Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu
SS Süleyman Soylu

Dinlediklerim

Sabahat Akkiraz | Bergüzar
Bergüzar

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Montag, 1. September 2008

SAHTE DOSTLAR -III-

oguzhanmuftuoglu@birgun.net /


Demokrat aydın kesimle sosyalist sol arasında son dönemde giderek keskinleşen ve BirGün’cülere karşı ergenekonculuk türünden akıl almaz suçlamalar yöneltilmesine yol açan ayrılmaların bir nedeni kuşkusuz 12 Eylül terörünün yarattığı bir sonuçtur. 12 Eylül"ün sonuçlarından biri yarattığı büyük düşünce terörüyle, halkın direncini, sola olan güveniyle birlikte yok etmiş olmasıdır. O dönemde yaşanan büyük faşist baskı dalgası Türkiye solunun insan hakları ve demokrasi temelindeki bir savunma çizgisine çekilmesine neden oldu. Bu sayede ikisi de birbirini tamamlayan sağ muhafazakar ve neo liberal fikirler, adeta çağımızın bir hastalığı gibi Türkiye’nin düşünce hayatında büyük bir güç kazanma imkanı buldu. Ancak bu süreçte kuşkusuz asıl belirleyici rolü, küreselleşmeye bağlı olarak dünya çapında esen fikir akımlarının etkisi oynamıştır.

Devami asagida.....

http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1187090571&news_code=1220266462&year=2008&month=09&day=01

SAHTE DOSTLAR -II-

oguzhanmuftuoglu@birgun.net /

Doğrusunu isterseniz nereden başlayacağımı ve neyi nasıl söyleyeceğimi tam kestiremiyorum.

Yirmili yaşlarımdan itibaren bütün hayatım sola karşı Türkçülük temelinde geliştirilen ırkçı faşist saldırılara karşı ideolojik ve politik düzlemlerle sürdürdüğümüz mücadeleler içinde geçti. Belki bu yüzden Marks"ı, Engels’i, Lenin’i bile okuyamadan önce, sosyalist olmanın her şeyden önce insanın kendi kimliğini etnik/dinsel aidiyetine göre tanımlamamasıyla başladığını öğrendik; bu yüzden kendimizi Türk, Kürt, Ermeni, Arap, Rum, Gürcü, Laz olarak görmedik, biz sosyalistiz, devrimciyiz dedik.

Devami asagida


http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1187090571&news_code=1220176972&year=2008&month=08&day=31

SAHTE DOSTLAR -I-

Agos gazetesinin son sayısında ortalıkta dolaştırılan iddialarla ilgili olarak beni aradıkları ama benim sorulara yanıt vermek istemediğim şeklinde bir haber yayınlanmış!

Benim yaşadığım bölgede bulunmadığı için gazeteyi görmedim, bu bilgiyi de bir arkadaşım telefonla verdi.

Önce en sondan başlayalım. Bu iddia tamamen yalan.

Devami asagida.....


http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1187090571&news_code=1220085127&year=2008&month=08&day=30

Montag, 21. Juli 2008

Sol Ergenekon'a nasıl bakıyor?

Konunun tarafları Basın Kulübü'nde tartıştı...

Melih Pekdemirin konusmasi asagidaki link de:

http://video.haberturk.com/Video.aspx?v_ID=36759&k_A=haberturk

Montag, 14. Juli 2008

İKİ ÇARPI İKİ EŞİTTİR ERGENEKON MU?

Çözülmeyi bekleyen ‘kazık’ bir problem var: Rejim krizi, müesses nizam (kurulu düzen) bünyesindeki çatlama vesaire…. Problemin çözümü için bize aritmetiğin dört işlemi dayatılıyor. Böleceksin, çarpacaksın, toplayacaksın, çıkaracaksın ve taraf olacaksın. Bu kadar kolay mı?
Paradoks şurada: Böyle kazık (karmaşık) bir problemin çözümü basit olabilir mi? Mesela sadece bölme işlemiyle sonuca ulaşılabilir mi? Durduğunuz yere bağlı… Problemi emek ekseninde alırsanız, ezen-ezilen, sömüren-sömürülen diye ikiye bölersiniz. Alnınız açık, vicdanınız rahat bir şekilde tercihinizi yaparsınız. Ama bunu yaptığınızda, indirgemeci derlermiş, kazma solcu derlermiş, varsın desinler.
Peki ama problemi müesses nizamla sınırlı tutanlar da indirgemeci olmuyorlar mı? Onlar hem basit hem de mevzuyu saptıran bir bölme işlemi yapıyorlar. Onlar da hep ikiye bölüyorlar. Tarihten bakınca, İtilafçılar ile İttihatçılar ya da Siyasi İslamcılar ve Laikler, Çevre ve Merkez... AB’den bakılınca, Müslüman demokratlar ile otokrat laikler… Liberallik adına cemaat gözlüğüyle bakınca Demokrasi cephesi ile darbe cephesi… Falan filan…
Aslında hepsinin bileşkesinde şu karşıtlık yatıyor: Bir yanda hükümet öbür yanda Ordu. Güncel siyaset bakımından problemin bu türden bir tasnifle ele alınmasında yadırganacak bir yan bulunmayabilir. Çünkü öne çıkan aktörler hakikaten bunlar.
Ama illaki bu iki taraftan birini tutmak mı gerekiyor? Mutlaka birini tutmalısınız diyorlar. İyi de… Tutamıyorsunuz… İkisi de elinizi yakıyor. Ve dahi canınızı yakıyor ve dahi canınızı sıkıyor.
Çünkü biliyorsunuz ki bu düzlemde, onların yaptığı gibi tek bir bölme işlemi yetmiyor, bir bölme işlemi daha gerekiyor. Ya da… Aa! Bir bakıyorsunuz ki zaten iki taraf da kendi içlerinde zaten ikiye bölünmüşler. Size dayatılan problemin ikişerden dört faili var. Bir yanda, yani İslami cenahta AKP ve (hem onun içinde yer alan hem ondan bağımsız) cemaat kuvveti yer alıyor. Yani bu cenah da kendi içinde çelişik ve zaman zaman çatışan faillerden oluşuyor. Diğer tarafta, yani laiklik cephesinde de ulusalcılar ve NATO’cular olduğunu biliyorsunuz ve bu çelişkili durum artık ifşa edilmiş şekilde karşınızda duruyor.
Evet demek ki iki taraf ve 4 fail var… Ve iki taraf arasında ise çarpraz ilişkiler… Enis Berberoğlu bu faillerden birinin adını açıktan koydu: “Sanki gizli bir el gibi çalışan cemaat, TSK ile hükümetin arasını açma gayretini sürdürüyor. Belli ki Tayyip Erdoğan’ı gözden çıkartmış olan cemaat AKP’yi yeni bir isim etrafında toparlama planları için zaman ve zemin kolluyor.” Yalan mı?
Birbirine karşıtmış gibi mevzilenen bu iki tarafta yer alan dört fail arasında, el altından çarpraz ittifaklar, mutabakatlar gırla gidiyor. Gel de işin içinden çık.. Demek ki en iyisi bu işin içine hiç girmemek, tezgahın dışında kalmak…
Şemdinli sürecinde de yazmıştım. Bilgilendiriliyoruz diye kulağımıza bir şeyler fısıldandıkça sağır oluyoruz. Olayı aydınlatmak için alın size fener dediklerinde, feneri gözümüze tutuyorlar. Kör oluyoruz.
Çünkü orta yerde onların aritmetiğinin bölme işlemiyle ulaşılabilecek bir çözüm yok.
Oysa şimdiki siyaset aritmetiğinin asıl sorusu şöyledir: Çarpraz ilişkileri ve ittifakları olanlar arasında çarpma işlemi yaparak, bir kümeyi diğerinden nasıl çıkarırsınız? Kazık bir soru… Ama cevabı var. İki (AKP ve cemaat) ile ikiyi (ulusalcı ve NATO’cu paşalar) çarptığınızda aslında çıkarma işlemi yapmış oluyorsunuz! Elinizde ise bir “eksi Ergenekon” kalıyor, yani ıskartaya çıkartılıyor.
Çünkü, burada, bu siyaset aritmetiğinin kuralını koyan bir belirleyen var: ABD, yani the hakem. Bize dayatılan problemin faillerinin hepsinin kökü dışarıda, ‘ulusalcı’ Ergenekon da dahil... Bakalım bugün açıklanacağı söylenen İddianame’de nasıl bir aritmetik olacak..
Şimdiden şunu söyleyebilirim: Çarpma işlemiyle çıkarma yapmaya kalkışanlar, herşey hakkında hiçbir şey söylememiş olurlar.

Melih Pekdemir Birgün

Montag, 16. Juni 2008

NİHAT BEHRAM: BİZİM KÖKÜMÜZ KARACAOĞLAN’DIR, TÜRBAN DEĞİL

Nihat Behram 40. şiir yılı vesilesiyle 40 yıla ayna tutan şiirlerini ‘Tanımlar’ adlı şiir kitabında topladı. O 40 yılı 40 şiirle anlatıyor. Yaşadığı zorlu hayatın özeti gibi. Yurtdışında yaşayan Nihat Behram ‘Tanımlar’ şiir kitabı için İstanbul’daydı. Kırgın ve buruktu ülkesine. 68 kuşağının ayakta duran tek ismiydi. Bu ismin hiç anılmaması Behram’da kırgınlık yaratmış ama yine de umutlu yarınlar için.

Önce sitemle başlıyor sohbete, “Denizlerin son sözünü ceza alacağımı bile bile yazdım.(Darağacında Üç Fidan) Çektim de cezasını ama şimdi yasaklanıyor.” Böyle diyor Hatırla Sevgili dizisinde Deniz Gezmiş’in sansürlenen son sözleri için. Çünkü yasak olmamasına rağmen yasaklanıyordu. Haklıydı da, bundan tam 32 yıl önce sayfalarca yazmıştı Nihat Behram. Tüm yazdıkları için yargılandı, vatandaşlıktan çıkartıldı. Ülkesine uzun yıllar dönemedi. Bir türlü affedemiyordu yapılanları, onca yıl ağır bedeller ödeyip, bedel ödeyemeyenlerin yaptığını...

Tanımlar kitabı vesilesiyle bir araya geldik Nihat Behram’la... 68’in kırkıncı yılında Türkiye’yi konuştuk, kendi serüvenini de katarak...



»68’den 2008’e 40 yıl geçti. Sizin şiirinizin de 40. yılı. ‘Tanımlar’ adlı şiir kitabınız bir anlamıyla 40 yıla ayna tutmak mıydı?

Evet. 1968’in 40. yılı olmasının yanında, bir de benim şiire başlama yılımın 40. yılı. İkisinin denk düşmesiyle hazırlamış olduğumuz bir kitap. 40.yılda 40 yıldan 40 şiir olarak belirledik.



»Tabii 40 yılda çok şey değişti. Bu değişime tanıklık ederken Türkiye’den uzaktaydınız... Sizin gözünüzde nasıl bir tabloydu 40 yıl?

Tabii bu 40 yıl içinde hayatım ülkeye gelme yasağı ve baskılarla geçti. 1980 darbesinden 1996 yılına kadar ülkeden uzakta yaşadım. 1980 darbesi öncesinde 74 affına kadar 12 Mart darbe dönemini cezaevinde geçirdim.



»12 Mart dönemi de bir hayli hareketli süreçlerdi...

Kızıldere süreci vardı tabii. 68’in hemen arkasından bütün dünyada demokratik talepler isteminin ayaklanmaya döndüğü bir dönemdi. Sadece üniversitelerle sınırlı kalmadı, Denizlerin hareketleri, İbrahim’lerin ve Mahirlerin hareketleriyle, sosyalist bir arzuyla antiemperyalist düşüncelerle işçi ve köylünün sesi olma isteğiye, devrimci hareketlere doğru gelişme gösterdi. Bu hareketlerin önderleri 12 Mart’la gelen darbeyle katledildiler.



»Siz bu yoğun süreci cezaevinde geçirdiniz değil mi?

Maltepe Askeri Cezaevi’nde kaldım. Mahirler, Cihan Alptekinler oradaydı. Ve Denizlere idam kararı verilmişti. Mahirlerde Denizleri kurtarmak için tünel kazma çalışmasına girdiler. İşte tam da o günlerde “Yalnız Değiller” ve “Biz Varız” şiirlerini yazmıştım.



»Denizlere yazdığınız “3 Dağa Ağıt” şiirinizle de bir yargılanma süreci yaşadınız sanırım...

Evet. O şiir için Selimiye Cezaevi’nde yargılanmaya başladım. Sonrasında da Davutpaşa Askeri Cezaevi’nde kaldım. Aylarca sürdü. Başka davalar eklendi bunlara...



»Türkiye’den ayrılma süreciniz hangi döneme denk düşüyordu?

1974 affıyla çıktıktan sonra gazetecilik yaptım. “Darağacında Üç Fidan” ve “Ser Verip Sır Vermeyen Bir Yiğit”kitaplarım o dönemin ürünleridir. 77’de çalıştığım gazeteden çıkartıldım. Sonrasında Yılmaz Güney’le birlikteliğim oldu. 1980 darbesinden sonra Türkiye’den ayrıldım. Bütün davalar yeniden görülecekti çünkü. Politik sürgünlük yaşadım. Benim açımdan böyle geçti 40 yıl.



»Peki Türkiye’nin 40 yılı sizde nasıl bir tabloydu?

Ülkemin açısından baktığım zaman ilk gençlik yıllarımız, 1968 yıllarında benim kendi adıma, kendi kuşağımın yakınlık duyduğu TİP vardı. Herkes tarafından yakınlık duyulurdu. Biz herhangi birine gittiğimiz zaman mutlaka Ruhi Su’yu A. Kadir gibi bir çok isim görürdük.

Bunların yanında ülkeye bağlılık, ülkemizi sevmek, emperyalizme nefret gibi durumları 18’li yaşlarımızda öğrendik. Ama birden bire 68 kuşağı dediğimiz kuşağın üzerine 12 Mart gibi zalim bir darbe indi. Birçok kişinin, göz nuruyla yetiştirdikleri evlatları Nurhak dağlarında katledildi. Cemil abinin yetiştirdiği Deniz Gezmiş darağacında idam edildi. Ulaş Ortaköyde, Mahir Kızıldere’de katledildi. O kuşağın en civan, en delikanlı insanları bu darbenin ilk yılında katledildiler.



»Aslında Türkiye’nin geçmişinden bugüne doğru geldiğimizde de sancılı süreçler devam etmiş...

Çok fazla değil kısa süre sonra sıkı yönetim yeniden geldi. 80 darbesi de bizim kuşağın üzerine indi baskı olarak. 80 sonrası Türkiye’de şu ya da bu şekilde anayasayla uğraşırken, Türkiye’de ki emperyalizm başka bir şeyi getirdi.

Türkiye’de şu an darbe gibi görünmeyen, ama bana göre darbe tabii ki, CIA’nın koridorlarında düzenlenmiş bir sivil darbe var. Ben 62 yaşındayım, Türkiye’nin yakından tanığı oldum, halkın en çok ezildiği bir dönem yaşanıyor ve çok sıkıntılı bir süreç, bunun karşısında sol bir alternatif zaten yok.



»Bu sancılı süreçlere yenildi mi Türkiye? Karşısında duracak güç yaratılamadı mı? Kaldı ki Türkiye türban gibi bir sorunu tartışıyor...

Uzun dönem hazırlanmış sendikal örgütlenmelerin içlerini boşaltarak işlevsiz bırakmaya çalıştılar.

Şimdi gelinen süreçte Türkiye’nin elinde sınıf mücadelesine dayalı, sınıf mücadelesinin ortadan kaldırılması için laiklik tartışması gündeme getirildi.

Laiklik sınıf mücadelesi vermenin güvencesi gibi bir şey. Fabrika patronu tarikat Şeyhi ise fabrika çalışanı mürit ise o işçiye, “patron seni sömürüyor” dedirtemezsiniz.

Bugün baktığımızda ülkenin ana sorununu din sorunuymuş gibi bir meseleye indirmeye çalıştılar. Bütün sorunların üzerine türban adı altın bir örtü örtüp, o örtünün altından ülkeyi parça parça pazarlamaya başladılar. Bu da Türkiye’de ki genel kültür erozyonun parçaları olarak ortaya çıktı.



»Türkiye’de asıl sorun türban meselesi değilken, aylarca tartışma devam etti ve hala anayasa süreci tartışılıyor. Hangi süreçler bu noktaya getirdi peki?

Türban meselesinde; “Türkiye’nin geleneği budur, kökü budur” deniliyor yalan tabii ki.

Konu saçın bir insanı tahrik etme olayıysa, Anadolu 550 yıl evvelinden Karacaoğlan’ı yetiştirmiş; sevgilisinin saçlarını bu kadar güzel anlatan bir ozanı yetiştirmiş. Bizim kökümüz Karacaoğlan’dır türban değildir.

Bizim kökümüz, Yunus Emre’dir, sevda da Kürt ozanı Ahmed ê Xani’nin Mem u Zin’idir, Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun’udur. Nazım Hikmet’tir, halk ozanından Dadaloğlu’dur, Köroğludur, Pir Sultan’dır. Kökümüz buralardandır. Böyle bir erozyon dayatıldı, bunların altında da yatan emperyalizmin bizim coğrafyamızı yeme yutma taktiğidir.



»Türkiye’de bireysellik ön planda, iş sadece Türkiye’de değil Zira. Bu değişen dünya konjöktürüyle de ilgili. Ayrıca türban dediğimiz şeyde sadece din mevzusu değil...

Genel kültür erozyonu dediğimde bu bir bakıma. Sadece toplumun bir kesimi değil, düşüncelerimiz, değerlerimiz, denizlerimiz, göllerimiz, suyumuz gibi insanların değerleri de kirletilmeye başlandı. Bölüşme duygusu, toplumun acısını seslendirme duygusu, yaşadığı toplumun parçası olma duygusu, şefkat, merhamet, sevgi yardımlaşma duygusu, bütün bunlar insanı insan yapan değerlerdir. Sevda sözgelimi çok yüce bir değerdir.

Bireyselleştirdiğin zaman, toplumdan bağlantılarını kopardığın zaman hayattan da koparsın. Öyle bir hale geldi ki, insanın yaşadığı coğrafya, yaşadığı yer suçmuş gibi... Giderek insanlara başka değerler pompalandı.



»Yaşanılan her şeyi içselleştirdiğimiz için mi peki? Bir süre sonra duyarsız kalmamız buna mı bağlı?

Emperyalizm giderek her şeye alıştırıyor. Ben bir şair olarak Ama tüm bunlara teslim olmuyor, beni yok etmek parçalamak isteyen anlayışa karşı teslim olmuyorum. Tıpkı sırtlana teslim olmayan yaralı tavşan gibi. Toplumunda teslim olmaması gerekiyor. Kendi varlık sebeplerini koruması, köklerini araması çağrısında olması gerekiyor...



»Şiirlerinizin üzerinden 40 yıl geçti, 68’den bu güne de 40 yıl... Bu uzun zaman dilimi ve hayat yormadı mı?

Çok sorguluyorum kendimi. Ama yorgunluk asla. Bir şiirim vardır; “Ömrüm Senden Özür Diliyorum” diye biter. Baktım ki bıraktığım her şey daha fazla yaralı, buna rağmen her şeye sıfırdan başlamak gerek belki.

Bugüne kadar attığınız her adım sanki yok olmuş, sanki ona ihanet edilmiş duygusuna kapılıyorsunuz. Bugünü düşünüyorum; siz bu alanlarda binlerle yürürken, bugün 1 Mayıs’taki vahşeti görüyorsunuz, bu vahşete karşı neden ayaklanma yok diye üzüntüye kapılıyorsunuz ama yorulmuyorsunuz, daha çok sarılıyorsunuz. Son “Tanımlar” şiirlerimi de bunun için yazdım. Daha fazla kırbaçlıyor tüm bunlar beni.

Dostoyevski’nin bir sözü vardır, “dünyanın neresinde bir acı varsa o acıyı kendi acım bilirim” diye. Toplumumun acısı elbette ki benim acım. Yaşadığım toplumun acısı benim için daha kutsaldır.



»Eski ruh kalmadı ama... O heyecan, umut vs...

Örneğin burada hassa bir nokta var. Sanat ve kültürün ölümsüzlük ruhu vardır. Deniz Gezmiş’le ilgili bir film yapılmıştı; “Hoşça Kal Yarın” diye, şimdi unutuldu gitti. Çünkü ruhu yoktu.



»Belki çabuk unuttuğumuzdandır? Ama şimdilerde popüler kültür içinde var olan geçmişin halk kahramanlarını görüyoruz, bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Küba’da halk kahramanları için bir yasa vardır. Belli de sınırları vardır. Onlar magazinleşmez, magazinleştirmek onları ucuzlatmak olur. Bize bakalım; ‘Hatırla Sevgili’ adlı dizi... Deniz’in son sözlerini sansürlediler. Ben o sözler için 22 yıl mücadele ettim oysa. Suç olduğunu bile bile yazdım ve 7,5 yıl hapis yattım. Şimdi suç değil ama yayımlanmıyor...Hangi hakla! Tabii daha kötüsü var: Televizyonun altında reklam geçiyor: “Tıkla Deniz’in mektubu cebine gelsin” diye...Bu ne ucuzluk!

Deniz Gezmiş rolünde oynayan çocuk, tanımıyorum ama iyi çocuk, efendi, iyi de rol yapmış... Ama sen kalkıp o çocuğu siyasi toplantılara çağırırsan hiç hoş olmaz. Yarın o kişi işi gereği Abdullah Çatlı rolünde oynarsa çok kötü durumda kalırlar.



»Tüm bunların yakın tanığısınız, dizi için herhangi bir teklif gelmedi size?

Düşünün İbrahim Kaypakkaya’yı ilk yazan bendim. Deniz Gezmiş hakkında da yazan bendim...Dizinin senaristlerinden biri de arkadaşım. Benim kitaplarımdan bilgileri topladılar ama beni bir kez arayıp da sormadılar. Çünkü karşı çıkacağımı biliyorlardı.

Ayrıca Deniz Gezmiş’i bunlar keşfetmedi, Deniz zaten toplumun bir değeri. Ama popüler kültürdür ve gelir geçer. Bize asıl değerlerimizi unutturamaz.



***

Kırık dişimin oyuğunda kalem ucunu sakladım

»Yarına baktığınızda umudunuzu diri tutabiliyor musunuz?

Umutsuz bakmamak lazım. Bakın krallıkların olduğu bir yerde bir köleydi Spartaküs, tek başınaydı. Ama tarihe kölelerin kurtuluş simgesi olarak yazıldı. Hep böyledir. Anti-faşist direnişçiler hep azınlıktı. Lenin’de azınlıktı. Castro’nun bir lafı vardır “En yalnız olduğum zaman dünyanın tüm güçleri göğsümde toplanır”der. Önemli olan halkınıza ve halkınızın sağduyusuna inanmaktır. Bütün kurtuluş savaşlarında böyledir. Vietnam bir avuç insandı. Ama Ho Şi Min şahsında bir halk hareketine dönüştü. Tarih böyledir siz bulunduğunuz noktada, doğru bildiğiniz şeyi söyleyeceksiniz.



»40 yılı geride bıraktınız, 20 cilt kitabınız var... Hâlâ söyleyecek sözüm var diyorsunuz, yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen...

Yazdığım kitaplardan dolayı 900 seneye varan mahkumiyet altında kaldım. Gazetemden atıldım, aç kaldım. Bu benim teslim olmamı gerektirmez. 62 yaşındayım, ömrüm “bunlara teslim olmayacağım” demekle geçti. Şimdi yirmi cilt kitabım var. En ünlü kitabımda 20 yıl yasaktan sonra serbest kaldı. Bir milyonlara ulaştı. O zamanlar “aman kimse bana sahip çıkmadı” deyip paniğe kapılsaydım bu eserlerin hiçbiri olmayacaktı. Harbiye’de hücrede kaldım, hücremde benim kalemimi kağıdımı, gözlüğümü her şeyimi aldılar. Kırık dişimin oyuğunda kalemin ucunu saklayarak girdim. Aldırdığım meyvelerin kese kağıdına not tutarak hücre güncemi, şiirlerimi yazdım. Her şartta bir şey bulacaksınız.



***

68’in kırkıncı yılı anılıyor adım geçmiyor

»Peki 68 kuşağı diye söz edilir hep... O ruh bugün nerede?

68 kuşağının kültürel ürünü olarak ‘Darağacında Üç Fidan’ kitabından başka “Ser Verip Sır Vermeyen Yiğit”i yazmıştım. Şimdi Cumhuriyet Gazetesi dahil bütün yayın organları, 68’in kültüre yansıması diye özel sayılar yaptılar. Bir tanesinde bile Nihat Behram adı geçmedi. Bunu nasıl açıklıyorlar merak ediyorum. Ben bu yaşındayım, ömrüm boyunca devrimci mücadelede yer tutmuş biriyim. Yazdığım kitaplar yüz binlerce insana gitmiş, şiirlerimi kitlelere taşımışım. Hayatım boyunca o şiirler hep yasak altında kaldı. 68’in kırkıncı yılı diye haberler çıkarken adım bile geçmedi... “Türkiye’de Toros Dağları” yoktur demek gibi bir şey bu.

Bunu devrimcilik adına 68’i anarken diyorsunuz. Ne kadar Devrimci ruhu gitmiş, kendini karşı tarafa teslim etmiş insan varsa televizyonların hepsi 68 kuşağı diye onları çıkarıp konuşturuyor. İşte sorun bu.

GÜLŞEN İŞERİ

BirGün gazetesinden alinmistir

Mittwoch, 4. Juni 2008

Sen öleli...

Sen öleli kırk beş yıl olmuş büyük usta.

Koskoca kırkbeş yıl geçmiş aradan.

Bir şiirinde “Büyümez ölü çocuklar!” demiştin; belki biz de bugün “Yaşlanmaz ölü şairler” diyebiliriz.

Nâzım denildiğinde aklımıza gürül gürül akan nehirler, sarp dağların başında patlayan fırtınalar, Lorca’nın dediği gibi “dişlerinden çakmaktaşı çakan adamlar” geliyorsa, nasıl yaşlanmış olabilirsin ki!

Delikanlıların en delikanlısı Nâzım usta.

Türk diliyle türküler söylendikçe yaşayacak olan adın bugün de göğsümüzü kabartmaya devam ediyor.


***


Sen öleli kırk beş yıl olmuş büyük usta.

Aradan geçen yıllar düşmanlarını yok etti; sen ise daha da büyüdün.

Ne yazık ki göremedin ama milyonlarca insan senin şiirlerini haykırdı meydanlarda.

Nâzım söyleyen o gençlerin yüzlerindeki ifadeyi ve gözlerindeki pırıltıyı görsen, toprağı ve gökyüzünü titreten seslerini duysan kim bilir ne kadar memnun olurdun.


***


Sen öleli kırk beş yıl olmuş büyük usta.

Bunca yılda ne değişti dersen; çok şey değişti ama sömürü düzeni aynı kaldı.

Ne yazık ki düşünü kurduğun ekmek, gül ve kardeşlik günleri gelemedi bu ülkeye.

Üç askeri darbeyle örselendik. Her darbe bu ülkenin en aydınlık, en yiğit, en yurtsever insanlarını hazan yaprağı gibi kırdı.

Milyonlarca insan hapse sokuldu.

Sol partiler kapatıldı, sol kadrolar sürekli olarak rendeden geçirildi.

Sonunda sol parti de kalmadı zaten.

Savaşların en zalimi olan Soğuk Savaş en çok bizim acılı ülkemizi vurdu.

Yurtseverler idam sehpasını, hapsi, sürgünü boylarken, meydan üçkâğıtçılara kaldı.

O aydınlık günler bir türlü gelmedi usta.

Bugün de senin yazmış olduğun Kuvayı Milliye Destanı’na ihanet ediliyor.

Senin sevgili ülken, mollaların, tarikatların ülkesi olmak yönünde ilerliyor hızla.

Solun bıraktığı boşluğu din doldurdu.

Ve gençliğinde seni okumuş olan birçok aydın, bunun mümkün olmadığını, sol muhalefet yerine dinin geçemeyeceğini anlamıyor.

Dinin, eninde sonunda başka bir totalitarizme kaymak zorunda olduğunu göremiyor.

Cuntaların karşısına çıkan kim olursa olsun, onunla kol kola girerim diyerek büyük hata yapıyor.


***


Sen öleli kırk beş yıl olmuş büyük usta.

Bu ülkeyi herkesten fazla seven o yurtsever yüreğin atmıyor artık.

Ve ne yazık ki memleket giderek kararıyor.

Ya dini otorite ya askeri otorite ikilemine sokulmak isteniyor.

İşte bu ortamda seni şiirlerle, şarkılarla, türkülerle anıyoruz, umutlu olmaya çalışıyoruz.

Ve bir kez daha hak veriyoruz sana.

“Umutsuz yaşanmıyor!”

Yaşanmıyor.

Zülfü Livaneli zlivaneli@gazetevatan.com 04.06.2008

Montag, 5. Mai 2008

TERZİLER GEÇER BU DÜNYADAN

fikri_sonmez

Terzilerin atasıydı, adı Hermes. Beş bin yıl önce Mısır’da yaşadı. Yıldız bilimiyle uğraştı ve göğü, atlas kumaşlar gibi yere serdi. Görmek ve bilmek ona yetmezdi, ki hangi terziye yeter, kainatı anlattı insanlara.
Koca boşluğun en altında ölümlülük yeri Dünya var, dedi, en üstünde de ölümsüzlük yeri Zühal yıldızı (Satürn). Bu yıldız, yedinci ve son kattır, evrensel aklın bütün sırları oradadır. Zühal parlak bir ışık içindedir, oradaki ruhlar koparak düşmeye başlar. Düştükçe parlaklığını yitirir ve Dünya’ya ulaştığında artık ruhun ışığı gitmiş, karanlık bir madde olmuştur. Bir sınavdır bu. Insan olmanın, erdemli ve sorumlu olmanın sınavı. Eğer ruhumuzu yüceltmek istiyorsak, karanlık maddeye boyun eğmemeliyiz. Bu hayatın hakkını vererek içimizdeki ışığı çoğaltmalı, yeniden o yıldıza kavuşmalıyız.
Kumaş tezgahının üzerine felsefeyi, yıldızları ve kainatı serer, dünyaya öyle bakardı filozof. İnsanlara biçki-dikişi de o öğretmişti, bu yüzden Terzi Hermes’di adı ve sonradan Yunanlılar ona “üç kez bilgin"" anlamında Trismegiste dedi, çünkü bütün bilginlerden daha bilgindi.
“Terziler geldiler.. kumaşları buldular, kenti doldurdular
O çelenk on bin yıllıktı, taşıyıp getirdiler
Ölülerini gömmüşlerdi, kalabalıktılar, tozlarını silkmediler.""
Kutsal kitaplar o filozof terziden söz eder. Kuran’da adı geçen İdris peygamberin o olduğu söylenir. Öyle ya, İdris terzilerin piriydi, iğne ile dikiş diken ilk insandı. Yıldız ilmini bilir ve “müselles bin ni’me"" diye anılırdı, yani “kendisine üç nimet verilen kişi."" Fen, tıp ve astroloji konusunda insanları aydınlattı, ama o da anlaşılamadı.
“Bir şey vardı ısınmaz kalın kumaşların altında, kesip biçtiler
Patron çıkardılar, karşılaştırdılar,
Katlanılmaz bir uykunun sonunu kesip biçtiler
Şarkılara başladılar ölmüş olan bir at için
Makaslarını bırakmadılar
Bekleniyorlardı.""
Ve sonra, ne filozof ne de peygamber olan terziler geldi. Bekleniyorlardı.
O sıradan insanlardan biri, Hermes’ten beş bin yıl sonra.. Sıradan bir terzi, Mısır’dan çok uzak, Fatsa’da.. 1979’da, insanlara ve birlikte yaratmaya inanan biri..
Terzi Fikri’ydi adı, emekçiydi ve Fatsa çok yoksuldu. Türkiye bir iç savaşın içinde boğulurken ve cinayetlere alışırken şehirler, o küçük Karadeniz kasabasında durdu kan.
Dur, dedi halk. Halk, bazen bir dalgadır, dipte birikir, ve bazen bir çığdır, iner ve keser yolları. Terzi Fikri o dalganın içinde bir sesti, o çığın içinde bir umut.
“Binlerce kişi..
ormanlardan ve kıyılardan ve kıraç yerlerden gelmiş
senin mutlu ovanı doldurup
haykırırlardı.
Büyük sesler içinde sen, geçerdin..""
Türkiye karanlığa sürüklenirken, Fatsa başka bir yöne gidiyordu. Halk, sadece seçimlerde hatırlanan oy ağacı değildi artık, kendi kendini yönetiyordu. Mahalle meclisleri her sorunu ele alıyor, kentin çamurlu yollarını kurutuyor, karaborsayı durduruyordu. Mümkünmüş demek, sosyalist demokrasi ve kardeşlik ormanı göveriyordu.
Bir sınavdı bu. İnsan olmanın, erdemli olmanın sınavı. Eğer ruhumuzu yüceltmek istiyorsak, karanlığa boyun eğilmemeliydi -Eğmediler. Bu hayatın hakkını vererek ışığı çoğaltmak gerekiyordu -Çoğalttılar.
Söz, yetki ve karar halkın elinde. Kan davaları bile durmuş, kimsenin burnu kanamaz olmuştu. Fakat bu, birilerinin canına dert verdi. Demirel o zaman da vardı ve “Fatsa’ya bakın!"" dedi.
Baktılar. Tankları ve binlerce askeri, çamurdan temizlenmiş sokaklara sürdüler. Halk meclisleri de neymiş, meclisleri dağıttılar, kan kusturup, karanlığı oraya da yaydılar. Ve yıldızlar çekildi kentin göğünden.
“Terziler geldiler. Ateş ve kan getirmediler.
Hüzünleri kan ve ateşti ama…
Tarafsız bir aşk çağlıyordu onların solgunluğunda.""
12 Eylül darbesi olduğunda Terzi Fikri ve binlercesi hapisteydi. Devlet, köhnemiş rejimine karşı bir demokrasi örneği olsun istemedi. Eğer bugün geldiğimiz yer, kör zihniyetlerin Türkiyesi ise, birileri bizi buna mahkum ettiği içindi.
Bu zulme, bu haksızlığa ne kadar dayanılabilirse o kadar dayandı Terzi Fikri. Kumaş kesen, iğne tutan parmakları dayandı. Ve sonunda kalbi, o zindanların birinde durduğunda aylardan Mayıs’tı ve artık göremediği gökyüzünde yıldızlar kayıyordu.
Terzi Fikri’nin yıldızı mı? Zühal değil, o başkaydı, ve her yıldızın ayrı bir hikayesi vardır.

(*) İtalikle belirtilen dizeler, Turgut Uyar’ın “Terziler Geldiler"" adlı şiirindendir.
(**) 1979 seçimlerinde bağımsız aday Fikri Sönmez’in Fatsa Belediye Başkanlığı’nı kazanması, ilçede gerçek bir demokrasi deneyiminin önünü açmış, ancak bundan rahatsız olan iktidarın da gözünü korkutmuştu. 12 Eylül’den kısa süre önce kar maskeli sivil faşistlerin katkısıyla yapılan Nokta Operasyonu, bu “korkulan örneği"" ezdi, insanlar işkenceden geçirildi. Türkiye tarihinde halkın kendi kendini yönettiği ilk demokrasi anlayışı yok edildi. Başkan Fikri Sönmez, uzun eziyetlerin sonucunda 4 Mayıs 1985 tarihinde cezaevinde öldü.

http://www.birgun.net/

***********************************************************************

1938 yılında Fatsa'nın en tutucu köylerinden olan Kabakdağ'da doğdu. İlkokulu bitirdikten sonra ailesinin geçimine katkıda bulunmak için bir terzinin yanında çıraklığa başladı. Yaşamının sonraki bölümünde geçimini terzilik yaparak sağladı.

Sosyalist dünya görüşüyle 1965 yılında tanıştı. O yıllarda Türkiye İşçi Partisi üyesi idi. Sonraki yıllarda bölgede çeşitli parti kademelerinde görev yaptı. Önce TİP Fatsa İlçe Sekreterliği, ardından İlçe Başkanlığı görevlerini yürüttü. TİP içinde MDD ayrılığı gündeme gelince, 1970'den itibaren MDD tezlerini savunan kesimle birlikte tavır aldı. 60'lı yıllar boyunca gelişen anti-emperyalist mücadeleye aktif olarak katıldı. 6. Filo'ya karşı düzenlenen protesto gösterilerinde Dev-Genç saflarındaydı. 1968'den sonra Karadeniz'de emekçilerin örgütlenmesi çalışmaları içinde yer aldı. Samsun'dan Trabzon'a kadar gerçekleştirilen çeşitli "Fındıkta Sömürüye Son" mitinglerinde örgütleyici ve konuşmacı olarak görev yaptı. 1970'de Ordu'da fındık üreticilerinin mücadelesini provoke etmek için tüccarlar tarafından düzenlenen mitinge Ertan Saruhan ve arkadaşlarıyla birlikte müdahale etti. Müdahale sonucunda mitingin havası değişti. Üreticiler Samsun - Trabzon karayolunu 12 saat boyunca trafiğe kestiler. Fikri Sönmez, bu olay nedeniyle tutuklanıp yargılandı.

1970 ortalarında sol içinde ortaya çıkan yeni saflaşmalarda Mahir Çayan'ın görüşlerine katılarak THKP-C saflarında yer aldı. 1971-72 yıllarında Mahir Çayan ve arkadaşlarının Maltepe Askeri Cezaevi'nden kaçışlarından sonra, Karadeniz'e geçmelerinde ve bu bölgedeki ilişkilerinde ve eylemlerinde yardımcı olduğu gerekçesiyle THKP-C Davasında yargılandı. Yirmi ay kadar tutuklu kaldıktan sonra tahliye edildi. 12 Mart'ın ardından gelen, sol içinde ideolojik karışıklığın yaşandığı dönemde THKP-C çizgisini ısrarla savundu. O yıllarda Karadeniz'deki devrimci mücadelede yer alan genç insanlara örnek oldu.

Fikri Sönmez, 1978-79 yıllarında Giresun ve Ordu yörelerinde yapılan "Fındıkta Sömürüye Son" mitinglerinde örgütleyici ve konuşmacıydı.

Arkadaşı Sedat Göçmen anlatıyor:
"Son derece hoşgörülü; sıcak, dost bir insandı..

12 Mart sonrası cezaevinden çıktıktan sonra Fatsa'ya dönüp terziliğe devam ediyor. Bir yandan da siyasi faaliyetlerini sürdürüyor. O günlerde arada bir deniz kenarında iki kadeh rakı içermiş, ya da kahvede arkadaşlarıyla 51 oynarmış. Birgün gençlerden biri, kahveye girip Fikri Abiyi eleştiriyor. Kağıt oynamanın devrimcilere yakışmayacağı falan gibi şeyler... Fikri Abi bu duruma epey içerlemiş ama o günden sonra da bir daha kahvede kağıt oynamamış. Rakıyı da yine arada bir evinde içerdi.

Doğrusu Doğu Karadeniz'de kitle çalışmasının nasıl yapılması gerektiğini biz, Fikri Sönmez'den öğrendik. Karadeniz'de başka bölgelere oranla kitle ilişkilerinin nispeten daha iyi olmasında en büyük pay sahiplerinden biri Başkan'dı. Çok iyi bir hatipti. Mitinglerde uyuyan insanlar o konuşmaya başladığında uyanır ve canlanırdı. Espiye'de yaptığımız mitinglerden birinde bir konuşma hazırlamıştım. Bir üretici çıktı, kürsüden okumaya başladı. Fındıkta sömürü üzerine bir konuşma, içinde yüzdeler, rakamlar falan var. Köylüleri uyku bastı. O konuşmanın ardından Fikri Abi çıkıp irticalen bir konuşma yaptı, miting alanı birden canlandı; kenarlarda duran köylüler meydanı doldurmaya başladılar..."

Fikri Sönmez, 1979'da yapılan Belediye seçimlerine Fatsa'dan bağımsız aday olarak katıldı. Fikri, Sönmez'in Başkan seçilmesinin neredeyse kesin gözükmesi üzerine bölgedeki faşistler harekete geçtiler. 15 Eylül 1979 günü kendisine düzenlenen bir suikast girişiminden bacağından yaralanarak kurtuldu. Fikri Sönmez, daha önce CHP, AP ve MSP'ye oy verenlerin önemli bir bölümünün de desteğiyle 14 Ekim 1979 Fatsa Belediye Başkanlığı seçimini, diğer tüm partilerin adaylarının aldığı oy toplamından daha fazla oy alarak kazandı.

Fatsa'da ilk iş olarak Halk Komiteleri'nin oluşturulmasına girişildi. Fatsa, sorunları, nüfusu ve toplanabilme özellikleri bakımındarı 11 birime ayrıldı.
Yapılan ilk toplantılarda halkın gizli oy, açık sayım esasına göre komite üyeleri seçildi.

Komite seçimlerine tefeciler ve faşistler dışında herkes; CHP'li, AP'li, MSP'li, demokrat, devrimci insanlar hem aday oldular, hem katıldılar. Seçilen komite üyelerinin görevleri, halkın sorunlarının takipçisi olma, Belediye çalışmalarını denetleme, Belediyece karşılanan ihtiyaç maddelerinin dağıtımı vb. işlerdi. Halkın belediye yönetimine katılımı komite üyeleriyle sınırlı kalmadı. İki ayda bir yapılan halk toplantılarıyla Fatsalıların yönetime doğrudan katılımı sağlanmaya çalışıldı. Bu toplantılarda tartışılarak son şekli verilen "Belediye Çalışma Programı" doğrultusunda yapılan işler Belediye Başkanı ve görevlilerce halka anlatıldı, yapılan eksiklikler ve yanlışlar açıkca tartışıldı; önemli hataları görülen komite üyeleri halk tarafından görevden alındı. Öte yandan bu toplantılar aynı zamanda ülke sorunlarının tartışıldığı meclisler haline getirilmeye çalışıldı. Yirmi bin nüfuslu Fatsa'da, bu toplantılara beş bin yetişkin insan katılıyordu.

Fikri Sönmez anlatıyor:
"Belediye'nin aldığı tüm kararlar halkla tartışılmıştır; halkın onayı olmayan hiçbir iş belediye tarafından yapılmamıştır. Tek cümleyle halk belediyede söz ve karar sahibi kılınmıştır. Demokrasinin gereği budur."

Fikri Sönmez'in mahkeme tutanaklarındaki savunmasından.

Fatsa'da yürütülen ilk büyük belediye çalışmasından biri "Çamura Son Kampanyası"ydı. Fatsa sokakları müteahhitlerin keyfince sürdürülmüş plansız kanalizasyon çalışmaları nedeniyle köstebek yuvasına dönmüştü. Bütün Fatsa'nın sokaklarının temizlenerek yeniden yapılması işine teknik adamların "yıllar sürer" demelerine rağmen halkın gönüllü katılımı ve çevre ilçelerin makina ve ekipman yardımıyla çamur Fatsa'dan 2-3 ay içinde sökülüp atıldı ve ilçeye 4 km.lik yeni bir cadde yapıldı.

"Çamura Son Kampanyası"nın ardından "Fatsa Halk Kültür Şenliği" düzenlendi. Şenlik boyunca her türden sanatsal ya da kültürel etkinlikte doğrudan halkın katılımı gözetildi. Büyük kentlerde yaşayan aydınların, demokratların, sosyalistlerin; sanatçıların da katıldığı şenlik, aynı zamanda bu insanların Fatsa'da olup bitenlere tanıklık etmelerine vesile oldu.

Can Yücel anlatıyor:
" Yerel yönetimler, hem birimlerinin küçük olması dolayısıyla (...) hem de devrimi bir süreç değil, bir an olarak görme yanılgısını saf dışı etme bakımından elverişli ortamlar oluşturuyor. Öte yandan sınıf çözümlemesinde, analizinde devrimsel eylemi meçhul bir ileri tarihe erteleme sonucunu doğuracak toptancılıklara sapacak yerde, yerel toplumu oluşturan halk katmanları arasında çelişkileri gözardı etmeden buluşma noktaları bulmak, ittifaklar oluşturmak mümkün oluyor. Nitekim Fatsa'da köylü, devrimci, işçi ve esnaf arasındaki birlik böylesi bir birlik. Bu birlik toplumun devrim doğrultusunda değişmesinden yararlanan ve yararlanacak olan halkın, böyle bir değişmeden zarar göreceklerin, yani sömürücülerin karşısındaki birliği. Onun içindir ki, bakkala gidip satın aldığınız cigaranın parasını vermeye davrandığınızda, bakkal "Siz Şenliğimizin konuğusunuz, sok bakalım paranı cebine!" diyor... Bu toplu kaynaşmanın bir başka sonucu da kadın-erkek, yetişkin-çocuk arasındaki çelişkilerin sağlıklı birleşimlere doğru götürülmüş oluşu. Gayrı, çocuk da, kadın da erkek karşısında erkin. Kişilik sahibi, çünki devrime sahip çıkmış. Kadın kocasının karşısında elpençe divan durmuyor, ne de çocuk babasının karşısında iki büklüm. Devrim yolunda hepsi yanyanalar çünkü. O güzelim çocuk korosunun başarısı bu yüzden. Bacıların konukları yolda çevirip, hanelerine konuk gelmişcesine dostça elimizi sıkmaları bu yüzden.

Fatsa'da yeni bir yaşama örneği oluşuyor, yeni bir üretim biçimine doğru ve buna paralel yeni bir kültür, yeni bir ekin elbet. Fatsa Kültür Şenliği'nin anlamı buydu.

Ha, onu da unutmadan söyleyim, Fatsa'da hır gür, vur-kır yok. Düzeni düzen olan yerde, dirlik-düzenlik de oluyor:."

4-5 Mayıs 1980/Demokrat
Tuğrul Eryılmaz anlatıyor:
"Fatsa'da, 'Halk kendi kendini yönetemez, ille de tepesinde güçlü bir otoriteye gereksinim vardır' diye özetlenebilecek egemen sınıf savının somut olarak iflas ettiğini gördük. Adı çevresinde ne denli spekülasyonlar yapılan halk komitelerinin ne kadar etkin ve gerçekten demokratik çalıştıklarına tanık olduk. Belediye Başkanı Sönmez'in de dediği gibi, Belediye artık kararların alındığı bir otorite olmaktan çıkmış, yerel yönetim esprisine uygun olarak, halkın aldığı kararlarrn onaylandığı bir makam konumuna girmiş. Yöre halkı Başkanlık kapısının sürekli olarak açık olduğunu özenle belirtiyorlar ki, Fatsa'da bulunduğuyııuz 3-günlük dönem içinde bunu biz de gözledik.

Fatsa'da halk komitelerinde devrimci ögelerin yanısıra CHP'li, AP'li ve MSP'li Fatsalıların da aktif görev alması, Türkiye'deki her tür demokrasi şampiyonunun ders alması gereken bir durum.

Fatsa aydınlık bir yolda ama yolculuk daha yeni bağlamış. Her türlü etkileşim tüm dinamiği ile sürüyor. Öğrenirken öğretiyor, öğretirken öğreniyorsunuz."

Mayıs 1980/Demokrat

Mahmut Tali Öngören anlatıyor:
"Fatsa'da insanı etkileyen en önemli gerçek, orada yaşayan halkın bilinç düzeyidir. Yaşlı başlı insanların sağlam inançları, kararlılıkları ve sorunlara doğru yaklaşımları ve bu gibi düşünceleri arı bir dille açıklamaları Türkiye'de yeni ve sağlam bir gerçeğin F'atsa'da oluştuğunu etkileyici bir biçimde anlatıyor insana.

Eğer gençler, yetişkinler, yaşlılar, çocuklar ve kadınlar biraraya gelip hem sorunların kökeninde yatan nedenleri görebiliyorlarsa, hem bu sorunları ortadan kaldırmak için topluca uğraş verebiliyorlarsa bu gerçekten çok kimse korkacak ve bu gerçeği çok kimse kıskanacaktır.
İçkisini, kumarını bırakıp, işine dönen erkekleri görünce, faşizmin tehlikesini anlatan yaşlı kadınları dinleyince, halkın kendi kasabasının en ağır işlerini çoluk-çocuk birlikte yaptığını öğrenince, bütün bu uğraşlara faşist olmamak koşuluyla her partiye ve her görüşe sahip kimselerin katılabileceğini anlayınca, din adamlarının Fatsa'daki çabanın yararlarını halka anlattığını duyunca, bu eylemlerden korkacakların ve kıskanacakların sayısı elbette bir hayli yüksek olur."

Mayıs 1980/Demokrat
Şükran Ketenci anlatıyor:
"Bence Fatsa'da başarılmış çok önemli birşey var. Fatsa'da devrimci bir çabanın arkasında, halk var. Başarının sırrı ise yola çıkanların masabaşı teorik ve stratejik tartışmaları bir yana bırakarak, Fatsa'da halk için önemli, somut işler yapmış olmaları."

Mayıs 1980/Demokrat

Yazgülü Aldoğan anlatıyor:
"Güncel Türkiye koşullarında karabasanlarla boğulup daralıyorsanız, biraz soluklanıp umutlanmak, yılgınlıktan biraz olsun kurtulmak için Fatsa'ya gitmelisiniz. Büyük partilerimizin karizmatik liderler önderliğinde sonuçsuz uğraşıları yanında bu küçük kasabadaki örgüt çalışması, halkın siyasal katılımının doruğa ulaştığı yerel demokrasi örneği ne kadar anlamlı."

Mayıs 1980/Demokrat

Ünsal Oskay anlatıyor:
"Fatsa'da değişik bir toplumsal yaşam gördüm. Fatsa insanın bugünkü modernleşme süreci içinde yitirilen; yitirilmekte olan ve yerine yenileri de konulamayan kişilik özelliklerine ve değerlere sahip olduğu gözlemleniyor.

Fatsa, çözülmez sanılan toplumsal sorunların insanlara kendi yaşamlarına ilişkin kararları kendilerinin almaları hakkı tanındığında çözümlenebileceğinin umudunu sergiliyor. Fatsalılara yaşadığımız çağ adına teşekkür etmek istiyorum."

Mayıs 1980/Demokrat

Fikri Sönmez'in Belediye Başkanlığı döneminde gerçekleştirilen etkinlikler Fatsa halkının kendine güvenini geliştirdi. Belediye çalışmalarınırı denetiminde de daha titiz davranmaya başladılar.

Fikri Sönmez anlatıyor:
"Eskiden halk belediyeye ödediği parayı sormazdı. Memurların para karşılığı makbuz kesmediğine bile bakmazdı. Çünkü para belediyenin eline geçse de geçmese de kendisine bir yararı olacağına inanmazdı. Benim dönemimde halk helediyeye giden parayı takip etmeye başladı. Çünkü belediyeye giden her kuruşun dönüp ertesi gün hizmet olarak önüne dikildiğini görmüştü. Artık halk helediye gelirlerinin artması için belediye yöneticilerinden daha aktif görev içine girmişti."

Fikri Sönmez'in mahkeme tutanaklarındaki savunmasından.
Fatsa'daki gelişmelerin ardından Ünye, Aybastı, Gölköy, Gürgentepe, Perşembe'de faşistlerin etkinliği kırıldı, Korgan, Kumrız, Akkuş, Mesudiye gibi yörelerde de faşistlere karşı önemli mevziler kazanıldı.

Fatsa'da içki, kumar, kadınlara dayak atılması gibi alışkanlıklara karşı mücadele edildi. Tefeci-tüccarların elinde bulunan köylülere ait borç faizi senetleri önemli ölçüde ortadan kaldırıldı. Yol, su, kanalizasyorı gibi sorunların halkın katılımı sağlanarak çözülmesi doğrultusunda adımlar atıldı. Geniş köylü kitlesinin katıldığı fındık mitingleri düzenlendi. Arazi anlaşmazlıklarından kan davalarına, köy kavgalarından aile içi sorunlara kadar her türden sorun halk tarafından devrimcilerin önüne getirilmeye başlandı ve devrimciler, bu sorunları halkla birlikte çözmeye çalıştı.

Bütün bu gelişmeler devlet yetkilileri tarafından bekleneceği üzre derin bir kaygıyla izleniyordu. Öyle ki, 50'nin üzerinde insanın öldüğü Çorum olayları sırasında dönemin Başbakanı Süleyman Demirel "Çorum'u bırakın, Fatsa'ya bakın' diyordu.

Önce MHP'li vali Reşat Akkaya'nın Ordu'ya atanması, ardından 11 Temmuz 1980'de başlatılan "Nokta Operasyonu", devletin Fatsa'da Fikri Sönmez'in Belediye Başkanlığı ile birlikte oluşturulmaya çalışılan yeni hayat biçimine doğrudan ve açık saldırısı oldu. Operasyon öncesinde Fatsa AP, CHP ve MSP İlçe Başkanlarının basına yaptıkları "Her yerde kan var, biz burada huzur içindeyiz. Fatsa'da komünist işgal yoktur. Halk vardır. Halkın yönetimi vardır. Fatsa'da ateş ile barut yok, böylesine huzurlu bir yerde olay çıkartmayı istemek niye?" şeklindeki açıklamaya aldırış edilmedi ve Fatsa halkı 11 Temmuz sabahı tank sesleriyle uyandı. İlçenin sokakları asker ve polisle dolmuş, yollar kariyerlerle kesilmişti. Denizde silahlarını Fatsa'ya çevirmiş iki hücumbot duruyordu. Askerler ve polislerin arasında maskeli faşist muhbirler vardı. Sonradan bunlardan kimisi hakkında tutuklama kararı olduğu anlaşıldı.

Fikri Sörımez 11 Temmuz günü bir basın toplantısı düzenleyerek, günlerdir bir kısım basında ve televizyonda Fatsa hakkında süren spekülasyonlara cevap vermek niyetindeydi. 10 Temmuz'u 11 Temmuz'a bağlayan gece sabaha kadar bu toplantının hazırlıklarını sürdürdü. Ancak 11 Temmuz sabahı operasyoncular tarafından gözaltına alındı. Gözaltında olduğu süre boyunca ağır işkencelere maruz kaldı. Ardından 12 Eylül koşullarında cezaevi yaşamı başladı. Fikri Sönmez yargılandığı dönemde de gerici basının boy hedefi oldu. Özellikle Tercüman gazetesinde sık sık "Terzi Fikri"li yalan-yanlış haberler yer alıyordu.

Fikri Sönmez anlatıyor:
"Anlatmak isterim ki, ben otuz yıla yakın geçimimi terzilik mesleğinden sağladım. Bana 'Terzi' olarak hitabedilmesi beni küçültmez, aksine yüceltir. Ben adı geçen gazetenin yöneticileri gibi Amerikan emperyalizminin borazanlığını yapıp da onlara kiralanmadım."

Fikri Sönmez'in mahkeme tutanaklarıdaki savunmasındanFikri Sönmez, ilerlemiş yaşına rağmen cezaevi direnişlerinin en önünde yer aldı. Amasya Cezaevi'ndeki direnişi kırmak için bir işkence merkezi olan Suluova Et Balık Kurumu'na götürülen 25 kişiden biri de Fikri Sönmez'di. Orada 3 ay boyunca işkence gördüler ama direniş kırılamadı.
İşkenceler, cezaevleri, mahkemeler zaten yıllardır önemsemediği sağlığını iyiden iyiye bozdu. Kalbi, bütün bu yükü daha fazla kaldıramadı ve 4 Mayıs 1985 günü hayata veda etti.

Bir arkadaşı anlatıyor:
"O gün mahkemeye geldiğinde yüzü çok solgundu. Israrımıza rağmen cezaevine dönmeyi de, doktora gitmeyi de kabul etmedi. 'Hiç bir şeyim yok, az sonra geçer; 'Yeni birşey değil, beni benden daha mı iyi biliyorsunuz?' gibi sözlerle ısrarlarımızı reddetti. Akşam duruşma bitip cezaevine geldiğimizde Başkan'ın durumu daha da kötüleşti.
Kelepçeler çözülür çözülmez revire götürdük. Hastaneye sevk istedikse de doktor kabul etmedi, ilaç vererek koğuşa gönderdi. İlaçlar sonuç vermedi, saatler ilerledikçe durumu ağırlaştı. 22.30'da yeniden revire götürdük.
Bu kez hastaneye sevkettiler, ayrıca sevk emrinin çıkması ve güvenlik önlemlerinin alınması için Başkan o durumda bir buçuk saat bekletildi. Hastaneye gece yarısından sonra ulaşmış ama yararı olmamış.
Ölüm haberi cezaevine sabah ulaştı.

(...)
derler ki;
kozasından çıkan bir kelebek gibi
yeni doğmuş bir bebek gibi
kendini yönetmenin tadını
usul usul
ellerine içirdi ilçeden insanlar derler ki;
yazgıları avuçlarında
ocaktaki alev
yapraktaki rüzgar gibiydi sesleri ve bağladı orkestra
yeni bir senfoninin ilk notalarını çalmaya yarını koparıp almaya
hazırlanıyordu insanlar
derler ki;
yayılırken içerde ihanet kör dehliziyle orkestranın şefini yitirdik
çatık bir kaş gibi gelen
bir kalp kriziyle
derler ki;
o bir çınardı
denizin ve dağın havzasında
yetmişte de seksende de vardı
derler ki; bir tarih göçmüştür onun göçüşüyle
(...)

Ersin Ergün Keleş'in Bir Avuç Şiir adlı kitabından

Dienstag, 22. April 2008

30 MART 1972’DE KIZILDERE

MAHİR ÇAYAN VE ARKADAŞLARI 30 MART 1972’DE KIZILDERE’DE KATLEDİLDİLER
kizildere

Yazı Dizisi: ON ’lar da olmasalar...Kızıldere’den günümüze-BirGün Gazetesi

Freitag, 11. April 2008

Enver Karagöz anısına...

EnverKaragoz

'Enver Karagöz'
Üzerine kitaplar yazılan, üniversitelerde araştırma konusu yapılan bir dönemi iki kelimeyle anlatmak zorunda kalsanız hiç şüphesiz aklınıza gelecek kelimelerden ikisi 'Enver Karagöz'dür. Ne mutlu, böyle çok sayıda arkadaşla tanıştım, ne yazık Enver'i çok çabuk kaybettik.
Oğuzhan Müftüoğlu

Devrimcilik ona yakışıyordu
Bazı insanlar yaşadığı ülkenin güzelliklerinden yararlanır. Bazı insanlar ise yaşadığı toplumu güzelleştirir. Enver de bu insanlardan biriydi. Devrimcilik ona yakışıyordu. Onunla aynı fikirleri taşıdık aynı yolda yürüdük. Devrimciliğin simgesi bir arkadaşımdı. Onu tanıdığım için gurur duyuyorum.
Sedat Göçmen

Ölüm yakışmadı ustaya
Enver Karagöz, dört çocuklu bir ailenin ilk çocuğu olarak, 2 Mayıs 1948 tarihinde Artvin- Şavşat'ta doğdu. İlkokulu doğduğu köyde bitirdi. Ortaokul ve liseyi ilçe merkezinde tamamladı. Erzurum Atatürk Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdikten sonra Şavşat Lisesi'nde Öğretmen olarak mesleğe başladı. Hem öğrenci hem de öğretmen iken, okulda ve ilçe merkezinde sol düşünceleri öğrencileriyle paylaştığı gerekçesiyle okul müdürünün ihbarıyla açığa alındı. 1975 yılında Artvin Lisesi'nde göreve başladı. Kısa zamanda öğrencilerinin çok sevdiği bir öğretmen olan Enver Karagöz, zamanla çalıştığı bölgede yediden yetmişe herkesin gönlünde taht kuran, sevilen ve saygı duyulan bir aydın oldu.

70'ler Türkiye emekçi halklarının mücadelesinde bir dönüm noktasıdır ve faşist baskı rejimine karşı başkaldırının zirveye ulaştığı yıllardır. Artvin de Türkiye'deki toplumsal mücadelenin gelişkin olduğu illerden biridir. Başka bir yaşamın filiz verdiği, birçok köylünün kolektif bir yaşam düşüncesiyle bir araya geldiği bu bölge, egemen sınıfların da dikkatini en fazla çeken yerlerden biri olmuştu. Tarihe "Şavşat katliamı" olarak geçen faşist saldırılar gibi sahneye bir dizi provakasyonlar sahneye konmaya başlamış, bölge, dönemin MC hükümetlerince adeta düşman bellenmişti.

BİR BİLGE, KOCA BİR YÜREKTİ 0 ...
Anti-faşist, anti-emperyalist mücadelenin Artvin'deki önde gelen isimlerinden olan Enver Karagöz, 1977'den itibaren egemen güçlerin kara listesine alındı. 1978'de onunla birlikte yaşamın bütün güzellikleri yanında güçlüklerini de paylaşan ve omuz omuza mücadelede birlikte olan, sevdiği kadınla, Işılay ile hayatını birleştirdi.

12 Eylül askeri darbesi Artvin'i adeta bir savaş alanına çevirdi. Uzun yıllar bölgedeki köylü çocuklarının okuyup öğretmen olarak yetiştiği Artvin Öğretmen Okulu işkence merkezine çevrildi. Onlarca insan işkencelerde ve köylerde kurşunlanarak öldürüldü. Enver Karagöz de bu dönemde gözaltına alınan binlerce insandan biriydi. Aylarca süren işkenceler sonucu çılgına dönen işkenceciler, konuşmamanın cezası olarak boğazından kaynar su boşalttılar. Tedavisi yapılmadan cezaevine gönderildi. Boğazındaki yaralar kansere dönüştü.

Türkiye'nin en büyük toplu davalarından bir olan 1700 kişilik Artvin Devrimci Yol davasının bir no'lu sanığıdır o. Hastalığına rağmen mahkemelerde kendisini, arkadaşlarını ve mücadelesini savundu. Direnişin, mücadelenin simgesi oldu. 1984'de nasıl olsa ölecek diye serbest bırakıldı. Hiç istememesine rağmen tedavisi için yurt dışına çıktı.

Bitmez tükenmez enerjisi, sarsılmaz azmi herkesi kucaklayan engin sevgisiyle bir bilge, koca bir yürekti. Sevgi dolu ağabeyimiz şimdi yok aramızda...
İbrahim Aydın

Asla hayata küsmedi
Aldırış etmedi 'tarihin sonu' nu vaaz edenlere. İnsanın insana zulmüne karşı, ezenin ezilen üzerindeki hükmüne karşı, tam kardeşçe, tam özgür, tam insanca bir hayat düşledi hep. Aman vermese de işkencelerden arta kalan yaralı vücudunun kansere dönmüş hücreleri, zaman buldu o her an, insanca bir dünya için yanımızda olmaya, kolumuza girmeye. An oldu bir bilge gibi sustu, gün oldu bir yaralı aslan gibi kükredi. Bir deniz gibi kabardı. Bir çocuğun masumiyeti ile küstü bazen bana-sana... Hayata ve bize küsemezdi ama asla. Bir çocuğun coşkusu her yeni yolculukta onunla hissedilirdi hep...
Özgürlük Dayanışma Almanya

İnatla yaşama tutunmak...
Onunla 30 yıllık yoldaşlığımız var. Çok üzgünüm. Onun en büyük özelliği, en olumsuz koşullarda bile direnmek, inatla yaşama tutunmak, olabildiğince alçak gönüllü davranmaktı. Karagöz gitti ama arkasında ümit saçan, ışıldayan bir geçmiş, yüreği gibi hiç susmayacak bir gelecek ve direncin destanını bıraktı. Bu erken gidiş, bu ölüm, yakışmadı ustaya.
Olgun Delikanlı

Öğretmenim Karagöz
Saygıdeğer öğretmenim, biliyorum konuşmazsın sen. Olsun yine de konuşacağım seninle. Borçka'da, Şavşat'ta yerel gazetelerde çala kalem yazılar yazıyordum. Şavşat'ta yerel gazetede ilçe malmüdürü ile bir röportaj yaptım. Röportajın yayınlandığı gün TÖB-DER lokaline uğradım. Pencere kenarında köşede bir masada yalnız oturuyordum Masana günaydın diyerek oturdum yanına. Elinde yerel gazete vardı. Kısa bir havadan sudan konuşmadan sonra gazetenin ilk cümlesini okudunuz. "Adınız Soyadınız" eleştirinin tarzı ve zamanı çok iyi seçilmişti. Giriş yapmadan başlamıştım röportaja. Büyük bir eksiklikti. Eleştirinin etkisiyle utangaç bir öğrenciye dönmüştüm karşında. Bunun farkına vararak kalktın ayağa oldukça sevecen bir tavırla sarıldın kucakladın beni. "Kişi noksanını bilmek kadar irfan olamaz" dedin. Teşekkür ettim. Saygıdeğer öğretmenim ilkokuldan yüksek okula değin örgün öğrenimde hiçbir öğretmenim bende olumlu bir iz bırakmadı. (...) Saygıdeğer öğretmenim, devrimci öğretmen mücadelesinde kıyıldınız, saldırılara uğradınız. Yılmadı-nız asla. Hak bildiğin yolda dimdik yürüdünüz. (...) Acı haberi duyunca ne yalan söyleyelim. Götürüp doğduğu köye türkülerle gömmek geldi içimden. Ama siz doğru olanı yaptınız. Öğretmenimin bir dünya vatandaşıydı. Bunca yıl yaşadım yeter bana diyerek ayrıldı aramızdan. Anısını yaşatmak boynumuzun borcu olsun.
Kazım Köroğlu / 03 Nisan 2007

Çözümsüzlük bilmezdi
Mahir'in bilgeliğine, Deniz'in cesaretine, İbrahim'in suskunluğuna sahipti. Boşuna değildi bunca emek, bunca çaba. Suladığın bu topraklarda daha nice çiçekler açacak...
Yücel Kaya

Artvin halkı unutmayacak
Enver abiyle Artvin sürecinin başından beri beraberim. Gerek Dev-Genç gerek Devrimci Yol sürecini bereber yaşadık. Gerçekten hem benim için hem arkadaşlarım için çok özel bir insandır Enver abi.(...) Ölüm haberi tüm arkadaşlarım gibi beni de şok etti. Toprağı bol olsun. Sevgili Enver Abi, Artvin halkı ve devrimciler seni asla unutmayacak
Sabri Çamur

Elveda bile diyemeden...
Enver Karagöz'ü tanır mıydınız? Bileniniz, göreniniz, tanıyanınız vardır elbet! Biz 12 Eylül siyasi göçmenleri onu "Enver Hoca" olarak bağrımıza basmıştık. O da dosdarını, arkadaşlarını, yol arkadaşlarını, can yoldaşlarını, insanları, hepimizi kucaklamıştı. Ansızın acı acı çaldı telefon. Gözyaşlarıyla yıkanmış haber sadece üç kelimeydi:

"Enver Hoca'yi kaybettik!" Donup kaldım! Kulaklarıma inanamadım! Vay Enver Hoca vay! Vay benim can yoldaşım, vay benim Artvinlim, Savsadım vay!

Daha iki ay önce, Hrant Dink'in kadedil-mesini protesto mitinginde, Köln'de birlikte yürümüştük. Sessiz sesiyle haykırıyordu nefes nefese: "Hepimiz Hrant'iz, hepimiz Ermeniyiz!" diye... Dom Kilisesi'nin önünde resimlerini çekmiştim. Sırtında yeşil parkası, kalbinin üstünde Hrant'ın resmi vardı. Çok resimlerini çekmiştim daha önceki yıllarda. Fotoğraf makinamda, kalbinin üstünde madalya gibi Hrant'ı taşıyan son resmi kaldı. Şimdi bu satırları yazarken bana bakıyor gülümseyerek! (...)

Türkiye, başka bir Türkiye idi o zaman. Gençler okuyor, araştırıyor, düşünüyor, yazıyor, örgüdeniyordu. Enver Karagöz de o gençlerden biriydi. Hem okuyor, hem yazıyor, hem haykırıyordu gür sesiyle! İyi bir örgütçüydü. Özü sözü bir devrimci gençti. Kendinden çok seviyordu yurdunu, toprağını, insanlarını...

Öğrencilik yıllarında olsun, öğretmenlik yıllarında olsun toplantılarda, mitinglerde, gösterilerde şiirler okurdu. En sevdiği şairlerden biri Nazım Hikmet'ti. Nazım Hikmet'in şiirlerileri sadece okumaz, yaşardı, yaşatırdı...

Enver'in sesi, dinleyenlerin damarlarına girer, akar giderdi ta akla kadar!

(...) 12 Eylül 1980 günü, tankların paletleri, silahların dipçikleriyle kesildi barışa, özgürlüğe, kardeşliğe giden yollar. Sınırsız bir kinle saldırıyorlardı devrimcilere, ilericilere, yeni bir düzen için mücadele edenlere.

12 Eylül sonrası altı yüz bin kadar insan gözaltına alındı, işkenceden geçirildi, sorgulandı, hesap soruldu... Enver Hoca da, esir alınmıştı. Ama teslim olmuyordu. Konuşmuyor, kimseyi ele vermiyordu. Ağır işkencelerle onu kana buladılar.

Enver Hoca, kana bulandı, ama alnına kara bir leke sürdürmedi. İşkenceciler onun onurlu tutumundan çılgına dönmüştü. Yapabilecekleri en büyük kötülüğü yaptılar:

Haydi bakalım bir daha oku o şiirleri! Haydi bir daha haykır bakalım o komünistin, o vatan hainin şiirlerini! diyerek bağa-zına kaynar su döktüler! Ses tellerini kaynar suyla yaktılar! Enver Hoca, boğazının yakılmasından sonra gırfiak kanseri oldu. Hapisten çıktı. Tedavi için Almanya'ya geldi. Almanya'ya iltica etti. İlticası kabul edildi. Tedavileri aralıksız devam ediyordu. Bazen bir lokma ekmek, bir damla su bile geçemedi boğazından. Ama Enver Hoca direndi. Sesi, sesini kaybetmişti. Fısıltı halinde zorlanarak konuşabiliyordu.

Gene şiirler yazdı. Gene şiirler okudu. Susmadı!

(...) Elveda! bile diyemeden ayrılmıştı kendini hem var eden, hem de kahreden topraklardan.

Uzun yıllar sürdü yurduna giden yolları açabilme uğraşı. Avukadar, dosyalar, araştırmalar, incelemeler derken yıllar geçti!

Nihayet 2004 yılında Türkiye'ye gidebilme imkânı doğdu. 18 yıl aradan sonra İstanbul Atatürk Havaalanı'nda ayaklarını kendi toprağına basmıştı. Pasaport kontrolundaki polis: "Siz biraz bizimle geliniz!" dedi. Terörle Mücadele Şubesi'ne götürdüler. Elini, gözünü bağladılar. "Açın gözünü!" dedi kirli bir ses: "Beni tanıdın mı?" dedi pis pis sırıtarak. Enver tanıdı... Erzurum'da boğazına kaynar su döken işte bu adamdı! İşkenceciler hala işbaşındaydı...

(...)Dün baş sağlığına gittim. Enver Hoca'nın evi dosdarıyla doluydu. Kemal Uzun, Hacı Mehmet, Azim Yalçın, Adnan... Enver Hoca'yı son yolculuğuna uğurlamanın hazırlığını yapıyorlardı.

(...) Ren nehri akıyordu okyanuslara doğru. Enver Hoca bir vardı, bir yok oldu! Toprağın bol olsun sevgili arkadaşım!
KEMAL YALÇIN - Bochum, 1 Nisan 2007

Devrimcilik insanlığa sahip çıkmaktır
Onunla 1981 yılında bir gece işkence sonrası Erzurum Mareşal Çakmak Askeri Has-tanesi'ne kaldırıldığımda tanıştım. Konuşa-mıyordu, kendi durumu neredeyse benden ağırdı. Aynı hücreye konduğumuzda hasretle boynuma sarıldı. Ameliyatımdan önce ve sonra kendi rahatsızlığını unutmuşcasına bana baktı. Morali her zaman yüksekti. Hastane personeliyle kurduğu iyi ilişkiler sayesinde hem dışarıdan haber almayı hem de diğer arkadaşlarla temas imkanını sağlamıştı. Söylenecek çok şey var. Tüm dostlarına sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Hamzet Irma

Can Dündar: Ses
Siz hiç sessiz kaldınız mı? Kalan birinden bahsedeceğim bugün: Enver Karagöz, Artvin'de öğretmendi. TÖB-DER'liydi. Eşiyle birlikte eğitimci olarak çalışmış, bütün ilerici eylemlerde ön safta yer almıştı. Sesi gürdü, edebiyata sevdalıydı. Mitinglerde ilk o söz alır, heyecanla şiirler okur, kitleleri dalgalandırırdı.

12 Eylül'de 650 bin kişiyle birlikte o da eşiyle birlikte gözaltına alındı. Gözetim yerine dönüştürülen Öğretmen Okulu'na götürüldü. Orada ağır işkenceden geçirildi. Kendinden geçip bayıldı. Sonra ansızın boğazında büyük bir acıyla uyandı.

İşkencecileri, kaşığın sapıyla ağzını aralamış ve boğazından aşağı kaynar su boşaltmıştı. Artık sesi yoktu.

***

Bu vahşette, bütün bir toplumun zorbalıkla suskunlaştırılmasının temsilini görüyorum ben... Karagöz'ün anılarını belgeleyen İnsan Hakları Vakfı danışmanı Ülkü Özen hatırlattı: Karagöz'ün işkencecileri ile Victor Jara'nınki-ler ne kadar da birbirine benziyor. Victor Jara Şililiydi. O da üniversitede öğretmendi. Aynı zamanda gitar çalıyordu. Ülkenin muhalif sesi olarak bilinen, bizim kuşağın efsane grubu İnti-İlimani'nin sanat danışmanıydı. Victor Jara, 1973'ün 11 Eylül sabahı üniversitede bir konsere giderken, elinde gitarıyla gözaltına alındı.

Askerler darbeyle yönetime el koymuştu. Jara da, silah zoruyla evlerinden alınıp başkent Santiago'daki stadyuma toplananların arasına kondu. Beklerken, gitarını çıkarıp "Venseremos"u ("Kazanacağız") çalmaya başladı. Şili sosyalistlerinin dillere destan marşıydı bu...

Az sonra sesler çoğaldı ve marş, stadyuma doldurulan 5 bin kişilik tutuklular korosu tarafından haykırarak söylenmeye başlandı. Askerler "kışkırtıcı"yı bulmakta gecikmedi. Jara götürülüp dövüldü. Özellikle gitar çalan ellerini dipçikliyorlardı. Yetmeyince parmaklarını kırdılar. Buna rağmen ıslıkla marşı söylemeye devam eden Jara, ancak dili ve bilekleri kesilerek susturulabildi.

Ardından da kurşuna dizildi. Geride kalan "sessizlik"te, Şili'de 35 bin muhalif öldürülecekti.

***

Gelelim bugüne:

Jara'nın grubu İnti-İlimani, müzikle muhalefetine sürgünde devam etti. Jara'nın anısını yaşatmayı sürdürdüler. Ve önceki yıl 11 Eylül'de, Şili darbesinin 30. yıldönümünde, Victor Jara'nın öldürüldüğü stadyuma onun adı verildi.

Şili halkı orada hâlâ "Kazanacağız" marşını söylüyor.

Enver Karagöz mü?

Gırtlak kanseri oldu.

Yıllarca siyasi mülteci olarak yurtdışında yaşadı. Şimdi Almanya'da...

Zor konuşuyor, ama yazılarıyla "ses vermeye" devam ediyor. 12 Eylül darbesinin 30. yıldönümünde Artvin Öğretmen Okulu "Enver Karagöz" adını alacak mı?

Bilmiyorum.

Neden mi?

25 yıl önce bizim stadyumun çevresindeki alkış sesi, "Kazanacağız" marşını ve sesi kesilenlerin haykırışını bastırdığındandır belki... O zamandan beri şiirsiz ve sessiziz.

Can Dündar (Bu yazı 13 Eylül 2005 tarihinde Milliyet Gazetesi'nde yayınlandı)

Montag, 24. März 2008

O Hep Aklımda

257458_k_4199pamuk

Orada yaşarken ölen dostları, arkadaşları öldürülmüşken yaşayanları, iyileri, kötüleri hep aklımda tutacağım. Kendi kendimden uzaklaştığımı hissettiğim anda 'aklımda' diyeceğim. (Pamuk Yıldız)

"Geldiğimizde otlar yemyeşildi
Ve kuzeydeydi güneş
Kömür deposu boşaldı işte
Mamak'a sonbahar geldi..." (Mamak Türküsü)

Kitapla ilgili Yazarla yapilan söylesi

http://www.birgun.net/bolum-72-haber-61313.html#haber_basi

Montag, 17. März 2008

“Başka hayatlar gerek bize… sensiz bir hayat…...sessiz bir hayat…

...ve en az kaç kez çoğalacağımıza, kendi romantik eylemlerimizle karar verebileceğimiz bir hayat… mümkünse şayet!…”


Başka hayatlar gerek bize... başka çocuklar... yazılacak onca sevda mektubu, toplanacak onca bahar yağmuru, saklanıp çoğaltılacak onca nergis demeti varken dertsiz ovaların sakin yankılarında; biriktirilecek onca yeni dost, demlenecek onca anı, atılacak onca ilmek, keşfedilecek onca koy varken yaban mersinlerinin uzanıp uykulara daldığı; tenimizi acıtıyor ille de her defasında bitkin doğan ihtiyar güneş... sesim başucumda bekliyor her sabah benden önce uyanıp... “nasılsın bugün...” demek gerek her defasında, unutursam şayet biliyorum neyle karşılaşacağımı... sesim bana küsüyor ve ne zaman yaşasam bu talihsiz unutkanlığı, adsız şehirlerde “sessiz” sürgünlere terk ediliyorum... işte o an en zoru başlıyor kimsesiz seyyahlığımın... “nasılsın bugün” yanıtını bana savuruyor kısılan sesim... mecburum... en kötüsü kendine sessiz kalması kişinin, bilirim... “mutsuzum...” diyorum... “buralara ait olmaktan vazgeçemiyorum, ağrılı bir yüreği böldük ortadan ve yarısı bende kaldı, yarısı onda... her şey yarım... ağaçlar, rüzgarın sesi, verilen sözler, sobada yanan ateş, palamutlardan çaldığım ıslık, kapı komşumun gölgesi, okuduğum ve dahi okunmayı bekleyen kitaplar, günlük gazetem, uykulara daldığım koltuğum, eve dönüş hallerim, otobüs durakları, yürüyüşe çıkan anneler ve ellerinden sımsıkı tuttukları çocukları ve kimi yorgun babalar, okullar, ders kitapları, kuşlar, söz verip aramayı unutturan yarısı kayıp nedenlerim, binalar, caddeler, ve tüm kedileri bu coğrafyanın... “mutsuzum” diyorum... “ağrılı bir yüreği böldük ortadan ve yarısı bende kaldı, yarısı onda... her şey yarım... ülkem beni sevmiyor... güneş yarım doğuyor...”

Son Cuma hariç... nasıl bir sevinç bu yaşadığım, kesilmiş olmasa da çektiğimiz acıların ve yattığımız korku dolu uykuların faturası henüz... komşu köşkün sakinleri ilk kez uykusuz kaldı... yeni ayetler gerek... beş vakit yürek sıkıntısına nöbet tutmak üzere kiralandı gemiler... ve belki bu “son” sefer... karanlık kendini kılıyor bildiği duaları sayıklayarak ve aydınlıktan köşe bucak kaçarak... yağmur yarım yağmadı bu sabah... rüzgar tersten esmiyor... binalar biraz olsun sağlam duruyor yerlerinde... caddeler bu kez temiz... kediler dört ayaklı, ağaçlarımın kökleri ilk kez tokalaşıyor onca zaman sonrasında... sobadaki ateş harını aldı hepten... komşu “günaydın” diyerek koşarcasına iniyor merdivenlerden ve ilk kez unutmuyor gölgesi adımlarını sahiplenmekten... sessizce ödünç verdiğim soluğum buluyor yerini bu sabah ve ilk kez ıslık tutuyor palamutlarım fazla zahmet çekmeden... “Cuma”ya gidenler, gerçekte her Cuma gününün zaten kendiliğinden geldiğini hep nasıl da inkar ettiler... geldi işte... Cuma bu kez hepten şiddetle geldi... rivayet odur ki, “en çok satan kitaplar” listesinde başı çeken kutsal kitap, bir kızılağacın gölgesinde dualarını biraz olsun serinletebilmek ve ilk kez bir türkü tutturup bir cigara tellendirerek atmak istermiş yorgunluğunu şimdilerde... ayetler yorgun düşmüş... elçiye zeval olur mu ki...

Elhamdülillah şeriatçıyız... (21.11.1994)
Yılbaşına karşıyım... (19.12.1994)
Ben tekkeye değil dergaha gittim... (22.01.1997)
Ata’ya saygı duruşunda sap gibi ayakta durmaya gerek yok... (12.05.1994)
10 Kasım’da yaygara kopartıldı... (14.11.1994)
İçki yasaklansın... (1.05.1996)
Sadece imamlar resmi nikah kıysın...
İstanbul’u Medine yapacağız....
Bütün okullar İmam Hatip yapılacak... (17.09.1994)
Ben İstanbul’un imamıyım... (8.01.1995)
Yeşil (kaldırım rengi) medeniyettir... (25.06.1994)
Mayo reklamı şehvet sömürüsüdür.. (6.03.1996)
Milli Piyango zulümdür... (29.09.1994)
Taksim’deki caminin temelini inşallah atacağız... (01.07.1994)
Cumhurbaşkanının imam hatipli olacağı günler yakındır... (05.02.1996)
Sarık operasyonu çok komik... (15.05.1995)
Ben Meclis’in dua ile açılmasından yanayım... (8.01.1996)
İmamlar da nikah kıysın... (9.05.1995)
Askerlik yan gelip yatma yeri değildir... (2006)
Ananı da al git ulan... (2006)
Biz referansı İslam olan bir düşünceyi temsil ediyoruz... %99_u müslüman olan Türkiye’de başka bir şey olur mu?...
”Kahrolsun şeriat...” diyenler kendi kendilerine kahrolmaktadırlar... (1990)
Tevhid-i Tedrisat Kanunu nerlerin önünü tıkamak, nelerin önünü açmak içindir....
Harf İnkılabı vasıtasıyla bir ülkenin tamamının bir anda sıfır okur yazar seviyesine indirgenmesi kimlere yaramıştır... (1993)
Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor!... Yani bu millet istedikten sonra, tabii elden gidecek yahu!... Sen bunun önüne geçemezsin ki!... Millete rağmen bu yürümez zaten.... Millet isterse tabii ki gidecek be!… Sonra nedir bu laiklik Allah aşkına?.. Bir tarif edin diyorsun, tarif edemiyor… Bu nemenem şey yahu!.. (1995)
1,5 milyarlık İslam alemi, müslüman Türk Milleti’nin ayağa kalkmasını bekliyor… Kalkacağız… Işıkları göründü… Allah’ın izniyle kıyam başlayacak… (Ümraniye - 1995)
Türkiye Cumhuriyeti’nin 70 yıllık tarihine baktığımızda, rejimin yüz akı ile çıktığını söyleyemeyiz... (2. Cumhuriyet Tartışmaları - 1993)

Bize göre demokrasi amaç değil ancak bir araçtır… Hangi sisteme girmek istiyorsanız, bu düzenin seçiminde bir araçtır...
Türkiye Cumhuriyeti katı bir üniter anlayışa sahip olmuştur...
Hatta Türkiye din konusunda da aynı şeyi seçmiş, kendisine din olarak Kemalizm’i (Atatürkçülük, Laiklik, Devrimler…) almış, başka hiçbir dine (müslümanlık dahil!) hayat hakkı tanımayarak kitlelere zorla dikte ettirmiştir...
Türkiye Cumhuriyeti, 1923_ten bu yana sürekli gerileyiş içindedir... Türkiye’nin 70 yıllık tarihi boşa harcanmış bir zamandır...
Türkiye’yi İslam’ın devlet planı içinde düşünüyorum... Türkiye’nin yarınında artık Kemalizm’e ve Kemalizm benzeri rejimlere, sistemlere yer yoktur...
Bizim için en üst belirleyici, İslam’ın ilkeleridir... Her şey ona göre belirlenir…

Ben Muhammed Müslüman ümmetindenim… Türkiye dinsiz, laik bir memleket haline gelmiştir… Hayatımı Mustafa Kemal dinsizliği ile savaşa adayacağıma, Türkiye’yi bir din ve şeriat devleti haline getirmek için mücadele edeceğime, Kemal Paşa zamanında çıkarılan dinsiz kanunların tatbikini önleyeceğime, kısa zamanda ümmet esasına dayanan şeriat devletinin kurulması için çalışacağıma, dinim, Allahım ve bütün mukaddesatım üzerine yemin ve kasem ederim… (1980)
Ben değişmedim, dün neysem, bugün de oyum... (2006)

Sen istesen de değişemezsin, Bay Başkan… Taş yerinde ağırdır… dalgalar denizine, ağaçlar ormanlara, imamlar camilere, ağıtlar ölümlere, emekler işçilere, balyozlar özgürlüğe, ustalar çıraklara, kelamın geldiğin yere ve bu memleket inadına ve ille de hep bizlere aitken gerçekte, bizler “sensiz kalabilme” düşlerine teslim ediyoruz uykularımızı her gece… başka hayatlar gerek bize… sensiz bir hayat… sessiz bir hayat… ve en az kaç kez çoğalacağımıza, kendi romantik eylemlerimizle karar verebileceğimiz bir hayat… mümkünse şayet!…

Deniz Aslı 15/03/08

denizasli@gmail.com

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren