NİHAT BEHRAM: BİZİM KÖKÜMÜZ KARACAOĞLAN’DIR, TÜRBAN DEĞİL
Nihat Behram 40. şiir yılı vesilesiyle 40 yıla ayna tutan şiirlerini ‘Tanımlar’ adlı şiir kitabında topladı. O 40 yılı 40 şiirle anlatıyor. Yaşadığı zorlu hayatın özeti gibi. Yurtdışında yaşayan Nihat Behram ‘Tanımlar’ şiir kitabı için İstanbul’daydı. Kırgın ve buruktu ülkesine. 68 kuşağının ayakta duran tek ismiydi. Bu ismin hiç anılmaması Behram’da kırgınlık yaratmış ama yine de umutlu yarınlar için.
Önce sitemle başlıyor sohbete, “Denizlerin son sözünü ceza alacağımı bile bile yazdım.(Darağacında Üç Fidan) Çektim de cezasını ama şimdi yasaklanıyor.” Böyle diyor Hatırla Sevgili dizisinde Deniz Gezmiş’in sansürlenen son sözleri için. Çünkü yasak olmamasına rağmen yasaklanıyordu. Haklıydı da, bundan tam 32 yıl önce sayfalarca yazmıştı Nihat Behram. Tüm yazdıkları için yargılandı, vatandaşlıktan çıkartıldı. Ülkesine uzun yıllar dönemedi. Bir türlü affedemiyordu yapılanları, onca yıl ağır bedeller ödeyip, bedel ödeyemeyenlerin yaptığını...
Tanımlar kitabı vesilesiyle bir araya geldik Nihat Behram’la... 68’in kırkıncı yılında Türkiye’yi konuştuk, kendi serüvenini de katarak...
»68’den 2008’e 40 yıl geçti. Sizin şiirinizin de 40. yılı. ‘Tanımlar’ adlı şiir kitabınız bir anlamıyla 40 yıla ayna tutmak mıydı?
Evet. 1968’in 40. yılı olmasının yanında, bir de benim şiire başlama yılımın 40. yılı. İkisinin denk düşmesiyle hazırlamış olduğumuz bir kitap. 40.yılda 40 yıldan 40 şiir olarak belirledik.
»Tabii 40 yılda çok şey değişti. Bu değişime tanıklık ederken Türkiye’den uzaktaydınız... Sizin gözünüzde nasıl bir tabloydu 40 yıl?
Tabii bu 40 yıl içinde hayatım ülkeye gelme yasağı ve baskılarla geçti. 1980 darbesinden 1996 yılına kadar ülkeden uzakta yaşadım. 1980 darbesi öncesinde 74 affına kadar 12 Mart darbe dönemini cezaevinde geçirdim.
»12 Mart dönemi de bir hayli hareketli süreçlerdi...
Kızıldere süreci vardı tabii. 68’in hemen arkasından bütün dünyada demokratik talepler isteminin ayaklanmaya döndüğü bir dönemdi. Sadece üniversitelerle sınırlı kalmadı, Denizlerin hareketleri, İbrahim’lerin ve Mahirlerin hareketleriyle, sosyalist bir arzuyla antiemperyalist düşüncelerle işçi ve köylünün sesi olma isteğiye, devrimci hareketlere doğru gelişme gösterdi. Bu hareketlerin önderleri 12 Mart’la gelen darbeyle katledildiler.
»Siz bu yoğun süreci cezaevinde geçirdiniz değil mi?
Maltepe Askeri Cezaevi’nde kaldım. Mahirler, Cihan Alptekinler oradaydı. Ve Denizlere idam kararı verilmişti. Mahirlerde Denizleri kurtarmak için tünel kazma çalışmasına girdiler. İşte tam da o günlerde “Yalnız Değiller” ve “Biz Varız” şiirlerini yazmıştım.
»Denizlere yazdığınız “3 Dağa Ağıt” şiirinizle de bir yargılanma süreci yaşadınız sanırım...
Evet. O şiir için Selimiye Cezaevi’nde yargılanmaya başladım. Sonrasında da Davutpaşa Askeri Cezaevi’nde kaldım. Aylarca sürdü. Başka davalar eklendi bunlara...
»Türkiye’den ayrılma süreciniz hangi döneme denk düşüyordu?
1974 affıyla çıktıktan sonra gazetecilik yaptım. “Darağacında Üç Fidan” ve “Ser Verip Sır Vermeyen Bir Yiğit”kitaplarım o dönemin ürünleridir. 77’de çalıştığım gazeteden çıkartıldım. Sonrasında Yılmaz Güney’le birlikteliğim oldu. 1980 darbesinden sonra Türkiye’den ayrıldım. Bütün davalar yeniden görülecekti çünkü. Politik sürgünlük yaşadım. Benim açımdan böyle geçti 40 yıl.
»Peki Türkiye’nin 40 yılı sizde nasıl bir tabloydu?
Ülkemin açısından baktığım zaman ilk gençlik yıllarımız, 1968 yıllarında benim kendi adıma, kendi kuşağımın yakınlık duyduğu TİP vardı. Herkes tarafından yakınlık duyulurdu. Biz herhangi birine gittiğimiz zaman mutlaka Ruhi Su’yu A. Kadir gibi bir çok isim görürdük.
Bunların yanında ülkeye bağlılık, ülkemizi sevmek, emperyalizme nefret gibi durumları 18’li yaşlarımızda öğrendik. Ama birden bire 68 kuşağı dediğimiz kuşağın üzerine 12 Mart gibi zalim bir darbe indi. Birçok kişinin, göz nuruyla yetiştirdikleri evlatları Nurhak dağlarında katledildi. Cemil abinin yetiştirdiği Deniz Gezmiş darağacında idam edildi. Ulaş Ortaköyde, Mahir Kızıldere’de katledildi. O kuşağın en civan, en delikanlı insanları bu darbenin ilk yılında katledildiler.
»Aslında Türkiye’nin geçmişinden bugüne doğru geldiğimizde de sancılı süreçler devam etmiş...
Çok fazla değil kısa süre sonra sıkı yönetim yeniden geldi. 80 darbesi de bizim kuşağın üzerine indi baskı olarak. 80 sonrası Türkiye’de şu ya da bu şekilde anayasayla uğraşırken, Türkiye’de ki emperyalizm başka bir şeyi getirdi.
Türkiye’de şu an darbe gibi görünmeyen, ama bana göre darbe tabii ki, CIA’nın koridorlarında düzenlenmiş bir sivil darbe var. Ben 62 yaşındayım, Türkiye’nin yakından tanığı oldum, halkın en çok ezildiği bir dönem yaşanıyor ve çok sıkıntılı bir süreç, bunun karşısında sol bir alternatif zaten yok.
»Bu sancılı süreçlere yenildi mi Türkiye? Karşısında duracak güç yaratılamadı mı? Kaldı ki Türkiye türban gibi bir sorunu tartışıyor...
Uzun dönem hazırlanmış sendikal örgütlenmelerin içlerini boşaltarak işlevsiz bırakmaya çalıştılar.
Şimdi gelinen süreçte Türkiye’nin elinde sınıf mücadelesine dayalı, sınıf mücadelesinin ortadan kaldırılması için laiklik tartışması gündeme getirildi.
Laiklik sınıf mücadelesi vermenin güvencesi gibi bir şey. Fabrika patronu tarikat Şeyhi ise fabrika çalışanı mürit ise o işçiye, “patron seni sömürüyor” dedirtemezsiniz.
Bugün baktığımızda ülkenin ana sorununu din sorunuymuş gibi bir meseleye indirmeye çalıştılar. Bütün sorunların üzerine türban adı altın bir örtü örtüp, o örtünün altından ülkeyi parça parça pazarlamaya başladılar. Bu da Türkiye’de ki genel kültür erozyonun parçaları olarak ortaya çıktı.
»Türkiye’de asıl sorun türban meselesi değilken, aylarca tartışma devam etti ve hala anayasa süreci tartışılıyor. Hangi süreçler bu noktaya getirdi peki?
Türban meselesinde; “Türkiye’nin geleneği budur, kökü budur” deniliyor yalan tabii ki.
Konu saçın bir insanı tahrik etme olayıysa, Anadolu 550 yıl evvelinden Karacaoğlan’ı yetiştirmiş; sevgilisinin saçlarını bu kadar güzel anlatan bir ozanı yetiştirmiş. Bizim kökümüz Karacaoğlan’dır türban değildir.
Bizim kökümüz, Yunus Emre’dir, sevda da Kürt ozanı Ahmed ê Xani’nin Mem u Zin’idir, Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun’udur. Nazım Hikmet’tir, halk ozanından Dadaloğlu’dur, Köroğludur, Pir Sultan’dır. Kökümüz buralardandır. Böyle bir erozyon dayatıldı, bunların altında da yatan emperyalizmin bizim coğrafyamızı yeme yutma taktiğidir.
»Türkiye’de bireysellik ön planda, iş sadece Türkiye’de değil Zira. Bu değişen dünya konjöktürüyle de ilgili. Ayrıca türban dediğimiz şeyde sadece din mevzusu değil...
Genel kültür erozyonu dediğimde bu bir bakıma. Sadece toplumun bir kesimi değil, düşüncelerimiz, değerlerimiz, denizlerimiz, göllerimiz, suyumuz gibi insanların değerleri de kirletilmeye başlandı. Bölüşme duygusu, toplumun acısını seslendirme duygusu, yaşadığı toplumun parçası olma duygusu, şefkat, merhamet, sevgi yardımlaşma duygusu, bütün bunlar insanı insan yapan değerlerdir. Sevda sözgelimi çok yüce bir değerdir.
Bireyselleştirdiğin zaman, toplumdan bağlantılarını kopardığın zaman hayattan da koparsın. Öyle bir hale geldi ki, insanın yaşadığı coğrafya, yaşadığı yer suçmuş gibi... Giderek insanlara başka değerler pompalandı.
»Yaşanılan her şeyi içselleştirdiğimiz için mi peki? Bir süre sonra duyarsız kalmamız buna mı bağlı?
Emperyalizm giderek her şeye alıştırıyor. Ben bir şair olarak Ama tüm bunlara teslim olmuyor, beni yok etmek parçalamak isteyen anlayışa karşı teslim olmuyorum. Tıpkı sırtlana teslim olmayan yaralı tavşan gibi. Toplumunda teslim olmaması gerekiyor. Kendi varlık sebeplerini koruması, köklerini araması çağrısında olması gerekiyor...
»Şiirlerinizin üzerinden 40 yıl geçti, 68’den bu güne de 40 yıl... Bu uzun zaman dilimi ve hayat yormadı mı?
Çok sorguluyorum kendimi. Ama yorgunluk asla. Bir şiirim vardır; “Ömrüm Senden Özür Diliyorum” diye biter. Baktım ki bıraktığım her şey daha fazla yaralı, buna rağmen her şeye sıfırdan başlamak gerek belki.
Bugüne kadar attığınız her adım sanki yok olmuş, sanki ona ihanet edilmiş duygusuna kapılıyorsunuz. Bugünü düşünüyorum; siz bu alanlarda binlerle yürürken, bugün 1 Mayıs’taki vahşeti görüyorsunuz, bu vahşete karşı neden ayaklanma yok diye üzüntüye kapılıyorsunuz ama yorulmuyorsunuz, daha çok sarılıyorsunuz. Son “Tanımlar” şiirlerimi de bunun için yazdım. Daha fazla kırbaçlıyor tüm bunlar beni.
Dostoyevski’nin bir sözü vardır, “dünyanın neresinde bir acı varsa o acıyı kendi acım bilirim” diye. Toplumumun acısı elbette ki benim acım. Yaşadığım toplumun acısı benim için daha kutsaldır.
»Eski ruh kalmadı ama... O heyecan, umut vs...
Örneğin burada hassa bir nokta var. Sanat ve kültürün ölümsüzlük ruhu vardır. Deniz Gezmiş’le ilgili bir film yapılmıştı; “Hoşça Kal Yarın” diye, şimdi unutuldu gitti. Çünkü ruhu yoktu.
»Belki çabuk unuttuğumuzdandır? Ama şimdilerde popüler kültür içinde var olan geçmişin halk kahramanlarını görüyoruz, bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Küba’da halk kahramanları için bir yasa vardır. Belli de sınırları vardır. Onlar magazinleşmez, magazinleştirmek onları ucuzlatmak olur. Bize bakalım; ‘Hatırla Sevgili’ adlı dizi... Deniz’in son sözlerini sansürlediler. Ben o sözler için 22 yıl mücadele ettim oysa. Suç olduğunu bile bile yazdım ve 7,5 yıl hapis yattım. Şimdi suç değil ama yayımlanmıyor...Hangi hakla! Tabii daha kötüsü var: Televizyonun altında reklam geçiyor: “Tıkla Deniz’in mektubu cebine gelsin” diye...Bu ne ucuzluk!
Deniz Gezmiş rolünde oynayan çocuk, tanımıyorum ama iyi çocuk, efendi, iyi de rol yapmış... Ama sen kalkıp o çocuğu siyasi toplantılara çağırırsan hiç hoş olmaz. Yarın o kişi işi gereği Abdullah Çatlı rolünde oynarsa çok kötü durumda kalırlar.
»Tüm bunların yakın tanığısınız, dizi için herhangi bir teklif gelmedi size?
Düşünün İbrahim Kaypakkaya’yı ilk yazan bendim. Deniz Gezmiş hakkında da yazan bendim...Dizinin senaristlerinden biri de arkadaşım. Benim kitaplarımdan bilgileri topladılar ama beni bir kez arayıp da sormadılar. Çünkü karşı çıkacağımı biliyorlardı.
Ayrıca Deniz Gezmiş’i bunlar keşfetmedi, Deniz zaten toplumun bir değeri. Ama popüler kültürdür ve gelir geçer. Bize asıl değerlerimizi unutturamaz.
***
Kırık dişimin oyuğunda kalem ucunu sakladım
»Yarına baktığınızda umudunuzu diri tutabiliyor musunuz?
Umutsuz bakmamak lazım. Bakın krallıkların olduğu bir yerde bir köleydi Spartaküs, tek başınaydı. Ama tarihe kölelerin kurtuluş simgesi olarak yazıldı. Hep böyledir. Anti-faşist direnişçiler hep azınlıktı. Lenin’de azınlıktı. Castro’nun bir lafı vardır “En yalnız olduğum zaman dünyanın tüm güçleri göğsümde toplanır”der. Önemli olan halkınıza ve halkınızın sağduyusuna inanmaktır. Bütün kurtuluş savaşlarında böyledir. Vietnam bir avuç insandı. Ama Ho Şi Min şahsında bir halk hareketine dönüştü. Tarih böyledir siz bulunduğunuz noktada, doğru bildiğiniz şeyi söyleyeceksiniz.
»40 yılı geride bıraktınız, 20 cilt kitabınız var... Hâlâ söyleyecek sözüm var diyorsunuz, yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen...
Yazdığım kitaplardan dolayı 900 seneye varan mahkumiyet altında kaldım. Gazetemden atıldım, aç kaldım. Bu benim teslim olmamı gerektirmez. 62 yaşındayım, ömrüm “bunlara teslim olmayacağım” demekle geçti. Şimdi yirmi cilt kitabım var. En ünlü kitabımda 20 yıl yasaktan sonra serbest kaldı. Bir milyonlara ulaştı. O zamanlar “aman kimse bana sahip çıkmadı” deyip paniğe kapılsaydım bu eserlerin hiçbiri olmayacaktı. Harbiye’de hücrede kaldım, hücremde benim kalemimi kağıdımı, gözlüğümü her şeyimi aldılar. Kırık dişimin oyuğunda kalemin ucunu saklayarak girdim. Aldırdığım meyvelerin kese kağıdına not tutarak hücre güncemi, şiirlerimi yazdım. Her şartta bir şey bulacaksınız.
***
68’in kırkıncı yılı anılıyor adım geçmiyor
»Peki 68 kuşağı diye söz edilir hep... O ruh bugün nerede?
68 kuşağının kültürel ürünü olarak ‘Darağacında Üç Fidan’ kitabından başka “Ser Verip Sır Vermeyen Yiğit”i yazmıştım. Şimdi Cumhuriyet Gazetesi dahil bütün yayın organları, 68’in kültüre yansıması diye özel sayılar yaptılar. Bir tanesinde bile Nihat Behram adı geçmedi. Bunu nasıl açıklıyorlar merak ediyorum. Ben bu yaşındayım, ömrüm boyunca devrimci mücadelede yer tutmuş biriyim. Yazdığım kitaplar yüz binlerce insana gitmiş, şiirlerimi kitlelere taşımışım. Hayatım boyunca o şiirler hep yasak altında kaldı. 68’in kırkıncı yılı diye haberler çıkarken adım bile geçmedi... “Türkiye’de Toros Dağları” yoktur demek gibi bir şey bu.
Bunu devrimcilik adına 68’i anarken diyorsunuz. Ne kadar Devrimci ruhu gitmiş, kendini karşı tarafa teslim etmiş insan varsa televizyonların hepsi 68 kuşağı diye onları çıkarıp konuşturuyor. İşte sorun bu.
GÜLŞEN İŞERİ
BirGün gazetesinden alinmistir
Önce sitemle başlıyor sohbete, “Denizlerin son sözünü ceza alacağımı bile bile yazdım.(Darağacında Üç Fidan) Çektim de cezasını ama şimdi yasaklanıyor.” Böyle diyor Hatırla Sevgili dizisinde Deniz Gezmiş’in sansürlenen son sözleri için. Çünkü yasak olmamasına rağmen yasaklanıyordu. Haklıydı da, bundan tam 32 yıl önce sayfalarca yazmıştı Nihat Behram. Tüm yazdıkları için yargılandı, vatandaşlıktan çıkartıldı. Ülkesine uzun yıllar dönemedi. Bir türlü affedemiyordu yapılanları, onca yıl ağır bedeller ödeyip, bedel ödeyemeyenlerin yaptığını...
Tanımlar kitabı vesilesiyle bir araya geldik Nihat Behram’la... 68’in kırkıncı yılında Türkiye’yi konuştuk, kendi serüvenini de katarak...
»68’den 2008’e 40 yıl geçti. Sizin şiirinizin de 40. yılı. ‘Tanımlar’ adlı şiir kitabınız bir anlamıyla 40 yıla ayna tutmak mıydı?
Evet. 1968’in 40. yılı olmasının yanında, bir de benim şiire başlama yılımın 40. yılı. İkisinin denk düşmesiyle hazırlamış olduğumuz bir kitap. 40.yılda 40 yıldan 40 şiir olarak belirledik.
»Tabii 40 yılda çok şey değişti. Bu değişime tanıklık ederken Türkiye’den uzaktaydınız... Sizin gözünüzde nasıl bir tabloydu 40 yıl?
Tabii bu 40 yıl içinde hayatım ülkeye gelme yasağı ve baskılarla geçti. 1980 darbesinden 1996 yılına kadar ülkeden uzakta yaşadım. 1980 darbesi öncesinde 74 affına kadar 12 Mart darbe dönemini cezaevinde geçirdim.
»12 Mart dönemi de bir hayli hareketli süreçlerdi...
Kızıldere süreci vardı tabii. 68’in hemen arkasından bütün dünyada demokratik talepler isteminin ayaklanmaya döndüğü bir dönemdi. Sadece üniversitelerle sınırlı kalmadı, Denizlerin hareketleri, İbrahim’lerin ve Mahirlerin hareketleriyle, sosyalist bir arzuyla antiemperyalist düşüncelerle işçi ve köylünün sesi olma isteğiye, devrimci hareketlere doğru gelişme gösterdi. Bu hareketlerin önderleri 12 Mart’la gelen darbeyle katledildiler.
»Siz bu yoğun süreci cezaevinde geçirdiniz değil mi?
Maltepe Askeri Cezaevi’nde kaldım. Mahirler, Cihan Alptekinler oradaydı. Ve Denizlere idam kararı verilmişti. Mahirlerde Denizleri kurtarmak için tünel kazma çalışmasına girdiler. İşte tam da o günlerde “Yalnız Değiller” ve “Biz Varız” şiirlerini yazmıştım.
»Denizlere yazdığınız “3 Dağa Ağıt” şiirinizle de bir yargılanma süreci yaşadınız sanırım...
Evet. O şiir için Selimiye Cezaevi’nde yargılanmaya başladım. Sonrasında da Davutpaşa Askeri Cezaevi’nde kaldım. Aylarca sürdü. Başka davalar eklendi bunlara...
»Türkiye’den ayrılma süreciniz hangi döneme denk düşüyordu?
1974 affıyla çıktıktan sonra gazetecilik yaptım. “Darağacında Üç Fidan” ve “Ser Verip Sır Vermeyen Bir Yiğit”kitaplarım o dönemin ürünleridir. 77’de çalıştığım gazeteden çıkartıldım. Sonrasında Yılmaz Güney’le birlikteliğim oldu. 1980 darbesinden sonra Türkiye’den ayrıldım. Bütün davalar yeniden görülecekti çünkü. Politik sürgünlük yaşadım. Benim açımdan böyle geçti 40 yıl.
»Peki Türkiye’nin 40 yılı sizde nasıl bir tabloydu?
Ülkemin açısından baktığım zaman ilk gençlik yıllarımız, 1968 yıllarında benim kendi adıma, kendi kuşağımın yakınlık duyduğu TİP vardı. Herkes tarafından yakınlık duyulurdu. Biz herhangi birine gittiğimiz zaman mutlaka Ruhi Su’yu A. Kadir gibi bir çok isim görürdük.
Bunların yanında ülkeye bağlılık, ülkemizi sevmek, emperyalizme nefret gibi durumları 18’li yaşlarımızda öğrendik. Ama birden bire 68 kuşağı dediğimiz kuşağın üzerine 12 Mart gibi zalim bir darbe indi. Birçok kişinin, göz nuruyla yetiştirdikleri evlatları Nurhak dağlarında katledildi. Cemil abinin yetiştirdiği Deniz Gezmiş darağacında idam edildi. Ulaş Ortaköyde, Mahir Kızıldere’de katledildi. O kuşağın en civan, en delikanlı insanları bu darbenin ilk yılında katledildiler.
»Aslında Türkiye’nin geçmişinden bugüne doğru geldiğimizde de sancılı süreçler devam etmiş...
Çok fazla değil kısa süre sonra sıkı yönetim yeniden geldi. 80 darbesi de bizim kuşağın üzerine indi baskı olarak. 80 sonrası Türkiye’de şu ya da bu şekilde anayasayla uğraşırken, Türkiye’de ki emperyalizm başka bir şeyi getirdi.
Türkiye’de şu an darbe gibi görünmeyen, ama bana göre darbe tabii ki, CIA’nın koridorlarında düzenlenmiş bir sivil darbe var. Ben 62 yaşındayım, Türkiye’nin yakından tanığı oldum, halkın en çok ezildiği bir dönem yaşanıyor ve çok sıkıntılı bir süreç, bunun karşısında sol bir alternatif zaten yok.
»Bu sancılı süreçlere yenildi mi Türkiye? Karşısında duracak güç yaratılamadı mı? Kaldı ki Türkiye türban gibi bir sorunu tartışıyor...
Uzun dönem hazırlanmış sendikal örgütlenmelerin içlerini boşaltarak işlevsiz bırakmaya çalıştılar.
Şimdi gelinen süreçte Türkiye’nin elinde sınıf mücadelesine dayalı, sınıf mücadelesinin ortadan kaldırılması için laiklik tartışması gündeme getirildi.
Laiklik sınıf mücadelesi vermenin güvencesi gibi bir şey. Fabrika patronu tarikat Şeyhi ise fabrika çalışanı mürit ise o işçiye, “patron seni sömürüyor” dedirtemezsiniz.
Bugün baktığımızda ülkenin ana sorununu din sorunuymuş gibi bir meseleye indirmeye çalıştılar. Bütün sorunların üzerine türban adı altın bir örtü örtüp, o örtünün altından ülkeyi parça parça pazarlamaya başladılar. Bu da Türkiye’de ki genel kültür erozyonun parçaları olarak ortaya çıktı.
»Türkiye’de asıl sorun türban meselesi değilken, aylarca tartışma devam etti ve hala anayasa süreci tartışılıyor. Hangi süreçler bu noktaya getirdi peki?
Türban meselesinde; “Türkiye’nin geleneği budur, kökü budur” deniliyor yalan tabii ki.
Konu saçın bir insanı tahrik etme olayıysa, Anadolu 550 yıl evvelinden Karacaoğlan’ı yetiştirmiş; sevgilisinin saçlarını bu kadar güzel anlatan bir ozanı yetiştirmiş. Bizim kökümüz Karacaoğlan’dır türban değildir.
Bizim kökümüz, Yunus Emre’dir, sevda da Kürt ozanı Ahmed ê Xani’nin Mem u Zin’idir, Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun’udur. Nazım Hikmet’tir, halk ozanından Dadaloğlu’dur, Köroğludur, Pir Sultan’dır. Kökümüz buralardandır. Böyle bir erozyon dayatıldı, bunların altında da yatan emperyalizmin bizim coğrafyamızı yeme yutma taktiğidir.
»Türkiye’de bireysellik ön planda, iş sadece Türkiye’de değil Zira. Bu değişen dünya konjöktürüyle de ilgili. Ayrıca türban dediğimiz şeyde sadece din mevzusu değil...
Genel kültür erozyonu dediğimde bu bir bakıma. Sadece toplumun bir kesimi değil, düşüncelerimiz, değerlerimiz, denizlerimiz, göllerimiz, suyumuz gibi insanların değerleri de kirletilmeye başlandı. Bölüşme duygusu, toplumun acısını seslendirme duygusu, yaşadığı toplumun parçası olma duygusu, şefkat, merhamet, sevgi yardımlaşma duygusu, bütün bunlar insanı insan yapan değerlerdir. Sevda sözgelimi çok yüce bir değerdir.
Bireyselleştirdiğin zaman, toplumdan bağlantılarını kopardığın zaman hayattan da koparsın. Öyle bir hale geldi ki, insanın yaşadığı coğrafya, yaşadığı yer suçmuş gibi... Giderek insanlara başka değerler pompalandı.
»Yaşanılan her şeyi içselleştirdiğimiz için mi peki? Bir süre sonra duyarsız kalmamız buna mı bağlı?
Emperyalizm giderek her şeye alıştırıyor. Ben bir şair olarak Ama tüm bunlara teslim olmuyor, beni yok etmek parçalamak isteyen anlayışa karşı teslim olmuyorum. Tıpkı sırtlana teslim olmayan yaralı tavşan gibi. Toplumunda teslim olmaması gerekiyor. Kendi varlık sebeplerini koruması, köklerini araması çağrısında olması gerekiyor...
»Şiirlerinizin üzerinden 40 yıl geçti, 68’den bu güne de 40 yıl... Bu uzun zaman dilimi ve hayat yormadı mı?
Çok sorguluyorum kendimi. Ama yorgunluk asla. Bir şiirim vardır; “Ömrüm Senden Özür Diliyorum” diye biter. Baktım ki bıraktığım her şey daha fazla yaralı, buna rağmen her şeye sıfırdan başlamak gerek belki.
Bugüne kadar attığınız her adım sanki yok olmuş, sanki ona ihanet edilmiş duygusuna kapılıyorsunuz. Bugünü düşünüyorum; siz bu alanlarda binlerle yürürken, bugün 1 Mayıs’taki vahşeti görüyorsunuz, bu vahşete karşı neden ayaklanma yok diye üzüntüye kapılıyorsunuz ama yorulmuyorsunuz, daha çok sarılıyorsunuz. Son “Tanımlar” şiirlerimi de bunun için yazdım. Daha fazla kırbaçlıyor tüm bunlar beni.
Dostoyevski’nin bir sözü vardır, “dünyanın neresinde bir acı varsa o acıyı kendi acım bilirim” diye. Toplumumun acısı elbette ki benim acım. Yaşadığım toplumun acısı benim için daha kutsaldır.
»Eski ruh kalmadı ama... O heyecan, umut vs...
Örneğin burada hassa bir nokta var. Sanat ve kültürün ölümsüzlük ruhu vardır. Deniz Gezmiş’le ilgili bir film yapılmıştı; “Hoşça Kal Yarın” diye, şimdi unutuldu gitti. Çünkü ruhu yoktu.
»Belki çabuk unuttuğumuzdandır? Ama şimdilerde popüler kültür içinde var olan geçmişin halk kahramanlarını görüyoruz, bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Küba’da halk kahramanları için bir yasa vardır. Belli de sınırları vardır. Onlar magazinleşmez, magazinleştirmek onları ucuzlatmak olur. Bize bakalım; ‘Hatırla Sevgili’ adlı dizi... Deniz’in son sözlerini sansürlediler. Ben o sözler için 22 yıl mücadele ettim oysa. Suç olduğunu bile bile yazdım ve 7,5 yıl hapis yattım. Şimdi suç değil ama yayımlanmıyor...Hangi hakla! Tabii daha kötüsü var: Televizyonun altında reklam geçiyor: “Tıkla Deniz’in mektubu cebine gelsin” diye...Bu ne ucuzluk!
Deniz Gezmiş rolünde oynayan çocuk, tanımıyorum ama iyi çocuk, efendi, iyi de rol yapmış... Ama sen kalkıp o çocuğu siyasi toplantılara çağırırsan hiç hoş olmaz. Yarın o kişi işi gereği Abdullah Çatlı rolünde oynarsa çok kötü durumda kalırlar.
»Tüm bunların yakın tanığısınız, dizi için herhangi bir teklif gelmedi size?
Düşünün İbrahim Kaypakkaya’yı ilk yazan bendim. Deniz Gezmiş hakkında da yazan bendim...Dizinin senaristlerinden biri de arkadaşım. Benim kitaplarımdan bilgileri topladılar ama beni bir kez arayıp da sormadılar. Çünkü karşı çıkacağımı biliyorlardı.
Ayrıca Deniz Gezmiş’i bunlar keşfetmedi, Deniz zaten toplumun bir değeri. Ama popüler kültürdür ve gelir geçer. Bize asıl değerlerimizi unutturamaz.
***
Kırık dişimin oyuğunda kalem ucunu sakladım
»Yarına baktığınızda umudunuzu diri tutabiliyor musunuz?
Umutsuz bakmamak lazım. Bakın krallıkların olduğu bir yerde bir köleydi Spartaküs, tek başınaydı. Ama tarihe kölelerin kurtuluş simgesi olarak yazıldı. Hep böyledir. Anti-faşist direnişçiler hep azınlıktı. Lenin’de azınlıktı. Castro’nun bir lafı vardır “En yalnız olduğum zaman dünyanın tüm güçleri göğsümde toplanır”der. Önemli olan halkınıza ve halkınızın sağduyusuna inanmaktır. Bütün kurtuluş savaşlarında böyledir. Vietnam bir avuç insandı. Ama Ho Şi Min şahsında bir halk hareketine dönüştü. Tarih böyledir siz bulunduğunuz noktada, doğru bildiğiniz şeyi söyleyeceksiniz.
»40 yılı geride bıraktınız, 20 cilt kitabınız var... Hâlâ söyleyecek sözüm var diyorsunuz, yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen...
Yazdığım kitaplardan dolayı 900 seneye varan mahkumiyet altında kaldım. Gazetemden atıldım, aç kaldım. Bu benim teslim olmamı gerektirmez. 62 yaşındayım, ömrüm “bunlara teslim olmayacağım” demekle geçti. Şimdi yirmi cilt kitabım var. En ünlü kitabımda 20 yıl yasaktan sonra serbest kaldı. Bir milyonlara ulaştı. O zamanlar “aman kimse bana sahip çıkmadı” deyip paniğe kapılsaydım bu eserlerin hiçbiri olmayacaktı. Harbiye’de hücrede kaldım, hücremde benim kalemimi kağıdımı, gözlüğümü her şeyimi aldılar. Kırık dişimin oyuğunda kalemin ucunu saklayarak girdim. Aldırdığım meyvelerin kese kağıdına not tutarak hücre güncemi, şiirlerimi yazdım. Her şartta bir şey bulacaksınız.
***
68’in kırkıncı yılı anılıyor adım geçmiyor
»Peki 68 kuşağı diye söz edilir hep... O ruh bugün nerede?
68 kuşağının kültürel ürünü olarak ‘Darağacında Üç Fidan’ kitabından başka “Ser Verip Sır Vermeyen Yiğit”i yazmıştım. Şimdi Cumhuriyet Gazetesi dahil bütün yayın organları, 68’in kültüre yansıması diye özel sayılar yaptılar. Bir tanesinde bile Nihat Behram adı geçmedi. Bunu nasıl açıklıyorlar merak ediyorum. Ben bu yaşındayım, ömrüm boyunca devrimci mücadelede yer tutmuş biriyim. Yazdığım kitaplar yüz binlerce insana gitmiş, şiirlerimi kitlelere taşımışım. Hayatım boyunca o şiirler hep yasak altında kaldı. 68’in kırkıncı yılı diye haberler çıkarken adım bile geçmedi... “Türkiye’de Toros Dağları” yoktur demek gibi bir şey bu.
Bunu devrimcilik adına 68’i anarken diyorsunuz. Ne kadar Devrimci ruhu gitmiş, kendini karşı tarafa teslim etmiş insan varsa televizyonların hepsi 68 kuşağı diye onları çıkarıp konuşturuyor. İşte sorun bu.
GÜLŞEN İŞERİ
BirGün gazetesinden alinmistir
arasorbul - 16. Jun, 10:27
Trackback URL:
https://akpinar.twoday.net/stories/4996221/modTrackback