Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan , Barış Terkoğlu
Metastaz

Dinlediklerim

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Sonntag, 19. Juli 2009

TARİHİN YALANCI TANIKLARI

Bizimde içinde bulunduğumuz Dev-Genç’in ve mensup olduğu THKP-C hareketinin bu darbeci yönelimlerden koparak bağımsız devrimci hareketin yaratılmasına yöneldiğini herkes biliyor
Son günlerde adeta bir inkâr ve karalama fırtınasıyla karşı karşıya kaldık. İki yıl önceki bir yazımda “toplumsal dinamiklerin yetersizliği nedeniyle geçmişi aşan pratiklerin yaşanamadığı bir süreçte, geçmişin gölgesinden kurtulabilmek için karalama ve inkârdan çare beklenebiliyor” diye yazmıştım.
Öyle anlaşılıyor ki, yeni bir siyasi çıkış arayışı içine giren çevreler bugün dünyada esen rüzgâra göre solun “darbeci” geçmişinden kopmayı kendileri için en önemli mesele olarak görüyorlar. Bu konudaki heves ve gayretlerine bakarsanız bu yolla sanki iktidar yolu kendilerine sonuna kadar açılacak sanabilirsiniz!
Basına verdiği demeçlerde “ÖDP’den ayrılanlarla birlikte yeni bir sol oluşum için harekete geçtiklerini” açıklayan Hüseyin Ergün, solun darbeler konusunda sorunlu olduğunu “ifşa” ederek son günlerin modasına katıldı. Anlaşılan (tabii ki asparagas!) mutabakatın önemli bir başlığı da bu.
Arkasından gene Taraf gazetesinde Adnan Celayir’in “Darbeler Üzerine Bir Tanıklık” başlıklı yazısı geldi. “Solun önemli bir kesimi darbelerde muhtıralarda sınıfta kaldı” diye yazan Celayir, “Behice Boran ve TİP dışında bütün sol, 12 Mart ve ardından kurulan Erim Hükümeti’ni desteklediler. Aralarında Dev-Genç, TÖS ve DİSK’in de bulunduğu birçok örgüt, 12 Mart Muhtırası’nı coşku, sevinç ve kıvançla karşıladıklarını bildiren açıklamalar yayımlamışlardı.”şeklinde iddialar ortaya attı.
Doğrusu o zaman hasbelkader benim de Merkez yönetiminde bulunduğum Dev-Genç hakkında “12 Mart muhtırasını coşku, sevinç ve kıvançla karşılayan bildiriler yayınladığı” şeklindeki tuhaf bir iddiayı ilk defa duyuyorum. Hazretler iktidar kokusunu öylesine hissetmiş olmalılar ki böyle işi iyice abartarak uluorta yalan söylemekte hiç beis görmüyorlar. Böylesine “tanıklık” değil, yalancı tanıklık derler.
12 Mart öncesinde Doğan Avcıoğlu ekibinin başını çektiği ordu içindeki radikal kesimlere dayalı bir darbeci akımın var olduğu, keza bu darbeci akımın sol içindeki bazı kesimler tarafından da destek gördüğü doğrudur. Gençlik hareketi içinde de bu akımın ciddi bir etkisi de vardı. Giderek öldürmelere kadar varan silahlı faşist saldırıların yoğunlaşması karşısında bu bir çıkış yolu olarak görülebiliyordu. Ancak o dönemdeki benim de içinde bulunduğum Dev-Genç yönetiminin mensup olduğu THKP-C hareketinin bu darbeci yönelimlerden koparak bağımsız bir devrimci hareketin yaratılmasına yöneldiğini de herkes biliyor. Nitekim 12 Mart sonrasında Mahir Çayan ve arkadaşlarının bu doğrultuda THKP-C adına yayınladıkları “İhtilalin Yolu” başlıklı bildiride (özetle) “12 Mart sonrasında Türkiye’nin faşist bir diktatörlüğe dönüştüğü, bu nedenle silaha sarılmaktan başka bir çare kalmadığı” gerekçesiyle Kızıldere’de canlarını verecekleri bir mücadeleye giriştikleri de biliniyor. Bütün bunlar ortada duruyorken sözde tarihe tanıklık adına Dev-Genç’in muhtırayı desteklediği; Mahirlerin, Denizlerin darbeci olduğu şeklindeki iddiaların ne manası var?
Bu konuyu yıllardır tartışır dururuz. Yıllardır TİP çevresindeki arkadaşlar bizleri bir tek (hem de aralarında TİP üyesi bir oda başkanının da bulunduğu) demokratik kuruluşlar adına muhtıranın verildiği gün yayınlanmış bir bildiri nedeniyle 12 Mart’ı desteklemekle eleştirirler. Bizler de TİP yönetimini (evet, 12 Mart öncesinde bir sol cunta hareketine karşı çıkarak doğru bir tavır ortaya koymuş olmakla birlikte) sıkıyönetimin çağrısı üzerine hemen gidip teslim olarak 12 Mart faşizmine karşı en ufak bir mücadele girişiminde bile bulunmadıkları için, teslimiyetçi tutumlarından dolayı eleştiririz.
Bu tartışmalara bir örnek olsun diye otuz beş yıl önce bu konuda yazdığım ve Devrimci Gençlik Dergisinde yayınlanan bir yazımı yan sütunda görebilirsiniz. O yazıda da ifade edildiği gibi kuşkusuz Türkiye solunun geleneksel sağ eğilimlerinden kurtulma mücadelesi içindeki genç devrimci hareketin yayınladığı bildirilerdeki bazı ifadelerin eleştirilmesi elbette mümkündür. Ancak 12 Mart’a karşı verilen mücadele ortadayken Dev-Genç ve THKP-C’nin 12 muhtırasını bildiriler yayınlayarak desteklediğini iddia etmek büyük bir haksızlıktır. Kuşkusuz bizim onlara yönelttiğimiz eleştirilerde de ağır ve haksız sayılabilecek yönler olduğu söylenebilir. (12 Mart sonrasında sıkıyönetim tarafından arandığım dönemlerde saklandığım bir evde TİP taraftarı bir arkadaşla karşılaşmıştım. Bana teslim olmamız gerektiğini, teslim olursak sıkıyönetimin kaldırılacağını, demokrasiye geçileceğini söylediğinde, ona çok kırıcı sözler söylediğimi şimdi üzülerek hatırlarım.)
Ama bütün bu tartışmalar sonuç olarak sosyalizme inanan insanlar arasında, mücadelenin çıkarları açısından yürütülen bir tartışmaydı. Kuşkusuz onlarla devrimci mücadelenin pek çok sorunu konusunda önemli farklılıklarımız vardı; ama onlar hiçbir zaman sermaye uşaklığı yapmadılar.
Şimdi ise sermayenin yeni küresel siyasetlerinin iğvasına kapılmış serbest piyasa solcularının, sözde geçmişe tanıklık adına geçmişe göndermeler yaparak yürüttükleri saldırıların, suçlamaların bu tartışmayla hiç ilgisi yoktur. O yüzden kimse ne saygıdeğer Behice Boran’ı, ne Aybar’ı bu zamane solcularının Amerikancı demokratlıkları adına geçmiş devrimci hareketleri karalama çabalarına malzeme yapmaya kalkmamalıdır.
Bunlar şimdi zamanın sağcı egemenlerinin koltuğu altında ekranlara çıkıyorlar, sözde darbe karşıtlığı adına, yalnız 12 Mart’ta değil, 12 Eylül’de de devrimci hareketlerin amacının ordunun darbe yapmasını sağlamaktan ibaret olduğu, bunun için darbecilerin ellerine verdiği aynı silahlarla solcunun sağcıyı sağcının solcuyu vurduğu, darbe olur olmaz da silahlarını bırakıp hemen teslim oldukları türünden saçma sapan hikâyeler anlatabiliyorlar.
Bu gün görmek isteyen için oynanan oyun ortadadır. Bir yazımda “ihtiyaç duyulan şey AKP’nin –ılımlı- sol versiyonudur” diye yazmıştım. Şimdi birileri Amerikan tipi soldan da söz ediyormuş. Küreselleşme doğrultusunda -zaten engellenemeyen- gelişmelerle uyumlu, “çağdaş”, “ilerici” bir “yeni sol”! 21. yüzyıl Amerikan yüzyılı olacak diyorlardı ya, ona da bu yakışır doğrusu.
Bütün bu yalancı tanıklıklar, üzerimize yağdırılan bunca çamur sadece bunun için.
Bu kadar açık.

**
EMPERYALİZME VEOLİGARŞİYE KARŞI DEVRIMCI GENCLIK
12 Mart, DEV-GENÇ ve TİP*
Ülkemizin yakın geçmişinde bir açık faşist diktatörlük uygulaması olarak yaşanan dönemin başlangıcı olan 12 Mart Muhtırası'nın 5. senesinde "12 MART OLAYI" üzerinde gerek burjuva basında gerekse "sol" basında çeşitli görüş ve değerlendirmeler, çözümlemeler ileri sürüldü. Bu görüşler ve tahliller hakkında gerçi söylenecek çok şey var. Ama biz burada bu konu üzerinde uzun uzun duracak değiliz. Devrimcilerin 5 yıl önceki yaklaşımlarının hala bu konudaki en doğru yaklaşım olduğunu söylemekle yetineceğiz.
Bizim burada üzerinde durmak ve açığa çıkarmak istediğimiz konu, ülkemiz "sol"unda bazı çevreler ve bir kısım aydınlar tarafından zaman zaman ortaya atılan "Dev-Genç'in 12 Mart'ı desteklediği" yolundaki iddialardır.
Çoğu zaman maksatlı olarak; ülkemiz "sol"unun gelişme sürecinde devrimci bir evre olan Dev-Genç hareketini karalama, revizyonist görüşlere güç kazandırma amacıyla ve bazen de kulaktan dolma bilgilerle ortaya atılan bu iddialar karşısında gerçeği ortaya koymak-gerçi maksatlı iddiaları ortaya atanlar için hiçbir anlam ifade etmeyecektir ama yine de- bugün gereklidir.
Dev-Genç'in 12 Mart'ı desteklediği iddialarının kaynağını 14 Mart tarihli Cumhuriyet gazetesinin bir manşet haberi oluşturmaktadır. 'Devrimci kuruluşlar tutumu (12 Mart kastediliyor) destekliyor" şeklindeki manşet-haber. Gerçekte ne Dev-Genç 12 Mart'ı destekleyen bir bildiri yayınlamış, ne de böyle bir bildiriye imza atmıştır. Olayların gelişmesi aynen şöyledir: 12 Mart muhtırasının radyodan okunduğu günün akşamı bazı devrimci-demokratik kuruluşlar arasında bir ortak toplantı düzenlenmiştir. Daha önceleri de bu türden ortak toplantılar, Demokratik Güçbirliği toplantıları şeklinde sürdürülmüştür.
12 Mart günü yapılan toplantıya katılan kuruluş temsilcileri arasında başlıca 3 görüş ortaya çıkmıştır. Bir görüş 12 Mart'ın ilerici-devrimci bir hareket olduğunu, desteklemek gerektiğini savunmuştur.
Dev-Genç temsilcisi ve Mimarlar Odası temsilcisi bu görüşe kesin karşı çıkmıştır ve muhtıraya karşı çıkılması görüşünü savunmuştur. Dev-Genç temsilcisi destekleme şeklindeki bir bildiriye imza atmayacaklarını ve kendi görüşlerini bağımsız bir bildiriyle açıklayacağını söylemiştir.
Bir Oda'nın "Doktorcu" olarak bilinen başkanı ve TÖS'ün o zamanki TİP eğilimli başkanı da Dev-Genç'in tavrına karşı çıkarak muhtıraya karşı çıkılmaması görüşünü ileri sürmüşlerdir. Sonuçta ne karşı çıkma ne destekleme anlamına gelmeyecek altta fotokopisi görülen bildirinin ortak olarak yayınlanması kararlaştırılmıştır (1). Muhtıra karşısında muğlak bir ifade taşıyan bu bildiriyi, 12 Mart Muhtıra'sını (ve Erim hükümetini) sıkıyönetime kadar destekleyen İlhan Selçuk yönetimindeki Cumhuriyet gazetesi destekleme olarak yorumlayan, haberi o şekilde vermeyi tercih etmiştir.
İşte bu "gazetecilik olayı" o günden bu yana Dev-Genç'in 12 Mart Muhtırası'nı desteklediği şeklindeki yalan ve maksatlı haberlere kaynaklık etmiştir. 6 günlük Dev-Genç yönetimi bu haberi tekzip etmemekle hata etmiştir. Ama hemen o günlerde kendi görüşlerini bir bildiri ile açıklamıştır. Altta fotokopisini yayınladığımız bildiri bütün Türkiye çapında Dev-Genç örgütleri aracılığıyla 10 binlerce basılarak dağıtılmıştır.

12 MART KARŞISINDA TÜRKİYE SOLU
Şüphesiz ki gerek demokratik kuruluşların ortak bildirilerini, gerekse 12 Mart konusundaki Dev-Genç bildirisini birçok yönden eleştirmek mümkündür ve hatta gereklidir. Mümkün olmayan şey, bu bildirilere dayanarak -ve 12 Mart konusunda hemen o günlerde yayınlanan Kurtuluş gazetesindeki, bugün bile hala konuya en doğru yaklaşım niteliğini taşıyan görüş ve yorum ortada iken -Dev-Genç'in 12 Mart Muhtırası'nı desteklediğini iddia edebilmektir( 2 ).
Şüphesiz her önemli olay karşısında olduğu gibi 12 Mart karşısındaki tavırlar da birer mihenk taşıdır. Bu tavırlar incelendiği zaman, sözde işçi sınıfını temsil ettiğini söyleyen bir çok "sol parti" ve kümelenmeler hakkında çok önemli bilgi ve sonuçlara ulaşılabilir. Bir bütün olarak söylenebilir ki, 12 Mart karşısında ülkemiz solunun içindeki burjuva eğilimleri ağır basmıştır. Hem muhtıra karşısında, hem de tüm bir dönem boyunca. Sadece 70'lerin içinden filizlenen genç Devrimci Hareket hem Muhtıra karşısında hem de tüm 12 Mart gericiliği döneminde onurlu bir sınav vermiştir. Bu gerçeği, onlarca yiğit devrimcinin kanlarıyla Türkiye topraklarına yazdıklan bu gerçeği, bir takım kocakarı dedikoduları ile unutturmak mümkün müdür?
TİP'in yayın organı "Çark-Başak"ın 3. sayısında şu satırları okuyoruz: "TİP'in 12 Mart karşısındaki doğru tavrı bugün nedense unutturulmak istenmektedir". Neymiş bu doğru tavır? Bu tavrı yine aynı dergiden öğrenelim: "...Oysa işçi sınıfının politik ve ekonomik mücadelesi ve örgütlenmesi, demokratikleşme sürecinin ilerlemesi bakımından (bu) anayasal hak ve özgürlüklerin korunması ilk şarttır. Onun için TİP, muhtıra radyodan okunur okunmaz (...) seçimlere gidilmesini talep etti."
İşte 12 Mart karşısında. TİP'in doğru tavrı(!). İşçi sınıfının politik ve ekonomik mücadelesinin ilk şartını anayasal haklarda gören bu düşünce tabii anayasal haklar ortadan kaldırılınca -işçi sınıfının politik mücadelesi verilemeyeceğine göre(!)- gidip teslim olmaktan başka bir yol bulamayacaktır. Nitekim TİP yöneticilerinin "sıkıyönetimin teslim ol çağrıları radyodan yayınlanır yayınlanmaz" valizlerini alarak Mamak yolunu tutmaları bu bakımdan onların düşüncelerine uyan bir davranıştır. Ama 12 Mart karşısındaki bu tavırlarını bir günah gibi saklayacaklarına; temel varlık şartını anayasal haklarda bulan, sıkıyönetim komutanı "kapan" deyince kapanan, "açıl" deyince açılan bir partiyi işçi sınıfı partisi; toplan denince toplanan bir takımeri tavnnı da doğru tavır diye bugün devrimcilere yutturmaya kalkıyorlar.
(1) Bildiri yazma komitesinde TÖS, İnşaat Mühendisleri Odası ve DEV-GENÇ temsilcileri yer almıştır.
(2) Yine bu arada bu bildiri olayının yanında bir başka olayı daha aktaralım: Ortak kuruluşlar adına bildiriyi kaleme alanlardan İnşaat Mühendisleri Odası temsilcisi, kuruluşların haberi olmaksızın, yetkisi olmadığı halde, kuruluşlar adına ortak bir telgraf çekerek muhtırayı imzalayanlara başarı dilemiştir.
* Devrimci Gençlik 7. Sayı - 1976

oguzhanmuftuoglu@birgun.net / 15:23 19 Temmuz 2009

http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1187090571&news_code=1248006222&day=19&month=07&year=2009

Donnerstag, 25. Juni 2009

Dev-Yol Davası Baştan Sona Siyasi Bir Dava

Melih Pekdemir, 20 yıldır süren Ankara Devrimci Yol Davasından kararları Yargıtayca bozulunca yeniden yargılanarak önce idam çarptırılan, sonra cezaları müebbet hapse çevrilen 20 sanığından biri. Pekdemirin, savunmasını yayımlıyoruz.

1989 yılında bu davanın ilk aşaması nihayete ererken kapsamlı bir siyasi savunmaya ihtiyaç duymuştuk. Ekleri hariç, kitap ebadıyla 726 sayfa olan bu ortak savunmayı mahkemeye sunduk; bu savunmamız yayınlandı ve yıllardır Türkiye'nin en çok okunan kitapları arasındaki yerini koruyor.
2002 yılı itibariye şu ülkede yeniden siyasi bir savunma yapmaya en az ihtiyaç duyanlar varsa, o da bizler olmalıyız. Çünkü savunmamızda ortaya koyduğumuz her şey zaman içinde ispatlandı; öyle ki, Kenan Evren dahi ünlü iddialarından vazgeçti ve hatta kimi zaman özeleştiri bile yapıyor.

Ecevit ve Demirel yıllar sonra bizim kendileri hakkında söylediklerimizi bir memleket gerçeği olarak kabul ettikleri ve hatta kimi zaman tekrarladıkları ölçüde siyasete yeniden dahil olabildiler. Ve nihayet Amerika Birleşik Devletleri (ABD) elçilerinin hatıralarında bile ifşa edilen emperyalist politikalar, Gladio adıyla deşifre olan kontr gerilla, Derin Devlet denilen illegal ilişkileri açığa vuran Susurluk, ve bitmeyen Hortumlamalar... Devlet Güvenlik Mahkemesi(DGM) savcısı Talat Şalk'ın Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası ve Avrupa Birliği'ne (AB) yazı yazıp "beyaz enerji" operasyonuyla ilgili belgeleri istemesi...

Oysa bizlere 20 yıl önce bunlara karşı çıktığımız için terörist denilmişti ve bundan dolayı yargılanmıştık ve mahkum edilmiştik. Mahkum edilmiştik; çünkü 12 Eylül zihniyeti revaçtaydı. Bizi mahkum eden ise hukuk değil 12 Eylül zihniyetiydi. Oysa şimdi önüne gelen herkes 12 Eylül zihniyetini mahkum ederek söze başlıyor....

Ve biz mahkumiyeti tescil edilmiş bir zihniyetin 20 yıl önceki iddianamesi dikkate alınarak, bir kez daha mahkum edilmek isteniyoruz. Mahkumların zihniyeti, iddiaları kanıtlanmış olan bizleri mahkum ediyor. Bunda bir terslik yok mu? Ne zamandan beri mahkumlar yargılayabiliyor; ve yargıları tarih önünde ispatlanmış olanlar, mahkum edilmiş bir zihniyet tarafından mahkum edilebiliyor?

Suç ve Ceza!

Suçlu olan, kendi cezasını bu suçu herkesten önce ortaya çıkarmış olana vermek istiyor! Çünkü 1982 yılında kaleme alınan ve yargılanmamıza neden olan iddianamenin siyasi özü tam bir atfı cürümden ibarettir! Ve aradan geçen 20 yıl içinde inandırıcılığı bakımından cürümü kadar yer bile yakamamıştır. Sadece, yüzlerce genç insanın yıllarca cezaevinde çürütülmesine yaramış ve maksadını hasıl etmiştir. Ya da etmemiştir. Etmemiştir ki, şu anda 22 genç olmayan insan yıllar sonra bir kez daha yakılarak, atfı cürümde ısrar edilmek istenmektedir.

Peki ama ispat edilmek istenen nedir? Hukukun üstünlüğü mü? Suçlu olanın cezasız bırakılamayacağı mı?

............

Susurluk'un ne olduğunu elbette biliyorsunuzdur. Hala gazetelerde tefrika ediliyor. Banka hortumlayanlardan da mutlaka haberdarsınızdır. DGM'lerdeki bazı dosyalar belki sizlerin önüne gelecek. Çünkü onların bile DGM'lik suç işlemediklerine kanaat getirildi. Sizlere bildiğiniz şeyleri tekrarlamayacağız.

Çünkü sizler de bilirsiniz ki, bu ülkede, özellikle 12 Eylül dönemindeki sıkıyönetim mahkemelerinin, bizzat 12 Eylülcülerin kaleme aldığı Anayasa'ya bile aykırı olduğunu hukuka bağlı bir çok insan söyledi ve yazdı. (Bu tartışmalar öyle bir boyuta ulaştı ki, üç yıl kadar önce, İmralı'da görülen bir davada bile, askeri hakim üye heyetten çekilmek zorunda kaldı.)

Ve bizler, sıkıyönetimin artık olmadığı koşullarda, bir sıkıyönetim mahkemesi tarafından mahkum edildik.

Oysa, sıkıyönetim sona erdikten sonra bu mahkemelerin görevlerine devam etmesine imkan tanıyan bir yasa hükmü, 1972 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmişti. Ve bizler, 12 Eylül MGK'sinin yayınladığı bir fetvaya dayanılarak, görevine devamında lüzum görülen bir sıkıyönetim mahkemesi tarafından cezalandırılmıştık.

Bizi yargılayan mahkemeye verecekleri kararın peşinen Anayasaya aykırılıkla malul olacağını söylemiştik; onlar ise malul bir karar alabilmeyi kendi hukuk anlayışlarında makbul görmüşlerdi. Bu onların sorunuydu. Ama 20 yıl sonra, bu sizlerin de sorunu değil mi sayın yargıçlar? Bu sorunun çözümü ise şimdi bu ülkede sizlerden başka kimsenin elinde bulunmuyor! Fetvalara mı dayanılacak, Anayasanın amir hükümlerine mi, hukuka mı dayanılacak? Uluslar arası anlaşmalar hala geçersiz mi sayılacak?

12 Eylülcüler; Türkiye'nin yıllar önce imza atmış olduğu ve Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarafından onaylanarak bir iç hukuk normu haline de gelmiş olan uluslar arası bir anlaşmayı, "İşkence ve Başkaca Zalimce, İnsanlık Dışı ya da Onur Kırıcı ya da Cezaya Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesini" dış politika bakımından yok saymaya cüret edememişlerdi ve hukuken bu sözleşme biz yargılanırken de yürürlükteydi.

Ama iç politika bakımından, 12 Eylülcülerin sicil verdiği emir komuta zincirindeki askeri mahkeme bu sözleşmeyi hiçe saymayı bir vazife addetmişti. Durumdan vazife çıkarmış; "emniyet ifadelerimizin işkence ile alındığına dair delillerin toplanması" talebimizi, "vicdani delil" gerekçesiyle reddedebilmişti. Emir komuta içinde çalışmayan bağımsız yargıçlar olarak sizler daha iyi bilirsiniz: Vicdani delil sistemi, ifadelerin işkence ile alındığı konusundaki delillerin toplanması ihtiyacını ortadan kaldırabilir mi? Hakkımızda mahkumiyet veren sıkıyönetim mahkemesi, daha ilk adımda, Esas Hakkındaki kararını oluştururken, sizce de çok önemli bir usul hatasını taammüden işlemiş sayılamaz mı?

1989 yılında, BM İşkence Sözleşmesi'nin hükümlerini uygulamayan bir sıkıyönetim mahkemesi işkence ifadelerine dayanarak idam cezaları verirken; zamanın hükümet yetkililerinin dış kamuoyuna Türkiye'de işkence yapılmadığının kanıtı olarak, "biz BM İşkenceyi Önleme Sözleşmesini imzaladık" sözünü tekrarladıklarını da biliyor muydunuz?

Peki bu garabeti, "dönemin gereğidir" diye tarih sayfalarına bıraktık diyelim; 20 yıl sonra, işkence altında alınmış ifadelere dayanarak karar verebilmek bir yana, TBMM'de Anayasa reformu yapılmışken, AB normlarına uygun şekilde idam cezası kaldırılırken, hangi hakim, hangi hukukçu işkencenin devamından yana tavır alabilir? Bari 20 yıl sonra, şu ülkede işkenceye uğrayanın değil işkencenin mahkum edilmesi hala mümkün olmayacak mı?

1989 yılında, aylarca-yıllarca en ağır işkenceleri yaşamış insanlar olarak, hem de bizi dinlemeyen bir sıkıyönetim mahkemesinden; bütün yargıçlara, bütün gerçek hukukçulara seslenmiştik: İşkenceye karşı çıkın! İşkence ifadelerinin kanıt olarak kullanılmasına karşı çıkın! İşkenceyi durdurun!

Sesimizi duyurabilmiş miydik?

Bilmiyoruz; o karanlık günlerde sizler de birer hukukçu olarak sesimizi duymuş muydunuz; ama şunu biliyoruz ki, bu çağrıyı yıllar sonra yinelemek, bağımsız yargıçlar tarafından yargılandığımıza inandığımız bir Ağır Ceza mahkemesinde herkesten çok bizim ağırımıza gidiyor.

Bütün bunları bildiğinize inanmak istiyoruz ve bu yüzden sizlere bildiğiniz şeyleri tekrarlamayacağız. Fakat bir ihtimal, boynumuza ilmek atılmak iddiasıyla yargılandığımız bu mahkemede de, bilmediğinize inandığımız bazı hususları hatırlatmak boynumuzun borcudur.

Bu davanın 12 Eylülün bir ürünü olduğunu biliyorsunuz; ama bu dönemde açılan bütün davaların hazırlık soruşturmalarının, emniyet müdürlüklerinde yürütülen işkenceli sorgulamaların tam 90 gün sürdüğünü de hatırlıyor musunuz?

Bizzat devletin açıklamasına göre, bu soruşturmalarda 175 kişinin işkencelerde resmen öldürüldüğünü de biliyor musunuz? Kenan Evren'in verdiği "asmayalım da besleyelim mi" direktifiyle sıkıyönetim mahkemelerinin peş peşe idam cezaları kestiğini unutmamışsınızdır.Bu yıllarda yaptığı bir ABD gezisinde, Amerikalı gazetecilerin sorusu üzerine aynı Kenan Evren'in 1980-86 tarihleri arasında işkence yaptıkları iddiasıyla 9337 görevli hakkında 5602 dava açıldığını, 1401 davada 2294 devlet görevlisine işkence yapmaktan ceza verildiğini açıklamaya mecbur kaldığını da duymuş muydunuz?

Devrimci Yol davasının hazırlık aşamasını oluşturan emniyet soruşturmasının, hemen hepsi MHP'li olan DAL grubuna mensup, işkenceci polisler tarafından yürütüldüğünü de biliyor musunuz? Ama mutlaka, o yıllarda DAL grubunun şefi olan Kemal Yazıcıoğlu'nun, Türkeş vefat ettiğinde açılan taziye defterine; "Başbuğum, ne öğrendiysem sizden öğrendim" diye yazdığını ve altına "oğlun Kemal" diye imza attığını hatırlarsınız.

Elbette Türkeş'in oğlu Kemal'in öğrendikleri sayesinde bizden aldığı işkenceli ifadelerden hazırladığı emniyet fezlekesinin, çoğu yerinde virgülüne bile dokunulmadan hakkımızda düzenlenen iddianame haline getirildiğini bilemezsiniz; çünkü bu mahkemenin yargıcı ya da savcısı olmama şansına sahiptiniz. Ama sadece Ankara Devrimci Yol Davası ile ilgili olarak 1980-82 yılları arasında yürütülen soruşturmalar sırasında, gördüğü işkence sonucu 4 arkadaşımızın hayatını kaybettiğini öğrenseydiniz, peki sizler nasıl karar verirdiniz?

Hürriyet gazetesinde, 17 Aralık 1987 tarihinde, Devrimci Yol davasının iddianamesini hazırlayan sıkıyönetim başsavcısı Nurettin Soyer'in emekliye ayrıldıktan sonra yaptığı açıklamaları okumuş muydunuz?

Soyer ifşaatında, bu davadan yargılanan pek çok sanıkta, gördükleri işkenceler sonucunda ortaya çıkan sakatlık ve hastalıkların hala sürmesine, bu konuda bazı sanıklar için verilmiş doktor raporları ya da revir işlemleri bulunmasına rağmen, cezaevi yöneticileri ve sıkıyönetim komutanı Recep Ergün tarafından işkenceci polisler hakkında soruşturma açılmasının engellendiğini söylemişti; bu engellemelere rağmen açılan davalarda ise, işkenceci polislerin ceza almasını önlemek için mahkemelere baskı yapıldığını da itiraf etmişti.

Pişmanlığını dile getirmişti. DAL grubuna mensup 36 polis görevlisi hakkında dava açabilmiş ve bunlardan sadece 6'sına göstermelik cezalar verilmişti.

Peki sizler neyi tercih ederdiniz; bu baskılara boyun eğerek, ancak emekliliğinizden sonra pişmanlığınızı dile getirmeyi mi; yoksa, bu ifadeleri hiçe sayarak hukukun gerektirdiği bir yargılama sürecinin gerçekleşmesini mi? Ama bu sorunun cevabı 20 yıl sonra da geçerlidir sayın yargıçlar. Evet, hangisi?

Sayın yargıçlar; önünüzde 2 kamyonet dolusu, onbinlerce sayfa tutan 775 civarında klasörden oluşan bir davanın durduğunun siz de farkındasınız, biz de farkındayız. Sizlerden bütün bunları teker teker incelemenizi talep etmek, hukuken hakkımız olsa bile, bunun maddeten imkansız olduğunu çok iyi biliyoruz.

Ama şu anda aynı suçlamalar ve aynı delillerle hakkımızda şu ya da bu kararı vermek üzereyken; emniyet soruşturmaları sırasında hazırlanan ifade, yer gösterme, teşhis vb. tutanaklarından pek çoğunun usulsüz olarak hazırlandığını siz de bilmek; ya da bu iddiamızı hiç olmazsa hakkında karar vereceğiniz 22 sanık bakımından araştırmak zorunda değil misiniz?

20 yıl önce sıkıyönetim mahkemesinde yargılanırken, yer gösterme tutanaklarında hazır olarak imzası bulunan tanıklardan, evet tanıklardan 26'sı kendilerine boş kağıda imza attırıldığını; 54'ü sanık anlatımlarını duymadan, tutanakta ne yazıldığını bilmeden ve okutulmadan imzalarının alındığını duruşmalarındaki ifadelerinde anlatmışlardı.

Sıkıyönetim mahkeme heyeti, duruşmalarda yüzlerine söylenen bu tanık ifadelerini hiç mi hiç dikkate almadılar. Peki sizler, dosyalardaki bu duruşma tutanaklarını okumakla mükellef olan sizler de mi dikkate almayacaksınız? Dahası da var: Tanıklardan 4?ü ise kendi önlerinde sanıkların polisler tarafından dövüldüğünü, fiziki görünüşlerinden işkence gördüklerinin anlaşıldığını söylemişlerdi. Sizleri inandırabilmek için bu tanıkları yıllar sonra nereden bulabiliriz; duruşma tutanaklarını incelemenizi talep etmekten başka?

İlgili emniyet ifadelerine bakın şunu göreceksiniz: Bu soruşturmalarda, emniyet teşkilatı henüz bilgisayar ortamına geçmediğinden olsa gerek, tek bir suçlamanın ayrı ayrı çok sayıda sanığa ya da farklı farklı sanık gruplarına işkence marifetiyle kabul ettirildiğine dair tam 121 olay bulunmaktadır. Peki bu traji komik durumu, bugünkü teknoloji olsa emniyet bu bariz hataları yaparak kendi işkencelerini belgelemezdi diyerek geçiştirelim; ama sizler şimdiki teknolojiyle ve hukuk anlayışınızla, "ben yaptım" diye ifade verdikleri olay tarihinde başka bir yerde, hapiste, karakolda veya yurt dışında olduğu ortaya çıkmış olan pek çok sanığın yer aldığı bir davada, tıpkı sıkıyönetim mahkemesi gibi "madem ben yaptım, demiş öyleyse itiraf etmiş sayılır" şeklinde bir kanaatle, benzer bir hükme varabilecek misiniz? Buna vicdanınız el verecek mi?

Mahkemenizde görevli sayın savcının sizlerin karar vermenize hukuki katkıda bulunmak üzere mütalaasını hazırlarken, hiçbir klasörün kapağını açmadığını söylediğimiz zaman, ona haksızlık etmiş sayılmamalıyız; sadece böyle bir şeyi bu kadar sürede yapmasının imkansız olduğunu teslim etmiş sayılmalıyız.

Sayın savcının bu tutumunun, kuşkusuz, dönemin askeri savcılığı tarafından yapılan soruşturmanın genellikle işkence ifadelerinin doğrulatılması çabası ve zorlamasından ibaret olmasıyla hiçbir alakası ve benzerliği yoktur. Ama bir sivil savcının, 20 yıl önce askeri savcılık makamının nasıl bir soruşturma yürüttüğünü merak etmesi gerekmez miydi?

Bize göre, mütalaasında böyle bir soruşturmanın gölgesinin bulunması bile bağımsız ve sivil hukuk anlayışı bakımından son derece rencide edici bir etken sayılmalıydı. Çünkü, askeri savcılık makamının, soruşturmanın hatta yargılamanın devam ettiği bir sırada cezaevinde tutuklu bulunan sanıkları bizzat kendileri sorgulamak yerine, işkenceyle sorgulanmak üzere emniyete gönderdiklerini hiç mi bilmiyordu?

Şimdiki sorgularımızda elbette böyle bir sorun yok. Ama şimdi bizden, savcılık tarafından işkenceyle sorgulanmak üzere tekrar emniyete gönderilmemiş olmamızdan dolayı halimize şükretmemiz de istenmesin. Çünkü biz bazı arkadaşlarımızın mahkemede sorgusu yapıldıktan sonra, askeri savcılık makamı tarafından emniyete gönderilerek, aynı konuda yeniden işkenceye tabi tutulduklarını unutmadık.

Sıkıyönetim mahkemesi ise daha önce kendi huzurlarında bilgisinin bulunmadığını açıkladığı bir olay hakkında, aynı sanığın daha sonra işkence ile olayı kabul ettiğini belirten ifadesi önüne geldiğinde bu durumu hiç yadırgamamış ve eli titremeden mahkumiyet kararını verebilmişti. Biz bu mahkumiyetleri de çektik; ama şimdi yeniden mahkum edilerek bazılarımızın heyetiniz tarafından tekrar cezaevine gönderileceği ihtimalini düşündükçe, gerçekten de sürrealist bir durumla karşı karşıya bulunduğumuza inanıyoruz..

Sürrealizm, baskı dönemlerinde yadırganmayabilir. Ama şimdi realist olmak istiyoruz, hukuk istiyoruz. Sürrealist bir sıkıyönetim mahkemesinde, gerçeklerin açığa çıkarılması için yaptığımız soruşturmanın derinleştirilmesi talepleri elbette reddedilecekti; yargılama elbette sadece polis suçlamaları ve işkence ifadeleri çerçevesinde yürütülecekti.

Ama sayın yargıçlar; şimdi sizlere, 20 yıl önceki yargılama sürecinde dinlenen 1582 tanıktan 405'inin işkence ifadelerini alan, yer gösterme vb. tutanakları düzenleyen polisler, 322'sinin şikayetçiler ve sadece 23'ünün savunma tanığı olduğunu hatırlattığımız zaman, böyle bir yargılamayı yadırgamayacak mısınız? Kendinizi böyle bir yargı sürecinin devamı olarak görmekten alıkoyabilmeniz için yapabileceğiniz hiçbir şey yok mudur?

Yapacağımızı yapıyoruz işte, diyebilirsiniz; ve haklı da olabilirsiniz. Gerçekten de, mahkemenizde görülen duruşmalarımız bütünüyle olağan koşullarda ve hukuk şemsiyesi altında devam ediyor. Yani 20 yıl önceki gibi, bir askeri cezaevinin tecrit hücrelerinde, işkence altında tutulmuyoruz. Mahkemenize coplanarak getirilmiyoruz. Duruşma salonun arkasındaki yakınlarımıza dönüp bakmamız yasak değil.

Oysa 20 yıl önce arkamıza bakıp annelerimize gülümsememizin bile cezası haftalarca tabutluklara atılmak olarak verilirdi. Burada yargılanırken, şükürler olsun ki, hiç birimiz duruşmamız esnasında dövüldüğümüz için hastanelik olmadık. Oysa 20 yıl önce, aralarında bazılarımızın da bulunduğu pek çok sanığın başına bunlar geliyordu. Bu haller yüzünden sorgularının yarım kalmış olduğu hususu, sizlerin incelemesine maddeten imkan bulunmayan duruşma tutanaklarında dahi mevcuttur dersek; bize inanmaz mısınız?

Bazı sanıklar ise sorgu sırası geldiği halde, emniyete götürülerek, mahkemede ifade verirken suçlamaları kabul etmesi için yeniden işkenceye tabi tutuldu. Bu davanın sanıklarından M. Ali Yılmaz'ın sorgusunun yapıldığı günlerdeki duruşma tutanaklarını açın bakın, şunu okuyacaksınız: M. Ali Yılmaz'ın sorgusu, emniyette olduğu için yapılamamıştır!

Biz bu gelişmelere elbette itiraz ettik ama aldığımız cevap ibret doluydu: "Mahkememizi ilgilendirmemektedir" Evet, sürrealist bir dönemin mahkemesinin ilgi alanı dışında olabilen vahim bir durum, yani işkenceye götürülme sırasının duruşmaya katılma hakkı karşısındaki üstünlüğü, 20 yıl sonra hukukun üstünlüğü adına yargı görevini yüklenen sayın heyetinizi de ilgilendirmeyecek mi? Bizim itirazlarımız mahkeme tarafından susturulmuştu; sayın mahkemeniz de mi suskunluğunu sürdürecek, peki ama ne diyecek?

Son olarak; bizler, temyiz olanakları fiilen ellerinden alınmış birer sanık durumundaydık. Sıkıyönetim mahkemesi karar aşamasına geldiğinde sanıkların çoğu 8 yıldır tutuklu bulunuyordu. Mahkemeye şunu da elbette söylemiştik: "Davanın Yargıtay'da incelenme süresinin en az 4-5 yıl süreceği göz önüne alınırsa, o zamana kadar hepimiz aşağı yukarı müebbet hapis cezasını tamamlamış olacağız ki, o durumda Yargıtay'ın bozma kararı vermesinin hiçbir anlam taşımayacağı açıktır."

Peki ne oldu?

Yargıtay aşaması tahminimizden de fazla sürdü. Karardan ancak 7 yıl sonra, 1996 yılında Yargıtay kararını verebildi. Bu arada, 1992 yılında şartlı salıverme yasası çıkmıştı. Buna göre idam cezası alanlar 10 yıl, müebbet alanlar 8 yıl yattıkları için tahliye edildiler. Aslında Yargıtay da kararını işte bu gelişmeye göre vermişti.

Cezasını 10 yıl kadar yatmış müebbet mahkumları da dahil 22 kişi hariç bütün cezaları onayladı. Hiçbir sanığın lehine bozma kararı almadı. Geriye kalan 22 sanığın yani bizlerin cezasını aleyhte bozarken, fiili gerekçe, bu sanıkların önceden tahliye olmuş olmasından başka ne olabilirdi ki? Yargıtay belli ki "adalet"ten yanaydı; madem diğerleri 11 yıl yattılar, bu 22 kişi neden az yatsındı ki?

Öyleyse, şimdi geride kalan ve huzurunuzda bulunan bu 22 kişiye, önceki ortak savunmalarında söyledikleri şu sözleri tekrarlamaktan başka bir şey düşmüyor olsa gerek:

"İşte tüm bunlardan dolayı, bizim bu nasıl bir hukuk, bu nasıl bir yargı, bu nasıl bir adalettir diye sormaya hakkımız vardır."

Bu hakkımızı, sayın heyetiniz karşısında da kullanmak istiyoruz.... (MP/NM)




Kaynak :http://bianet.org/bianet/siyaset/11723-dev-yol-davasi-bastan-sona-siyasi-bir-dava

Mittwoch, 20. Mai 2009

Güle Güle

actuel_1242721772

Donnerstag, 7. Mai 2009

PARİS KOMÜNÜ’NDEN FATSA’YA DEVRİMCİ SİYASET

PARİS KOMÜNÜ’NDEN FATSA’YA DEVRİMCİ SİYASET



4 Mayıs 1985’te cezaevinde hayatını kaybeden Fatsa eski Belediye Başkanı Fikri Sönmez’in anıldığı “Paris Komünü’nden Fatsa’ya Devrimci Siyaset” paneline, Oğuzhan Müftüoğlu, Sedat Göçmen, Mahmut M. Uyan ve Ahmet Özdemir katıldı*
***
SEDAT GÖÇMEN:
Fatsa, kafamızdaki dünyanın bir örneğiydi
Fatsa, Türkiye açısından özel bir öneme sahiptir. Biz burjuva demokrasisini eleştirerek devrimci olduk, Devrimci Yol’cu olduk. Fatsa’da yapılan kafamızdaki dünyanın ufak bir örneğiydi. O deney nasıl yaratıldı, oraya nasıl varıldı bunlar üzerine konuşmamız bugünkü mücadele açısından önemlidir.
Devrimci Yol dergisi 1977 1 Mayıs’ında çıktı. O zaman çoğumuz 20’li yaşlardaydık. En yaşlımız 33 yaşındaydı, biz ona ‘ihtiyar’ diyorduk. Devrimci Yol dergisinin çıkışının ardından ‘Zama, Zulme, Faşizme Karşı’ kampanya başlatarak ülke genelinde örgütlü merkezi bir çalışma içerisine girdik. O kampanya sırasında pek çok ilde mitingler, gösteriler yaptık. Faşizmin açık biçimde görüldüğü, sert bir dönemdi. Buna karşı bölgelere gitmeden önce de Direniş Komiteleri tartışmasını yapıyorduk. Asıl amacımız faşist saldırılar karşısında emekçileri, işçileri, gençleri bir araya getirerek halkın birleşik örgütlülüğünü gerçekleştirmek, direniş odakları yaratmaktı. Ama daha başlangıcından itibaren Direniş Komiteleri’nin aynı zamanda dayanışma örgütlemeye, demokrasiyi geliştirmeye dönük bir hedefini de ortaya koymuştuk.
Bu anlayış doğrultusunda Fatsa’da çalışmalara başladık. İlk zamanlar sayımız çok fazla değildi. Bütün köylerde, bütün mahallelerde kahve toplantıları yaparak işe başladık. Kahvelerin olmadığı yerlerde cuma namazı çıkışlarında konuşmalar yapıldı. Faşistlerin etkin olduğu, çalışmamızın zor olduğu bölgelere girip oralarda da yürüttük çalışmalarımızı. İlk fındık mitinglerini yaptığımız da Fatsa fındık mitinginde 1.500 kişi topladık, Ünye taraflarında 1.000, Espiye de 700-800 kişiydik. Fikri Sönmez bu toplantılara gelir konuşmalar yapardı. Bu mücadele adım adım gelişti. Bu gelişim sağlanırken hareketimiz pek çok militanın omuzları üzerinde yükselmiştir. Kahve toplantılarına başladığımızda ilk toplantıda ben konuşmuştum, ikinci konuşmayı -daha sonra gerilla mücadelesinde yitirdiğimiz arkadaşımız- İlhan (Durmuş) yapmıştı. Çalışma yaptığımız yerlerden Yukarı Çamaş faşistlerin kontrolündeydi ancak kısa zamanda oradaki etkinlikleri ortadan kalktı. Bunda adını anmayı görev bildiğim Şehittin Tırıç’ın büyük bir rolü olmuştu. 1979’a geldiğimizde Fatsa’nın 7 bölgesinde fındık mitingleri yaptık.
O günkü koşullarda yokluklar vardı. Karaborsa var. Sigara yok, yağ yok, benzin yok. Alırsan da 2 liralık bir şeyi 4 liraya alıyorsunuz. Biz buna müdahale ettik. Karaborsayı ortadan kaldırdık. Eşit biçimde, gerçek fiyatları üzerinden dağıtım yaptık, tüccara da bunun parasını verdik. Bu kuyruğa polis de giriyor belediye de giriyor. Bazen polis bizim dağıtımımızı engellemeye çalıştı, kimi zaman çatışmalar da çıktı. Ama halkın gözünde durum şu; ‘devrimciler adaletli biçimde, kimsenin hakkını yemeden dağıtıyorlar, karaborsa ortadan kalkıyor, oradaki sömürü ortadan kalkıyor, birileri buna engel olmaya çalışıyor’. Bizim yaptıklarımız halk içinde sempati topluyordu.
Zamanla yaşamın her alanına doğru müdahale ettik. Bu müdahale komiteler aracığılıyla yapıldı. Halk komitelerimiz vardı, kararlar orada alınıyordu. Fatsa’daki tüm olumsuzlukları böyle ortadan kaldırmaya çalışıyorduk. Halkın kendi kendini yönettiği bir demokrasi anlayışını geliştirmeye çalışıyorduk. Belediye Başkanlığı seçimleri böyle koşullarda gerçekleşti. O dönemde Devrimci Yol seçimleri boykot ediyordu. Merkez de tartıştık ve yerellerin özgünlüğü gözetilerek seçimlere girme kararı alındı. Fikri Sönmez Fatsa’da bilinen, sözü dinlenen devrime bir halk önderi olarak tanımlayabileceğimiz birisiydi. O’nun başkanlığında halkın yönettiği bir belediyeyi hayata geçirdik.
Fatsa’daki belediye başkanlığını aldığımızda devletin tüm kurumları var orada. Kaymakam var, polis var, bankalar var, jandarma var ama halk meclisleri de var; belediye meclisi, belediye encümeni de var. Ama bütün kararlar halk meclisinde alınmış, bunların uygulanması belediye tarafından halk meclislerinin denetiminde yürütülüyor. O günkü koşullarda iktidar mıyız, tam bir iktidar olduğumuzu söyleyemeyiz, devlet her şeye hâkim mi, onu da söyleyemeyiz.
***
OĞUZHAN MÜFTÜOĞLU:
Fatsa’da ‘bütün iktidar halka’ şiarı hayata geçti
Devrİmcİ Yol’un Fatsa perspektifi neydi? Bizi, Türkiye ve dünya solunun bütününden ayrı şekilde Fatsa pratiğine yönlendiren düşünce yapısı nelerdir? Nasıl o noktaya geldik?
Buna değinirken, Fatsa’nın bir evvelki döneminden başlamak gerekir. Her şeyin bir evveli bir de ahiri vardır. Benim bir yazımda kullandığım bir söz vardır, ‘Fatsa Kızıldere’nin hem eleştirisi hem de devamıdır’ diye. Zaman zaman bununla ne kastettiğim sorulur. Fatsa’nın evvelinde Kızıldere vardır, Dev-Genç çalışmaları vardır. Nihat Yılmaz, Ertan Saruhan, Fikri Sönmez o dönemin çalışmalarındandı. Dev-Genç fındık mitingleri, tütün mitinglerine katılırdı.
Fikri’lerle ve Kızıldere’de kaybettiğimiz arkadaşlarla tanışmam Kızıldere öncesine rastlar. Mahir’ler Ankara’dayken uzun süre burada bir eylem hazırlığı yapıldı… Ahmet Atasoy ilk kez bir davetimiz üzerine geldi ve arkadaşlarımızın bir grubunun Karadeniz’e geçmesi için konuştuk. Ordu’nun kırsal bir bölgesinde onları barındırmanın kolay olacağını söyledi, Saffet’i, Kazım’ı, Hüdai’yi peyder pey Karadeniz’e gönderdik. Benim yakalanmamın ardından Mahir’ler Ertan’ı çağırmış ve sonrasında Mahir’lerde Karadeniz’e gidiyor .
Ben Kızıldere’nin olduğu gün emniyetteydim. Emniyete Fatsa’dan, o bölgeden epeyce insan getirdiler. Fikrileri olsun ve diğer pek çok kişiyi getirdiler, DAL’da sürüklediler, bir kısmıyla birlikte cezaevinde yaşadık.
Devrimci Yol - Kurtuluş ayrılığı olarak bilinen, bizim kendimizi Devrimci Gençlik olarak ifade ettiğimiz dönemde Fikri Sönmez Ankara’ya geldi, ‘Ben ayrılık konusunu hem sizden hem de diğerlerinden dinlemek istiyorum’ dedi. Konuştuk, ardından Fikri durdu düşündü, ‘yeterli, diğerleriyle konuşmayacağım’ diyerek o kararlılıkla döndü Fatsa’ya. Fatsa’nın sonraki hikâyesi Devrimci Gençlik’in gelişmesi ve sonrasındaki gelişmelerle yaşanmaya başladı.
Fatsa’nın Kızıldere’nin hangi anlamda eleştirisi hangi anlamda devamı olduğu sorulur. Fatsa Dev-Genç’ten başlayan, Kızıldere ile devam eden sürecin devamıdır. Eleştiri derken Fatsa ile Kızıldere eşleştirmesi değildir.
Devrimci Yol ile THKP-C ilişkisidir anlatılmak istenen. Devrimci Yol THKP-C’ ile ilgili olarak evet bu yolda devam etmeliyiz ama aynen değil, onu taklit ederek değil o günün görevlerini doğru kavrayarak THKP-C çizgisini devam ettirmeliyiz diyerek mücadeleyi örgütlemiştir. Bugün için de geçmişi taklit ediyorlar gibi laflar söylüyorlar. Bunu söyleyenlerin, aslında taklit edip etmeyecek bir geçmişleri de olmadığından, konuşmak çok kolay geliyor onlara. Bizim geleneğimiz geçmişe nasıl yaklaşılacağını kendi pratiğiyle göstermiştir.
Fatsa’yı yaratan bir devrimci düşünce vardı. O düşünceye nasıl yöneldik? Bizim o dönemlerde çok yaygın olan sosyalizm tartışmalarında, Sovyet-Çin tartışmalarındaki tavrımız, geleneksel bürokratik revizyonist anlayışlara eleştirilerimizin bu noktaya evrilmemizde başlangıç olduğunun altının çizilmesi gerekir. 90’lı yıllarda bütün dünyada tartışılmakla birlikte o dönemde çok tartışılmayan yönleriyle biz sosyalizmi tartışıyor, bürokratik sosyalizm anlayışı konusunda eleştirilerimizi ifade ediyorduk. İkincisi faşistlere karşı bir mücadele yürütüyor, bazı yerlerde biz etkin duruma geliyoruz. Bunun üzerine oralarda neler yapmamız gerektiğini tartışıyorduk. O tartışmalarda Tito’nun ‘faşistleri defettiğimiz ve kurtardığımız her yerde bütün iktidarı halka devredeceğiz’ sözü üzerimizde etkili oldu. Bu anlayış, faşizmi yıkacak en önemli güçlerden birisi olduğunu, bir küçük ot parçasının bir kaya yarığında o kayayı parçalayacak güce erişebileceğini ifade ediyordu.
Benim beynime işlemiş bir sözdür. Devletin çatlağı içerisinde biz de iktidarı aldığımız yerlerde halka devretmeliyiz, böyle bir demokrasi anlayışını halk iktidarının nüveleri, sosyalizmin iktidara geldikten sonra gerçekleştirilecek bir şey olarak görülmemesi gerektiği, bu düzenin içinde adım adım inşa edilmesi gerektiğine ilişkin fikirler Devrimci Yol anlayışının temelleriydi.
Fatsa bu anlayışın en güzel ve en iyi gerçekleştirebildiği yerlerden birisi oldu. Elbette ki Fatsa’yı gerçek manada yaratanlar, oradaki mücadeleyi sürdürenler, o fikri hayata geçirenlerdir. Eğer mücadele içinde bunları hayata geçirecek, kavrayacak kadrolarınız, örgütünüz yoksa asla başaramazsınız. Her şeyin bir evveli bir ahiri vardır, diye başlamıştım öyledir. Fatsa’nın evvelini konuştuk, ahiri ne olacak hâlâ olmadı ama dün alanları yavaş yavaş daha çok doldurmaya başlayan devrimci gençler ahirini yaratsın.
***
MAHMUT MEMDUH UYAN:
Fatsa toplumun iktidarıydı
Fatsa, pratiği ve yürütülüşü üzerine konuşmayacağım, o pratik için de doğrudan yer almadım. Ben Fatsa’ya 82 sonrasında, Nokta operasyonu ve 12 Eylül sonrasında kır direnişi sırasında geldim.
Biz tabii ki sürekli operasyonlarının ve baskının ve şiddetin içinde Fatsa’ya gelişi yaşadığımızda Fatsa’yı teorik düzlemde yeterince kavramadığımızı düşündük. Biz, direniş komiteleri anlayışı, işçi konseyleri ve öğrencilerin ÖTK’sını yeterince kavramadığımızı, ayrıca AYÖD’ün, İYÖD’ün ve Dev-Genç’in aşağıdan demokratik katılımla oluşan süreçleri yeterince kavramadığımızı düşünüyorduk. Herkesin dikkatini çeken Devrimci Yol’un kitleselliği, onunla birlikte yürüttüğü iç savaş-çatışma ve genelde umut olma hali söz konusuydu. Devletin de var olduğu, bizim de var olduğumuz yer yer ikili iktidarın olduğu, hayatın ikiye yarıldığı bir süreçten gelerek cunta sonrası Fatsa’ya baktığımızda dikkatimizi çeken oradaki demokrasi ve toplumun iktidarı ilişkisiydi.
Kapitalist yapı içinde farklı bir toplumsallığın ortaya çıkarılmasıydı.
Yaşadığımız süreçlerde gördük ki tarihte iz bırakan şeyler toplumun sade biçimde ortaya koyduğu toplumsallıklar olmuştur.
Paris Komünü ile benzerliği de ilk kez böyle bir iktidarın, doğrudan demokrasi ilişkisinin ortaya çıkmasıdır. Komün’le benzeştirme yanı, Türkiye’nin toplumsal tarihinde de Fatsa’nın böyle bir olgu olarak ortaya çıkışı vardır. Unutulmamış, açığa çıkmış ve üzerine çeşitli tartışmalar yürütülmüştür. Mevcut düzen içinde farklı bir iktidar ilişkisinin görülmüş olmasıdır, Türkiye tarihinin Paris Komün’ü dememizin ana nedeni budur. Fatsa’daki demokrasi ve direniş komiteleri Devrimci Yol’un en özgün yanlarıydı.
***
AHMET ÖZDEMİR:
Tarihsel belleğimizi geleceğe taşımalıyız
Kendİ deneyimlerimizi epey anlattık. Ama birkaç noktaya vurgu yapmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Bunlardan birisi demokratik katılımcılıktır. Tarihsel belliğimizi gelecek belliğimize yönlendirmemiz gerekiyor.
Komite sözcüğünü o günlerde ilk kez kullandık. Her mahallede ortalama 5 kişi olabilecek, belediye ile halk arasındaki iletişimi sağlayabilecek kurullar oluşturduk. Zaman zaman buna belediye komiteleri dedik zaman zaman halk komiteleri dedik. Demokratik katılımın doğrudan yapılması ile ilgili de birkaç şeyi aktarmak gerekir. Bugün temsili demokrasi ile doğrudan demokratik katılım hakkında da konuşuyoruz. Demokratik değişimin, gelişimin doğurganlığı üzerine kafa yormamızı sağlıyor. Bir seçim çalışması yürütmüşüz ve bunu da belediyeyi kazanabilecek ekiplerin, bütünün ortaklaşa yürüttüğü çalışmaya dönüştürmüşüz. Bizim, hangi mahallenin hangi sorununu, kimlerle çözeceğimiz üzerine program çıkmış. Bu program seçimlerden sonra belediyenin çalışma programı olmuş. O pratik sürecin gelişim seyrinden doğru Fatsa’da yeni bir süreci örmeye çalıştık. O günden sonra yazılmış, çizilmiş teorik saptamalara dönüştü. Bir yerlerde yazılmış çizilmiş olmayan bizim ihtiyaçlarımızın yön verdiği ilişkilere dönüştü.
Bir başka nokta var, bu komiteleşme çalışması belediye içinde de yapılıyordu. Belediyenin de demokratikleşmesi gerekiyordu. Bunun için de belediyenin belli ünitelerinin, işçiler tarafından yönetilmesi gerekiyordu. Çamura Son kampanyasına girerken düşündüklerimiz bunlardı. Seçimler kazanılmıştı ama artık kolektif bir şeylerin yapılması gerekirdi. ‘Ben ne yaptımsa halkımla birlikte yaptım’ sözünün özüne uygun, bir çalışmanın yapılması gerekiyordu bu da Çamura Son kampanyasıydı. Sonuçta bir haftada bu kadar işin nasıl yapılacağı konusunda tartışmamız oldu, Sedat Göçmen’le bu konuda tartışmalar yaşamıştık. O bir haftada bunu başarabiliriz demişti. Tam bir seferberlik ve kolektif çabayla çok öznel bir deney olacaktı ve sonuçta hepimiz sonuçtaki başarıyla şaşırdık.
Demokrasi ve katılım kolay değildir, Fatsa’da bunu önce hazır olanlarla yaptık. Fatsa’da bir durumumuz henüz yoktu, süreç içerisinde gelişecekti. Böyle başladı ve köylerden gelecek az sayıda arkadaşlarla ilk gün başladık. Çok heyecanlı bir çabaydı. Ve Çamura Son kampanyası çok etkili bir kampanyaya dönüştü ama mahalle komitelerini ikiye katlarsanız her mahalleden 15-20 katılımla başladı bu çalışma. Kadınlar tam da 2. gün sürecin gerçek dönüştürücüsü oldular. Ve biz sokaklarda çalışan ilk eylemi, o çalışan insanlara o mahalledeki kadınların çay ve yemek yardımı ve aynı zamanda kocalarına yönelik eleştirileri olmuştur. 6. gün tamamlandığında tam bir şenlik havası vardı ve herkes başarmanın mutluluğunu yaşadı. Yapılan yol üzerinden davullu zurnalı büyük bir yürüyüş gerçekleştirildi. Zaman içerisinde gördüler ki, biz istersek başarabiliriz. Bence Devrimci Yol örgütlenmesi bunun üzerinden gelişti. Sloganı da ‘halkımızın güçlü kollarıyla aşamayacağı engel, başaramayacağı hiçbir şey yoktur, biçiminde olmuştur.

13:33 05 Mayıs 2009
Kaynak: birgun.net

http://www.birgun.net/report_index.php?news_code=1241519615&year=2009&month=05&day=05

Freitag, 1. Mai 2009

1 Mayis

Dienstag, 28. April 2009

KÜRT SORUNUNDA ÜÇÜNCÜ BOYUT…

Kürt sorununun üç boyutu var. Birinci boyut uluslararası düzlemde ABD’den başlayıp Avrupa Birliği gündemine ulaşıyor, Ortadoğu’da düğümleniyor. Düğümün sebebi belli: Petrol! Bu petrol coğrafyasındaki Kürtler dört ayrı ulus devlet bünyesinde yaşıyorlar. Irak’ta Kürdistan Bölgesel Yönetimi kuruldu ve dünyaca tanınıyor. Bu bölgede bir de PKK üssü Kandil dağı var. Ama açıkçası, burada halkların özgür iradesi ötesinde emperyalist emrivakiler söz konusu. Çatışan taraflar her konjonktürde değişiyor. Yakın zamana dek kalıcı cepheler yoktu, dolayısıyla kalıcı çözümler de beklenemiyordu. KDP, YNK (ve yakın zamana kadar da PKK) ile Amerikan siyasetleri arasında ciddi bir çatışma söz konusu olmadı. Hatta PKK de ABD’nin Irak’ı işgalini bölgenin demokratikleşmesi için bir fırsat olarak değerlendirmişti. Ama son dönemde, ABD artık PKK’yi tasfiye etmeye niyetli gibi. Dolayısıyla onlar da (mecburen?) Amerikan karşıtı bir söylem içindeler. (Ayrıca PEJAK olgusu da hâlâ bir muamma!) Öte yandan Öcalan’ın, İmralı’daki demeçlerinde sistematik olarak ve özellikle İngiliz politikalarını eleştirmesi, ABD yerine tuhaf bir İngiliz takıntısı dile getirmesi de manidar! (Bush dönemindeki BOP’un bir alt başlığı olarak sunulan Kürt-İslam sentezini ve şimdi Obama dönemindeki Neo Osmanlıcılık projesini daha önceki yazılarımda ele almıştım.)
Sorunun ikinci boyutunu; eskinin resmi şimdinin fiili “olağanüstü hal” bölgesindeki Devlet ile PKK arasında süregelen savaş oluşturuyor. Devletin benimsemeye zorlandığı çözüm seçeneklerinde, ABD derhal devreye giriyor. Son aylarda gerek hükümet gerek askeriye cenahlarında yapılan “açılım”ların Obama danışmanı Barkey’in raporunda yazılanları izlemesi tesadüf mü? Haldeki durumda, açıkçası devletin de PKK’nin de dediği olamıyor. Durum, malum, çözümsüzlüktür. Öyle ki herkes bu çözümsüzlüğün, bu ataletin ancak üçüncü bir tarafın müdahalesiyle sona erdirebileceğine ve bunun da birinci boyuttaki çözümün uzantısı şeklindeki “emperyalist diplomasi” olabileceğine ikna edilmeye çalışılıyor.
Ama üçüncü taraf, pekâlâ, savaş dışındaki Kürtlerin ve Türklerin ısrarla barışı örgütlemesi olamaz mı? Cevap çok basittir: Mesela kafatası polis dipçiğiyle parçalanan on dört yaşındaki Seyfi yüzünden yüreği yananlar ister Kürt olsun ister Türk, bunlar çoğunluktuysa, elbette olabilir. Çünkü sorunun üçüncü boyutunu, batıda birlikte yaşayan Türkler ve Kürtler oluşturuyor. Üstelik böyle bir çözüm için harcanacak çaba, çözüm önündeki engeller ortadan kalkmadan ve bu engellere rağmen sürdürülebilir. Devletten ve PKK'den farklı bir yerde duranlar, sorunu öncelikle batı yakasından çözmeye başlamaya, bir bakıma, mecburdurlar. Çünkü çözüm imkânı yanı sıra en feci çözümsüzlük de yine burada yatıyor. Sebebi bellidir: Kürt sorunu birinci ve ikinci boyutlarında nasıl çözülürse çözülsün, batı yakasındaki Kürtler burada yaşamaya devam edecekler. Zira milyonlarca Kürt, Çukurova'yı Ege'yi İstanbul'u yurt edinmişler. Askeri çözüm, Kürt sorununu ve nüfusunu batıya taşımıştır. Batıda askeri çözüm elbette imkânsızdır! Ama sivil savaş mümkündür! Yani iç savaş…Elbette felaket tellallığı yapmak niyetinde değilim, ama gelinen noktada, sorun ilk iki boyutta nasıl çözülürse çözülsün, Türklerin ve Kürtlerin boğazlaşması da her zaman potansiyel bir kıyamettir. Bakın işte birkaç gün önce, Mersin Karaduvar’da, Araplar ile Kürtler arasına da nifak sokulmaya çalışıldı. Yani tehlike, esas olarak toplumsal düzeyde, toplumsal fokurdamalardadır… Mahalle baskısı mesela sadece dincilerin laikler üzerinde baskısı olmaktan çıkıp Türklerin Kürtler üzerinde baskısına dönüşünce; laik-dinci, Türk-Arap birlik olup Kürtlerin üzerine yürüyünce artık kimin elinden ne gelir?
Türkiye’nin solcuları, memleketin istikbaline de yatırım yapmak zorundadır. Bugünü tam olarak kurtaramıyorsak, hiç olmazsa yarını koruyacak tedbirleri bugünden almış olmalıyız. Kürtler ve Türkler eşit oldukları ölçüde özgür olabilecekse, “Kürt sorununa çözüm için beklemeyen” fiili durumlar yaratmak, bu sorunun çözümüne bir katkıdır. Bu yüzden herkesten önce Türkiye’nin solcu insanları, çözüm filan öneren değil, fiili çalışmalarıyla, hayat tarzlarıyla çözümün kendisi olabilen bir iddiayı yüklenmelidir. Çünkü kalıcı çözüm devletin demokratikleşmesinde değil, öncelikle toplumun demokratikleşmesindedir. Ve bu işi de en iyi solcular bilir. Zaten solculuk, halkların kendi ülkelerinde özgürce yaşamaları özlemini, ulusların kendi devletlerinde örgütlenmeleri ihtiyacından üstün tutmak değil midir?
melihpekdemir@birgun.net / 13:08 27 Nisan 2009

Dienstag, 31. März 2009

BAĞIMSIZLIK UĞRUNA AL KANLARA BOYANDIK

Devrimcileri ölümsüzleştiren fikirleridir

sunday_12383260231

OĞUZHAN MÜTFÜOĞLU
Kızıldere katliamı sol açısından bir dönemin sonu oldu; bir dönüm noktası. Bazen 68 ve 78 kuşakları arasında kıyaslamalar yapılır; 68’in masumiyetinin 78’de olmadığı gibi...
Aslında bir bakıma doğrudur bu. Çünkü, sonraki kuşak, 70’li yılların gençliği, dönüp baktığında Denizler’in idamıydı arkasında gördüğü, Kızıldere’ydi. İster istemez, egemen sınıfların politikalarının Türkiye’yi bir iç savaşa sürüklediği koşullarda o geçmişle bağıntılı olarak şekillendi yeni dönem.
Devrimcileri ölümsüzleştiren kahramanlıkları kadar fikirleridir de. Onları öldürdüler ama daha on yıl geçmeden fikirlerinin yüzbinlerin ellerindeki yumruklu yıldızlarla bayraklaşmasını önleyemediler.
Bu da yüzlerce, binlerce isimsiz kahramanın yer aldığı yeni dönemin, yetmişsekizlilerin hikâyesidir.
65-71 yıllarında gelişen devrimci hareketlerin hemen hemen bütün kurucu kadrosunun ortadan kalkması geleneğin bütünlüğünün ve devamlılığının sağlanmasını zorlaştıran bir sonuç doğurdu.
Orduya ilişkin olanı hariç bütün temel görüşleri sürekli değişen D. Perinçek’in PDA’sı (tek tek ayrılan ‘hainleri’ dışında) bütünlüğünü sürdürebilirken, “Münirler’in” “Yusuflar’ın” hayaleti sanki devrimci geleneklerin peşinden hiç ayrılmıyor gibi…
O büyük devrimci geçmişe rağmen, devrimci geleneğin bugün yaşadığı etkisizliğin nedenlerinden biri, belki de cevabı içinde bu şifrede saklıdır.

Yazinin devami asagida..

http://www.birgun.net/sunday_index.php?news_code=1238325751&year=2009&month=03&day=29

Montag, 16. März 2009

HAYAT SİYASETİ İÇİN BİR TAHLİL DENEMESİ

Şiirler susar. Pikaba bir plak konulur; long play değil kırkbeşliktir. Kırkbeşlik plakta, döne döne, cızırtılı bir hayat hikâyesi başlar. Plak! Çünkü plak, hikâyeyi dile getirebilen yegâne ve mükemmel benzetmedir... İğnesi vardır. Ve en dışından, yani en büyük çemberden başlayıp helezonik daireler çize çize iğnenin içeriye doğru ilerlemesini sağlayan iç içe geçmiş yolları… İğnenin çizdiği çemberler en dıştan başlayıp en içe doğru yol aldıkça, çemberler daraldıkça, hikâye de kendisini tüketir. Bazen iğne takılır, plakta bir kırıklık vardır. İğne, dönüp dönüp aynı çemberde dolanır. İğne takıldı denir, kırık plak denir… Kırık plak hep kendini tekrarlar… Plaktaki senfoni, yenilenlerin senfonisi midir?
•••
bomboş duruyorsun! yazılacak boşboğazlık hiç mi kalmadı? seni dinliyorum. serseri kelimelerin naralarını, küstah bıyıkların hovardalığını, burun çekmelerdeki raconu, kasketinden yere düşen fiyakayı...
susma konuş!
sen istediğin kadar konuşma. anıların ele verdi seni, her şeyi anlattılar. senin iyiliğinedir konuşman, ama sen bilirsin. anlatırsan cezan daha az olur. pişman mısın değil misin onu söyle. kimlerle yaptın bütün bu kanlı deliliği.
konuşşşşşşşşş! ben bilirim seni nasıl konuşturacağımı...
kulak memelerinden libido vereceğim sana. umutlarına tersten asacağım seni. tabanlarında kırlardan topladığın çiçekler açacak. kurumuş damarlarından can suları fışkıracak. ağzın kulaklarına varacak, her dokunuşumda. serseri kelimelerin naralarını susturamayacaksın. bıyıkların küstahlaşacak yine, hovarda titremeleriyle sarsılacaksın. bir burun çekeceksin raconu konuşacak. kasketinden yere düşen fiyakayı tutamayacaksın...
konuş dedim sana konuşşşşşşşş!
sen konuşmazsan konuşma! serseriliğin, küstahlığın, hovardalığın, raconların, fiyakaların bir bir anlattı sırlarını...
nerelere nerelere sakladım sırlarımı? lacivert patlamalarla sağır oldum besbelli. tebeşir sözlere karnım tok! bana zirzoplardan maval okunmasın, tıpış tıpış yürüyüşlerden tıklım tıklım meydanlar mı dolarmış?
küheylanlara binmiş havariler bir hicran tutmuşlar. şirret şirketler pişirmişler mi bu hicranı? harmanların fetretinde yemişler de yemişler. cehennemden çıkmış gelmiş zebani. hani bana hani bana demiş. hani bana harmancııııık harmancık.
devrim dediğin nedir ki? gökten düşen üç elma. birini kürtler ve türkler paylaşmış, birini sünniler ve aleviler paylaşmış, birini sadece çalışanlar paylaşmış. burjuvalar da hani bana hani bana demiş. hani bana harmancııııık harmancık...
mucizeleri beklemeyi boş ver. determinist mucizeleri… mukallit çözümleri kenara koy. muhafazakâr mukallittir. devrimciler isyankar. bilim mukallit değil yaratıcıdır, yani isyankar. isyan edemiyoruz. isyan etmenin tek mukallit biçimi intihar. kavramlar çürüdü... içi boş çekirdek hepsi. filiz vermiyor. kavramlar şimdi çitlenmiş çekirdek, eğlencelik... karın doyurmuyor. içi çürümüş kavramlarla ancak anlaşılmaz cümleler kuruluyor. kimse inanmıyor, kimse dinlemiyor.
oysaaaa...
şimdi belki kavramlar yerine düpedüz kelimelerle konuşmak zamanı. yani kavramlarla izah etmek yerine, olup biteni ve yapılan işleri ve en önemlisi yapıldıktan sonra, kelimelerle anlatmak. kavramların önlenemez gücüne bel bağlamak, büyücülüktür. solcular hâlâ büyülerden medet umuyor, büyücülük yapıyor. toplulukların karşısında medyumlukla yetiniyor. anti medya olamıyor. medya, medyumun çoğuludur... düşünce kalıpları bomboş, kerameti kalmadı ajitasyonun. kusursuz söylemler kısırlaştı, söylemden eylem doğmuyor hiç. hiçliğimizi yaşıyoruz hanidir... heyhat ki söylemlerin içeriği yok. oysa eylemin söylemi lazım şimdi.
(şimdi evet… şimdi devrimcilik zamanı…)

melihpekdemir@birgun.net / 13:59 16 Mart 2009

http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1187090030&news_code=1237204748&day=16&month=03&year=2009

Montag, 9. März 2009

ENVER KARAGÖZ: DOĞDUĞU TOPRAKLARA BİR ‘ELVEDA’ BİLE DİYEMEDİ

Enver Karagöz

Dizinin ilk bölümündeki, bu hayat hikâyesi bambaşka bir hikâyedir. Başka hiçbir Anadolu Evladı’nın başına gelmedi. Gelmesin! Çok acılar çekti insanlar. Ama Enver’in başına gelenler bambaşka. Düşünülebilenin, düşünülebileceğin çok dışında. Enver’i yazmaya uzun süre elim varmadı, kalemim durdu! Devlet, şimdi vatandaşlığa geri aldığı “o vatan haininin şiirlerini“ okuduğu için Enver’in boğazına kaynar su dökmüştü…

Enver Karagöz’ü ilk kez 1992 yılında, Türk - Kürt Dostluk Girişimi ile Türkiye-Almanya İnsan Hakları Derneği’nin (TÜDAY) Köln’de ortaklaşa yaptıkları bir toplantıda tanımıştım. Çok zorlanarak, fısıltı halinde ses çıkararak konuşuyordu. Çok zayıftı. Bir deri, bir kemikti! O konuşurken herkes başka bir dikkat, başka bir saygıyla dinliyordu. Düşünceleri, önerileri, eleştirileri açık ve netti. Mantığı sağlamdı. Herkes ona “Enver Hoca” diye hitap ediyordu.

Ben de o günden sonra ona “Enver Hoca” dedim. O bu ada layıktı.



ENVER HOCA’YI KAYBETTİK

Günlerden 30 Mart 2007. Öğleye doğru telefonum acı acı çaldı.

Gözyaşlarıyla yıkanmış haber üç kelimeydi:

“Enver Hoca’yı kaybettik!”

Donup kaldım! Kulaklarıma inanamadım!

Vay Enver Hoca vay!

Vay benim can yoldaşım, vay benim Artvinlim, Şavşatlım vay!

Vay! Yoksul Şavşat’ın yiğit evladı vay! Senin için ne yapabilirim ben şimdi?

Kendimi toparlar toparlamaz geçtim bilgisayarımın başına. İçimden geldiği gibi yazdım.

Enver Karagöz için... Elveda bile diyemeden...

“Enver Hoca’yı kaybettik!”

Çaresizliğin kahredici hüznü kaplıyor dünyamı! Hatıralar denizine atıyorum kendimi! Enver Hocalı damlalara, dalgalara tutunuyorum. Dünya başka türlü dönüyor, zaman başka zaman şimdi!

Fakir Baykurt’tan dinlemiştim onun hikâyesini...

“Şavşat Ortaokulu’nda öğrencimdi Enver. Akıllı, uslu, çalışkan, tuttuğunu koparan bir öğrenciydi. Sonra devrimci bir öğretmen oldu. Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği (TÖB-DER) içinde görevler aldı. TÖB-DER Artvin Şubesi Başkanlığı yaptı. 12 Eylül 1980 darbesi başına büyük belalar getirdi... Sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandı. İşkenceler, zulümler gördü.”

Enver Hoca’yla 1992 yılında, Türk-Kürt Dostluk Girişimi çalışmaları sırasında tanıştık. Enver Hoca 1989 yılında kurulan Türkiye-Almanya İnsan Hakları Derneği (TÜDAY) kurucuları ve yöneticilerindendi. Zamanla birbirimizi daha yakından tanıdık; bağlandık birbirimize.

Siyasi mücadelede gerilimler, tartışmalar, kırgınlıklar oluyor.

Enver Hoca, her zaman dürüst, her zaman tutarlı, her zaman sevecen, her zaman saygındı.

Eleştirici, ama birleştiriciydi.

Yıkıcı değil, yapıcıydı.

Türk-Kürt Dostluk Girişimi zamanla görevini tamamladı, TÜDAY’la birleşti. TÜDAY ise işlevini yavaşlattı. Kapatalım mı, yaşatalım mı sorularına cevap aranır duruma gelindi. Tam bu aşamada Enver Hoca, „İnsan hakları mücadelesi bitmeden, TÜDAY kapatılmamalıdır!“ düşüncesini savundu. Birkaç arkadaşla birlikte TÜDAY’ın zor işlerini üstlendi.

TÜDAY şimdi on sekiz yaşında. Yönetim Kurulu, TÜDAY üyelerini, duyarlı insanları Enver Hoca’yı son yolculuğuna uğurlamaya çağırdı ve uğurladı. Acı, ama onurlu bir görev bu...

Enver Karagöz, 1948 yılında Şavşat’ta doğmuştu. Okudu, öğretmen oldu. Artvin’de öğretmenlik yapıyordu. Dünyada ve Türkiye’de rüzgârların soldan estiği bir zamandı. Türkiye kabına sığmıyor, kendine yeni bir yol, yeni bir düzen arıyordu. Yer yerinden oynuyordu. Devrim şarkıları söyleniyordu şehirlerde, ovalarda, dağlarda. Yeni bir dünyayı; ekmek, gül ve hürriyet günlerini kurabilmek için işçiler, gençler, devrimciler dişini tırnağına takmış uğraşıyordu.

Türkiye, başka bir Türkiye idi o zaman. Gençler okuyor, araştırıyor, düşünüyor, yazıyor, örgütleniyordu.

Enver Karagöz de o gençlerden biriydi.

Hem okuyor, hem yazıyor, hem haykırıyordu gür sesiyle!

İyi bir örgütçüydü. Özü sözü bir devrimci gençti. Kendinden çok seviyordu yurdunu, toprağını, insanlarını...

Öğrencilik yıllarında olsun, öğretmenlik yıllarında olsun toplantılarda, mitinglerde, gösterilerde şiirler okurdu. En sevdiği şairlerden biri Nâzım Hikmet’ti. Nâzım Hikmet’in şiirlerilerini sadece okumaz, yaşardı, yaşatırdı...

Enver’in sesi, dinleyenlerin damarlarına girer, akar giderdi ta akla kadar!

Karanlalıktan medet umanlar, sermaye düzenini savunanlar devrimci kabarışı durdurabilmek için, ABD’nin bilgisi dahilinde, 12 Mart 1971 darbesini yapmışlardı. Ama ileriye akan nehir bu engeli aşmıştı.

Zaman 1975 sonrası yıllardı. Yeni bir darbenin hazırlığı içindeki “gizli” güçler kan akıtmaya, can almaya başlamıştı. 12 Eylül 1980 darbesine gelinceye kadar beş bin kadar gencin, aydının, işçinin, emekçinin, insanın kanına girdiler. İşte bu ölüm kalım günlerinde Enver Karagöz, Artvin’de sözü geçen, devrimci bir öğretmendi. Çok kez ölümle burun buruna gelmişti. Kendisine kurulan pusulardan kurtulmuştu. O inadına güzel günlerin bayrağını sallıyor; barış, kardeşlik, özgürlük şiirlerini haykırıyordu... 12 Eylül 1980 günü, tankların paletleri, silahların dipçikleriyle kesildi barışa, özgürlüğe, kardeşliğe giden yollar. Cuntacılar sınırsız bir kinle saldırıyorlardı devrimcilere, ilericilere, yeni bir düzen için mücadele edenlere.

12 Eylül sonrası altı yüz bin kadar insan gözaltına alındı, işkenceden geçirildi, sorgulandı, hesap soruldu...

Enver Hoca, o insanlardan biriydi.

Eşiyle birlikte tam 12 Eylül 1980 sabahı Artvin’de gözaltına alınmıştı.

Askeri cunta, Artvin Öğretmen Okulu’nu işkence merkezine çevirmişti. Enver ve eşi burada diğer devrimcilerle birlikte ağır işkenceler gördü.

Enver Hoca, esir alınmıştı. Ama teslim olmuyordu. Konuşmuyor, kimseyi ele vermiyordu. Ağır işkencelerle onu kana buladılar.

Enver Hoca, kana bulandı, ama alnına kara bir leke sürdürmedi.

İşkenceciler onun onurlu tutumundan çılgına dönmüştü.

Yapabilecekleri en büyük kötülüğü yaptılar:

“Haydi bakalım bir daha oku o şiirleri! Haydi bir daha haykır bakalım o komünistin, o vatan haininin şiirlerini!” diyerek boğazına kaynar su döktüler!

Enver Hoca’nın ses tellerini kaynar suyla yaktılar!

Ey insanlık! Ey Türkiye! Sen o kaybolan sesi duydun mu?

Ey Anadolu! Sen öz evladının boğazına kaynar su dökenleri unuttun mu?

O seni hiç unutmadı!

Enver Hoca, boğazının yakılmasından sonra gırtlak kanseri oldu. Hapisten çıktı. Tedavi için Almanya’ya geldi. Almanya’ya iltica etti. İlticası kabul edildi. Tedavileri aralıksız devam ediyordu. Bazen bir lokma ekmek, bir damla su bile geçemedi boğazından. Ama Enver Hoca direndi. Kanseri yendi. Ses telleri, sesini kaybetmişti. Fısıltı halinde zorlanarak konuşabiliyordu.

Gene şiirler yazdı.

Gene şiirler okudu.

Susmadı!

Eşi, her zaman kol kanat gerdi kocasına.

Biricik kızı ve biricik oğlu sevgiyle, saygıyla, anlayışla sarıldılar babalarına.

Bunun zorluklarını, bunun onurunu yaşayan bilir ancak.

Enver Hoca’yı yaşatan en etkili ilaç eşinin, çocuklarının sevgisiydi.

“Elveda!” bile diyemeden ayrılmıştı kendini hem var eden, hem de kahreden topraklardan.

Suçu insan olmaktı!

O, tutarlı bir devrimci, dürüst bir yurtsever ve yılmaz bir insan hakları savunucusuydu.

Suçu, yurdunu özünden çok sevmesiydi!

Uğruna ölümlere gidip geldiği yurdundan ayrılmak ölümden beterdi.

Yurt özlemini, vatan hasretini yaşayanlar bilir.

Dağını taşını, güneşini ayını, gülünü dikenini özler insan...

Taş yerinde güzeldir!

Açan çiçekler meyveye durmaz hiçbir zaman hatıralar içinde...

Enver Hoca, tam on sekiz yıl gidemedi Türkiye’ye!

Yollar ona kapalı, gökyüzü ona yasaktı!

Uzun yıllar sürdü yurduna giden yolları açabilme uğraşı.

Avukatlar, dosyalar, araştırmalar, incelemeler derken yıllar geçti!

Nihayet 2004 yılında Türkiye’ye gidebilme imkânı doğdu.

Avukatı, “Türkiye’ye girişte seni gözaltına alabilirler. Ama merak etme! Çabucak bırakırlar. Ben de seninle olacağım!” demişti. Büyük bir heyecanla, on sekiz yıl aradan sonra İstanbul Atatürk Havaalanı’nda ayaklarını kendi toprağına basmıştı. Etrafına baktı. İstanbul ile göz göze geliverdi.

Derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi geçmişti zaman!

Pasaport kontrolundaki polis:

“Siz biraz bizimle geliniz!” dedi.

Önce Havaalanı Polis Karakolu...

Sonra Terörle Mücadele Şubesi’ne götürdüler. Sorgulama başladı! Sorgulamada bulunan polis yetkililerinden biri:

“Beni tanıdın mı?” dedi ezilerek.

“Tanımadım!” dedi Enver Hoca. Ama anlamıştı karşısındakinin kimliğini:

“Nereden tanıyayım? Gözlerimizi mi açmıştınız?”

Karşındaki kendini tanıttı:

“Ben Artvin’deki sorgulamada bulunmuştum!” dedi.

Enver Hoca’nın boğazına kaynar su döken işkencecilerden biri karşısında duruyordu. Enver Hoca’nın işkencelerdeki direnişini hatırlamıştı:

“O günler öyleydi!” dedi gözlerini kaçırarak.

Sonra yanındakilere “Hemen işlemlerini yapın!” emrini verdi.

İşkenceciler hâlâ işbaşındaydı.



IŞILAY’IN KUCAĞINDA KARANFİLLER

Enver Karagöz 4 Nisan 2007 günü Köln’de toprağa verildi.

Enver Karagöz’ün tabutunu kilise salonunun ortasında açtılar...

Yüzlerce devrimci dostu, can yoldaşı, dostları, sevenleri sıra sıra Enver Hoca ile vedalaşıyor.

Enver Hoca’ya son sözümü diyebilmek için tabutunun başucunda duraksadım.

Gözleri ve ağzı açıktı.

Açık ağzından dünyaya haykırıyordu.

Boğazına kaynar su dökülmeden önceki gür sesi çınlatıyordu o an salonu, Köln’ü ve dünyayı.

Belki o an, o son ses Artvin’de, Şavşat’ta, Çoruh nehrinin dalgalarında da yankılanmıştır!

Duyanlar duymuştur.

Enver Hoca önde, sevenleri ardında, sessizce mezarına doğru akıyor yürekler adım adım.

Herkes için için konuşuyor. Hızla aklımızdan geçiyor güzel günler için verilen en güzel yıllar.

Enver Hoca’ın üstünde Devrimci Öğretmen çelengi. Halkevleri çelengi... Çiçekler, çiçekler...

Bu mezarlık, mezarlık olalı belki de hiç bu kadar Türkü, Kürdü, Ermeniyi, Almanı, Gürcüyü bir arada görmedi. Almanya’dan, Hollanda’dan, Belçika’dan, Türkiye’den, İsviçre’den gelmişler, safa geçmişler Enver Hoca’nın ardında.

Enver Hoca’nın tabutunu mezara koydu görevliler.

Işılay mezarın başında durdu dimdik.

Ceren anasına sarılmış. Oğlu anasına sarılmış.

Işılay’ın kucağında kırmızı karanfiller...

Hava kurşun gibi ağır!

Sessizliği Işılay’ın sesi canlandırıyor:

“Dostlarım, canlarım, arkadaşlarım!

Konuşmayacağım. Şimdi hep birlikte Enver’in çok sevdiği “Yiğidim Aslanım”

türküsünü söyliyelim!

Şu sılanın ufak tefek yolları

Ağrıdan sızıdan tutmaz elleri

Tepeden tırnağa şiir gülleri

Yiğidimaslanımburdayatıyor

Türkü bitti. Işılay kucağındaki kırmızı karanfili öptü.

“Canım seni çok seviyorum!”

“Canım bu karanfilleri 18 Haziran anısına atıyorum üstüne!”

18 Haziran, nişanlandıkları gündü...

•••

O an geldi şimdi! Artvin’den gelenler bir torba toprak getirmişlerdi. Türkiye’den gelenler bir torba yurt toprağı getirmişlerdi. Işılay bir avuç Artvin toprağını aldı. Öptü.

“Sevgilim, çok sevdiğin toprağını serpiyorum üstüne! Toprağın bol olsun! Elveda!”

Sonra evlatları birer avuç vatan toprağından serptiler babalarının üstüne.

Sonra dostları, yoldaşları, arkadaşları, sevenleri serptiler avuç avuç Artvin toprağından, Türkiye toprağından. Yıllardır yurtlarına, vatanlarına gidemeyen 12 Eylül 1980 döneminin siyasî göçmenleri saygıyla avuçladılar hasretlerinin toprağını, serptiler Enver Hoca’nın üstüne.

“Bir avuç da bana verin!”

Aldım toprağımı elime. Sıcacıktı. Enver’in yüreği tıp tıp atıyordu avcumdaki toprağın içinde.

“Toprağın bol olsun Enver Hoca!”

•••

Mezarlıktaki törenden sonra Anma Toplantısı’nın yapılacağı salona gidildi.

Sevgili eşi Işılay söz aldı.

Eşini, yoldaşını, arkadaşını, çocuklarının babasını anlattı.

Sonra Ceren başladı babasını anlatmaya:

“Babamı çok seviyordum. Ben bildim bileli babamın sesi kısıktı. Daha üç dört ay kadar önce, teybe bir kaset koydu. Gür bir ses “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür!” diye şiir okuyordu.

Teybi durdurdu.

“Bu sesi tanıdın mı?” dedi fısıldayan sesiyle.

“Hayır!” dedim.

“Bu ses, babanın sesidir!” dedi.

İçimden bir isyan ateşi yükseldi. Kim, niçin, neden almıştı babamın sesini! Bir insana bu yapılır mı? Gözyaşlarımı tutamadım. Babama sarıldım.

“Ağlama kızım, ağlama!” diyerek beni yatıştırmaya çalıştı.

Babam bana masal okumayı çok isterdi.

Ama ne zaman masal okusa, sesi kısılır, masalın sonunu getiremezdi. Çok üzülürdüm çocukluğumda masallarımın yarım kalmasına ve babamın sesinin kısılmasına!

Babam şiiri çok seviyordu.

Daha bir ay önce bize düşüncesini açtı:

“Çocuklar! Bundan sonra pazar kahvaltılarımızı şiirler okuyarak renklendirelim diyorum. Siz ne dersiniz?”

Kabul ettik.

Sadece iki kahvaltımızı şiirlerle renklendirebildik.

Babam bana hep güvendi. Ama babamla inatlaşmak benim hoşuma giderdi. Beni anneme karşı korurdu.

Ben her şeyi ilk önce babamdan öğrendim.

Babam benden ayrılmak istemezdi. Beni iki gün görmese beni özlerdi. Ben de babamı çok özlerdim. Bana çocuk yuvasındayken “Papayet!” derlerdi.

“Artık babam yok benim!”

•••

Enver Hoca, Şavşat’ta dünyaya gelmişti. Almanya’da ayrıldı dünyadan! Doğduğu topraklara “Elveda!” bile diyemeden, ömrüne doyamadan, özlediği günleri göremeden sessizce yumdu gözlerini çok sevdiği hayata!

Ey Anadolu! Seni çok seven bir evladın geldi geçti bu dünyadan! Haberin oldu mu?

Kaynak: http://www.birgun.net/research_index.php?category_code=1232631036&news_code=1232737753&action=read

Samstag, 14. Februar 2009

ÇAMURU FATSA TEMİZLER...

Bugün gökdelen desenli ‘dünya kenti’ kıyafeti giydirilmeye çalışılan kentlerimizde belediye başkan adayları hâlâ ‘çamur siyaset’i yaparken, yıllarca çekilen çamur eziyetini dört günde sonlandıran çalışma, Fatsa Belediyesi denilince belki de en çok akla gelen örneklerden biridir...



HADE TÜRKMEN (*)



Yerel yönetimler ve belediyecilik deyince birçoğumuzun aklına hâlâ sadece dokuz ay sürmesine müsamaha gösterilen Fatsa Belediyesi deneyimi geliyor. Hatta bazılarımız bu çağrışımdan sıkılıp “Yine mi Fatsa?” serzenişlerinde bulunabiliyor. Ancak bugün yaşadıklarımızın karanlığı içinde kaybolmamak ve “TINA (There Is No Alternative-Alternatif Yok) Sendromu”na kapılmamak için, elden geleni ardına koymayan “totaliter demokrat” rejimlerin söylemleri karşısında Fatsa bir fenerdir. Dolayısıyla “Yine mi Fatsa?” benzeri sorulara “Daha çok Fatsa” cevabını sunma hakkımız var.

Bu yazı 1979-80 yıllarında Fatsa’da yaşananları aktarmaktan ziyade bugün vatandaşı müşteri olarak gören, piyasanın içinde kamusunu kaybetmiş, ‘katılımcılık’, ‘demokrasi’ gibi kavramları dekor olarak kullanıp projelerini dayatan, yaşam alanlarını üretmek yerine yok eden anlayışa taban tabana zıt bir anlayışın ütopik değil gerçekleşebilir olduğunu göstermeye çalışmak üzerine kurgulandı.



YAPAR MIYIZ?.. YAPARIZ

1979 senesinin Ekim ayında, belediye başkanının vefat etmesiyle boşalan koltuğun doldurulması amacıyla Fatsa’da ara seçim yapılır ve bu seçimi gerek aday olma sürecinde, gerekse seçim öncesi dönemde çetin zorluklarla karşılaşan bağımsız aday Fikri Sönmez (nam-ı diğer Terzi Fikri) kazanır. Bu sonuç Fatsalılar için sürpriz değildir ama tüm ülkede gözlerin Fatsa’ya çevrilmesini sağlar. Fatsa, Türkiye siyasi tarihinde bir yerel yönetim deneyimi olarak yer alma arifesindedir.

Halkın söz, yetki ve karar sahibi olması için çalışılan Fatsa’da Terzi Fikri’nin belediye başkanı seçilmesi elbette bir seçim tesadüfünün sonucu değil, uzun bir mücadele sürecinin ürünüdür. 1960’lardan itibaren bu Karadeniz ilçesinde sol hareketler taban bulmuş, farklı konular etrafında bir araya gelinmiş ve doğal olarak en önemli mücadeleler, sınıf çatışmasının yaşandığı fındık üretimi alanında verilmiştir. 1970’lerin sonunda fabrikalarda işçiler grevdeyken, fındık çiftçileri ve işçileri de tüccar sömürüsüne karşı meydanlardadır. Mitingleri örgütleyen ve meydanlarda üreticilere ve işçilere seslenenlerden biri de Fikri Sönmez’dir.

Devrimci hareket bir yandan fındık alanında mücadeleye devam ederken, bir yandan da belediye başkanının rahatsızlığından dolayı belediye yönetiminin atıl kalmasıyla türlü sıkıntıların ve yolsuzlukların kol gezdiği Fatsa’nın gündelik hayatına dair sorunlarına müdahalede bulunur. Örneğin, günlük yaşamı neredeyse altüst eden karaborsacılık, stokçuluk sokaktaki siyasetin konusudur. Stok yapanların takip edilmesi ve malların ortaya çıkartılması ile karaborsacılığın önüne geçilir ve ülkenin her yerinde kuyruklar uzayıp giderken Fatsa’da kuyruklar son bulur. Çözümleri bulan ve uygulayan da seçimlerde başkanlık koltuğuna oturan anlayıştan başkası değildir.

Devrimci Yol hareketi Fatsa sokaklarından aldığı güçle siyasi alanda CHP, Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi kadar (MHP, Fatsa’nın siyasi alanında 1977 yılından 1980’e kadar yoktur) gücü olan bir aktördür ve aslında daha seçimlerin esamesi okunmazken seçim kazanılmıştır. Seçim öncesi vaatte bulunmayıp “ne yapacaksak birlikte yapacağız” diyen Fikri Sönmez, karşısındaki tüm adayların aldığı oyun toplamından daha fazla oy alarak belediye başkanı olur.



HALKIN BELEDİYESİ

Fatsa’da yeni bir dönem başlar. Yeni yönetimin yaptığı ilk iş her mahallede halk komitelerini örgütlemektir. Seçilmiş kişiler olmalarına rağmen muhtarlara olan güven zedelendiğinden mahalle-belediye arasındaki ilişkinin onlar vasıtasıyla kurulması mümkün değildir, ancak muhtarlar da komite seçimlerine katılmakta özgürdürler. Sonunda ülkücüler dışında her siyasi görüşten kişinin katıldığı on bir tane halk komitesi kurulur. Her komite kendi bölgesinin sorumluluğunu üstlenip sorunları ve çözümleri tartışacak ve belediyeye iletecektir.

Belediyede yeni bir dönem başlar ancak belediye personelinde bir değişiklik olmaz. Belediyede sadece bir tek yeni birim kurulur, Halkla İlişkiler Birimi ve sadece bu birime yeni personel alınır. Ancak asıl değişiklik belediyenin karar alma mekanizmalarında olmuştur. Halk komitelerinin kurulması bir yana, belediyenin karar alma merci olan belediye meclisinin tüm toplantıları halka açık yapılmaya, belediye hoparlörlerinden Fatsalılara yayınlanmaya başlamıştır. Bir başka deyişle belediye binasının duvarları kaldırılmıştır.



ÇAMUR GİDER SOKAK KALIR

Bugün gökdelen desenli “dünya kenti” kıyafeti giydirilmeye çalışılan milyonlarca liralık bütçeye sahip kentlerimizde belediye başkan adayları hâlâ “çamur siyaset”i yaparken, yıllarca çekilen çamur eziyetini dört günde sonlandıran çalışma, Fatsa Belediyesi denilince belki de en çok akla gelen örneklerden biridir.

Fatsa’nın önünde en önemli sorun olarak, yarım kalan altyapı çalışmaları nedeniyle çamurla dolan sokaklar durmaktadır. Ancak yapılan fizibilite çalışması, eldeki imkânlarla bu sorunun çözümünün yıllar alacağını işaret eder. Ne var ki imkânlar hayallerle sınırlıdır; belediye ve komiteler herkesin katılımıyla bu işin çözüleceği kanaatine varır ve kollar (ve paçalar) sıvanır. Fatsa halkı kazmasıyla küreğiyle, eşiyle dostuyla sokaklardadır. Halkın sokaklara çağrılmasının yanında, civar belediyelerden ve kamu kurumlarından ekipman ve işçi göndermeleri talebinde bulunulmuş, hiçbir ihale ya da taşeron firma işin içine sokulmadan elden gelen yardım gönderilmiştir. Traktörler, kamyonlar Fatsalının yanına, çamurla savaşa gitmiştir. Mutfaklar da sokağa taşınınca bir hafta olarak öngörülen “Çamura Son Kampanyası” dört günde hedefine ulaşmış, sokaklar temizlenmiştir.

Belediyenin kent mekânına dair attığı en önemli adımlardan birisi de sadece bir caddesi sahile açılan Fatsa’ya yeni yollar açmaktır. İmar planında öngörülmüş olduğu halde özellikle nüfuzlu kişilerin binalarının oluşturduğu engeller nedeniyle bir türlü açılamayan yollar, kent içi ulaşımda problem yaratmaktadır. Alınan kararla bina sahipleri ikna edilerek mağdur edilmeden binaları yıkılır ve şehrin sahile bağlantısını sağlayan dört tane yol açılır. Ayrıca kentin çeperi de yeni yollarla çevrelenir. Bugün Fatsa’da hâlâ kime sorsanız o yolların sadece o yönetimin iradesi ile açılabileceğini söyler.



HAYATIN YENİDEN ÜRETİMİ: HALK ŞENLİĞİ

Fatsa’daki suç oranının o zamanların Türkiye’sinde en alt seviyelerde olduğunu biliyor muydunuz? Birlikte hareket etmenin ve üretmenin gücüyle halk kendi içindeki sorunları halleder duruma gelmiş, devletin güvenlik güçlerinin çalışmasına bile gerek kalmamıştır. Faşist kamu yöneticileri kente atanana kadar da suç oranı yok denecek kadar diplerde seyretmiştir.

İşler yolunda giderken, kentte sükûnet hâkimken ve bir yandan kentin önemli sorunları halledilirken, hayatın dönüşümüne dair faaliyetlerin örgütlenmesinin gerekliliği üzerinde durulur. Bu karar doğrultusunda yurt çapından yazarların, şairlerin, gazetecilerin, akademisyenlerin, müzisyenlerin katıldığı Fatsa Halk Kültür Şenliği ortaya çıkar. Katılanlar arasında Can Yücel, Murat Belge, Şükran Ketenci gibi isimler de vardır. Asıl katılımcı ise Fatsa halkıdır. Şenliğin amacı ülke genelinde uygulanan politikaların yansıması olan yozlaşmaya ve kapitalist kültüre karşı başka bir hayatı örgütlemek ve toplumsal yaşamda kalıcı olan bir dönüşüm için adım atmaktır. Şenliğe katılım çok yoğundur; öyle ki nüfusu yaklaşık 20 bin olan Fatsa’da şenliğe katılanlar neredeyse 30 bin kişidir.



NOKTALAMA İŞARETİ

Fatsa’da bir şeyler oluyordu; halkla, haklı, insanca… Güç ilişkilerinde büyük bir dönüşüm yaşanıyor, kimileri tarafından kontrol edilemeyen bir durum ortaya çıkıyordu ve bu durum hem yerel iktidar odaklarını, hem de merkezi iktidarı rahatsız ediyordu. Karar verildi, operasyon başladı. Önce faşist örgütlenmeler arkasından sıcak Temmuz’da gelen 12 Eylül provası “Nokta Operasyonu”… Sonrasında gelen 1980 darbesi ile tüm ülkeye nokta kondu.

……………………;

Sınıf sorunları üzerinden ezilenle omuz omuza yürüyen, insanların gündelik hayatına dokunan işlerle sorunları ötelemeden çözümler üreten sol hareket, Fatsa’da başarmıştı. Bugünün çarpık, yağmacı, çıkarcı, sadakacı, yolsuz, susuz, topraksız, ormansız belediyelerine karşı savunacağımız; mekânı metalaştırmadan kullanan, kamu için kullanım değeri üzerinden çalışmalarını örgütleyen, herkesin katılabildiği, fikirlerin dayatılmadığı ve kapitalizmin kirli oyunlarına karşı duran bir belediyecilik deneyimimiz var.

Fatsa ne liberal demokrasi söylemlerinin, ne de sahte katılımcılık oyunları ya da uzlaşma şenliklerinin kalıbına sığar. Fatsa var olan hegemonik yapıya karşı bir projenin öğesi olarak hem bir başarı hem de bir sürecin başlangıcıdır; devam etmesine izin verilmeyen, noktalanan. Şimdi atılan noktanın altına bir virgül koyup Fatsa’dan bugüne dair notlar çıkararak ve yine bugüne dair politikalarla devam etmek ise bizlerin elinde…

Birgün gazetesinden alintidir

(*) hadeturkmen@gmail.com


12:30 13 ŞUBAT 2009

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren