“Bu şenlikte bana düşen sazımı çalmaktı, ve ben de elimden gelenin en iyisini yaptım..." der Tagore
arasorbul - 9. Okt, 12:05
Aslında hiç kimse Evet demiyor. Onlardan bir tek Reis Evet diyor, ötekiler Evet demiyor Reis’i tekrarlıyor. Tek Adam’a tek sesli Evet…
Bizler ise tek tek Hayır diyoruz, birbirimizi onaylamamıza gerek duymadan Hayır, çok sesli Hayır…M.P
arasorbul - 24. Apr, 00:23
Sen yağmurlu günlere yakışırsın
Yollar çeker uzak dağlar çeker uzak evler
Islanan yapraklar gibi yüzün ışır
Işırsa beni unutma
Alır yürür sıcak mavisi gökyüzünün
Kuşlar döner uzun yağmurlardan sonra bir gün
Bir yer sızlar yanar içinde büsbütün
Her şeye rağmen ellerin üşür
Üşürse beni unutma
Yeni dostlar yeni rüzgârlar gelir geçer
Yosun muydum kaya mıydım nasıl unuttular
Kahredersin başın önüne düşer
Düşerse beni unutma
Gülten Akın
arasorbul - 24. Apr, 00:10
arasorbul - 23. Apr, 23:44
Bu siteyi yer sorunu nedeniyle güncelleyemiyorum.Paylasabildiklerim bunlar, hos görürsünüz umarim..
arasorbul - 5. Okt, 19:00
Ey Ateşin Güneşin Oğlu
Akarsuyun Munzura Doğru
Dirençsin Sen Sık Yumruğunu
Aşk Dolu Devrim Dolu Kalbin Nerede
Bahar Düşmüştür Toprağına
Dağlarım Damar Damar Çiçek
UnuttunMu Sen O Günleri
Aşk Dolu Devrim Dolu Kalbin Nerede
Gün Olur Güneşler Doğar
Karanlıklar Parçalanır
Yaşamın Bir Anlamı Vardır
Aşk Dolu Devrim Dolu Kalbin Nerede
Denizlerle Dalgalandım
Doruklara Sevdalandım
Kavgalarımla Yıkandım Ben
Aşk Dolu Devrim Dolu Kalbin Nerede
Sevinç Eratalay
http://www.youtube.com/watch?v=3TTCt6BJXSg
arasorbul - 14. Mär, 11:34
arasorbul - 19. Nov, 19:04
arasorbul - 19. Nov, 19:01
Birkaç gün önce Adnan Bostancıoğlu’nun kaleme aldığı ve “Bitmeyen Yolculuk” adıyla yayınlanan “Oğuzhan Müftüoğlu kitabı”nın konusunun, bitmeyen Devrimci Yolculuk olduğunu söylemeye bile gerek yok.
Bu tür kitaplara “nehir söyleşi” deniyor. Yani otobiyografi ya da biyografi yazmak yerine, aynı yaşam sürecinin hoş sohbet ve sorgucu bir başkası (burada bu isabetli kişi Adnan oluyor) tarafından didiklendiği ve sonuçta bir solukta okunabilen bir yazın türü...
Şimdi oturup burada bu kitabın tanıtımını yapacak ya da kitap eleştirisi kaleme alacak durumda değilim. Çünkü böyle bir kitap benim durumumda olanlarda, Adnan Bostancıoğlu’nun Oğuzhan Müftüoğlu ile yaptığı bir nehir söyleşi olmanın ötesinde, nehirin kaynağını, menzilini, ulaşacağı okyanusun esintilerini, ürpertisini de an be an ve yeniden yaşatıyor.
Kabul edersiniz ki, benim gibiler için böyle bir söyleşiye kulak verme mesafesi sıradan okuyucu ile kıyaslanamaz... Kolay değil, bu nehirde yol alırken kimi yerde soluğun kesiliyor, boğulacak gibi oluyorsun, kimi yerde coşkuyla bırakıyorsun kendini nehirin dalgalarına, kimi yerde düşüyorsun bir çağlayandan aşağı; ama her sayfasında, okyanusa ulaşmanın umudunu hiç yitirmiyorsun. Boğulmak imkânsız... Boğuluyorum sandığın her yerde çünkü yeniden soluk alma iradesi, imkânı, kararlılığıyla küllerinden diriliyorsun.
İşte bu hisleri yaşadığımdan ve belki de sadece bu yüzden kitap tanıtımı ya da eleştirisinden mazur görülebilirim. Ama mutlaka şu soruya cevap vermeliyim: Peki bu yolculuğa katılanlardan birisi olarak, bu yolculuğun hiç bitmeyeceğini nasıl hissetmiştim? Evet, soruya cevaben Devrimci Yol hakkında yaptığım bir değerlendirmede şöyle demiştim:
“ODTÜ’deki gençlik mücadelesinde ‘doğal öğrenci önderi’ konumunda iki genç [Melih ve Taner] tarafından 1975 başında ‘ODTÜ-DER kurulurken’ adıyla bir gençlik bildirgesi kaleme alınmıştır. Emperyalizm tahlilleri, elbette Lenin ve Mahir Çayan görüşleri doğrultusunda titizlikle hazırlanmıştır. 25 bin adet basılan broşür, kısa sürede bütün Türkiye’de dağıtılmıştır. Bu sıralar cezaevinden tahliye olan bir THKP-C davası sanığına [Oğuzhan Müftüoğlu] da bu broşür sunulmuştur. THKP-C sanığı, broşürü okuduktan sonra, bazı konuları eleştirmiştir. Bunun üzerine broşürü kaleme alan iki genç ikna olmuş ama şunu sormadan edememiştir: ‘Peki bu söylediklerini Lenin hangi kitapta yazmıştı?’ THKP-C sanığı şöyle cevap vermiştir: ‘Hiçbir yerde yazmamıştı; çünkü bunlar benim görüşlerim.’ İşte Devrimci Gençlik ve Devrimci Yol dergilerinin, bu cümleden hareketle yayınlanmış dergiler oldukları, söylenebilir.”
Evet bizler yirmili yaşlarda gençlerdik ve karşımızda feleğin çemberinden geçmiş, yaşını başını almış, ohoo, tam otuz yaşında tecrübeli bir “ihtiyar” vardı. Ve bu “ihtiyar” bizlerin eline verdiği bu yolculuk biletinde sadece mevcut olan değil, mevcut olmayanın da yeniden üretimi hakkındaki kararlılık ve bu konudaki devrimci özgüven yazmaktaydı. Demek ki, bu Yolculuk hiçbir yerde yazmayan kendi görüşlerimiz ve kendi gücümüz sayesinde sürebilirdi:
Devrimci, taklitçi değildir, yaratıcıdır. Devrimcilik, belli bir noktadan sonra, yaptığımız alıntıları aslında kimsenin söylememiş olduğunu, bunları aslında kendimizin söylemekte olduğunu fark etmektir. Fikri sabitlik (dogmatizm) yerine fikri takip ile geçmişi, bugünü ve geleceği birlikte yaşayabilmektir/ yaşatabilmektir. İşte bu yüzden, Oğuzhan Müftüoğlu ile yapılan bu nehir söyleşi sadece ortak tarihimiz değil, geleceğimizin de tarihidir.
İstediğimiz zaman vermeyecekleri, ama bizim mutlaka kopara kopara alacağımız bir geleceğin tarihi... İnanmıyorsanız, bir de şunu dinleyin:
Yıl 1972. Oğuzhan Müftüoğlu işkenceden çıkmış, cezaevine götürecekler. Şöyle anlatıyor: “Polisler yakalandığım zaman teslim aldıkları eşyalarımı geri verirken, ‘Bak bakalım başka bir şeyin var mıydı?’ dediler. Eşyalarıma baktım, o anda nereden aklıma geldi bilmiyorum, ciddi bir şekilde ‘Bir de 14’lü tabancam vardı!’ dedim. Adamlar şaşkın şaşkın yüzüme baktılar; ama bir şey yapmadılar...”
Eh işte, bizler de yıllardan sonra, yollardan sonra, bu yolculukta bizden aldıkları her şeyi ama her şeyi geri istiyoruz! Vermeyeceklerini biliyoruz. Ama alacağımızı da biliyoruz. Şaka da yapmıyoruz yani. Ciddiyiz.
MELİH PEKDEMİR
arasorbul - 15. Feb, 21:22
*12 Eylül darbesine karşı mücadele eden topluluğun bir bireyi olarak kendimi 12 Eylül mağduru olarak görmüyorum. Türkiye'nin o günkü mevcut düzenine karşı, o faşist diktatörlüğe karşı mücadele ettik, onun bir bedeli varsa bunu ödedik. Ölenlerimiz de ödedi canlarıyla, cezaevlerinde işkencelerle ödedik. Burda bir mağduriyet söz konusu değildir. Biz 12 Eylül'ün muhatabıyız.
*Evet 12 Eylül'ün mağdurları vardır. MHP'liler kendilerini mağdur olarak hissetmişlerdir. Çünkü 12 Eylül'ü yapan güçlerle aynı saftaydılar. O yüzden yöneticileri 'fikrimiz iktidarda biz içerdeyiz' demiş ve kendilerini mağdur görmüşlerdir. Öyledir, ihtilaller bazen kendi evlatlarını yer.
*AKP'nin neoliberal politikalarını desteklemek için darbecilik konusunda ortaya çıkan arkadaşlar burjuvazinin, sınıfların, sömürü düzeninin ve emperyalizmin bu olayla ilişkisini gizlemek için büyük çaba sarfediyorlar. Bu doğrusu sosyalist olma iddiasındaki birisi için çok büyük ayıptır.
*Anayasa değişikliği 12 Eylül'ün esasına, özüne dokunmuyor. Bir bina düşünün temeli duruyor, çatısı duruyor, yapısı duruyor, içinde oturanlar duruyor. Biraz dışını boyuyorlar, kapısının tokmağının rengini değiştiriyorlar buna razı olmazsan sen eskiyi savunmuş oluyorsun diyorlar. Böyle bir saçmalık olabilir mi?
AKP‘nin Kendisi Darbe Ürünüdür
Yönetenler bir azınlığın çıkarlarını sanki toplumun genel çıkarıymış gibi göstermek isterler. Son zamanlarda Anayasa değişikliği üzerine yapılan tartışmalar bütün toplumun çıkarına bir tartışma değildir ama iktidar çevreleri bunu toplumun önemli bir değişimin eşiğinde bulunduğu şeklinde anlaşılacak şekilde kavratmak, toplumu öyle inandırmak istiyorlar. Bu yönetme anlayışının önemli bir unsurudur.
Bu bir aldatmacadır. Ne 12 Eylül ile hesaplaşmadır ne de öyle sunulduğu gibi toplumun genel çıkarına olan bir değişimden söz etmek mümkündür. Çünkü aslında AKP ve tüm düzen partileri 12 Eylül‘ün ürünüdür, onun devamıdırlar. Tartışmanın ileri aşamalarında belki daha ayrıntılı anlatmaya çalışacağım ama peşinen söyleyeyim AKP 28 Şubat sürecinde Erbakan‘ın tasfiye edilmesiyle dolaylı olarak müdahale ile kurdurulmuş bir partidir, arkasındaki uluslar arası güçlerin olduğu çok iyi bilinen bir partidir. Bu bakımdan AKP‘nin ne 12 Eylül ile hesaplaşmaya niyeti vardır ne de 12 Eylül‘ün kalıntılarını ortadan kaldırmak gibi bir niyeti vardır. Bugünkü tartışmanın esası son on yıldır Türkiye‘de AKP eliyle sürdürülmeye çalışılan neoliberal yeni toplum düzeninin sürdürülmesi çabasından başka bir şey değildir.
28 Şubat‘tan sonra AKP‘nin kurulmuş olmasının kanıtı nedir diyorlar? Ortada değil mi? 28 Şubat‘ta Erbakan‘ın Milli Görüş çizgisindeki Refah Partisi tasfiye edildi. Daha sonra onun içerisinden bir grup Milli Görüş‘ün anti-Amerikan kimi görüşlerini bir kenara bırakarak daha liberal görüşler etrafında bir parti kurdu. Bu partinin bütün programı ve kuruluş mantığı da küresel sermayenin politikalarına uygun görüşler benimsediler, daha önce AB‘ye karşı iken AB çizgisini benimsediler. Bütün bunlar bir kanıt değil midir? Bunlar için bir de belge mi sunmam gerekiyor.
Emperyalizmin Rolünü Anlamadan Darbeler Açıklanamaz
12 Eylül dahil bütün yaşadığımız tarihsel süreçlere çok farklı açılardan bakıyoruz. 12 Eylül darbesini kim yaptı? Niçin yapıldı 12 Eylül? 12 Eylül darbesi Türkiye‘deki üç beş tane generalin aklına, biz idareye el koyalım, insanlara işkence yapalım, diye aklına gelipde mi idareye el koydular.
Bir süredir ezberleri bozacağız diye başlayan bir süreç var. Ne sınıf ne emperyalizm ne düzen ne sömürü ne sermaye hiçbir şey akla gelmiyor bütün tarihsel ve toplumsal olaylar bir devlet-toplum çelişkisi, askeri vesayet-sivil vesayet içinde anlatılmak isteniyor. Yok böyle bir şey. Sosyalistin litaratüründe yok böyle bir şey. Yüz yıldır diyor bir arkadaş Türkiye askeri bürokrasi ile burjuvazi ya da toplum arasındaki mücadeleye sahne oluyor. Böyle bir gerçek var mı?
Ben 12 Eylül‘ü, 12 Mart‘ı yaşamış bir insanım. 27 Mayıs‘ı da yaşadık evet. 12 Mart‘da darbe niçin yapıldı, 27 Mayıs‘da darbe niçin yapıldı? Bunun analizini yapabiliyor muyuz? 12 Mart‘la, 12 Eylül‘le hesaplaşmak onun kimler tarafından yapıldığını, hangi sınıflar tarafından yapıldığını ortaya koyarak o düzenle hesaplaşmak demektir.
Hatırlayın 12 Eylül yapıldığı zaman Amerikan başkanları niçin ‘bizim çocuklar başardı‘ diyerek sevindiler. Şu gerçek bütün toplumun gözünden saklanıyor. 12 Eylül yalnızca Türkiye‘de anarşi-terör diye nitelenen olaylar yüzünden gerçekleştirilmiş bir darbe değildir. Evet, 12 Eylül öncesinde bir mücadele vardır, sağ-sol mücadelesi de vardır fakat Türkiye‘yi böyle bir darbeye sürükleyen gerçekler tamamen farklıdır.
Şu unutulmamalıdır. Üç darbeyi de yapan ordu NATO‘ya bağlı bir ordudur. NATO ABD emperyalizminin denetiminde ve ABD emperyalizminin politikalarını uygulayan bir kurumdur. Başka hiçbir şey değildir. Bazı arkadaşlara bunlar klişe gibi gelebilirler. Ama bunu öğrenmezlerse hiçbir şey anlayamazlar. Yaşanan tarihle ilgili hiçbir şey anlayamazlar.
12 Eylül‘ün Mağduru Değil Muhatabıyız
Biz kendimizi 12 Eylül mağduru olarak görmeyiz. 12 Eylül‘ün muhatabıyız. Bir arkadaş 12 Eylül‘den mağdur olanlar en çok konuşma hakkının kendilerinde olduğunu iddia ediyorlar,dedi. Öyle bir iddiaam yok. Elbette bugünün gençlerinin özellikle 12 Eylül‘ü bilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bunun için konuşuyorum. 12 Eylül darbesinden bir yıl önce böyle bir darbenin geldiğini Türkiye‘ye ilan etmiş bir topluluğuz. Ve böyle bir darbenin gerçekleşmemesi için Türkiye‘deki bütün demokratları ve aydınları mücadeleye çağırmış bir topluluğuz. Nihayet 12 Eylül olup gerçekleştirildikten sonra da, bir çoklarının iddia ettiği gibi teslim olmayan, 12 Eylül darbesine karşı Türkiye‘nin her yerinde mücadele etmiş bir topluluğuz. Ankara‘da yaşayanlar bilirler, Ankara‘nın sokakları pankartlarla, korsan gösterilerle cınlatılmıştır. Darbeden dört ay sonra Devrimci Yol operasyonu tamamlandıktan sonra bizim direnişimiz kesintiye uğramış ve ardından 1984 yılına kadar da 12 Eylül darbesine karşı mücadele Türkiye‘nin dağlarında ve şehirlerinde mücadele devam etmiş.
Bu yüzden ben 12 Eylül darbesine karşı mücadele eden topluluğun bir bireyi olarak kendimi 12 Eylül mağduru olarak görmüyorum. Türkiye‘nin o günkü mevcut düzenine karşı, o faşist diktatörlüğe karşı mücadele ettik, onun bir bedeli varsa bunu ödedik. Ölenlerimiz de ödedi canlarıyla, cezaevlerinde işkencelerle ödedik. Burda bir mağduriyet söz konusu değildir. Bunu düzeltmek isterim.
Mağdur olanlar vardır. 12 Eylül‘ü bir tür bürokrasi ve askeri vesayet arasındaki mücadele olarak görenler vardır. O dönemi yaşayanlar çok iyi bilirler 12 Eylül‘den önce sağ partilerin hepsi orduyu müdahaleye çağırıyorlardı. MHP sıkıyönetimi istiyordu. Adalet Partisi sıkıyönetimi istiyordu. Kahramanmaraş olayları sonrasında Meclis‘te sıkıyönetim ilan edildiği zaman üç sağ partinin lideri Erbakan, Türkeş ve Demirel birbirlerini kucaklayarak sevinç gösterileri yaptılar. Bunlar arşivlerde vardır.
Ben o dönemde çalışmakta olduğu dergide sıkıyönetimin Türkiye‘nin bir askeri darbeye götürülmesinin bir basamağı olduğunu ve Ecevet hükümetinin sonu olduğunu söyledim. Türkiye‘de askeri darbeler sola karşı yapılmıştır. Ordunun bir NATO emrinde bir ordu olduğu unutulmamalıdır. Ordunun komite konseyi NATO‘nun denetimi altındadır. Bütün darbeler NATO onayıyla gerçekleşmiştir. Askeri darbelere yol açtığı iddia edilen bütün katliamlar, bütün provokasyonlar kontgerillayla, özel harp dairesi ile ilgilidir diye ifade edilir. Özel Harp Dairesi‘nin, parası kendileri tarafından ödenerek, ABD tarafından kurulduğunu herkes biliyor. Türkiye Gerçekleri‘nde biliyor.
AKP iktidarı bunlarla hesaplaşmak adına kozmik odaya girdi. O zaman BirGün gazetesi ‘Kozmik Odadaki Herşey Açıklansın‘ diye manşet atmıştı. O kozmik odada bütün bu gerçekler var. Niçin bütün bunları toplumun bilgisine sunmuyorlar, açıklamıyorlar. Bir şeyi daha hatırlatmak istiyorum. Evet 12 Eylül‘ün mağdurları vardır. Konuğunuz olan Yaşar Okuyan‘da buna dahildir. MHP‘liler kendilerini mağdur olarak hissetmişlerdir. Çünkü devrimciler bir başka saftaydı onlar 12 Eylül‘ü yapan güçlerle aynı saftaydılar. O yüzden yöneticileri ‘fikrimiz iktidarda biz içerdeyiz‘ demiş ve kendilerini mağdur görmüşlerdir. Ugruna mücadele ettikleri bir dava başarıya ulaşıyor ama kendileri içeri atılıyorlar, işkence görüyorlar hatta idam ediliyorlar. Öyledir, ihtilaller bazen kendi evlatlarını yer.
Anayasalar sistemin-düzenin üst yapı kurumlarıdır. Bir ülkedeki üretim ilişkileri sisteminin kanuni ve hukuku statüsünü oluştururlar. 12 Eylül‘den bu ülkenin daha önce kurulmuş düzeni değişmedi. Arada değişik kapitalist uygulama sistemine yöneltilmiştir. Cumhuriyet‘in ilk dönemlerinde daha çok devletçilik. DP‘nin kurulmasından sonra ithal ikamecilik diye ifade edilen ve bağımlı ekonominin geliştiği, yukarıdan aşağıya geliştirilen bir kapitalizmle 1980‘e gelinmiştir.
AKP 12 Eylül‘e Karşı Mı?
12 Eylül döneminde değişik çevrelerin sağın ve solun 12 Eylül‘e tavrı farklı olmuştur. AKP acaba 12 Eylül‘e karşı mıdır değil midir? Bir cümle okuyacağım. "Bu düşman kıskıvrak yakalama.. Ve bir zaferdir. İçtimaî bünyenin harici bir kısım eracifden temizlenme, arındırılma düşüncesiyle onu aslına irca zaferidir." Bu Fethullah Gülen‘e ait bir cümledir ve Kenan Evren‘in 12 Eylül‘ü yaptığı için doğrudan cennete gideceğini de yazmıştır o dönem içerisinde. Şimdi soruyorum, o cemaatin bir parçası olduğu bilinen bir iktidar 12 Eylül ile hesaplaşabilir mi? O zaman bu düşünceleri savunurken bunun özeleştirisini vermeden bugün 12 Eylül ile hesaplaşılabilinir mi?
Bugün yapılan nedir? Niçin o dönemde darbelerin savunucusuyken bugün darbe karşıtıymış görünülmeye çalışıyor bu kesimler. Bu çok açıktır. Demin söyledim bütün darbeler Türkiye‘deki düzenin korunması için egemen sınıflar çıkarına ama en çok da ABD‘nin bölge politikalarına uygun gerçekleşmiştir. Amerika‘nın, emperyalizminin rolünü hesaba katmaksızın hiçbir darbenin anlaşılması mümkün değildir. Şu da bir gerçektir Sovyetler Birliği‘nin çözülmesinden sonra ABD o zamana kadarki soğuk savaş politikalarını terk etmiştir. Bizim gibi ülkelerde askeri darbeleri sola karşı kullanma ihtiyacı kalmamıştır. Orduları artık bu darbeci gelenekten uzaklaştırarak bir tür demokrasi, liberal demokrasi projesine yönelmiştir. Bu neoliberal politikaların üst yapısını kurma açısından da olağan bir gelişmedir. Devlet yapıları, anayasal düzenler, hukuki düzenler buna göre düzenlenmektedir. AKP iktidarı bir yandan ekonomiyi uluslarararası sermayenin yeni yönelimleri doğrultusunda liberalize ederken, bunun önündeki engelleri de ortadan kaldırarak buna uygun üst yapı da kurmak istiyor. Şimdiki anayasa değişikliği de AKP‘nin on yıldır sürdürdüğü politikaların yani eğitimin, sağlığın paralı hale getirilmesinin, özelleştirmelerin çok kısaca ifade etmek gerekirse Tekel işçilerini sokağa atma politikalarına anayasal desteğini oluşturmaya çalışmaktadır. Soldan veya sağdan bu referanduma evet verecek olanlar AKP‘nin bu uygulamalarına evet demiş olacaktır.
Emperyalizmin ve Sınıfların Rolünü Saklayarak Sosyalist Olunamaz
Biraz önce bana, 27 Mayıs‘ta Amerika‘nın rolü var mıdır, diye soruldu. İncelensin bulunur. Türkiye 1950‘lerden sonra Amerika‘nın ordu sisteminin içerisine girmiştir. 27 Mayıs‘taki orta rutbeli subayların büyük çoğunluğu Amerika‘da eğitim görmüştür. Bir geçiş sürecedir. Ama şunu unutmamak gerekir DP 1950‘den sonra ekonomik olarak sıkışmaya başlamıştır. 1960 ihtilalinden önce bir devalüasyon yapmak zorunda kalmıştır. ABD‘den istediği ek kredileri alamamıştır. Sovyetlere gitmeye hazırlanmaktaydı, darbe o koşullar içinde gerçekleşmiştir.
12 Mart da darbenin nasıl gerçekleştiği incelenirse onun arkasındaki sınıf gerçekliği görülebilir. 12 Mart öncesinde de Türkiye bir devalüasyon geçirmiştir. Türkiye‘deki egemen burjuvazinin yöneten partisi olan AP içerisinde çok önemli sınıf ayrımları ortaya çıkmıştır. Erbakan ayrı bir parti kurmuştur. Bir yönetim krizi ile karşı karşıya kalınmıştır. Ve bu boşluğu doldurmak için darbe gerçekleşmiştir. Ayrıca 12 Mart üzerindeki ABD rolü çok iyi biliniyor, 12 Mart‘ı gerçekleştiren generallerin darbe öncesi ABD‘ye gittiği biliniyor. Bunlar ayrıntılıdır.
Kendilerini sosyalist olarak ifade eden arkadaşların bu darbeler söz konusu olduğunda sınıf meselesini, emperyalizm meselesini ‘hayır canım onlar o kadar da değil‘ derken hatırlamalarını ben garipsiyorum. Bu Türkiye‘deki tekelci burjuvazinin ve uluslar arası burjuvazinin rolünü gizlemek için neden bu kadar çok çaba sarfediliyor, üç beş tane generalin sırtına neden yıkılabiliyor. O generaller darbeyi bir çırpıda yaparken bugün neden yapamıyorlar. 12 Eylül‘ün, 12 Mart‘ın on katı daha fazla darbenin yapılmasına ortam varken neden yapamıyorlar. Bakın gazetecilikte bir söz vardır, köpeğin insanı ısırması değil insanın köpeği ısırması haberdir, derler. Türkiye‘de darbe olması, askerlerin yönetime müdahale etmesi 50 yıldır yaşadığımız gerçeklik içinde doğaldır. Son yimi yıldır bütün koşullara rağmen darbe olamıyor. Niçin? Çünkü darbenin arkasındaki güçler darbeciliği terk etti. Bunu Amerikan ideologları, Pentagon‘dakiler bütün dünyaya yazıyor. Artık bir liberal demokrasiler çağı açtılar. Ben demiyorum ki Türkiye‘de her şey Amerika‘nın rolüyle tıkır tıkı işliyor. Hayır yerli burjuvazinin ve ABD‘nin rolü göz önüne alınmaksızın yaşananlar anlaşılamaz diyorum.
Özellikle AKP‘nin neoliberal politikalarını desteklemek için darbecilik konusunda ortaya çıkan arkadaşlar burjuvazinin, sınıfların, sömürü düzeninin ve emperyalizmin bu olayla ilişkisini gizlemek için büyük çaba sarfediyorlar. Bu doğrusu sosyalist olma iddiasındaki birisi için çok büyük ayıptır.
Ölümü Gösterip Sıtmaya Razı Edilmeye Karşı Çıktığımız İçin Devrimciyiz
Şimdi anayasada bir takım değişiklikler var. Bunlar ifade ettiğim gibi yeni düzenin ihtiyacı olan kimi değişikliklerdir. Şunu söylüyorlar yetersiz ama yine de evet diyen arkadaşlar. Ne de olsa 12 Eylül‘de ufak tefek değişiklikler var. bu bildik ölümü gösterip sıtmaya razı etme anlayışıdır. Biz buna karşı çıktığımız, razı olmadığımız için devrimciyiz.
Anayasa tartışması bu düzen içindeki sınıf çatışmaların bir ifadesidir. Ben bu düzenin kökten değişmesi gerektiğini savunan bir insanım. 12 Eylül döneminde de bugün de geçerli olan bu düzenin bir sömürü düzeni olduğunu işçi sınıfının, Kürtlerin, ezilen halkların tamamen yoksulluk içerisinde bırakıldığı bir düzendir. Köklü bir biçimde değişmeksizin bu toplumun sorunlarının çözülemeyeceğine inanan bir insanım.
Anayasa değişikliği 12 Eylül‘ün esasına, özüne dokunmuyor. Bir bina düşünün temeli duruyor, çatısı duruyor, yapısı duruyor, içinde oturanlar duruyor. Biraz dışını boyuyorlar, kapısının tokmağının rengini değiştiriyorlar buna razı olmazsan sen eskiyi savunmuş oluyorsun diyorlar. Böyle bir saçmalık olabilir mi?
*22 Temmuz Perşembe günü, NTV‘de ‘NTV Soruyor‘ da ‘12 Eylül ve Referandum‘ başlığıyla yapılan programda Oğuzhan Müftüoğlu‘nun yaptığı konuşma metninin çözümüdür.
arasorbul - 26. Jul, 10:17
İlerleyen aydınlığın içindeyim
Ellerim iştahlı, dünya güzel.
. .................................Gözlerim doyamıyor ağaçlara
. .................................Ağaçlar öyle ümitli, öyle yeşil.
Güneşli bir yol gidiyor dutlukların arkasından
Mapushane revirinde penceredeyim.
. ................................Duymuyorum ilaçların kokusunu,
. ................................Bir yerlerde karanfiller açmış olacak.
İşte böyle Laz İsmail,
mesele esir düşmekte değil,
teslim olmamakta bütün mesele!
Nazım HİKMET - 1948
arasorbul - 4. Mär, 18:16
Güya yeni yıl için iyi dileklerde bulunmak üzere “iki kontör” fazladan harcamayı göze alarak açtığı telefonun öte ucundan bu üç hınzır sözcüğü sıkıştırıverdi araya.
“Kimlere yenildiğimizi gördün mü?”
Fesüphanallah!
Herkesin barış ve huzur dilediği şu mübarek günde, insanın keyfini bu şekilde kaçırmanın ne manası var ki?
•••
Öbür taraftaki Ahmet Bey de şaşırmış bu işe.
“Gülmemek elde değil” diye yazıyor.
“Her seferinde yakalanıyorlar. Eskiden medya böyle şeyler yazmadığı için askerlerin yaptıkları belli olmuyordu, ama şimdi Türkiye de, medya da değişti, o yüzden her acemilik ortaya çıkıyor.
Bu ordu o dört darbeyi nasıl yaptı? Doğru dürüst tek bir gazete olsaymış bu ülkede, tek bir darbe bile gerçekleşmezmiş.”
Öyle diyor!
Doğru dürüst bir tek gazetemiz olsa, o dört darbe olmazmış! Doğru da, O “doğru dürüst tek gazetemizin” arkasında, “barış ve demokrasi dostu” bir Amerika da gerekli.
İşte o zaman,
Ne darbeler olurdu,
Ne Denizler asılırdı, ne 12 Mart,
Ne 1 Mayıs Katliamı, ne Kızıldere,
Ne Kahranmaraş Katliamı, ne kanlı Pazar…
Ne 7 TİP’li genç öldürülürdü, ne İpekçi,
Ne 16 Mart yaşanırdı, ne 12 Eylül…
Değil mi?
Hakikaten, gül Allah gül!
Bir hikâye vardı, ama hikayesini unuttum, sadece sonunda bir Osmanlı sadrazamına atfedilen şu sözler kaldı aklımda:
“Yarabbim, şu budalanın aklını bir gece için bana verseydin de, bir kere olsun rahat bir uyku uyuyabilseydim”
•••
Ergenekon davası, Demokratik açılım derken, şimdi de başbakan yardımcısına suikast iddiasıyla başlayıp, kozmik oda baskınıyla devam eden hadiseler çıktı.
Hırsız polis oyunu gibi, polisler sokaklarda asker kovalıyor!
Kendi iddialarına göre, “Karargâhtan haber sızdırdığından şüphelenilen bir albayı takip ettiklerini iddia eden Seferberlik Tetkik Kurulu görevlisi bir albayla bir binbaşı, bir başbakan yardımcısına suikast tertipledikleri şüphesiyle polis tarafından gözaltına alınıyor.
Gözaltına alınan subaylar da kendilerini ihbar ederek arabalarının plakalarını bildiren ihbarcının ABD olduğunu açıklıyor.
Bütün ifadeler resmi devlet görevlilerine ait.
( Hakikâten biz bunlara mı yenildik?)
•••
Şimdi “Kozmik oda”nın sırları dillere düştü.
Ekranları dolduran muşmula suratlı yorumcular sanki yeni keşfedilmiş bir gerçeği anlatıp duruyorlar. Meğer “örgüt” fi tarihinde ABD tarafından Sovyetlere karşı mücadele amacıyla kurulmuş. Bunun için ABD’ye götürüp eğittikleri adamların maaşlarını da ABD vermiş. Bunlar eğer Sovyetler ülkemizi işgal ederse vatanı komünistlerin işgalinden kurtarmak amacıyla sivilleri örgütleyip eğitiyorlarmış. (Muşmula suratlı yorumcuların hiçbiri ülkemizi bu hayali işgalden kurtarmak için ne kadar devrimci öldürüldüğünden, ne kadar katliam düzenlendiğinden, bunları kimin yaptığından elbette hiç söz etmiyor.)
Ama şimdi, artık komünizm tehlikesi kalmadığı için, zaten demokrasiye hiç yakışmayan bu örgütlerin tasfiye edilme zamanının geldiği, bu şekilde Silahlı Kuvvetler’in de bu karanlık güç odaklarından temizlenerek, ABD’nin yeni politikaları doğrultusunda ülkemizin üslendiği Orta Asya’ya doğru uzanan yeni misyonunun yerine getirilmesinde üstüne düşeni daha iyi yerine getirilebileceği anlatılıyor.
Her şey bu kadar açık ve yalın.
•••
Gelişmelerin Ergenekon sürecinin bir devamı olduğu ortadadır. İddia edildiği gibi bazı devlet adamlarına yönelik suikast ve darbe planlarına dair kozmik sırların bulunup bulunmayacağını elbette bilemeyiz. Ama bulunsa da bulunmasa da bu ülkede böyle planların olmasına hiç şaşırmamak gerekir. Böyle planlar olsa bile, bunların gerçekleşme olasılığının (şimdi artık “Amerikalıların çocuklarının” kimlik değiştirmiş olması nedeniyle ) çok zayıf olduğunu da. Bunların durmadan yakalanmasına şaşırmış göründüklerine bakmayın, Ahmet Beygiller de bunu bilmeyecek kadar salak değil aslında, Amerika’nın çocuklarının kendi taraflarında olduğunu bildiklerindendir gülmeleri.
•••
Şimdi acaba bu kozmik odalardaki incelemelerden tarihimizin bütün karanlık melanetlerine ait sırlar ortaya dökülür de bu yalnız ve mahzun ülkemiz nihayet özlediği barış ve demokrasiye kavuşabilir mi?
Zaten, suikasta muhatap olduğu iddia edilen Başbakan yardımcısının hatırlattığı gibi, İtalya’da da Aldo Moro suikastı vesilesiyle Gladio tasfiye edilmemiş miydi?
Bu tür laflar karşısında her zaman sevgili hocamız Doktor Hikmet Kıvılcımlı’nın “konuş tatar ağası konuş, yalan da olsa hoşuma gidiyor” deyişini hatırlarım.
Sahi İtalya’da Gladio tasfiye edilmiş de kaç tane Gladio’cu örneğin 12 Eylül’de pankart asan bir çocuğun aldığı kadar ceza almış, bilen var mı?
Bütün bu Ergenekon davalarından, kozmik odalardan, bir tane gerçek katliam suçlusunun, bir tane gerçek darbe suçlusunun cezalandırılacağına sahiden inanan var mı?
Sadece zamanın ruhunu temizledikleri bu kadar ortada duruyorken…
•••
Heveslilerine bakacak olursanız ülkemiz sanki renkli bir devrin şafağında sanırsınız.
Ama bir tek ahali yok meydanlarda. Meydanda olanlar zaten Abdi İpekçi’nin havuzunda!
Ömür boyu inandığım bir tek şey var: eğer gerçekten barış ve gerçekten demokrasi istiyorsanız, şekilde görüldüğü gibi, bütün bir halk, çoluğuyla çocuğuyla örgütlenecek ve mücadele edeceksiniz, illa ki Amerika’nın, onun bunun çocuklarından medet ummadan ve de illa ki bu ülkenin gerçek devrimci çocuklarına sırtınızı dönmeden…
•••
Ekranları dolduran (ve şimdi bazılarının yanı başında oturarak fotoğraf çektirmektan nasıl utanmadığını hiç anlayamadığım) o muşmula suratlılardan biri geçenlerde ülkemizin 12 Eylül’e nasıl getirildiğini anlatıyordu. “12 Eylül’den önceki günlerde Genelkurmay Devrimci Yol merkez komitesiyle temasa geçerek, darbe ortamının hazırlanması için eylemlerin hızlandırılmasını istemiş. Devrimci Yol merkez komitesinden iki kişi bu karara itiraz etmiş, galiba biri öldürülmüş,” diye bir şeyler geveleyerek… Bunları eline birilerinin tutuşturduğu bir kağıttan okumaya çalışırken, arada bizim isimlerimiz de geçince, hakikaten utanmazlığın bu kadarına ben de şaşırdım.
12 Eylül’den bir yıl kadar önce Türkiye’nin yeniden bir askeri darbe sürecine sürüklendiğini tespit eden, bu tespitini yüz elli bine yaklaşan tirajlı aylık dergisiyle, yüz bin civarında basılan günlük Demokrat gazetesindeki manşetlerde anlatmaya çalışarak bütün devrimcileri bir faşist darbe ortamına hizmet edecek eylemlerden sakınmaya çağıran, bunları yaptığı için devrimci arkadaşları tarafından pasifistlikle suçlanan bizim Devrimci Yol’umuzdan söz ediyordu, bizim tarihimizden…
•••
Evet, ben de biliyorum, “Şimdilerde çöle konuşuyoruz, ama haklı olduğumuz, hep en doğru şeyleri söylediğimiz gün gibi ortada. Gel gör ki, zamanın ruhu maalesef bize karşı, rüzgâr hep tersinden esiyor.”
Şu yenilme meselesine gelince.
Sen de biliyorsun çocuk, gerçekte bunlar değildi, bizim yenildiklerimiz.
Hem ne demiş usta, biliyorsun.
“Yenil, yine yenil, daha iyi yenil…”
Ve daha ne kadar yenileceğiz diye de sormadan fırlatmaya devam et, çakma marka pabuçlarını, bütün muşmulaların suratlarına.
oguzhanmuftuoglu@birgun.net / 16:54 03 Ocak 2010
arasorbul - 4. Jan, 15:37