Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu
SS Süleyman Soylu

Dinlediklerim

Sabahat Akkiraz | Bergüzar
Bergüzar

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Montag, 28. Januar 2008

Kenofobi

Hayır efendim... Ergenekon çetesini yazmayacağım. Yayın yasağı var. Başıma gelen şunca işten sonra, samimi ikrarda bulunuyorum, resmen maçam sıkmıyor, tırsıyorum... Bana ne! Bu mevzuda gölgeler konuşsun... Türban tartışmasına da girmeyeceğim. Türban? Masum bir talep olarak kalsaydı, kafasına türban takanları elbette hiç kafaya takmazdım. Kamusal alanda hizmet verenler değil de hizmet alanlar istediği gibi giyinsin, kuşansın, taksın, takıştırsın, bana ne, derdim... Kendi payıma bu konu kapanırdı. Ama diyorlar ki, yani mesela AKP'li ve Konyalı bir milletvekili, hem de TBMM Anayasa Komisyonu üyesi bir milletvekili diyor ki, "İnşallah hedefimiz kamu hizmetlerinde de, yani kamu hizmeti veren personellerde de böyle bir yasağın olmamasıdır." Yani? Siz bize özgürlük tanıyın, sonra biz de bu özgürlüğümüzü sizi köleleştirmek için kullanalım! Yok yaaa! Ya da üç köfte beş kuruş, ya da "özgürlük mücadelesine" destek... Alın size destek, MHP'den... Ya da işte: AKP-MHP; buyurun size "neo" bir Türk-İslam Sentezi! Hattı zatında, son çözümlemede, "Türban-Ergenekon" da bir nevi Türk-İslam sentezi değil mi? Her ne kadar birbirine diş biliyor gözükse de... Bana ne!

Amenna: Kadınların örtünmesi farzmış! Ama erkeklerin sarık takması ve sakal bırakması da kimisine göre farz, kimisine göre sünnet. Eşleri farz olanı yapan başbakan ve cumhurbaşkanı da hiç olmazsa sünneti yerine getirsin, sarık taksın, sakal bıraksın. Hadisleri dahi vardır: "Sarık şüphesiz iman ile küfrü birbirinden ayırır." "Kendinizi müşriklerden ayırın, sakal bırakın ve bıyığınızı düzeltin." Yalan mı? Ve üstelik "türban", inanmazsanız sözlüklere bakın, hem "başörtüsü" hem "sarık" demektir; yalan mı? Ama türban filan da yetmez. Kara çarşaf da her yerde serbest olsun. Memleket kara, kapkara olsun. Pür nur o mevki, yani ampul yansın yeter. Her yer kapkara gölgelerle dolsun.

Bilinir ki gölgeyi gölge kılan, cisme vuran ışıktır. Işık alan her cismin gölgesi vardır ve gölgeler dünyası bir bakıma ışığın karanlıkla dansıdır. Belki de bu coğrafyada olup bitenler ışık ile karanlık arasındaki bir gölgeler dansıdır. Işık bir imkândır, hakikatleri bulma, yalanları görebilme imkânı... Karanlık bir imkânsızlık... Körlük... Böyle bir toplum olduk yani. Bir o yana bir bu yana salınıp duruyor gölgeler. Sadece birer gölge olarak var olabilenler. Işık! Gökten nur olarak inmiyor. Titrek bir ampul yetiyor. Kim ki bir ampul yakıyor, "ışık" saçmış sayılıyor; umut vaat ediyor, başa geçiriliyor ve hemen onun dibinde kararıp gölgesi oluyor çoğunluk. Belki de "fotofo-bi" sahibi, yani ışıktan korkan, ışıksızlık özlemi çeken gölgeler diyarındayız... İşte bu duygu, gölge olmak istemeyenlerin de içini karartıyor, gölgelerin gölgesinde kalıyorlar, kalıyoruz. Gölge edenlerin ve dahası "gölgelerin gölgesinde" kopkoyu bir azınlıktayız. Ve "Onlar", yani gölge edenler, elbette gölgelerinin kendilerine ait ve kendileri sayesinde olduğunu sanıyorlar. Oysa bu coğrafyada gölge edebilmenin kuralları da bir tuhaftır: Gölgeler kendilerini gölge edenleri ve kendilerine gölge edenleri bizzat seçiyorlar, gölge edilmekten başka ihsan istemiyorlar.

Mesela "bu memleket benden sorulur" diyenlere, yani türbancı ya da türbana karşı muktedirlere kızıyoruz ya... Oysa bunlar bizim hakikatimiz... Gölgeler yarattı onları... Yalandan hayalleriyle yarattı. Yalan ki doğruluğun dürüstlüğün zıddıdır; hakikat de hayallerin zıddı... Bu memlekette yalan da bir hakikat, çünkü çoğunluk yalana ortak. Tin tin dolanıp duruyor gölgeler, kendilerini peşlerinden sürükleyen, bu katı ve bu cismani hakikatlerin peşinde... Karanlık adamların peşinden koyu bir karanlığa giden, götürülen, sürüklenen silik gölgeler olduklarını pekâlâ bilerek ve kendi hayallerini iptal ederek, hayallerinin yerine kâbusları tercih ederek... Koyu bir karanlığa koşuyor kurbanlık gölgeler. Gölge olmak istemeyenleri de çekiştirerek, ezerek...

Aslında karanlıkta, koyu karanlıkta gölgeler de artık görünmez! Karanlıkta hiç kimse göremez ve görünemez. Demek ki bu gidişle bizi çekiştiren çoğunluktaki gölgelerin gölgesi olarak bile kalmayacak kıymetimiz... Ve sürüklendiğimiz karanlıktaki gölgeler, gölge kalmak isteyenler, istemeyenler, hepsi birden simsiyah kesilecek. Kâbus gerçekleşecek! Korkarım, azınlık olmaktan bile çıkıp tümüyle simsiyah kesileceğiz, silikleşecek ve silineceğiz.

Korku iyi bir şey değil... Ama bizim şimdi hakikaten bir korkuya, bir fobiye acilen ihtiyacımız var... Tam da fobi sahibi olmakla suçlandığımız bir konuda ve bunun gereğini yerine getirmek için! Karanlık karşısında cesareti hatırlamak için önce korkmayı da hatırlamaya... "Kenofobi" denilen karanlık korkusundan mustarip olmak tek çare gibi duruyor.

Yani... Işık... Birazcık ışık!


Melih Pekdemir

Freitag, 25. Januar 2008

Cakallar vadisi !!

buyuk

Sonntag, 6. Januar 2008

YAZAR ONAT KUTLAR, 11 OCAK 1995'DE YAŞAMINI YİTİRDİ

"Ne kadar çok öldük yaşamak için!""

Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin
unutmamak için çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz
ölü balıklar geçiyor karışık bir deniz sofrasından
ve ellerinde fenerlerle benim arkadaşlarım
durmadan düşünüyorum ne kadar çok öldük yaşamak için
Onat Kutlar, Turgut'a, "Unutulmuş Kent", 1986.

Devami icin : http://www.birgun.net/bolum-95-haber-56530.html#haber_basi

Dienstag, 1. Januar 2008

İyi Düşünün

Bu yılınızı iyi geçirdiniz mi?
Sağlıklı olduğunuz için hiç sevindiniz mi?
Bu yıl hiç gün ışığı ile uyandınız mı?
Kaç kez güneşin doğuşunu izlediniz?
Bir neden yokken kaç kişiye hediye aldınız?
Kaç sabah yolda bir kediyi okşadınız?
Bu yıl yeni doğmuş bir bebek parmağınızı sıkıca tuttu mu hiç?
Ve siz onu hiç kokladınız mı?
Yaz gecelerinde ne çok yıldız olduğuna hiç şaşırdınız mı?
Kendinize bu yıl kaç oyuncak aldınız?
Kaç kez gözlerinizden yaş gelinceye kadar güldünüz?
Yaşlı bir ağaca sarıldınız mı bu yıl?
Çimlere uzandığınız oldu mu?
Çocukluğunuzdan kalan bir şarkıyı söylediniz mi hiç?
Hiç suda taş kaydırdınız mı bu yıl?
Kaç kez kuşlara yem attınız?
Bir çiçeği dalındayken kokladınız mı?
Bu yıl kaç kez gökkuşağı gördünüz?
Ya da hediye alan bir çocuğun gözlerindeki ışığı?
Kaç kez mektup aldınız bu yıl?
Eski bir dostunuzu aradınız mı hiç?
Kimseyle barıştınız mı bu yıl?
Aslında mutlu olduğunuzu kaç kez farkettiniz bu yıl?
İyi bir yılın, bunlar gibi birçok "küçük şeye"e
bağlı olduğunu hiç düşündünüz mü bu yıl?
Yayılın çimenlerin üzerine..... Acele edin....
Er veya geç... Çimenler yayılacak üzerinize...

CAN DÜNDAR

Montag, 17. Dezember 2007

Başka dünyanın çocukları

bulent_forta

17/12/07
Geçenlerde katıldığım bir toplantıda bir konuşmacı "kuşak" farklılığını teknolojinin yarattığı yeni koşullar içinde tanımlarken "doğuştan sayısallarla" "doğuştan analoglar" şeklinde bir ayrım üzerinde durdu. Doğuştan sayısallar yani dijital dünyanın getirdiği iletişim, eğlence, bilgi paylaşımı gibi olanaklardan faydalanmasını bilen; müziği plaklardan ya da CD'lerden değil bilgisayarlardan ya da Ipod gibi araçlardan dinleyen, gazeteleri internetten okuyan, kitabı bir web sayfası olarak gören kısacası bütün bilincini sanal ortamdan edinen, sosyalleşmesini facebook gibi "arkadaşlık sitelerinde" yaşayan bir kuşak.

Doğuştan analoglar ise hala bir kitaba dokunmaktan, onun kokusunu duymaktan haz alan, CD ya da plak biriktirmekten mutlu, her sabah bir tomar gazeteyi koltuğunun altında taşımaya devam eden, şimdilik sadece posta-haneden mektup yollama yerine e-mail atmayı becerebilmiş giderek yaşlanan insanlardan oluşuyor. Sosyalleşme biçimleri ise akşamları arkadaş toplantıları, yüzyüze konuşmalar, iş yemekleri ve toplantı üzerine toplantı şeklinde devam ediyor.

Birincisi mi daha "iyi" ve "insana özgü" yoksa ikincisi mi ? bunu tartışmak anlamsız. İyiliğin ya da insancıl olmanın ötesinde çıplak bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Bilgisayarlar, internet, iletişimin hızlanması hayatımıza bir dolu yeni kavramı taşıyor. Google, facebook, myspace, youtube, amazon, e-bay, napster vb., isimler gündelik hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline geliyorlar.

Bu giderek çoğullaşan, tek tek "sanal" bireylere dönüşen, herkesin herşey hakkında "bilgi" sahibi olduğu, "fikir" ifade edebildiği ve bu bilginin ya da fikirlerin "doğru"luğu konusunda kendisinden başka hiçbir doğruluk ölçütünü kabul etmeyen tuhaf bir durum yüzyüze olduğumuz.

"Tüketici içeriği" dediğimiz herkesin kendi müziğini yapabildiği, kendi filmini çekebildiği ya da kendi radyosunu ve TV'sini oluşturabil-diği teknolojik kolaylık bir "özgürleşme olanağı" olarak görülebilirse de, sonuçta bu platformlar için kendini var etme sayısına bağlı olarak bir "borsa değeri" oluşabiliyor. Hemen hergün gazetelerde bilmem kaç milyon insanın üye olduğu bir "site"nin bilmem kaç milyon dolara satın alındığına dair haberler yer alıyor. Özgürlükler arka planda işleyen tarihsel bir sistematik içinde kapitalizmin oyun alanı içine hapsediliyor.

Kapitalizmin insanlık için yarattığı yıkımın ayrımında olanlar ise bu konular üzerinde henüz düşünmüyorlar bile. Bu fikir ve bilgi kakofonisi içindeki "youtube" çocukları yeniden nasıl toplumsal bir mücadelenin "öznesi" olabilirler; dayanışmacı bir sol hareketin ideolojik argümanları her gün daha fazla "ultra bireyci" hale gelen bir yaşamla nasıl temas edebilir?

Bu durumun sadece tuzu kuru "orta sınıf" ya da zengin çocukları için geçerli olduğunu düşünmek son derece yanıltıcı. Büyük şehirlerin varoşlarında ya da taşra kentlerinde pıtrak gibi çoğalan internet kafelerde işçi çocukları "sanal dünyanın" kapılarını aralıyorlar. Face-book'ta sayfa açıyor, iddia oynuyor, e-mu-le'dan şarkı paylaşıyor, taraftar sitelerinde karşı takımın taraftarlarına laf yetiştiriyor. Onlar da giderek sanal dünyanın "bireyci" rüzgârının etkisinde kalıyorlar.

Sol örgütler ya da partiler ise ayda bir yayınlanan "teorik dergilerle", bitmek bilmeyen parti toplantıları, ya da yüz kez söyleneni bir kez daha söylemek için binbir zahmetle yapılan "panellerle" falan bu "bilinç" ele geçirme kavgasına dâhil olmaya çalışıyorlar. Bu müthiş değişimin içinde "doğuştan sayısalların" hesaba katılmadığı bir gelecek olmadığı solun mutlaka görmesi ve kavraması gereken bir durum.
Bülent Forta

bulentforta@birgun.net

Sonntag, 16. Dezember 2007

CUMOK Cumhuriyet Okurları

Resme tiklayin.
logoa

Zeynep Oral web sayfasi

Resme tiklayin.

esintiler

Montag, 10. Dezember 2007

Oguzhan Muftuoglu diger yazilari (Birgün)

Resme tiklayin

oguzhan_muftuoglu

Melih Pekdemir diger yazilari (Birgün)

Resme tiklayin
melihpekdemir

Mittwoch, 5. Dezember 2007

Yolcuların düşü...

212545_k_6856

http://eren.com.tr/goster/kitap/kitap.asp?kitap=212545&SID=125222589949

Yolcuların düşü... Özgürlük, kardeşlik ve eşitlikti...

Yolcuların düşü,

baskı ve ayrımcılığın olmadığı,

sömürüsüz, sınırsız, bir yaşamdı...

Ne yollar tüketir, ne yolcular, ne de yolcuların düşleri...

Düşler,

Yolcular

ve mücadelemiz

yaşam varoldukça

her koşulda

yenilenerek

devam edecek...

Ta ki

düşlerimiz gerçek oluncaya dek...

Montag, 26. November 2007

Zülfü Livaneli

Resme tiklayin


Oguz Aral -Arsivi

Resme tiklayin


Montag, 19. November 2007

Ne yapmalı?

Tuhaf şeyler oluyor. "Ummadıkları acılar yaşatacağız" diyen Genelkurmay Başkanları; "ölmediklerine sevinemedim" diyen Adalet Bakanları, "Türk Cehennemi yaşatırız" diyen Başyazarlar; asker selamı veren futbolcular, askere gitmek isteyen magazin şarkıcıları, futbol yıldızları... Konuşurlarsa ordu evlerine alınmayacakları söylenen emekli generaller, PKK sığınakları yerle bir diye atılan gazete manşetleri, bunu nereden çıkartıyorsunuz diyen Kuvvet Komutanları... Liste uzayıp gidiyor.

Tuhaf şeyler oluyor. Hemen hemen herkes "kapatılmaları hata olur" derken DTP'ye kapatma davası açılıyor. Bir dönemin sorumluları "Kürt dilinin yasaklanması hataydı" derken, "tek dil" diye askeri tören kıtaları yürütülüyor. Başbakan siyaset yolları tıkanırsa dağa çıkarlar diye demeçler verirken siyasal alan bir "linç alanına" dönüşüyor.

Tuhaf şeyler oluyor. Sınır ötesi harekât konusunda "şahinler" kanadında yer alan Bay-kal bir anda çark ediyor ve "sorumlu devlet adamı" rolüne soyunuyor. Demokratik bir açılımın hemen hemen tek zemini olarak görülen DTP ise kendi "ılımlılarını" etkisiz hale getirip "şahin"lerini devreye sokuyor.

Belki de yüzyıldır varlığını sürdüren, neredeyse son çeyrek asırdır Türkiye'nin en önemli sorunu haline gelen Kürt sorunu çözümsüzlük sürmeye devam ettikçe uluslararası arenaya taşınıyor. Bir dünya sorunu haline geldikçe de giderek karmaşıklaşıyor ve "çözüm aktörleri" çoğullaşmaya başlıyor. Bush ve ABD, AB, İran, Irak, İsrail diye uzayıp giden bir listenin ilgi odağına PKK oturuyor.

Oysa bütün bu büyük sahnenin arkasında tam bir insani trajedi var. Anadolu'nun çeşitli kentlerinden kopup gelen gencecik insanlar bir bir, onlarla yüzlerle acımasız bir savaşta ölüyorlar. Her ölüm bu topraklarda yıllarca beraber yaşamış insanlar arasında düşmanlık tohumlarının atılması demek. Aslında yüzlerce kez yazıldı artık "sözün bittiği yerdeyiz" denildi. O nedenle fazla söze gerek yok. Karar vermeliyiz; yüzyıl daha "savaş"mı yoksa "barış" mı?

Kuraldır; siyaset bir güç oyunudur. Ne denli aklıselim olursanız olun sonuçta "güç" olmadıkça kazanmanız olanaksızdır. Kürt sorununun bugün varmış olduğu boyut için de bu kural geçerlidir. Solun sosyal demokrasiden sosyalistlere uzanan varlığı son derece güçsüz olduğu için Kürt sorununda bulunan tek çözüm "savaş" politikalarıdır. Toplumun bütününün "milliyetçi hezeyanların" etkisinde kaldığı koşullarda başka bir yol mümkün değildir.

Bir arada yaşama iradesini güçlendirecek, sorunun barışçıl çözümünü sağlayacak olan solun siyaset arenasında bir güç olarak ortaya çıkmasıdır. Bölgedeki tüm aktörleri kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye çalışan ABD'nin politikalarına karşı çıkmanın tek yolu da budur.

PKK'nın bugünün Türkiye'sinde hiçbir olumlu sonuç yaratma imkânı bulunmayan "silahlı mücadeleden" vazgeçmesi, DTP üzerindeki baskıların ortadan kaldırılmasına bağlı olarak "sivil ve siyasal çözümün" yolunun açılması Kürt Sorunun barışçıl ve demokratik çözümü için ivedi adımların atılması solun üstlenmesi gereken önemli bir misyondur.

Türkiye 1960-80 arasında toplumsal bir güç olarak siyaset sahnesinde yer alan solun acımasız bir "özel harp" yoluyla, askeri darbelerle ezilmesinin sonuçlarını şimdi önüne çıkan her sorunda katmerli bir biçimde yaşıyor. Laiklik, Kürt sorunu, Küreselleşme vb sadece egemenler arasında bir iktidar kavgası olarak yaşandıkça da bu böyle sürüp gidecek. Şimdi bir dönem toplumun kaderinde egemen olan sol oturup düşünmek zorunda yeniden etkin bir güç olmak için ne yapmalı?

Bülent Forta
19/11/07
bulentforta@birgun.net

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren