekilde ortaya çıkıyor. Bugün burada son sözü bize verseniz de, gerçekte son sözü sizler nasıl bir karar verirseniz verin, Türkiye Halkları verecektir. İnanıyorum ki halkımız bizi aklayacaktır. ..."
Sevgili Ali abi, inandığın ve uğruna mücadele ettiğin; Türkiye halklarının, bağımsızlık, demokrasi ve özgürlük davası Devrimci bir dayanışma ruhuyla sürecektir. Sen rahat uyu. İsterdik bedenini taşımayı doğduğun yere. Çamlıhemşin‘e. Kaçkarların tepesine. Ama önemli değil. Biliyorum ki senin bedenin nerede olursa olsun, o büyük gün geldiğinde Türkiye emekçi halklarının sevincine oradan da ortak olacaksın.
***
Dostluk ve dayanışmanın abisi
CAHİT AKÇAM
Ali Başpınar"ı 1975 yılında tanıdım. 1975 yılından itibaren de çeşitli yerlerde ve farklı zamanla yan yana geldik. Ali Başpınar aynı zamanda benim yol arkadaşımdı. Devrimci Yol" da yıllarca birlikte mücadele ettik ve 8 yıl Mamak Cezaevi" nde birlikte yattık. Ali Başpınar 1991 yılında tahliye oldu. Ali Başpınar" ın en iyi anlatan ifadeler Anti-faşist, Anti-Emperyalist tarafıdır. Ali Başpınar bizim abimizdi. Kendisini mücadele arkadaşlarından asla ayrı tutmazdı. Gerçekten mütevazi bir insandı. Çok iyi bir yol arkadaşıydı. Ali Başpınar THKP-C üyesi olduğu gerekçesiyle 2 sene tutuklu kaldı ve ağır işkenceler gördü. Ali Başpınar"la esas yakınlaşmamız 1998 yılında olmuştur. 1998 yılında hem kuruculuğunda hem de yönetiminde birlikte yer aldığımız Dostluk Dayanışma Vakfı"nı kurduk. Amacımız; toplumdaki dayanışmayı, yardımlaşmayı güçlendirmek ve birlikte mücadele verebilmekti zorluklara karşı. Vakıf yüzlerce öğrenciye okuyabilmeleri için burs verdi. Mücadele ettikleri için işlerinden olan insanların yanında yer alarak umudun hep var olduğunu gösterdi. Vakıf insanlara tam desteğini sundu. 6 kişiyle başlayan bu mücadele şimdi çoğalarak devam ediyor. Ali Başpınar"ın hep tam destek vermiştir vakfın mücadelesine.1994 yılında yakalandığı hastalığa rağmen mücadeleyi hiç bırakmadı. Vakfın hazırladığı " Unutturulanlar, Türkiye Gerçeği" belgeseline ciddi katkıları olmuştur. Amasya"ya Havza"ya gelerek insanların bu belgesel için konuşmalarını sağlamıştır. 2008 yılında hastalığı iyice ilerledi ve kemoterapi, ardından radyoterapi ve tekrar kemoterapi gördü. Hastalığı boyunca mücadele arkadaşları Ali Başpınar"ı hiç yalnız bırakmadı ve hep onun yaptığı gibi tam destek verdi.
***
Direnç Gülü oldun gökyüzünde
Mustafa Hocam
emrah altındiş
Bir bilgisayar ekranın soğuk yüzünden bu lanet haberle karşılaşmak, hiç aklımın ucundan geçmezken hem de, daha geçen hafta haberleşmişken... ÖDP iletişimde bir e-posta: Mustafa Ünüvar"ı Kaybettik... Gözlerim dolu, dolu, boğazım düğüm düğüm, aklımda Mustafa hocamın umutlu gözleri, inanmak istemiyorum...
Mustafa Hocam benim açımdan, tükenmeyen umudun, mücadele aşkı ve disiplininin, yaşamı dönüştürmeye dair bitmeyen sonsuz bir cürretin dimdik ayakta temsilcisiydi. Neo-liberal cehennemin ateşine dayanamayarak sosyalist umutları, öfkeleri, düşleri eriyen, omurgalarını yitirmiş onca insan görmüşken, o Fatsa cennet ve cehenneminden çıkmayı başarmış büyük devrimci hep dimdik ayaktaydı. Kariyerist hırsların bir sürü güzelliği çürüttüğü sosyalist mücadelede, o hep bir mücadele neferi olarak, nerede ihtiyaç varsa orada, hem de büyük bir çoşkuyla oradaydı!
Bu ak saçlı, kızıl düşlü devrimci ile 2001 yılında ÖDP Karşıyaka ilçede tanıştık, o dönem ilçe sekreteriydi ve aşkla bağlı olduğu devrimin partisi ÖDP"ye üyeliğimi, özenli ve güzel yazısı ile kendisi yaptı. O dönem Karşıyaka çarşısının kışın hep rüzgarlı, girişinde 35 saatlik haftalık çalışma süresi talebiyle imza topluyorduk, Mustafa Hocam yaşına aldırmadan biz gençlerle beraber insanlardan imza istiyor, uzun uzun derdimizi anlatıyordu, bir sürü işten kaytarma meraklısı genç “devrimciyi” gören benim açımdan oldukça etkileyici idi bu sahne.
2002"de hezimetle çıktığımız seçimlerden sonra pek çok arkadaşımız mücadeleden düşerken, onlarca badireyi göğüslemeyi bilmiş Ünüvar hocamız, aynı inançla mücadeleyi sürdürüyordu. ÖDP, o dönemde de, iç tartışmalara gömülmüştü, yaşadığımız talihsiz bir politik olaydan dolayı istifaya karar vermiştim, uzunca ve duygusal bir istifa dilekçesi hazırladım. Benim de o dönem yönetiminde yer aldığım Karşıyaka ilçe yönetimine, Başkanı Av. Suat (Çelebi) abi ve ilçe sekreterimiz Mustafa Hocama takdim ettim. Mustafa Hoca, uzun uzun ve yüksünmeden dil dökerek beni istifa etme kararımdan vazgeçirdi; kavgaya/mücadeleye küsülmezdi sözün özü ama ben yaşadığım kırgınlıkla partiye bir süre uğramadım. Bu dönemi sonradan değerlendirdiğimde hatalı davrandığımı karar verdim. Kısa bir süre sonra partiye geri döndüğümde Mustafa Hocam yine oradaydı, inatla kavgayı sürdürüyordu.,
2004-2007 ODTÜ günlerimde de iletişimimiz hiç kopmadı, Karşıyaka ilçenin ortasında ki dikdörtgen masanın baş köşesinde (şimdi öksüz olan o köşede, ilçemizde...) genelde o otururdu. Kimi zaman çok kızsa da her gün aksatmadan 2 tane aldığı gazetesi/gazetemiz BirGün önünde, çarşıdan alınmış kimi zaman simit, kimi zaman pide ile çaylarımızı içerken, o sessiz düşmanı sigarasını keyifle içine çeker ve dönemin politik tartışma konularını, Edebiyat öğretmenliğinden de kaynaklanan güzel bir dil ile bizlerle tartışırdı.
İlk aşkı DEV-YOL kadar tutkuyla bağlıydı, aşkın ve devrimin partisi ÖDP"ye, kimi devrimcilerin düştüğü muhafazakarlık çukuruna düşmeden ama geçmişini hep onur ve mutlulukla hatırlayarak, kendisini de sürekli yenileyerek yürüyordu. Mustafa Hoca en çok, bu geçmişi bugünkü dar çıkarlarına alet edenlere, geçmiş üzerinden politika yapanlara kızar ve "...Geçmişin ruhunu çağıracağım diye; Gazetenin/partinin ruhuna fatiha okutacaklar... " derdi.
Yörsan İşçilerinin desteklenmesinden, parti sorumluluklarına (vefat ettiğinde ÖDP İzmir İl saymanı idi), kendisinin özellikle ilgilendiği Baran TURSUN davasından, Karşıyaka Kent Meclisine2, Emekli-Sen üyeliğinden, SSGSS karşıtı çalışmalara, mecliste Ufuk Uras"ın çalışmalarının desteklenmesinden3, Kürtlere karşı yapılan saldırıların karşısında durmaya4, edebiyat yazılarından5, Hopa"ya Fatsa"ya Mustafa Hocam sürekli kavganın içindeydi.,yine kendisine ait Havanda "su dövmüyoruz. Hele hele " susuz " havanla hiçbir işimiz yok, olmaz da ! sözünü birebir pratiği ile doğruluyordu Amasya cezaevi 18. koğuşunda Fatsa davasından yıllarını vermiş güzel hocamız...
Can Baba"nın Terzi Fikri ve Fatsa ile ilgili şiirini hatırlayalım:
“Terzi Fikri öyle bir giysi dikti ki Fatsa’ya
O Gürcü öyle bir gürledi ki arkadaşlarıyla
Noktalar, noktalı virgüller, askeri operasyonlar
Kimseler çıkaramaz Fatsa’nın sırtından
Emek hakkının sımsıcak çıplaklığını”
Mustafa Hocam, Terzi Fikri 12 Eylül zindanlarında son nefesini verirken yanında olduğu gibi, hem Fatsa"dan memlekete sosyalizmi gürlerken, hem de o binbir renkli sosyalizm giysisini dikerlerken Fatsa"ya yanıbaşındaydı6. Bütün yaşamını son nefesine kadar emek hakkının sımsıcak çıplaklığına adamıştı.
Mustafa Hocamın ardından, böyle bir yazı yazmak zorunda kalacağım aklımın ucundan geçmezdi. Şimdi zorla tuttuğum gözyaşlarım bir yandan böylesine güzel bir sosyalisti kaybetmekten iken, bir yandan da onunla tanışabilmiş olmanın hüzünlü mutluluğundan.
işte zamanı geldi ayrılmaların
susma, bir gerilla gibi dimdik an beni
yüreğim yıldızlaşan yumruğum benim
direnç gülü oldun sen gökyüzünde
Sen artık bizim dimdik anacağımız ve asla unutmayacağımız direnç gülümüzsün gökyüzünde Mustafa Hocam... Esenlikle Kal...
06 Eylül 2008 (BirGün den alinmistir )
bir yıldız kaydı gökyüzünden
yerinde kırmızı bir boşluk bıraktı
içini yakan acı soğur mu hemen
gözlerine dost bir resim bıraktı
anılarını aklının bohçasında sakla
kalbinin bahçesinde sevgili bir yeri olsun
İçinde çiçekleri açsın unutmazsın
dost kokarlar sana yasını tutmazsın
bir yıldız kayınca gecenin kalbinden
bütün şarkılar susar ve dağılır yürek
çırılçıplak bir suskunluk kalır geride
yaşamın dili yeniden çözülünceye dek
Ersin Ergün Keleş
Güle güle Ali Baş...
Sana “Öldün” diyemem ki…
Melİh Pekdemİr
İfşa ediyorum: Aramızda ‘ideolojik ayrılık’ vardı. Sen sağlık ideolojisini savunurdun, ben keyif ideolojisini... Koğuşta sen sabahın köründe kalkıp spor yapardın, ben ha bire sigara içerdim ve hep sabaha karşı yatardım… Geçenlerde, hastalığım sırasında bana telefon ettin, “Sakın ölme ha!” diye tembihledin; ben de sana, “Ölmeyelim, birlikte biraz daha direnelim Ali Abi!” dedim.
Demedim mi?
Ben senin sözünü (şimdilik) tuttum…
Ama sen benim sözümü tu-ta-ma-dın…
“Tutmadın…” diyemem ki!
Çünkü hakikaten direndin.
Şu gezegenin en amansız hastalığı karşısında tam on beş yıl pes etmedin…
Sana, “Öldün” diyemem ki!
Birkaç yıl önce bizim gençler, ‘tecrübelerimizi’ sormuştu. Onların genç yaşındaki uzuun geleceklerine nazire, ben de peşimizi terk etmeyen geçmişimizden, geceleri gökyüzüne bakarken seyir eylediğimiz, kayan yıldızlarımızdan medet ummuştum. Ve şunu hatırlamıştım:
“Baba” demişti oğlum Bulut dört yaşındayken ve gökyüzünün yıldızlarını seyrederken Ayvalık sahillerinde: “Depremde her yer sallandı, nasıl oluyor da bu yıldızlar düşmüyor oradan?” “Yumruklarını sıkmışlardır evladım” diyememiştim; deseydim, elbette anlamazdı. Ama anlayan mutlaka çıkardı vakti zamanında, şimdi de hâlâ çıkar mı? Ama hep, sanki hep geçmişimizdeymişiz gibi olsun da istiyordum... Biliyorum, sen de öyle istiyordun…
Sen ki… Şimdi… “Hoşça kalın” deyince ve gidince, geçmişimizi çoğaltmış oldun…
Sen ki… Bir başına gidince Ali Baş… Bugünümüz mutlaka eksildi…
Ama yine de bir teselli gibi:
Ardında geleceğimizi de çoğaltacak ‘insanlık malzemesi’ bıraktın…
Çünkü Devrimci Yolculuk ‘raconu’ yaratmıştın…
Ve bu yüzden, dostun da düşmanın da bilir ki, devrimci hayatından, yıldızlı pekiyi dolu bir karneyle mezunsun.
Şimdi… Sen de öyle… Gökyüzünden yumruğunu sıkmış bir yıldız olarak… bekle bizi, Ali Baş… Nasılsa biz de geleceğiz yanına…
Sen beklerken; Yağmur’a her baktığımızda, her gök gürültüsünde, senin şen kahkahalarını ve kahkahalarına meze ettiğin zılgıtlarını duyacağız.
Ve bu yıldızlı ve bu devrimci zılgıtlarını, sana ant olsun, birer slogan atar gibi, bütün sömürücülerin, zalimlerin, şerefsizlerin yüzüne her gün tekrarlayacağız.
***
Alİ BaŞpInar’In savunmasIndan
Ben Devrimciyim
Marksist Leninist Görüşleri Benimsedim. Devrimci Yol Dergilerinde Yazılan ve Savunulan Görüşlerin Tümünü Benimsiyorum ve Bu Tespitlerin Doğruluğuna İnanıyorum*
ALİ BAŞPINAR
... Asıl anayasayı değiştirmek isteyenler bizler değiliz. Yıllardır kendi ekonomik politikalarına uymadığı, nispi demokratik bir ortam sağladığı için bu anayasa ile ülkenin yönetilemeyeceğini söyleyenlerdir. Son 24 Ocak kararları ile ülke ekonomisi tamamen IMF"nin denetimine verilmiştir. Bu süreç, 1970"li yıllarda gündeme gelmiştir. IMF reçetelerinin uygulandığı tüm ülkelerde görülmüştür ki demokrasi bir yana nispi demokratik haklarda bile ortadan kalkmadan bu kararları uygulamak mümkün değildir. Çünkü emekçi ve yoksul kesimlerin örgütlülüğünün düzeyi ne olursa olsun bu soygun, daha çok sömürü, enflasyon ve aç bırakma politikalarına karşı mücadele etmesinden başkaca kurtuluşu yoktur.
Bütün demokratik hakları yok etme ve ülkedeki siyasal ortamı gerginleştirip bu kararların uygulanabileceği bir ortamı yaratmak elbette bu güçlerin görevi idi. Ülkemizdeki faşist saldırı ve kıyımların yükselmesi böyle bir programın parçasıdır. Dünyanın hangi geri bırakılmış ülkesinde IMF reçeteleri uygulanmışsa bu ülke sonuçta askeri bir yönetimle yönetilmek zorunda kalmıştır. Bu kararların uygulandığı ve demokrasiyle yönetilen tek bir ülke yoktur.
Gerek 1961 Anayasasında gerekse yeni kabul edilen Anayasada işkencelerin suç sayıldığı söylenmektedir. Bu konuda kısaca hem Türkiye boyutları ile hem de bizlere uygulananlar ile özetlemek istiyorum. Türkiye"de işkenceler kurumlaşmış uygulanmaktadır. Bu işkenceleri inkar etmek mümkün değildir. 12 Eylül ile birlikte kurumsallaşmış olan bu yapı daha da örgütlendirilip geliştirilmiş ve bir profesyonel işkenceciler grubu oluşturulmuştur. İçinde bulunduğumuz yıllardaki uygulamaları daha da yaygınlaşan ve sistemleştirilen işkence olaylarının en insanlık dışı olanları ile karşılananlardan biri olarak kısaca bunları anlatmaya çalışacağım.
Bu anlatım bugün burada sanık sandalyesinde oturtulan bizlerin hangi koşullardan geçerek, bazılarımızın işkencede ölerek birçoğumuzun sakat kalarak, kalanların da çeşitli asılsız suçlamalarla sanık yapılmalarının örneklemesi ve nasıl sanık yapıldığımızın anlatılmasına yardımcı olacağı kanısındayım. On binlerce ilerici yurtsever ve devrimcinin geçmek zorunda olduğu bir çemberin belli başlı halklarını, ana hatlarının çizeceğim. İşkencelerin dün olduğu gibi bugün de en acımasızı, en akla gelmeyeni, bizlere yani ilerici, yurtsever ve devrimcilere uygulanmaktadır. Zaten bu geçirdiğimiz uzun yılların tecrübelerinin bir göstergesi ve o yılların uygulanması ile ortaya çıkmış bir gerçektir.
İşkenceler bundan böyle de yine her zaman olduğu gibi suçlu yaratabilmek için devrimcilere, ilericilere ve yurtseverlere uygulanacaktır. Ta ki işkencelerin ortadan kalkmasına değin. Belli bir süreçtedir ki artık işkencelerin sıradan polis ve görevlilerin uygulama metodları olmaktan çıkmıştır.
Özellikle 12 Mart 1972"den bu yana işkence yapanlar insanlık düşmanı, sapı, sarhoş ve ruh hastalarından oluşan işkenceciler çetesi vardır.
Bunlar bugünkü düzende işkence yaparak, yaptırarak karşılığında çeşitli ödüller ve başarı belgeleri alıp, baskın yaptıkları evlerden çaldıkları eşyalar ve gözaltına alınanlardan el koydukları para, saat ve kıymetli eşyalarla refah için yaşatılırlar. Bugün Türkiye"de kurumsal hale gelmiş olan işkence uygulamalarının dönemin en işkenceci yönetimi olarak bilinen faşist Almanya ile karşılaştırmak kanımca ters olmasa gerek. Hitler işkence genelgesinde Marksistlere, Yahudilere, yurtseverlere, paraşütle indirilen ajanlara, anti-sosyal unsurlara, Rus ve Polanyalı serserilere işkence uygulanabilir.
Ne var ki bugün ülkemizi yönetenler böyle bir kuralı bile koymaya gerek görmemişler ve on binlerce insanı işkencecilerin ellerine teslim etmişlerdir. Bu işkencecilerde bilemediğimiz kadar insan öldürmüşlerdir ve ölenlerin sayısı bugün bilinmemektedir.
***
Bu tarihin büyük ve ızdıraplı devlerinden biridir O
Öykü Polat
“Yıldızlar ve sular tanıktır
aç ve kavruk memeden
Direnmeyi yudum yudum emen
Bir çocuk gibi öğrendik
Ve direndik”
Adnan Yücel
Direnmek; ne zor bir kelimedir. Şimdi vazgeçmek, teslim olmak çağındayız. Onlarsa direnenler çağında yaşamayı sürdürürler, bir başka dünyanın insanları gibidir. Anlaşılmazlardır. Öyle değil midir? Birilerinin Che Guevara"nın cesaretine ve serüvenciliğine "klinik bir vaka" muamelesi yapmaya çalışması bundan değil midir? Şimdilerde birilerinin "yahu nedir hala bu devrimcilik ısrarı" diye sormasını da buna bağlayamaz mıyız?
Her şeyin nedeni onlardır. "Fidel"in Yüzünden" filmini izlerken senin de aklına bizimkiler gelmedi mi? Yanlış da değildir kimilerinin yakınması, gerçekten öyledir. Fidel"in yüzündendir, bizimkilerin yüzündendir, bunca yaşanan şey.
M.Berman"ın Marx için söyledikleri, bu topraklarda en çok onlar için söylenebilir sözlerdir, “-bu tarihin- büyük, ızdıraplı devlerinden biridir o, onlar kendilerini olduğu gibi bizi de çılgınlığa sürüklemişlerdir, fakat onların ızdırapları hala daha yaşam kaynağımız olan manevi sermayenin büyük kısmını yaratmıştır”.
Kendileriyle kalmamıştır, doğrudur, bizi de çılgınlığa sürüklemişlerdir.
Evet şimdi birileri tabii çıkıp "o dönem kapandı, kapanmalı, kapanacak" falan deyip durabilir. Onların en büyükleri "başka dünya yok" derken daha bizimkiler "her yerde hep birlikte yeniden" diye sesleniyorlardı bu kahpe dünyaya.
İşte o sesleniş sürükledi bizi de bu çılgınlığın içerisine. Elbet buna da kızıp, "onların çağı kapandı ama gençleri etkiliyorlar hala" diye yazarlar.
İşte her şey bu cümlede gizlidir. Onlar her gün yenilenen ve yeniden doğan, kesintisiz ve sürekli var olan, ölümsüzlerdir. Bir yere yazmıştık, "onlar fikirleriyle bu ülkenin göklerini dolduran yumruklu yıldızlarda ölümsüzleştiler" diye. Öyleyse ne mümkündür o çağın kapanması. Bak şimdi Ali Butto"muzu yıldızlara uğurlerken ben, biz o oluyoruz. Evet, öyle, biz onların gençliğiyiz. Onlar bizim yol arkadaşımız, abimiz.
Tarihsel bir sürekliliğin içerisine doğduk, o yüzden, Ali Başpınar, bizim de Butto"muz. Şimdi yine kızdırmış olabilirim birilerini, çünkü bazen cellallenip "size mi kaldı yaşamadığımız bir tarihi sahiplenmek" diye çıkışırlar. Kim demiş yaşamadığımız bir tarih olduğunu, peki yaşadığımız nedir bizim!
"Yıldızlar ışıklarını hiç kaybetmezler" diyor şair, o ışıkla yıkandık biz. Yüreğimize bir yıldız düştü, gecelerimize ve gündüzlerimize yıldızlar doğdu. Valahi bizi de bu yıldızlar baştan çıkardı. Çünkü öyle duru ve saf, öyle direngen ve umutlu, öyle muhteşemdikiler bu çılgınlığa kapılmamak elde değildi.
Bir "kilinik vaka" mıyız, o halde, şimdi biz de.
Şüphesiz böylesine bir yok oluş içerisinde, her şeyi bir yana bırakıp da "o eskilerin", "mütevazi, dürüst, sahici, adanmış" yaşamlarının izlerini sürerek yaşamaya kalkmak, halen bir dava için hayatını ortaya koyma isteği ile yaşamak, düzenle bütünleşenler için "normal" olarak değerlendirilmez. O nedenle de anlaşılmaz.
Fidel devrimcilikle mütevazilik ve dürüstlük arasında doğrudan bağ kurar. Ali Başpınar"ı yıldızlara uğurlarken, O"na ve onlara yakışan en güzel sözde bu olsa gerek.
O bu topraklara ışık düşüren bir yıldızdı. O izi sürmekten, yıldızlara yürümekten asla vazgeçmeyeğiz. Onların yarattığı o büyük tarihin parçası olarak, iyiliğin ve güzelliğin kaynağı Devrimci Yol"da, geçmişin ve geleceğin bitmeyen yolculuğunu sürdüreceğiz...
Hüzünle, umutla, aşkla, öfkeyle, “diren yüreğim diren, geceyi teslim alan şafakta gökyüzü yumruklu yıldızlar olsun”…
***
Babaannemin üzerine titrediği Dev Gençli
mustafa korkmaz
Sevgili Ali ağabey,
Seni ilk tanımam radyo anonslarıyla başladı. Bataryalı radyonun başına toplanan köylülerin pür dikkat dinledikleri "örfi idare" bildirilerinde duyuluyordu adın. Aranıyordun. Arananlar listesindeydin. Ama ben bu listede oluşuna bir anlam veremiyordum. Benle birlikte Babaannem de bir anlam veremiyordu. Dev-Genç‘li idin. Biz Dev_Genç i halkın dertlerine sorunlarına çare olan gençler, "Dev-Genç"ler olarak biliyorduk. O nedenle neden arandığına bir anlam veremiyorduk.
Sevgili Ali ağabey, sana köylülerimizden bazıları kem söz edince, Babaannem, nasılda savunmaya geçerdi. Zira sen Babaannemin "Bizim Osman‘ın oğlu" idin. Ben bir türlü "Bizim Osman‘ın" biz imliğini öğrenemedim. Merakta etmedim o yanını. Ben o muhteşem sürecin muhteşemliğini merak ettim. 1968 kuşağının DEV-GENÇ ini..
Tutuklandığını duyduk bir zaman sonra. 12 Mart faşizminin zindanlarında, işkence hanelerin de Dev-Genç‘lilerin direniş hikayelerini okuduk. Zaman çok çabuk geçti. Köye haber erken geldi. "Tereplerin Osman‘ın oğlu Ali‘de çıkmıştı". Evet 1974 de artık aramızdaydın.
Bazıları senin artık bir şeye karışmaz dediği günlerde sen bıraktığın yerden mücadelene devam ediyordun. Mesleğe başlamıştın. Öğretmen olmuştun. Öğretmenlerin örgütlenmesi ile işe başlamıştın yeniden. Bir hızla yıldızları avuçlamaya devam ediyordun. Ediyordunuz. Ediyorduk. Artık bir kuşak daha yaratılmıştı. Bu kuşak günümüzde 78 kuşağı diye adlandırılıyor.
Güzel bir dünya, güzel bir gelecek düşümüze saldırılar artarak devam ediyordu. Bu günlerde bu zalimliğe ve zalimlere karşı direnişin gerekliliğinden hareketle; Faşizme, faşistlere karşı nasıl direnebilirliğ in sorularının yanıtlarını "teknik öğretmen" olarak bulmaya, bulup hayata geçirmeye çalışıyordun.
Tıpkı bu gün, Ergenekon‘la iyiden iyiye açığa çıkan o zamanın kontrgerillası işbaşındaydı. Kitle katliamları revaçtaydı. Kahramanmaraş, Sivas, Çorum katliamları. Bunlar olurken Karadeniz‘den yükselen bir demokrasi örneği ve kundaktaki çocuğun katledilişi. "Çorumu bırak Fatsa‘ya bak" demeçlerine karşı, Fatsa halkının sağcısından solcusuna "Fatsa‘yı rahat bırakın" ifadelerinin yetersizliği. Elbetteki kundaktaki çocuk boğulacaktı. Zira sömürü düzenini tehdit ediyordu. O çocuğun adam olacağı yaptığı işlerden belliydi. O yüzden Çorumlar bırakılmış, Fatsalar yakılıp yıkılmıştı. "Ergenekoncu lar!" yüzsüzlüklerini kara maskelerle gizleyerek halkın uyanışını katle girişmişlerdi.
Adım, adım geliyordu faşizmin açığı. Fabrikalar da işçiler grevdeydi. Tarlalarda ekinler değersiz. Ekonomi tam bir kriz içerisinde. İşte bu ortamda saldırganlaşmıştı oligarşi. Ülke iç savaşa sürükleniyordu. Ardı ardına sıralanıyordu ölümler. Çoğu da "bizim kiler"di ölenlerin.
"Nitekim" geldi 12 Eylül de.
Dört kara general oturdular, siyah beyaz camın arkasındaki koltuklarına. Biri henüz daha yeni gelmişti müttefik Amerika‘dan. Okudular o unutulmayacak bildirilerini. "Millet adına ordu idareye el koydu" dediler. Bütün demokrasi kurumları kapatıldı. Demokratik kurum olarak, bir iş veren dernekleri, bir de Türk-iş kaldı ayakta.
Sevgili Ali ağabey, bir kez karşılaştık seninle. Hastalığının ilk belirtileri artık aşama kaydetmişti. Yüzünde izi vardı kanserin.Ben seninle aynı toprağın insanı olmanın bencil duygularıyla övünmek isterken, sen benden önce bozdun sevincimi. Tek kelime ile "Seni tanıdığıma çok sevindim. Hep merak ediyordum seni. Kim bu Mustafa diye" Bencilliğimi bağışlasın tüm dostlarımız ama içten içe gururlanmadım desem yalan olacak. Ben yine birilerinin bu gün tii ye aldığı "abi"liğinle övündüm. "Abi" sözcüğünü kendime ve aldığım kültüre saygının ifadesi olarak hala daha kullanmaktayı m ve de "abi" lerime karşı kullanmaya devam edeceğim. Bu karşılaşmamız ne yazık ki geç oldu, erken bitti.Ama diyeceklerim bitmedi.
Sevgili Ali abi, faşizm var olduğu sürece, adaletsizlikler, eşitsizlikler var olduğu sürece ne sözümüz bitecek, nede isyanımız. Zira biz tepeden tırnağa insanız.
Bu gün bir çok arkadaşın, aşağıya alıntıladığım kendine ait ifadeleri alıntılamışlar çeşitli yerlerde. Bir kez de ben burada haklı olarak alıntı yapıyorum. "...Emekçi halkımıza karşı yürütülen yok etme ve sindirme politikalarına, halkımızın yanında emperyalizme, faşizme karşı mücadele etmenin haklı, doğru ve meşru bir direniş mücadelesinin içinde yer almış olmanın gururu ve onurunu taşıyorum, dünyanın hiçbir ülkesinde faşizme karşı direnenler anarşist ya da teröristlikle suçlanmaz, bizlere karşı yöneltilen bu suçlama ve niteleme de doğru değildir, Devrimci Yol dergilerinde bu gerçek emperyalizme ve faşizme karşı mücadele yöntemleri çok açık ve net bir biçimde ortaya konulmuştur. Geriye doğru baktığımızda o teorik tespitlerin doğruluğu çok açık ve net bir şekilde ortaya çıkıyor. Bugün burada son sözü bize verseniz de, gerçekte son sözü sizler nasıl bir karar verirseniz verin, Türkiye Halkları verecektir. İnanıyorum ki halkımız bizi aklayacaktır. ..."
Sevgili Ali abi, inandığın ve uğruna mücadele ettiğin; Türkiye halklarının, bağımsızlık, demokrasi ve özgürlük davası Devrimci bir dayanışma ruhuyla sürecektir. Sen rahat uyu. İsterdik bedenini taşımayı doğduğun yere. Çamlıhemşin‘e. Kaçkarların tepesine. Ama önemli değil. Biliyorum ki senin bedenin nerede olursa olsun, o büyük gün geldiğinde Türkiye emekçi halklarının sevincine oradan da ortak olacaksın.
***
Dostluk ve dayanışmanın abisi
CAHİT AKÇAM
Ali Başpınar"ı 1975 yılında tanıdım. 1975 yılından itibaren de çeşitli yerlerde ve farklı zamanla yan yana geldik. Ali Başpınar aynı zamanda benim yol arkadaşımdı. Devrimci Yol" da yıllarca birlikte mücadele ettik ve 8 yıl Mamak Cezaevi" nde birlikte yattık. Ali Başpınar 1991 yılında tahliye oldu. Ali Başpınar" ın en iyi anlatan ifadeler Anti-faşist, Anti-Emperyalist tarafıdır. Ali Başpınar bizim abimizdi. Kendisini mücadele arkadaşlarından asla ayrı tutmazdı. Gerçekten mütevazi bir insandı. Çok iyi bir yol arkadaşıydı. Ali Başpınar THKP-C üyesi olduğu gerekçesiyle 2 sene tutuklu kaldı ve ağır işkenceler gördü. Ali Başpınar"la esas yakınlaşmamız 1998 yılında olmuştur. 1998 yılında hem kuruculuğunda hem de yönetiminde birlikte yer aldığımız Dostluk Dayanışma Vakfı"nı kurduk. Amacımız; toplumdaki dayanışmayı, yardımlaşmayı güçlendirmek ve birlikte mücadele verebilmekti zorluklara karşı. Vakıf yüzlerce öğrenciye okuyabilmeleri için burs verdi. Mücadele ettikleri için işlerinden olan insanların yanında yer alarak umudun hep var olduğunu gösterdi. Vakıf insanlara tam desteğini sundu. 6 kişiyle başlayan bu mücadele şimdi çoğalarak devam ediyor. Ali Başpınar"ın hep tam destek vermiştir vakfın mücadelesine.1994 yılında yakalandığı hastalığa rağmen mücadeleyi hiç bırakmadı. Vakfın hazırladığı " Unutturulanlar, Türkiye Gerçeği" belgeseline ciddi katkıları olmuştur. Amasya"ya Havza"ya gelerek insanların bu belgesel için konuşmalarını sağlamıştır. 2008 yılında hastalığı iyice ilerledi ve kemoterapi, ardından radyoterapi ve tekrar kemoterapi gördü. Hastalığı boyunca mücadele arkadaşları Ali Başpınar"ı hiç yalnız bırakmadı ve hep onun yaptığı gibi tam destek verdi.
***
Direnç Gülü oldun gökyüzünde
Mustafa Hocam
emrah altındiş
Bir bilgisayar ekranın soğuk yüzünden bu lanet haberle karşılaşmak, hiç aklımın ucundan geçmezken hem de, daha geçen hafta haberleşmişken... ÖDP iletişimde bir e-posta: Mustafa Ünüvar"ı Kaybettik... Gözlerim dolu, dolu, boğazım düğüm düğüm, aklımda Mustafa hocamın umutlu gözleri, inanmak istemiyorum...
Mustafa Hocam benim açımdan, tükenmeyen umudun, mücadele aşkı ve disiplininin, yaşamı dönüştürmeye dair bitmeyen sonsuz bir cürretin dimdik ayakta temsilcisiydi. Neo-liberal cehennemin ateşine dayanamayarak sosyalist umutları, öfkeleri, düşleri eriyen, omurgalarını yitirmiş onca insan görmüşken, o Fatsa cennet ve cehenneminden çıkmayı başarmış büyük devrimci hep dimdik ayaktaydı. Kariyerist hırsların bir sürü güzelliği çürüttüğü sosyalist mücadelede, o hep bir mücadele neferi olarak, nerede ihtiyaç varsa orada, hem de büyük bir çoşkuyla oradaydı!
Bu ak saçlı, kızıl düşlü devrimci ile 2001 yılında ÖDP Karşıyaka ilçede tanıştık, o dönem ilçe sekreteriydi ve aşkla bağlı olduğu devrimin partisi ÖDP"ye üyeliğimi, özenli ve güzel yazısı ile kendisi yaptı. O dönem Karşıyaka çarşısının kışın hep rüzgarlı, girişinde 35 saatlik haftalık çalışma süresi talebiyle imza topluyorduk, Mustafa Hocam yaşına aldırmadan biz gençlerle beraber insanlardan imza istiyor, uzun uzun derdimizi anlatıyordu, bir sürü işten kaytarma meraklısı genç “devrimciyi” gören benim açımdan oldukça etkileyici idi bu sahne.
2002"de hezimetle çıktığımız seçimlerden sonra pek çok arkadaşımız mücadeleden düşerken, onlarca badireyi göğüslemeyi bilmiş Ünüvar hocamız, aynı inançla mücadeleyi sürdürüyordu. ÖDP, o dönemde de, iç tartışmalara gömülmüştü, yaşadığımız talihsiz bir politik olaydan dolayı istifaya karar vermiştim, uzunca ve duygusal bir istifa dilekçesi hazırladım. Benim de o dönem yönetiminde yer aldığım Karşıyaka ilçe yönetimine, Başkanı Av. Suat (Çelebi) abi ve ilçe sekreterimiz Mustafa Hocama takdim ettim. Mustafa Hoca, uzun uzun ve yüksünmeden dil dökerek beni istifa etme kararımdan vazgeçirdi; kavgaya/mücadeleye küsülmezdi sözün özü ama ben yaşadığım kırgınlıkla partiye bir süre uğramadım. Bu dönemi sonradan değerlendirdiğimde hatalı davrandığımı karar verdim. Kısa bir süre sonra partiye geri döndüğümde Mustafa Hocam yine oradaydı, inatla kavgayı sürdürüyordu.,
2004-2007 ODTÜ günlerimde de iletişimimiz hiç kopmadı, Karşıyaka ilçenin ortasında ki dikdörtgen masanın baş köşesinde (şimdi öksüz olan o köşede, ilçemizde...) genelde o otururdu. Kimi zaman çok kızsa da her gün aksatmadan 2 tane aldığı gazetesi/gazetemiz BirGün önünde, çarşıdan alınmış kimi zaman simit, kimi zaman pide ile çaylarımızı içerken, o sessiz düşmanı sigarasını keyifle içine çeker ve dönemin politik tartışma konularını, Edebiyat öğretmenliğinden de kaynaklanan güzel bir dil ile bizlerle tartışırdı.
İlk aşkı DEV-YOL kadar tutkuyla bağlıydı, aşkın ve devrimin partisi ÖDP"ye, kimi devrimcilerin düştüğü muhafazakarlık çukuruna düşmeden ama geçmişini hep onur ve mutlulukla hatırlayarak, kendisini de sürekli yenileyerek yürüyordu. Mustafa Hoca en çok, bu geçmişi bugünkü dar çıkarlarına alet edenlere, geçmiş üzerinden politika yapanlara kızar ve "...Geçmişin ruhunu çağıracağım diye; Gazetenin/partinin ruhuna fatiha okutacaklar... " derdi.
Yörsan İşçilerinin desteklenmesinden, parti sorumluluklarına (vefat ettiğinde ÖDP İzmir İl saymanı idi), kendisinin özellikle ilgilendiği Baran TURSUN davasından, Karşıyaka Kent Meclisine2, Emekli-Sen üyeliğinden, SSGSS karşıtı çalışmalara, mecliste Ufuk Uras"ın çalışmalarının desteklenmesinden3, Kürtlere karşı yapılan saldırıların karşısında durmaya4, edebiyat yazılarından5, Hopa"ya Fatsa"ya Mustafa Hocam sürekli kavganın içindeydi.,yine kendisine ait Havanda "su dövmüyoruz. Hele hele " susuz " havanla hiçbir işimiz yok, olmaz da ! sözünü birebir pratiği ile doğruluyordu Amasya cezaevi 18. koğuşunda Fatsa davasından yıllarını vermiş güzel hocamız...
Can Baba"nın Terzi Fikri ve Fatsa ile ilgili şiirini hatırlayalım:
“Terzi Fikri öyle bir giysi dikti ki Fatsa’ya
O Gürcü öyle bir gürledi ki arkadaşlarıyla
Noktalar, noktalı virgüller, askeri operasyonlar
Kimseler çıkaramaz Fatsa’nın sırtından
Emek hakkının sımsıcak çıplaklığını”
Mustafa Hocam, Terzi Fikri 12 Eylül zindanlarında son nefesini verirken yanında olduğu gibi, hem Fatsa"dan memlekete sosyalizmi gürlerken, hem de o binbir renkli sosyalizm giysisini dikerlerken Fatsa"ya yanıbaşındaydı6. Bütün yaşamını son nefesine kadar emek hakkının sımsıcak çıplaklığına adamıştı.
Mustafa Hocamın ardından, böyle bir yazı yazmak zorunda kalacağım aklımın ucundan geçmezdi. Şimdi zorla tuttuğum gözyaşlarım bir yandan böylesine güzel bir sosyalisti kaybetmekten iken, bir yandan da onunla tanışabilmiş olmanın hüzünlü mutluluğundan.
işte zamanı geldi ayrılmaların
susma, bir gerilla gibi dimdik an beni
yüreğim yıldızlaşan yumruğum benim
direnç gülü oldun sen gökyüzünde
Sen artık bizim dimdik anacağımız ve asla unutmayacağımız direnç gülümüzsün gökyüzünde Mustafa Hocam... Esenlikle Kal...
06 Eylül 2008 (BirGün den alinmistir )
arasorbul - 8. Sep, 18:00
Trackback URL:
https://akpinar.twoday.net/stories/5177250/modTrackback