Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan , Barış Terkoğlu
Metastaz

Dinlediklerim

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Dienstag, 3. Februar 2009

Enver KARAGÖZ Anısına...

http://de.youtube.com/watch?v=GR-yXZV5Mo0

Siz hiç sessiz kaldınız mı?
Kalan birinden bahsedeceğim bugün:
Enver Karagöz, Artvin'de öğretmendi.
TÖB-DER'liydi.
Eşiyle birlikte eğitimci olarak çalışmış, bütün ilerici eylemlerde ön safta yer almıştı.
Sesi gürdü, edebiyata sevdalıydı.
Mitinglerde ilk o söz alır, heyecanla şiirler okur, kitleleri dalgalandırırdı.
12 Eylül'de 650 bin kişiyle birlikte o da- eşiyle birlikte gözaltına alındı. Gözetim yerine dönüştürülen Öğretmen Okulu'na götürüldü.
Orada ağır işkenceden geçirildi.
Kendinden geçip bayıldı.
Sonra ansızın boğazında büyük bir acıyla uyandı.
İşkencecileri, kaşığın sapıyla ağzını aralamış ve boğazından aşağı kaynar su boşaltmıştı.
Artık sesi yoktu.

Can DÜNDAR

Mittwoch, 21. Januar 2009

GÜLTEN AKIN

gulten_akin

http://siir.gen.tr/siir/g/gulten_akin/index.html">

Yaşamak öyle güzel öyle derin
Bir dostun sıcacık merhabasında
Yürekten gülüşünde
Yaşamak güzel şey
Ellerin sevdiğinin ellerinde
Gözlerinde sevgi dolu bakışlar

DELİ KIZIN TÜRKÜSÜ


III

Sana büyük caddelerin birinde rastlasam
Elimi uzatsam tutsam götürsem
Gözlerine baksam gözlerine konuşmasak
Anlasan

Elimi uzatsam tutamasam
Olanca sevgimi yalnızlığımı
Düşünsem hayır düşünmesem
Senin hiç haberin olmasa
Senin hiç haberin olmaz ki
Başlar biter kendi kendine o türkü

Yağmur yağar akasyalar ıslanır
Bulutlar uçuşur geceleyin
Ben yağmura deli buluta deli
Bir büyük oyun yaşamak dediğin
Beni ya sevmeli ya öldürmeli

Yitirmeli büyük yolların birinde ne varsa
Böcekler gibi başlamalı yeniden
Bu Allahsız bu yağmur işlemez karanlıkta
Yan garipliğine yürek yan
Gitti giden


Gülten AKIN

Montag, 12. Januar 2009

BU KAVGA MAHKEMEDE DE BİTMEZ

Peşinen söyleyeyim: Münafıklığım devam ediyor. Kontrgerilla, Susurluk, Ergenekon... Bu bir zincirdir ve adeta dizi filmdir, ve mutlaka devamı vardır. Bundan kuşkum yok... Tek başına Veli Küçük ismi bile, bu çetenin Susurluk ile bağlantısını ortaya koymaya yetmiyor muydu? Bu konuda önyargılı olmak için yaşanmış bir gerçeklik var; siyasi cinayetler, suikastlar ve bilumum kirli işler... Zaten bu dava açıldığında, bu bağlamda, mahkeme kararını dahi beklemeden, kendi payıma “önyargımız son yargımızdır” diye yazmıştım. İbrahim Şahin’in krokisiyle yapılan kazıda bir takım silahlar bulundu. Ne yani, yasak yayın mı bulunacaktı?

Bu konuda kimsenin şakşakçısı olmadan tam da kendi bağımsız siyaset zeminimizden konuşmamızı sürdüreceğimiz bir gündeyiz. Yaptığı değerlendirmeyle benim de hissiyatımı dile getiren Doğan Tılıç’ın sözlerini tekrarlayayım: Her iki tarafı da demokrat olmayan bir çatışmanın, iktidar içi bir çatışma olarak kalacağını ve yapısal bir dönüşüme yol açmayacağını biliyorum...

Hakikaten bir yere varılmak isteniyorsa, Veli Küçük ve İbrahim Şahin ile Susurluk vb. bağlantılara giden yola olur olmaz yollara sapılmadan devam edilsin. O zaman sizi desteklemeyen namerttir.

Peki, “İkili iktidar?” “Mutabakat?” “Yiyin birbirinizi!” Bunlara ne oldu?

Şöyle oldu: Müesses nizam bünyesinde askeriye ve hükümet şeklinde tecelli eden ikili iktidar bir süredir yekvücutmuş gibi oldu... Çelişkili zoraki ittifak durumları ortaya çıktı. Ancak her zoraki ittifaktan bekleneceği üzere, burada da belden aşağı vurmak, punduna getirmek, konjonktür kollamak mubah sayılıyor olmalı. Yoksa, “Mutabakat bir kere ihlal edilince bir şeycikler olmaz paşam” diye hesap mı yapılmıştır? Bilemem...

Bildiğim şudur ki, yine birbirlerini yiyorlar ama sanki bu kez adabımuaşeret kuralına dikkat ediliyor gibi. Bir nevi ikram şeklinde: “Paşam şunu, yani İbrahim’i alabilir miyim?” “Buyur, afiyet olsun...” “Paşam ya Kanadoğlu?” “Azıcık ucundan tadına bakabilirsin, ama gözaltına almak yok!” “Peki paşam, Tuncer Kılınç?” “Yok öyle şey, abartma artık!” Ve netekim tahliye...

Şunu demek istiyorum: Başbuğ, Gül ve Erdoğan ile ne konuştu elbette bilemeyiz. Ancak filmin karelerini, gördüğümüz yerden geriye sarabilme imkânına sahibiz. Mesela, Tuncer Kılınç serbest bırakıldı ya, “Hah demek ki bunu konuşmuşlardır!” Öyle mi? Nereden bileyim...

Şimdi şunu merak ediyorum: Bakalım, ikinci adımda, hükümet kendi cenahından hangi ikramlarda bulunacak? Ve şunu takdir ediyorum: Televizyondaki “Yemekteyiz” programının reyting rekorları kırması boşuna değilmiş.

Öte yandan “Ergenekon soruşturması” kendi klişelerini de yaratmadı mı? Zamanlaması mesela... Gazze konusunda CHP İsrail’i kınayan bir önerge verdi ve AKP oylarıyla reddedildi, ama son dalga sayesinde hükümetin İsrail kankası olduğu kamuoyundan gizlendi. İkinci klişe de soruşturmada kurunun yanında yaş da yanar pervasızlığıyla herkesi şaşırtan atraksiyonlar... Sadece “fikir suçlusu” olabilir diyebileceklerimiz ile kamuoyu indinde zaten suçlu görülen ve pis işlere bulaşmış herifler aynı polis minibüsüne bindiriliyor. Öyle ki muhafazakâr kesimlerin gözdesi Yargıtay Onursal Başsavcısı Sami Selçuk dahi hayretler içinde şöyle diyor: “Umarım savcı ne yaptığını biliyordur, bunca yıllık meslek hayatımda böyle bir iddianame görmedim.” Ya da DTP eş başkanı Ayna olan bitene bakıp “derin devlet el değiştiriyor” değerlendirmesini yapabiliyor.

Ortadoğu yangını, ekonomik kriz, Kürt meselesi, yolsuzluklar, yerel seçimler orta yerdeyken... AKP’nin derdi şimdi Türkiye’de demokratikleşmenin önünü açacak adil bir mahkeme midir? Hadi oradan! AKP’nin derdi elbette ki iktidar oyunudur. Bu zihniyettekiler daha dün “fasa fiso, gulu gulu dansı” diye algıladıkları Susurluk’un hesabını da, merak etmeyin, ancak Mahkeme-i Kübra’ya havale edip işlerine bakacaktır. Çünkü bu mesele mahkemede değil sofrada bitecektir. “Yiyin efendiler yiyin bu hanı iştiha sizin!” diye bildiğimiz paylaşım sofrasında...

Öyleyse? “Yemekteyiz” programının izleyicileri olmaktan çıkmak lazım!

melihpekdemir@birgun.net / 12:46 12 Ocak 2009

Mittwoch, 7. Januar 2009

SELAM OLSUN ‘TENİ TARÇIN KOKULU ÇOCUKLARA...’ YA DA ‘GENÇLİK MUHALEFETİ’NE!

Geleceğimizi istiyoruz! Bu slogan bizim devrimci gençlerin dilinden düşmedi yıllardır ve şimdi kendi göbeklerini kestiler ve adlarını da yine kendileri koydular: Gençlik Muhalefeti.

Ve yola koyuldular, şöyle dediler:

“Yüzünde karanfil taşıyan çocuklar

atlanın gidiyoruz.

buğulu bir şafak vakti yeniden düşüyoruz yollara.”

Birkaç yıl önce, bu gençler için Refleks dergisine bir yazı yazmıştım; onların “gelecek uzun sürer, hayattan umut kesilmez” başlıklı yazılarına nazire, “geçmiş de uzun sürer; çünkü umuttaki hayat hiç eksilmez” diye başlık attığım bu yazıyla, şimdi, Gençlik Muhalefeti’ni bir kez daha selamlayabilirim:

Benden meşrebime uygun bir yazı istemiştiniz; Refleks dergisi için...

Ne yazsaydım? Kendimi mi? Mesela: baharlara kır oldum okuldan kırdım; kıyılarda çim oldum ırmakta çimdim; sabahları çiğ oldum pişmedim çiğdim; ovalara düz oldum türküler düzdüm; mevsimlerde yaz oldum güneşi yazdım; adsızlara san oldum meşhurum sandım; şirinlere yar oldum dağları yardım; nağmelerde es oldum rüzgârla estim... desem, kendimi anlatmış sayılır mıydım?

Ne yazsaydım? Kendimizi mi? Mesela: saatlerde an olduk devrimi andık; kavgalara yan olduk karakolda yandık; taraklara bez olduk dokunmaktan bezdik; tarihlere yıl olduk tekerrürden yıldık; uykulara düş olduk ütopyadan düştük; yolculara yol olduk dikenleri yolduk; çıplaklara yen olduk burjuva mı yendik... desem, kendimizi anlatmış sayılır mıydım?

Hem bunları söyledik de ne oldu sanki? Karşımıza geçtiler, faşistiz dediler, liberaliz dediler, şuyuz buyuz ama muhafazakârız ve dahi kurallara bağlıyız dediler; ama hep bildik bir türküyü söylediler: iktidara gider iken yağdı da bir çamur, seçmenimin metresi medya medyası hamur, iktidara kanlı da göynek ne güzel yaraşır! ... dediler. Demediler mi?

Öyleyse şimdi boş vereyim bunları. Senin genç yaşındaki uzuun geleceğine nazire, ben de peşimizi terk etmeyen geçmişimizden, geceleri gökyüzüne bakarken seyir eylediğimiz, kayan yıldızlarımızdan medet umayım. Ve şunu hatırlayayım: “Baba” diye sormuştu oğlum Bulut dört yaşındayken; ve gökyüzünün yıldızlarını seyrederken Ayvalık sahillerinde: “Depremde her yer sallandı, nasıl oluyor da bu yıldızlar düşmüyor oradan?” “Yumruklarını sıkmışlardır evladım” diyememiştim; deseydim, elbette anlamazdı. Ama anlayan mutlaka çıkardı vakti zamanında, şimdi de hâlâ çıkar mı? Bilemiyorum. Sanki hep geçmişimizdeymişiz gibi olsun da istiyorum...

sanki biz hep böyleymişiz; sanki hep biz söylermişiz; söylermişiz böyle olduğumuzu; sanki hep sıkarmışız bir yumruklu yıldızı, her karanlığımızda; ve hiç susarmışız her eylül bozgununda...

Yahu arkadaş nedir bu işin sırrı? Yani milyarlarca insan evladının çözemediği bir sırrı çözmeye; ve şimdi inzivamdayken, mecbur muyum şifresini bilmeye, milyar bilinmezli denklemin? Laf aramızda tek çözdüğüm şudur ki, insan sadece içince şairliğini deşifre ediyor ve ayıkken okuyamadığı şiirlerini okuyor sofradakilere; ve sadece münzeviyken kendi mahrem hakikatlerini deşifre ediyor ve toplum içindeyken yazamadıklarını döktürüyor dergilere, bir nevi bir refleks olarak...

Bunları basmakalıp yazdıktan sonra, loş odanın pencere camında kendi aksimi gördüm, hakikaten aksiydim. Bıyığımı çekiştiriyorken yakaladım kendimi ve üstelik gözlüklerim de parlıyordu. Bir an için, heyhat, gözlüklerimin parıltısının ardına gizlenmiş gözlerimin içindeki bir karanlıkla, bir ağıtla karşılaştım. Yazdıklarımızın zulasında, ne denli neşeli ve muzip yazmışsak yazalım, hep bir yerinde, hep bir ağıt da duruyor gibi geliyor bana... Deyip tam da burada bitirebilirim sohbeti... Ya da belki bitirmeden ve şöyle de devam edebilirim:

Yoldaşlar ferman ettiler ki, bu türden sözler, deyişler, refleksler tüzüğe [devrimciliğe] aykırıdır! Eğer tüzüğe aykırı söz makbul değilse, eğer muzipliklerin ve dahi ağıtların tüzüğe uygun olması gerekiyorsa, suçum sabittir. Tüzüğe aykırı muzipçe gülmek ya da ağıtlar düzmek, sınıfsız toplum projesine de aykırıysa, boynum kıldan incedir. Lakin biline ki, sınıfsız ama insansız bir toplumu öngören her tür tüzüğe karşı da isyan edenlerdenim. Sınıfsız ve fakat insansız bir sosyalizm tüzük emriyse, ben bu mektubumda mesela, sosyalistlikten dahi istifa edebilirim.

Yahu gençlersiniz, sizlere kıyamam; mektubumu bitirirken, önce teker teker gözlerinizden ve gözlerinizden öpeyim ve sonra bu tüzük müfettişleriyle ilk olmayan ve son olmayacak kavgamı, izin verirseniz sizlerin de yerine, bırakın bir kez daha tazeleyeyim:

Ben ki, imza, kendimin nostradamusuyum namussuzum; aha işte buraya şerh düşüyorum:

Ey kurallarını isyankâr gençlerin geleceğine pranga pranga atanlar, her türlü refleksi kuralsızlık ve edepsizlik sayanlar! Biliyorum, her zaman bir aradayız; ama çooook uzağınızdayım, inzivalardayım; ama çooook uzağımdasınız, kurallarınızdasınız; oysa her an karşımdasınız; öyleyse her an karşınızdayım; çünkü benzer kelimelerle konuşuyor, benzer kavramlarla düşünüyoruz ya; bir özne, üç sıfat, bir zarf, iki edat, üç bağlaç ve nihayet bir yüklemin fiilinde afili cümleler dahi kuruyoruz ya... Gidip şimdi bir talcit emeceğim; ve cümlenizi hazmedeceğim...

• • •

Sahi, Murathan Mungan başka ne demişti?

“eski sözcüklerin yüklü çağrışımlarını

yanınıza alın

sabahı karşılayın her günkü sabahı

gülümseyin yüzünüzün sığmadığı

kuşlu aynalara

mayın diye gömün yüreklerinizi

ölülerinizi verdiğiniz toprağa

vedalaşın denklerini toplanmış geçmişinizle!

unutmayın göçmen tarihlerden,

yerleşik zulümlerden geçilerek

varıldı yüzyılın eşiğine

...

geçer devran, takvimler el değiştirir.

gün gelir zulüm de göçer

uzağı gören çocuklar bilir

gelecek uzun sürer...”


MELİH PEKDEMİR

ÖDP'DE TARTIŞMA SÜRÜYOR

Aklın Yolu

OĞUZHAN MÜFTÜOĞLU



İki yıl önce yeniden başkanlığa seçilen Ufuk Uras o tarihten bu yana parti içindeki ayrışmaları körükleyen bir tavır sergiliyor. Bir yandan solu birleştirip büyütmekten dem vururken öte yandan şu anda Parti Meclisi çoğunluğunu oluşturan kesimleri hedef alan ve partiyi parçalanmaya götüren sorumsuz konuşmalar yapıyor. Özellikle AKP yanlısı Zaman ve Taraf gibi gazetelerde yaptığı bu konuşmalarla parti içindeki ortamı zehirliyor ve tartışmanın sağlıklı bir zeminde yürümesini önlüyor.

Ufuk Uras’ın bu konuşmalarında özellikle içinde benim de bulunduğum ve partinin kurucu çoğunluğunu oluşturan Devrimci Yol geleneği hakkında ulusalcılıktan Ergenekonculuğa varan yakışıksız imalarda bulunmasının nedenini anlayabilmiş değilim. Tuncay Güneyin kimin tarafından ne maksatla kullanıldığı ayan beyan ortada. Onun ifadeleri üzerine kurgulanan bir davanın arkasına takılmayı doğru bulmayanları CİA destekli Fethullahçı yayın organlarında suçlamak, parti içinde onlara karşı mücadele ettiğini söylemek hangi akla hizmettir gerçekten anlamıyorum. Partide temizlenmesi gereken keneler, çakıl taşları varmış, hıyar mı salatalık mı fark etmezmiş, bunlar ÖDP gibi siyasette yepyeni bir kültür getirmeyi hedefleyen devrimci bir partinin başkanına yakışan şeyler değil. Hele solda birliği sağlama iddiası taşıyan bir parti başkanı her şeyden önce partisi içindeki farklılıkları kışkırtarak içinden çıkılmaz bir hale sürüklemeye çalışmaz, önce kendi partisi içindeki birliği sağlamaya çalışır.

Ahmet Asena BirGün gazetesinde dün yayınlanan yazısında “partideki krizin kendisine devrimci diyen bir gurubun kendi dışındakileri liberal diye suçlayarak devrimci bir atılımla tasfiye etmeye çalışmasından kaynaklandığını” yazmış! Böyle yalan yanlış iddialar ortaya atmanın herkesi salak yerine koymaktan başka bir manası olamaz. Partideki görüş ayrılıklarının neler olduğunu herkes biliyor, izliyor. Ufuk Uras etrafında toplanan bir grup arkadaş Kürt ve Alevi hareketiyle solu birleştirecek yeni bir parti arayışında olduklarını ifade ediyorlar ve bazen bunu kendileri eski TİP gibi bir parti diye tanımlıyorlar. Bunun için ‘çatı partisi’ toplantılarına katılmakla birlikte başka bazı toplantılar da yürütüyorlar; ancak bunları parti ortamında Atila Aytemur dışında açıkça ifade etmiyorlar. Bunlar daha çok ülkede var olan kamplaşmada darbecilere karşı olmayı esas alan ve AKP’ye yakın duran (ülkeyi demokratikleşecek) politikalarla solun daha başarılı olabileceğine inanıyorlar. AKP yanlısı medyadan da bunun için destek buluyorlar.

Bana sol açısından doğru bir çözüm yolu olarak görünmeyen böyle bir arayış içine girmek elbette herkesin hakkı olmalıdır. Ancak bana göre içindeki çok geniş bir kesimin benimsemediği ortada olan böyle bir yola ÖDP yi zorlayarak bir iç kargaşaya sürüklemek hiç doğru bir şey değildir. Varsın ÖDP bu gün zayıf ve etkisiz bir konumda bulunsun; köklü bir düzen değişikliği hedefiyle devrimci politik bir hat izleyerek kendi özgücüne güvenerek emekçi kitlelerle kucaklaşmanın yolunun bulunabileceğine inananlar da bu yolda yürümeye devam etsinler.

Bu yazinin tümü asagidaki link de

http://www.birgun.net/actuel_index.php?news_code=1231324197&year=2009&month=01&day=07

Donnerstag, 11. Dezember 2008

Hoscakal kardesim hoscakal dünya

Tenimize ölümün buzlu soluguyla akiyor siyah bir gün
Dudaklarim soguk bir namlu ucu simdi öpersen ölürsün

ölüyor bedenim ah parca parca
Acligim büyüyor hücrelerim eriyor hoscakal anne yasarim kalbinde

Yüzüme ölüm aynanasini tutuyorum dilime kanli bir hancer
Unutulmasin rüzgar eken firtina bicer
Solugu uzun olur tarihin susma konus ölümün güncerine dizilen kanayan kalbim
Bu ölüm vaktinda yasamin cigligi inadina haykirmali
Bu kanli emri kim verdi bizim katlimiz kim?

Hoscakal yoldasim hoscakal dünya hayata doymadim amma sakin aglama
Karsiydim ben haksizliga karsiydim ben yoksulluga
Hoscakal kavga yasarim kavganizda

????

Mittwoch, 12. November 2008

CHANGE, ÇENÇ DİYE OKUNUR!

Ve bu da Obama’nın tek kelimelik sloganınıdır: DEĞİŞİM! Oysa bu kelime bizde “çenç (change) araba” lafıyla birlikte anılır. Efendim aracın künyesindeki en önemli bilgilerden birisi onun şasi numarasıdır. İşte otomobillerde şasi ve motor numarasının çaktırmadan değiştirilmesine bu işin piyasasında ‘change’ denilir.


Peki bu işlem nasıl yapılır? Mesela ağır hasarlı ve sigorta şirketleri tarafından hurdaya çıkartılmış bir araç uyanık kişiler tarafından satın alınır; bu arada aynı aracın özelliklerine uygun başka bir araç çalınmıştır ve zuladadır. Çalıntı aracın şasi numaraları taşlama ve zımparalama yöntemiyle kazınır, daha sonra ağır hasarlı olarak satın alınan aracın şasi numarası çalıntı araca numaratör ile vurularak veya enjeksiyon iğnesiyle yazılır; işlem yani ‘change’ gerçekleşmiştir.

Peki bunu kimler yapabilir? Tek kişi kesinlikle üstesinden gelemez; en azından hırsız, kaportacı, hurdacı işbirliği, yani organize ve sistematik bir çalışma şarttır. Polis kayıtlarında da zaten organize suç örgütleri diye anılırlar.

ABD de kendi çapında (küresel çapta!) organize bir suç örgütü değil midir? Evet öyledir.

İşte şimdi de ABD hurdaya çıkmış umutların, şunların bunların şase numarasını aldı ve sisteme monte etti. Ve ABD sistemini çenç etti! Böyle bakılınca, Obama da enjekte edilmiş bir şase numarasından başka bir şey değil.

Ayrıca tecrübeyle de sabittir, her Amerikan rüyası, gezegen için bir kâbustur. Elbette bir siyahın başkan olması ABD için önemli bir değişim, bu vesileyle Amerikan seçmeni de kocaman bir aferini hak etmiştir; ama bu kadar, abartmamak lazım.

İllet oluyorum şu tür bilmişliklere: Yeni bir çağdaymışız da, değişimi görmek lazımmış da… Bunu kime diyorlar? Diyalektik yöntemi düstur edinmişlere, değişimi hem de kökünden değişimi her zamanda ve mekânda ölesiye savunanlara, devrimcilere… Neymiş? Değişimi göremiyormuşuz, eski kafalıymışız… Neden? Çünkü onlar gibi düşünmüyormuşuz… Şimdi Obama da ‘change’ yani değişim diye kazandı ya… İşte böyle, tek yol devrim diyenlerin karşısında tek yol değişim diyenler mevzilendi. Change denilince, bu tek kelimeyle ikna olanlar elbette yine tek kelimeyle komik duruma düştü. Van’ın Gürpınar İlçesi Çavuştepe Köyü sakinleri, ABD"nin 44"üncü Başkanı seçilen Barack Obama için 44 kurban kesip, davul zurna eşliğinde halaylar çekmişlerdi ve gülmüştük. Peki İsmet Berkan’ın, Cengiz Çandar’ın ve cümle Taraf taifesinin bu köylülerden bir farkı var mı?

Tahlili filan bir kenara bırakıp temennileri dile getiren yazılar gırla gidiyor. Hızlarını alamayıp Obama’ya laf edene “Ergenekoncu, ulusalcı” diyorlar! Obama falan bilmem. Ben müzmin bir ABD emperyalizmi karşıtıyım. Bu sistemin başına, Marx bile gelse ondan gıcık kaparım. Yani çenç ederek şasi numarası değiştirme numarasıyla sistemin değişeceği mavalına inanmam!

Elbette Obama vaveylasının ideolojik boyutu da önemli. Son hadise, “fırsatlar ülkesi” olmanın bir ispatıymış. Nazar etme ne olur çalış senin de olurmuş! Lakin bilinir ki, ABD sisteminde hiçbir şey tesadüfen olmaz. Hep birlikte göreceğiz, küresel hegemonyası her yönden darbeye maruz kalan ABD, Obama’yla birlikte “B planını” devreye sokacak ve bize de yine “Oha!” demek kalacak. Ayrıca, zımnen de, bu sistem olmazı olduracak güçte olduğunu da göstermiştir. Yani gezegenin başka köşelerinde de olmazı olduracak güçte olduğunu da…

Peki “bizimkisi” Bush mudur Obama mıdır? Bizimkisi biraz İspanyolcadır: George Recep Barrack Tayyip Bush Obama Erdoğan… Eh, isim biraz uzun oldu, bari ben lafı uzatmayayım:

El eliyle gerdeğe girilmez! Tek kelimeyle de sistem filan değişmez!

melihpekdemir@birgun.net / 01:24 10 Kasım 2008

Dienstag, 7. Oktober 2008

BUGÜN KAYDA DEĞER BİR ŞEY YOK

Cemal Süreya’nın şiirinin yalancısıyım: On altıncı Louis, 14 Temmuz 1789 günü kellesi giyotine yerleştirilmeden birkaç saat önce günlüğünde demiş ki, “Bugün kayda değer bir şey yok.” Cemal Süreya’ya göre işte bu söz bile bir “kehanet”, ya da kehanet adlı kısacık bir “şiir”.

Günlerden 14 Temmuz 1789 değil ki, günlerden günsüz günü, gönülsüz günü. Saat kaç? Bilmiyorum. Sanırım yoklama yapıyorlar. Elimi kaldırdım, buradayım dedim. Sanırım yine aynı şeyi soruyorlar: Hayallerimi. Hayallerim elbette var ama, sır kalsın gördüğüm rüyalar ve kâbuslar. İnanırım her yalana gerçek olana kadar... Cevap veriyorum: Yıldızdan yaktım sigaramı Bulut yaptım dumanından. Sonra üfledim hafifçe, okyanuslarda patlattım bir kasırga... Bu yalan mecazi yalan, cezası edebi olan… İnfazı yok lakin sürgünü müebbet aman! Düştüm hayat mahpusuna vay.

Gardiyanlarımsınız: Görüyorum, geçmiş karşıma sırıtıyorsunuz. Pişkin ve pişmiş birer kellesiniz hepiniz. Kiminiz müstear adların ardına gizlenmişsiniz. Giyotinlere gelesiniz. Zaten gördüğüm kadar varsınız. Gözümü kapattım mı yoksunuz. Göz kapaklarım en müthiş kitle imha silahlarıdır, bilmiyorsunuz. Bir kapatıyorum, yok oluyorsunuz. Hayır yok olmuyorsunuz. Sesten ibaret bir karanlığa dönüşüyorsunuz. İşte orada artık siz, sadece televizyonun sesisiniz: Ölmüşler öldürmüşler yorumlamışlar ve yorulmamışlarsınız…

Bugün kayda değer bir şey yok… Kayda geçenler hep olup bitenler ve hep olup bitecekler.. “Yeter artık bakın sizleri görüyoruz, gözümüzü açtık” denilene kadar, bugünün adı yok. Kahrolsun bugün. Ama Yarının adı olacak. Yarının adını biz koyacağız ve çünkü Yarın kayda değer bir şey olacak. Yaşasın Yarın.

Lafı uzatmayayım. En iyisi burada birkaç yıl önce Refleks dergisinde gençler için yazdıklarımı tekrarlayayım:

Yaşasın kahrolsun dememek

Kahrolsun yaşasın dememek

Kahrolsun ve Yaşasın en sevdikleri iki kelimedir devrimci genç insanların. Bu iki kelimeyi ağız dolusu sadece onlar söyleyebilir. Bu iki kelimeyle sadece onlar İyileri ve Kötüleri tasnif edebilir. Kahrolsunları ve Yaşasınları genç insanların, bir slogandan öte hayat diyalektiğidir; hiçbir yaşı geçkinin kabul edemediği...

Kahrolsunları ve Yaşasınları genç insanların, gün gelir rengârenk bir ikilem olur. Bu ikilem ikliminde grilere vallahi yer yoktur. Bu ikilemde sarılar ve yeşiller, maviler ve allar, turuncular ve morlar ve illa ki kıpkızıl aşklar boy atar. Aşkı kıskandırıp devrimi yaşatır gencecik insan, devrimi kıskandırıp aşkı yaratır. Aşktan ve devrimden yana olanlar hep iyidir, yaşasındır. Aşka ve devrime karşı olanlar hep kötüdür, kahrolsundur.

Sadece bunu, başlangıçta sadece bunu bilmesi yeter gencecik devrimci insanların. Nasolsa daha vakitleri vardır, öğreneceklerdir. Nasolsa daha fırsatları olacaktır, bilgileneceklerdir. Yanlışları ve yanılgıları biriktirmektir aşk. Yanlışlardan ve yanılgılardan, doğruları doğurtmaktır devrim...

Aşk yeni bir çelişkidir, devrim yeni bir bilgidir. Diyalektik bir devrimdir, aşk; devrimci bir diyalektiktir, aşk. Diyalektik bir aşktır, devrim; aşık bir diyalektiktir, devrim. Her aşık her devrimin diyalektiğidir. Yürek dolusu aşktır diyalektik, aşk dolusu diyalektiktir devrim.

Devrim yeni bir bilgidir, aşk yeni bir çelişkidir. Daha birçok şey bilmediğini bilmektir yaşı geçkin bilgelik, çelişkiye düşmeksizin. Oysa neyi bilmediğini bilemez ki gencecik insan; çünkü baştan aşağı çelişkidir; ve pek az şeyi bildiği için, sadece pek çok şeyi henüz bilemediğini bilebilir. Her şeyi bilirmiş gibi bilirse gencecik insan, çabucak yaşlanacaktır çünkü; belki en çok bunu bilir. Öyleyse: Diyalektik bir bilgedir gencecik devrimci insan; çünkü aynı anda kahrolsun ve yaşasın diyebilendir.

Bu ikilemi hiçbir yaşı geçkin insan kavrayamaz. “Kahrolmasınlar canım”ları, “yaşasınlar canım”ları yetmez... Zira her şeyi bilgece görmeye yatkın olan yaşı geçkin insanların, her şeye tahammülleri vardır aşka tahammülleri yoktur. Ve bütün bilgelikleriyle yaşı geçkin insanların, sadece yenilenmiş eski bilgilere ihtiyaçları vardır ve yeni aşklara ihtiyaçları yoktur. Oysa pek az bilgileri vardır gencecik insanların; kıpkızıl devrimleri ve sımsıcak aşkları. İşte bu yüzden, ancak denenmemiş doğruları olabilir ve denenmiş yanlışları.Ve bir de, elbette, yaşamakta oldukları aşkları.

Doğrularını doğursun diye yanılgıları: Başlangıçta bir avuç bile olsalar devrimci genç insanlar, her daim gençlik aşısı yapmayı mutlaka göze alırlar. Çünkü aşk ve devrim diyalektiğinde diğer gençler de bir güzel aşılanırlar. Bütün gençler diyalektik aşı olunca ne olur? Toplum genç olur, genç toplum devrime aşık olur. Pek de iyi olur. Yumruklu ve Yıldızlı pekiyi olur..

(Ve böylece artık her gün kayda değer bir şeyler de olur.)

•••

Dipnotumun köşe yazarına: Bu hafta bir dipnot zorunlu. Çünkü ancak dipnotta cevap verilebilecek bir sorunla karşı karşıyayım. 4 Ekim günü Radikal gazetesinde Erkan Goloğlu şeklinde protez bir ad kullanan şahıs, geçen haftaki yazım üzerine bir şeyler karalamış, hakikaten yazmamış da kara çalmış. Ben, Ergenekon"u küçümsüyormuşum. Siyasi pozisyonumu etik değerlerin uzağında kuruyormuşum. Orduevi’ndeki emekli subaylar gibi mavra yapıyormuşum. Şimdiii…. Ben bu herzelerin neresine cevap vereyim? Canımı sıkan hadise bu tür kara çalmalar değil, canımı sıkan şey bunların tanıdık bildik biri tarafından, taammüden iftira olarak ortalık yere bırakılması. Erkan Goloğlu’nun gerçek adını soyadını elbette biliyorum. Çünkü 1990’larda Demokrat dergisinde mesai yaptık, BirGün gazetesindeki köşesinin mürekkebi bile kurumadı. Ama bakın ben ona ismiyle hitap edemiyorum, vicdanım elvermiyor, çünkü ekmek parası için yazıyormuş ve ismini gizlemek zorundaymış!

Hayır ‘Erkan’(!) Ben Ergenekon’u küçümsemiyorum, yazdıklarım çizdiklerim ortada… Senin, Şamil Tayyar misyonu yüklenmene ve “hadi bunu da içeri alın!” pespayeliğine üzülüyorum. Dediğin gibi, Ergenekon"u yeni tanımıyoruz ki! Ama sen yine hukuktan yana bir avukat olarak kal, savcılığa, hele hele Zekeriya Öz’lüğe heveslenmiş olman belli ki bünyeni ve psikolojini bozmuş. Kurunun yanında yaş da yanmasın! Şeriatın kestiği parmak acısın! Bu ‘yargılama’ sürecinin oklarını sapladığı herkes, baştan suçlu ilan edilmesin. Benden epey gençsin, biliyorum. Yukarıdaki yazıyı oku, belki bir faydası olur. Gözlerinden öperim.

melihpekdemir@birgun.net / 16:16 06 Ekim 2008

Samstag, 4. Oktober 2008

DİYALEKTİK ALâMETLER, METAFİZİK FELâKETLER

Bizim kuşağın gençliğinden beri adeta ezberindedir ve "diyalektik" denilince art arda sıralanır kurallar (ve belki de arzular): Diyalektik, sürekli değişim demektir; yani kesin mutlak hiçbir şey yoktur. Karşılıklı etkileşim vardır ve değişimi sağlayan da "çelişki" olgusudur. Değişim, nicel gelişmenin nitelik değişikliğine dönüşümü, bunu hazırlaması, yaratması sayesinde yaşanır, yani sıçramalı bir gelişim söz konusudur. Kısacası, tez ve anti tez arasındaki çelişki, karşılıklı etkileşim, mücadele, her neyse, bir senteze ulaşır... Toplumu, doğayı bu şekilde ele alan diyalektik karşısında yer alan "metafizik" ise adeta diyalektiğin tersine bir kavrayışı temsil eder... "Böyle gelmiş böyle gider" anlayışını...



Diyalektik, değişimmiş! Pöh! Ama değişim hep "onların" cenahında oluyor: Demirel, Menderes'in türeviydi; Özal, ikisinin sentezi. Erbakan, Özal'ın anti tezi oldu; Erdoğan ikisinin sentezi... Menderes ile başladı süreç, Erdoğan ile devam etti; öyle geldi, böyle gitmiyor mu? Orta yerde serpilip duran bütün alâmetler, gidişatın onların istediği yönde olacağını gösteriyor; bakın işte AKP'nin oy oranı da yüzde ellilere tırmanmış... Bunlar gidici değil arkadaş... Diyalektik sıfır, metafizik bir... Evet, lakin alâmetler...



(Cümlesinin bu kelimesinde Yazar, bir parantez açtı ve Nazım Hikmet'in "Alâmetler Suresi" şiirini okumaya başladı: "Yedi kat yerin altından uğultular geliyor./ Çok alâmetler belirdi, vakit tamamdır. / Haram sevaboldu, sevap haramdır. / Ak kurt, kara tahtayı daha bir yol kemirir, / çekin ki körükleri / ateşe girdi demir.")



Mevcut çelişkiler değişimi sağlarmış! Pöh! Ama çelişki denilince şimdi sadece bir takım tuhaflıklar anlaşılıyor. Başında türban göbeğinde piercing genç kızlar yetmedi, şimdi de Cemil İpekçi'nin türban takma arzusu konuşuluyor... Belki de işte bu, pek hayra alâmet olmasa gerek... Çünkü İslam inancında dünyanın sonu, bir alt üst oluş hengâmesiyle ifade edilen "kıyamet" ile açıklanır ya; bu tuhaflıklar toplumsal düzlemde "onların" kendi kıyametlerini de yakınlaştırıyor olmasın? Ama sonuçta, bu türden çelişkilerin sağladığı değişim yine de "onların" hanesine yazılan metafizik bir değişim. Öyleyse, metafizik iki, diyalektik sıfır...



(Yazar, can sıkıntısıyla şiiri okumaya devam etti: "Çok alâmetler belirdi, vakit tamamdır. / Duyuldu kim ölüm satılıp kâr edile, / kendi kendilerin reddü inkâr edile / ve duyuldu kabuğuna tık ettiği civcivin. / Duyuldu uykusundan uyandığı / zincirinden başka kaybedecek şeyi olmayan devin.")



Değişim nicel gelişmenin nitelik değişikliği yaratması sayesinde yaşanırmış! Pöh! Her gün bir iki nicel alâmet ortaya çıkıyor, alâmetlerin sayısı elbette çoğalıyor... Yani çok alâmetler belirdi, burası kesin; elektriğe yüzde 20 zam geldi; ama tık yok. Sosyal güvenlik yasası geldi geçti; ama pek fazla kimsenin umurunda değil. Diyarbakır'da çocuklar dahi bombalanıyor, ölüm satılıyor ve kirli savaş kâr ediyor. Toplum vicdanı kendi bilinçlenmesini "reddü inkâr" ediyor. Belli ki vakit tamam değil. Belli ki Nazım'ın "Dev"i metafizik uykusuna doyamadı. Eh işte, metafizik üç, diyalektik sıfır...



(Bunları da hatırlayan Yazar'ın keyfi iyice kaçtı, uyuştu ve metafizik bir bezginlik sardı her bir yanını. Tekrar Nazım Hikmet'e döndü, ondan medet umdu: "Çekin ki körükleri / ocağa girdi demir. Bir ateş külçesi düştü buzların ortasına. / Alâmetler belirdi, kıyamet alâmetleridir. / Haberdir, erişmekte kaynayan su galeyan noktasına.")



Toplum, kıyameti sadece Kuran'daki kozmik bir kargaşa olarak algılıyor. Asıl toplumsal kıyamet, elbette determinist [belirlenimci] bir kader olmaktan çıkıp volontarist [iradeci] bir arzu haline geldiğinde kopacak; bu kıyametin adı şimdiden kondu, biline ki, her daim Devrim diye anılacak. Kurt ile kuzunun birlikte gezmesi kıyamet alâmetiyse; yoksul Müslüman ile sosyalist, Kürt ile Türk birlikte olduğunda, şu dünyayı bize cehennem kılan zebaniler kaçacak delik arayacak. Ama şimdi... Şimdi yine ve şimdi halen, iktidarın zamlarına ve sosyal güvenlik zulümlerine rağmen, buz gibi bir sessizlik hüküm sürüyor. Buzların ortasına düşmesi gereken bir ateş külçesi, Diyarbakır'da gencecik bedenlerin üzerinde patlıyor. Metafizik kehanet yine galebe çalıyor. Parantez içinde kalıveriyor hayatlarımız ve diyalektik düşlerimiz. Sonuç aşikâr; metafizik dört, diyalektik sıfır..



(Ve bu sırada, çoğunluğun herhangi bir siyasetçiden daha fazla önem verdiği televizyondaki spor yorumcusunun "Maç doksan dakika, bunu sakın unutma" sözleri Yazar'ın da değdi kulağına ve yazısına son noktayı koymaktan ve parantezi kapatmaktan vazgeçti.


Rmelihpekdemir@birgun.net / 10:58 06 Ocak 2008

Montag, 8. September 2008

YILDIZLARA UĞURLANAN DOSTLARA...

Ali Başpınar ve Mustafa Ünüvar’ın ardından



bir yıldız kaydı gökyüzünden

yerinde kırmızı bir boşluk bıraktı

içini yakan acı soğur mu hemen

gözlerine dost bir resim bıraktı



anılarını aklının bohçasında sakla

kalbinin bahçesinde sevgili bir yeri olsun

İçinde çiçekleri açsın unutmazsın

dost kokarlar sana yasını tutmazsın



bir yıldız kayınca gecenin kalbinden

bütün şarkılar susar ve dağılır yürek

çırılçıplak bir suskunluk kalır geride

yaşamın dili yeniden çözülünceye dek



Ersin Ergün Keleş



Güle güle Ali Baş...

Sana “Öldün” diyemem ki…

Melİh Pekdemİr



İfşa ediyorum: Aramızda ‘ideolojik ayrılık’ vardı. Sen sağlık ideolojisini savunurdun, ben keyif ideolojisini... Koğuşta sen sabahın köründe kalkıp spor yapardın, ben ha bire sigara içerdim ve hep sabaha karşı yatardım… Geçenlerde, hastalığım sırasında bana telefon ettin, “Sakın ölme ha!” diye tembihledin; ben de sana, “Ölmeyelim, birlikte biraz daha direnelim Ali Abi!” dedim.

Demedim mi?

Ben senin sözünü (şimdilik) tuttum…

Ama sen benim sözümü tu-ta-ma-dın…

“Tutmadın…” diyemem ki!

Çünkü hakikaten direndin.

Şu gezegenin en amansız hastalığı karşısında tam on beş yıl pes etmedin…

Sana, “Öldün” diyemem ki!

Birkaç yıl önce bizim gençler, ‘tecrübelerimizi’ sormuştu. Onların genç yaşındaki uzuun geleceklerine nazire, ben de peşimizi terk etmeyen geçmişimizden, geceleri gökyüzüne bakarken seyir eylediğimiz, kayan yıldızlarımızdan medet ummuştum. Ve şunu hatırlamıştım:

“Baba” demişti oğlum Bulut dört yaşındayken ve gökyüzünün yıldızlarını seyrederken Ayvalık sahillerinde: “Depremde her yer sallandı, nasıl oluyor da bu yıldızlar düşmüyor oradan?” “Yumruklarını sıkmışlardır evladım” diyememiştim; deseydim, elbette anlamazdı. Ama anlayan mutlaka çıkardı vakti zamanında, şimdi de hâlâ çıkar mı? Ama hep, sanki hep geçmişimizdeymişiz gibi olsun da istiyordum... Biliyorum, sen de öyle istiyordun…

Sen ki… Şimdi… “Hoşça kalın” deyince ve gidince, geçmişimizi çoğaltmış oldun…

Sen ki… Bir başına gidince Ali Baş… Bugünümüz mutlaka eksildi…

Ama yine de bir teselli gibi:

Ardında geleceğimizi de çoğaltacak ‘insanlık malzemesi’ bıraktın…

Çünkü Devrimci Yolculuk ‘raconu’ yaratmıştın…

Ve bu yüzden, dostun da düşmanın da bilir ki, devrimci hayatından, yıldızlı pekiyi dolu bir karneyle mezunsun.

Şimdi… Sen de öyle… Gökyüzünden yumruğunu sıkmış bir yıldız olarak… bekle bizi, Ali Baş… Nasılsa biz de geleceğiz yanına…

Sen beklerken; Yağmur’a her baktığımızda, her gök gürültüsünde, senin şen kahkahalarını ve kahkahalarına meze ettiğin zılgıtlarını duyacağız.

Ve bu yıldızlı ve bu devrimci zılgıtlarını, sana ant olsun, birer slogan atar gibi, bütün sömürücülerin, zalimlerin, şerefsizlerin yüzüne her gün tekrarlayacağız.





***

Alİ BaŞpInar’In savunmasIndan

Ben Devrimciyim

Marksist Leninist Görüşleri Benimsedim. Devrimci Yol Dergilerinde Yazılan ve Savunulan Görüşlerin Tümünü Benimsiyorum ve Bu Tespitlerin Doğruluğuna İnanıyorum*

ALİ BAŞPINAR



... Asıl anayasayı değiştirmek isteyenler bizler değiliz. Yıllardır kendi ekonomik politikalarına uymadığı, nispi demokratik bir ortam sağladığı için bu anayasa ile ülkenin yönetilemeyeceğini söyleyenlerdir. Son 24 Ocak kararları ile ülke ekonomisi tamamen IMF"nin denetimine verilmiştir. Bu süreç, 1970"li yıllarda gündeme gelmiştir. IMF reçetelerinin uygulandığı tüm ülkelerde görülmüştür ki demokrasi bir yana nispi demokratik haklarda bile ortadan kalkmadan bu kararları uygulamak mümkün değildir. Çünkü emekçi ve yoksul kesimlerin örgütlülüğünün düzeyi ne olursa olsun bu soygun, daha çok sömürü, enflasyon ve aç bırakma politikalarına karşı mücadele etmesinden başkaca kurtuluşu yoktur.

Bütün demokratik hakları yok etme ve ülkedeki siyasal ortamı gerginleştirip bu kararların uygulanabileceği bir ortamı yaratmak elbette bu güçlerin görevi idi. Ülkemizdeki faşist saldırı ve kıyımların yükselmesi böyle bir programın parçasıdır. Dünyanın hangi geri bırakılmış ülkesinde IMF reçeteleri uygulanmışsa bu ülke sonuçta askeri bir yönetimle yönetilmek zorunda kalmıştır. Bu kararların uygulandığı ve demokrasiyle yönetilen tek bir ülke yoktur.

Gerek 1961 Anayasasında gerekse yeni kabul edilen Anayasada işkencelerin suç sayıldığı söylenmektedir. Bu konuda kısaca hem Türkiye boyutları ile hem de bizlere uygulananlar ile özetlemek istiyorum. Türkiye"de işkenceler kurumlaşmış uygulanmaktadır. Bu işkenceleri inkar etmek mümkün değildir. 12 Eylül ile birlikte kurumsallaşmış olan bu yapı daha da örgütlendirilip geliştirilmiş ve bir profesyonel işkenceciler grubu oluşturulmuştur. İçinde bulunduğumuz yıllardaki uygulamaları daha da yaygınlaşan ve sistemleştirilen işkence olaylarının en insanlık dışı olanları ile karşılananlardan biri olarak kısaca bunları anlatmaya çalışacağım.

Bu anlatım bugün burada sanık sandalyesinde oturtulan bizlerin hangi koşullardan geçerek, bazılarımızın işkencede ölerek birçoğumuzun sakat kalarak, kalanların da çeşitli asılsız suçlamalarla sanık yapılmalarının örneklemesi ve nasıl sanık yapıldığımızın anlatılmasına yardımcı olacağı kanısındayım. On binlerce ilerici yurtsever ve devrimcinin geçmek zorunda olduğu bir çemberin belli başlı halklarını, ana hatlarının çizeceğim. İşkencelerin dün olduğu gibi bugün de en acımasızı, en akla gelmeyeni, bizlere yani ilerici, yurtsever ve devrimcilere uygulanmaktadır. Zaten bu geçirdiğimiz uzun yılların tecrübelerinin bir göstergesi ve o yılların uygulanması ile ortaya çıkmış bir gerçektir.

İşkenceler bundan böyle de yine her zaman olduğu gibi suçlu yaratabilmek için devrimcilere, ilericilere ve yurtseverlere uygulanacaktır. Ta ki işkencelerin ortadan kalkmasına değin. Belli bir süreçtedir ki artık işkencelerin sıradan polis ve görevlilerin uygulama metodları olmaktan çıkmıştır.

Özellikle 12 Mart 1972"den bu yana işkence yapanlar insanlık düşmanı, sapı, sarhoş ve ruh hastalarından oluşan işkenceciler çetesi vardır.

Bunlar bugünkü düzende işkence yaparak, yaptırarak karşılığında çeşitli ödüller ve başarı belgeleri alıp, baskın yaptıkları evlerden çaldıkları eşyalar ve gözaltına alınanlardan el koydukları para, saat ve kıymetli eşyalarla refah için yaşatılırlar. Bugün Türkiye"de kurumsal hale gelmiş olan işkence uygulamalarının dönemin en işkenceci yönetimi olarak bilinen faşist Almanya ile karşılaştırmak kanımca ters olmasa gerek. Hitler işkence genelgesinde Marksistlere, Yahudilere, yurtseverlere, paraşütle indirilen ajanlara, anti-sosyal unsurlara, Rus ve Polanyalı serserilere işkence uygulanabilir.

Ne var ki bugün ülkemizi yönetenler böyle bir kuralı bile koymaya gerek görmemişler ve on binlerce insanı işkencecilerin ellerine teslim etmişlerdir. Bu işkencecilerde bilemediğimiz kadar insan öldürmüşlerdir ve ölenlerin sayısı bugün bilinmemektedir.



***

Bu tarihin büyük ve ızdıraplı devlerinden biridir O

Öykü Polat



“Yıldızlar ve sular tanıktır

aç ve kavruk memeden

Direnmeyi yudum yudum emen

Bir çocuk gibi öğrendik

Ve direndik”

Adnan Yücel



Direnmek; ne zor bir kelimedir. Şimdi vazgeçmek, teslim olmak çağındayız. Onlarsa direnenler çağında yaşamayı sürdürürler, bir başka dünyanın insanları gibidir. Anlaşılmazlardır. Öyle değil midir? Birilerinin Che Guevara"nın cesaretine ve serüvenciliğine "klinik bir vaka" muamelesi yapmaya çalışması bundan değil midir? Şimdilerde birilerinin "yahu nedir hala bu devrimcilik ısrarı" diye sormasını da buna bağlayamaz mıyız?

Her şeyin nedeni onlardır. "Fidel"in Yüzünden" filmini izlerken senin de aklına bizimkiler gelmedi mi? Yanlış da değildir kimilerinin yakınması, gerçekten öyledir. Fidel"in yüzündendir, bizimkilerin yüzündendir, bunca yaşanan şey.

M.Berman"ın Marx için söyledikleri, bu topraklarda en çok onlar için söylenebilir sözlerdir, “-bu tarihin- büyük, ızdıraplı devlerinden biridir o, onlar kendilerini olduğu gibi bizi de çılgınlığa sürüklemişlerdir, fakat onların ızdırapları hala daha yaşam kaynağımız olan manevi sermayenin büyük kısmını yaratmıştır”.

Kendileriyle kalmamıştır, doğrudur, bizi de çılgınlığa sürüklemişlerdir.

Evet şimdi birileri tabii çıkıp "o dönem kapandı, kapanmalı, kapanacak" falan deyip durabilir. Onların en büyükleri "başka dünya yok" derken daha bizimkiler "her yerde hep birlikte yeniden" diye sesleniyorlardı bu kahpe dünyaya.

İşte o sesleniş sürükledi bizi de bu çılgınlığın içerisine. Elbet buna da kızıp, "onların çağı kapandı ama gençleri etkiliyorlar hala" diye yazarlar.

İşte her şey bu cümlede gizlidir. Onlar her gün yenilenen ve yeniden doğan, kesintisiz ve sürekli var olan, ölümsüzlerdir. Bir yere yazmıştık, "onlar fikirleriyle bu ülkenin göklerini dolduran yumruklu yıldızlarda ölümsüzleştiler" diye. Öyleyse ne mümkündür o çağın kapanması. Bak şimdi Ali Butto"muzu yıldızlara uğurlerken ben, biz o oluyoruz. Evet, öyle, biz onların gençliğiyiz. Onlar bizim yol arkadaşımız, abimiz.

Tarihsel bir sürekliliğin içerisine doğduk, o yüzden, Ali Başpınar, bizim de Butto"muz. Şimdi yine kızdırmış olabilirim birilerini, çünkü bazen cellallenip "size mi kaldı yaşamadığımız bir tarihi sahiplenmek" diye çıkışırlar. Kim demiş yaşamadığımız bir tarih olduğunu, peki yaşadığımız nedir bizim!

"Yıldızlar ışıklarını hiç kaybetmezler" diyor şair, o ışıkla yıkandık biz. Yüreğimize bir yıldız düştü, gecelerimize ve gündüzlerimize yıldızlar doğdu. Valahi bizi de bu yıldızlar baştan çıkardı. Çünkü öyle duru ve saf, öyle direngen ve umutlu, öyle muhteşemdikiler bu çılgınlığa kapılmamak elde değildi.

Bir "kilinik vaka" mıyız, o halde, şimdi biz de.

Şüphesiz böylesine bir yok oluş içerisinde, her şeyi bir yana bırakıp da "o eskilerin", "mütevazi, dürüst, sahici, adanmış" yaşamlarının izlerini sürerek yaşamaya kalkmak, halen bir dava için hayatını ortaya koyma isteği ile yaşamak, düzenle bütünleşenler için "normal" olarak değerlendirilmez. O nedenle de anlaşılmaz.

Fidel devrimcilikle mütevazilik ve dürüstlük arasında doğrudan bağ kurar. Ali Başpınar"ı yıldızlara uğurlarken, O"na ve onlara yakışan en güzel sözde bu olsa gerek.

O bu topraklara ışık düşüren bir yıldızdı. O izi sürmekten, yıldızlara yürümekten asla vazgeçmeyeğiz. Onların yarattığı o büyük tarihin parçası olarak, iyiliğin ve güzelliğin kaynağı Devrimci Yol"da, geçmişin ve geleceğin bitmeyen yolculuğunu sürdüreceğiz...

Hüzünle, umutla, aşkla, öfkeyle, “diren yüreğim diren, geceyi teslim alan şafakta gökyüzü yumruklu yıldızlar olsun”…



***

Babaannemin üzerine titrediği Dev Gençli



mustafa korkmaz



Sevgili Ali ağabey,



Seni ilk tanımam radyo anonslarıyla başladı. Bataryalı radyonun başına toplanan köylülerin pür dikkat dinledikleri "örfi idare" bildirilerinde duyuluyordu adın. Aranıyordun. Arananlar listesindeydin. Ama ben bu listede oluşuna bir anlam veremiyordum. Benle birlikte Babaannem de bir anlam veremiyordu. Dev-Genç‘li idin. Biz Dev_Genç i halkın dertlerine sorunlarına çare olan gençler, "Dev-Genç"ler olarak biliyorduk. O nedenle neden arandığına bir anlam veremiyorduk.

Sevgili Ali ağabey, sana köylülerimizden bazıları kem söz edince, Babaannem, nasılda savunmaya geçerdi. Zira sen Babaannemin "Bizim Osman‘ın oğlu" idin. Ben bir türlü "Bizim Osman‘ın" biz imliğini öğrenemedim. Merakta etmedim o yanını. Ben o muhteşem sürecin muhteşemliğini merak ettim. 1968 kuşağının DEV-GENÇ ini..

Tutuklandığını duyduk bir zaman sonra. 12 Mart faşizminin zindanlarında, işkence hanelerin de Dev-Genç‘lilerin direniş hikayelerini okuduk. Zaman çok çabuk geçti. Köye haber erken geldi. "Tereplerin Osman‘ın oğlu Ali‘de çıkmıştı". Evet 1974 de artık aramızdaydın.

Bazıları senin artık bir şeye karışmaz dediği günlerde sen bıraktığın yerden mücadelene devam ediyordun. Mesleğe başlamıştın. Öğretmen olmuştun. Öğretmenlerin örgütlenmesi ile işe başlamıştın yeniden. Bir hızla yıldızları avuçlamaya devam ediyordun. Ediyordunuz. Ediyorduk. Artık bir kuşak daha yaratılmıştı. Bu kuşak günümüzde 78 kuşağı diye adlandırılıyor.

Güzel bir dünya, güzel bir gelecek düşümüze saldırılar artarak devam ediyordu. Bu günlerde bu zalimliğe ve zalimlere karşı direnişin gerekliliğinden hareketle; Faşizme, faşistlere karşı nasıl direnebilirliğ in sorularının yanıtlarını "teknik öğretmen" olarak bulmaya, bulup hayata geçirmeye çalışıyordun.

Tıpkı bu gün, Ergenekon‘la iyiden iyiye açığa çıkan o zamanın kontrgerillası işbaşındaydı. Kitle katliamları revaçtaydı. Kahramanmaraş, Sivas, Çorum katliamları. Bunlar olurken Karadeniz‘den yükselen bir demokrasi örneği ve kundaktaki çocuğun katledilişi. "Çorumu bırak Fatsa‘ya bak" demeçlerine karşı, Fatsa halkının sağcısından solcusuna "Fatsa‘yı rahat bırakın" ifadelerinin yetersizliği. Elbetteki kundaktaki çocuk boğulacaktı. Zira sömürü düzenini tehdit ediyordu. O çocuğun adam olacağı yaptığı işlerden belliydi. O yüzden Çorumlar bırakılmış, Fatsalar yakılıp yıkılmıştı. "Ergenekoncu lar!" yüzsüzlüklerini kara maskelerle gizleyerek halkın uyanışını katle girişmişlerdi.

Adım, adım geliyordu faşizmin açığı. Fabrikalar da işçiler grevdeydi. Tarlalarda ekinler değersiz. Ekonomi tam bir kriz içerisinde. İşte bu ortamda saldırganlaşmıştı oligarşi. Ülke iç savaşa sürükleniyordu. Ardı ardına sıralanıyordu ölümler. Çoğu da "bizim kiler"di ölenlerin.

"Nitekim" geldi 12 Eylül de.

Dört kara general oturdular, siyah beyaz camın arkasındaki koltuklarına. Biri henüz daha yeni gelmişti müttefik Amerika‘dan. Okudular o unutulmayacak bildirilerini. "Millet adına ordu idareye el koydu" dediler. Bütün demokrasi kurumları kapatıldı. Demokratik kurum olarak, bir iş veren dernekleri, bir de Türk-iş kaldı ayakta.

Sevgili Ali ağabey, bir kez karşılaştık seninle. Hastalığının ilk belirtileri artık aşama kaydetmişti. Yüzünde izi vardı kanserin.Ben seninle aynı toprağın insanı olmanın bencil duygularıyla övünmek isterken, sen benden önce bozdun sevincimi. Tek kelime ile "Seni tanıdığıma çok sevindim. Hep merak ediyordum seni. Kim bu Mustafa diye" Bencilliğimi bağışlasın tüm dostlarımız ama içten içe gururlanmadım desem yalan olacak. Ben yine birilerinin bu gün tii ye aldığı "abi"liğinle övündüm. "Abi" sözcüğünü kendime ve aldığım kültüre saygının ifadesi olarak hala daha kullanmaktayı m ve de "abi" lerime karşı kullanmaya devam edeceğim. Bu karşılaşmamız ne yazık ki geç oldu, erken bitti.Ama diyeceklerim bitmedi.

Sevgili Ali abi, faşizm var olduğu sürece, adaletsizlikler, eşitsizlikler var olduğu sürece ne sözümüz bitecek, nede isyanımız. Zira biz tepeden tırnağa insanız.

Bu gün bir çok arkadaşın, aşağıya alıntıladığım kendine ait ifadeleri alıntılamışlar çeşitli yerlerde. Bir kez de ben burada haklı olarak alıntı yapıyorum. "...Emekçi halkımıza karşı yürütülen yok etme ve sindirme politikalarına, halkımızın yanında emperyalizme, faşizme karşı mücadele etmenin haklı, doğru ve meşru bir direniş mücadelesinin içinde yer almış olmanın gururu ve onurunu taşıyorum, dünyanın hiçbir ülkesinde faşizme karşı direnenler anarşist ya da teröristlikle suçlanmaz, bizlere karşı yöneltilen bu suçlama ve niteleme de doğru değildir, Devrimci Yol dergilerinde bu gerçek emperyalizme ve faşizme karşı mücadele yöntemleri çok açık ve net bir biçimde ortaya konulmuştur. Geriye doğru baktığımızda o teorik tespitlerin doğruluğu çok açık ve net bir şekilde ortaya çıkıyor. Bugün burada son sözü bize verseniz de, gerçekte son sözü sizler nasıl bir karar verirseniz verin, Türkiye Halkları verecektir. İnanıyorum ki halkımız bizi aklayacaktır. ..."

Sevgili Ali abi, inandığın ve uğruna mücadele ettiğin; Türkiye halklarının, bağımsızlık, demokrasi ve özgürlük davası Devrimci bir dayanışma ruhuyla sürecektir. Sen rahat uyu. İsterdik bedenini taşımayı doğduğun yere. Çamlıhemşin‘e. Kaçkarların tepesine. Ama önemli değil. Biliyorum ki senin bedenin nerede olursa olsun, o büyük gün geldiğinde Türkiye emekçi halklarının sevincine oradan da ortak olacaksın.



***

Dostluk ve dayanışmanın abisi

CAHİT AKÇAM



Ali Başpınar"ı 1975 yılında tanıdım. 1975 yılından itibaren de çeşitli yerlerde ve farklı zamanla yan yana geldik. Ali Başpınar aynı zamanda benim yol arkadaşımdı. Devrimci Yol" da yıllarca birlikte mücadele ettik ve 8 yıl Mamak Cezaevi" nde birlikte yattık. Ali Başpınar 1991 yılında tahliye oldu. Ali Başpınar" ın en iyi anlatan ifadeler Anti-faşist, Anti-Emperyalist tarafıdır. Ali Başpınar bizim abimizdi. Kendisini mücadele arkadaşlarından asla ayrı tutmazdı. Gerçekten mütevazi bir insandı. Çok iyi bir yol arkadaşıydı. Ali Başpınar THKP-C üyesi olduğu gerekçesiyle 2 sene tutuklu kaldı ve ağır işkenceler gördü. Ali Başpınar"la esas yakınlaşmamız 1998 yılında olmuştur. 1998 yılında hem kuruculuğunda hem de yönetiminde birlikte yer aldığımız Dostluk Dayanışma Vakfı"nı kurduk. Amacımız; toplumdaki dayanışmayı, yardımlaşmayı güçlendirmek ve birlikte mücadele verebilmekti zorluklara karşı. Vakıf yüzlerce öğrenciye okuyabilmeleri için burs verdi. Mücadele ettikleri için işlerinden olan insanların yanında yer alarak umudun hep var olduğunu gösterdi. Vakıf insanlara tam desteğini sundu. 6 kişiyle başlayan bu mücadele şimdi çoğalarak devam ediyor. Ali Başpınar"ın hep tam destek vermiştir vakfın mücadelesine.1994 yılında yakalandığı hastalığa rağmen mücadeleyi hiç bırakmadı. Vakfın hazırladığı " Unutturulanlar, Türkiye Gerçeği" belgeseline ciddi katkıları olmuştur. Amasya"ya Havza"ya gelerek insanların bu belgesel için konuşmalarını sağlamıştır. 2008 yılında hastalığı iyice ilerledi ve kemoterapi, ardından radyoterapi ve tekrar kemoterapi gördü. Hastalığı boyunca mücadele arkadaşları Ali Başpınar"ı hiç yalnız bırakmadı ve hep onun yaptığı gibi tam destek verdi.



***

Direnç Gülü oldun gökyüzünde

Mustafa Hocam



emrah altındiş



Bir bilgisayar ekranın soğuk yüzünden bu lanet haberle karşılaşmak, hiç aklımın ucundan geçmezken hem de, daha geçen hafta haberleşmişken... ÖDP iletişimde bir e-posta: Mustafa Ünüvar"ı Kaybettik... Gözlerim dolu, dolu, boğazım düğüm düğüm, aklımda Mustafa hocamın umutlu gözleri, inanmak istemiyorum...

Mustafa Hocam benim açımdan, tükenmeyen umudun, mücadele aşkı ve disiplininin, yaşamı dönüştürmeye dair bitmeyen sonsuz bir cürretin dimdik ayakta temsilcisiydi. Neo-liberal cehennemin ateşine dayanamayarak sosyalist umutları, öfkeleri, düşleri eriyen, omurgalarını yitirmiş onca insan görmüşken, o Fatsa cennet ve cehenneminden çıkmayı başarmış büyük devrimci hep dimdik ayaktaydı. Kariyerist hırsların bir sürü güzelliği çürüttüğü sosyalist mücadelede, o hep bir mücadele neferi olarak, nerede ihtiyaç varsa orada, hem de büyük bir çoşkuyla oradaydı!

Bu ak saçlı, kızıl düşlü devrimci ile 2001 yılında ÖDP Karşıyaka ilçede tanıştık, o dönem ilçe sekreteriydi ve aşkla bağlı olduğu devrimin partisi ÖDP"ye üyeliğimi, özenli ve güzel yazısı ile kendisi yaptı. O dönem Karşıyaka çarşısının kışın hep rüzgarlı, girişinde 35 saatlik haftalık çalışma süresi talebiyle imza topluyorduk, Mustafa Hocam yaşına aldırmadan biz gençlerle beraber insanlardan imza istiyor, uzun uzun derdimizi anlatıyordu, bir sürü işten kaytarma meraklısı genç “devrimciyi” gören benim açımdan oldukça etkileyici idi bu sahne.

2002"de hezimetle çıktığımız seçimlerden sonra pek çok arkadaşımız mücadeleden düşerken, onlarca badireyi göğüslemeyi bilmiş Ünüvar hocamız, aynı inançla mücadeleyi sürdürüyordu. ÖDP, o dönemde de, iç tartışmalara gömülmüştü, yaşadığımız talihsiz bir politik olaydan dolayı istifaya karar vermiştim, uzunca ve duygusal bir istifa dilekçesi hazırladım. Benim de o dönem yönetiminde yer aldığım Karşıyaka ilçe yönetimine, Başkanı Av. Suat (Çelebi) abi ve ilçe sekreterimiz Mustafa Hocama takdim ettim. Mustafa Hoca, uzun uzun ve yüksünmeden dil dökerek beni istifa etme kararımdan vazgeçirdi; kavgaya/mücadeleye küsülmezdi sözün özü ama ben yaşadığım kırgınlıkla partiye bir süre uğramadım. Bu dönemi sonradan değerlendirdiğimde hatalı davrandığımı karar verdim. Kısa bir süre sonra partiye geri döndüğümde Mustafa Hocam yine oradaydı, inatla kavgayı sürdürüyordu.,

2004-2007 ODTÜ günlerimde de iletişimimiz hiç kopmadı, Karşıyaka ilçenin ortasında ki dikdörtgen masanın baş köşesinde (şimdi öksüz olan o köşede, ilçemizde...) genelde o otururdu. Kimi zaman çok kızsa da her gün aksatmadan 2 tane aldığı gazetesi/gazetemiz BirGün önünde, çarşıdan alınmış kimi zaman simit, kimi zaman pide ile çaylarımızı içerken, o sessiz düşmanı sigarasını keyifle içine çeker ve dönemin politik tartışma konularını, Edebiyat öğretmenliğinden de kaynaklanan güzel bir dil ile bizlerle tartışırdı.

İlk aşkı DEV-YOL kadar tutkuyla bağlıydı, aşkın ve devrimin partisi ÖDP"ye, kimi devrimcilerin düştüğü muhafazakarlık çukuruna düşmeden ama geçmişini hep onur ve mutlulukla hatırlayarak, kendisini de sürekli yenileyerek yürüyordu. Mustafa Hoca en çok, bu geçmişi bugünkü dar çıkarlarına alet edenlere, geçmiş üzerinden politika yapanlara kızar ve "...Geçmişin ruhunu çağıracağım diye; Gazetenin/partinin ruhuna fatiha okutacaklar... " derdi.

Yörsan İşçilerinin desteklenmesinden, parti sorumluluklarına (vefat ettiğinde ÖDP İzmir İl saymanı idi), kendisinin özellikle ilgilendiği Baran TURSUN davasından, Karşıyaka Kent Meclisine2, Emekli-Sen üyeliğinden, SSGSS karşıtı çalışmalara, mecliste Ufuk Uras"ın çalışmalarının desteklenmesinden3, Kürtlere karşı yapılan saldırıların karşısında durmaya4, edebiyat yazılarından5, Hopa"ya Fatsa"ya Mustafa Hocam sürekli kavganın içindeydi.,yine kendisine ait Havanda "su dövmüyoruz. Hele hele " susuz " havanla hiçbir işimiz yok, olmaz da ! sözünü birebir pratiği ile doğruluyordu Amasya cezaevi 18. koğuşunda Fatsa davasından yıllarını vermiş güzel hocamız...



Can Baba"nın Terzi Fikri ve Fatsa ile ilgili şiirini hatırlayalım:



“Terzi Fikri öyle bir giysi dikti ki Fatsa’ya

O Gürcü öyle bir gürledi ki arkadaşlarıyla

Noktalar, noktalı virgüller, askeri operasyonlar

Kimseler çıkaramaz Fatsa’nın sırtından

Emek hakkının sımsıcak çıplaklığını”



Mustafa Hocam, Terzi Fikri 12 Eylül zindanlarında son nefesini verirken yanında olduğu gibi, hem Fatsa"dan memlekete sosyalizmi gürlerken, hem de o binbir renkli sosyalizm giysisini dikerlerken Fatsa"ya yanıbaşındaydı6. Bütün yaşamını son nefesine kadar emek hakkının sımsıcak çıplaklığına adamıştı.

Mustafa Hocamın ardından, böyle bir yazı yazmak zorunda kalacağım aklımın ucundan geçmezdi. Şimdi zorla tuttuğum gözyaşlarım bir yandan böylesine güzel bir sosyalisti kaybetmekten iken, bir yandan da onunla tanışabilmiş olmanın hüzünlü mutluluğundan.



işte zamanı geldi ayrılmaların

susma, bir gerilla gibi dimdik an beni

yüreğim yıldızlaşan yumruğum benim

direnç gülü oldun sen gökyüzünde



Sen artık bizim dimdik anacağımız ve asla unutmayacağımız direnç gülümüzsün gökyüzünde Mustafa Hocam... Esenlikle Kal...

06 Eylül 2008 (BirGün den alinmistir )

Dienstag, 2. September 2008

ALİ BAŞPINAR'I KAYBETTİK

06:58 02 Eylül 2008
image001

Devrimci Yol Ana davası sanıklarından Ali Başpınar kanser nedeniyle tedavi gördüğü Hacettepe Hastanesi"nde dün akşam saatlerinde hayatını kaybetti.

12 yıldır kanserle, ölüme direnerek yaşayan Ali Başpınar için düzenlenecek cenaze töreni ile ilgili programın bugün açıklanacağı bildirildi.

Ali Başpınar 1949 yılında Rize Çamlıhemşin"de doğdu. 12 Mart döneminde THKP-C Dev-Genç davasından yargılanıp 2 yıl 4 ay cezaevinde kaldı. Devrimci Öğretmen grubunun önder kadroları arasında yer alan Başpınar, 12 Eylül döneminde Ankara Devrimci Yol davasında Merkez Komite Üyesi olduğu iddiası ile yargılandı, müebbet hapse mahkum oldu. 11 yıl cezevinde kalan Ali Başpınar Devrimci Yol hareketi içerisinde ‘Butto‘ lakabı ile anılmaktaydı.

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren