politika
Bugün gökdelen desenli ‘dünya kenti’ kıyafeti giydirilmeye çalışılan kentlerimizde belediye başkan adayları hâlâ ‘çamur siyaset’i yaparken, yıllarca çekilen çamur eziyetini dört günde sonlandıran çalışma, Fatsa Belediyesi denilince belki de en çok akla gelen örneklerden biridir...
HADE TÜRKMEN (*)
Yerel yönetimler ve belediyecilik deyince birçoğumuzun aklına hâlâ sadece dokuz ay sürmesine müsamaha gösterilen Fatsa Belediyesi deneyimi geliyor. Hatta bazılarımız bu çağrışımdan sıkılıp “Yine mi Fatsa?” serzenişlerinde bulunabiliyor. Ancak bugün yaşadıklarımızın karanlığı içinde kaybolmamak ve “TINA (There Is No Alternative-Alternatif Yok) Sendromu”na kapılmamak için, elden geleni ardına koymayan “totaliter demokrat” rejimlerin söylemleri karşısında Fatsa bir fenerdir. Dolayısıyla “Yine mi Fatsa?” benzeri sorulara “Daha çok Fatsa” cevabını sunma hakkımız var.
Bu yazı 1979-80 yıllarında Fatsa’da yaşananları aktarmaktan ziyade bugün vatandaşı müşteri olarak gören, piyasanın içinde kamusunu kaybetmiş, ‘katılımcılık’, ‘demokrasi’ gibi kavramları dekor olarak kullanıp projelerini dayatan, yaşam alanlarını üretmek yerine yok eden anlayışa taban tabana zıt bir anlayışın ütopik değil gerçekleşebilir olduğunu göstermeye çalışmak üzerine kurgulandı.
YAPAR MIYIZ?.. YAPARIZ
1979 senesinin Ekim ayında, belediye başkanının vefat etmesiyle boşalan koltuğun doldurulması amacıyla Fatsa’da ara seçim yapılır ve bu seçimi gerek aday olma sürecinde, gerekse seçim öncesi dönemde çetin zorluklarla karşılaşan bağımsız aday Fikri Sönmez (nam-ı diğer Terzi Fikri) kazanır. Bu sonuç Fatsalılar için sürpriz değildir ama tüm ülkede gözlerin Fatsa’ya çevrilmesini sağlar. Fatsa, Türkiye siyasi tarihinde bir yerel yönetim deneyimi olarak yer alma arifesindedir.
Halkın söz, yetki ve karar sahibi olması için çalışılan Fatsa’da Terzi Fikri’nin belediye başkanı seçilmesi elbette bir seçim tesadüfünün sonucu değil, uzun bir mücadele sürecinin ürünüdür. 1960’lardan itibaren bu Karadeniz ilçesinde sol hareketler taban bulmuş, farklı konular etrafında bir araya gelinmiş ve doğal olarak en önemli mücadeleler, sınıf çatışmasının yaşandığı fındık üretimi alanında verilmiştir. 1970’lerin sonunda fabrikalarda işçiler grevdeyken, fındık çiftçileri ve işçileri de tüccar sömürüsüne karşı meydanlardadır. Mitingleri örgütleyen ve meydanlarda üreticilere ve işçilere seslenenlerden biri de Fikri Sönmez’dir.
Devrimci hareket bir yandan fındık alanında mücadeleye devam ederken, bir yandan da belediye başkanının rahatsızlığından dolayı belediye yönetiminin atıl kalmasıyla türlü sıkıntıların ve yolsuzlukların kol gezdiği Fatsa’nın gündelik hayatına dair sorunlarına müdahalede bulunur. Örneğin, günlük yaşamı neredeyse altüst eden karaborsacılık, stokçuluk sokaktaki siyasetin konusudur. Stok yapanların takip edilmesi ve malların ortaya çıkartılması ile karaborsacılığın önüne geçilir ve ülkenin her yerinde kuyruklar uzayıp giderken Fatsa’da kuyruklar son bulur. Çözümleri bulan ve uygulayan da seçimlerde başkanlık koltuğuna oturan anlayıştan başkası değildir.
Devrimci Yol hareketi Fatsa sokaklarından aldığı güçle siyasi alanda CHP, Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi kadar (MHP, Fatsa’nın siyasi alanında 1977 yılından 1980’e kadar yoktur) gücü olan bir aktördür ve aslında daha seçimlerin esamesi okunmazken seçim kazanılmıştır. Seçim öncesi vaatte bulunmayıp “ne yapacaksak birlikte yapacağız” diyen Fikri Sönmez, karşısındaki tüm adayların aldığı oyun toplamından daha fazla oy alarak belediye başkanı olur.
HALKIN BELEDİYESİ
Fatsa’da yeni bir dönem başlar. Yeni yönetimin yaptığı ilk iş her mahallede halk komitelerini örgütlemektir. Seçilmiş kişiler olmalarına rağmen muhtarlara olan güven zedelendiğinden mahalle-belediye arasındaki ilişkinin onlar vasıtasıyla kurulması mümkün değildir, ancak muhtarlar da komite seçimlerine katılmakta özgürdürler. Sonunda ülkücüler dışında her siyasi görüşten kişinin katıldığı on bir tane halk komitesi kurulur. Her komite kendi bölgesinin sorumluluğunu üstlenip sorunları ve çözümleri tartışacak ve belediyeye iletecektir.
Belediyede yeni bir dönem başlar ancak belediye personelinde bir değişiklik olmaz. Belediyede sadece bir tek yeni birim kurulur, Halkla İlişkiler Birimi ve sadece bu birime yeni personel alınır. Ancak asıl değişiklik belediyenin karar alma mekanizmalarında olmuştur. Halk komitelerinin kurulması bir yana, belediyenin karar alma merci olan belediye meclisinin tüm toplantıları halka açık yapılmaya, belediye hoparlörlerinden Fatsalılara yayınlanmaya başlamıştır. Bir başka deyişle belediye binasının duvarları kaldırılmıştır.
ÇAMUR GİDER SOKAK KALIR
Bugün gökdelen desenli “dünya kenti” kıyafeti giydirilmeye çalışılan milyonlarca liralık bütçeye sahip kentlerimizde belediye başkan adayları hâlâ “çamur siyaset”i yaparken, yıllarca çekilen çamur eziyetini dört günde sonlandıran çalışma, Fatsa Belediyesi denilince belki de en çok akla gelen örneklerden biridir.
Fatsa’nın önünde en önemli sorun olarak, yarım kalan altyapı çalışmaları nedeniyle çamurla dolan sokaklar durmaktadır. Ancak yapılan fizibilite çalışması, eldeki imkânlarla bu sorunun çözümünün yıllar alacağını işaret eder. Ne var ki imkânlar hayallerle sınırlıdır; belediye ve komiteler herkesin katılımıyla bu işin çözüleceği kanaatine varır ve kollar (ve paçalar) sıvanır. Fatsa halkı kazmasıyla küreğiyle, eşiyle dostuyla sokaklardadır. Halkın sokaklara çağrılmasının yanında, civar belediyelerden ve kamu kurumlarından ekipman ve işçi göndermeleri talebinde bulunulmuş, hiçbir ihale ya da taşeron firma işin içine sokulmadan elden gelen yardım gönderilmiştir. Traktörler, kamyonlar Fatsalının yanına, çamurla savaşa gitmiştir. Mutfaklar da sokağa taşınınca bir hafta olarak öngörülen “Çamura Son Kampanyası” dört günde hedefine ulaşmış, sokaklar temizlenmiştir.
Belediyenin kent mekânına dair attığı en önemli adımlardan birisi de sadece bir caddesi sahile açılan Fatsa’ya yeni yollar açmaktır. İmar planında öngörülmüş olduğu halde özellikle nüfuzlu kişilerin binalarının oluşturduğu engeller nedeniyle bir türlü açılamayan yollar, kent içi ulaşımda problem yaratmaktadır. Alınan kararla bina sahipleri ikna edilerek mağdur edilmeden binaları yıkılır ve şehrin sahile bağlantısını sağlayan dört tane yol açılır. Ayrıca kentin çeperi de yeni yollarla çevrelenir. Bugün Fatsa’da hâlâ kime sorsanız o yolların sadece o yönetimin iradesi ile açılabileceğini söyler.
HAYATIN YENİDEN ÜRETİMİ: HALK ŞENLİĞİ
Fatsa’daki suç oranının o zamanların Türkiye’sinde en alt seviyelerde olduğunu biliyor muydunuz? Birlikte hareket etmenin ve üretmenin gücüyle halk kendi içindeki sorunları halleder duruma gelmiş, devletin güvenlik güçlerinin çalışmasına bile gerek kalmamıştır. Faşist kamu yöneticileri kente atanana kadar da suç oranı yok denecek kadar diplerde seyretmiştir.
İşler yolunda giderken, kentte sükûnet hâkimken ve bir yandan kentin önemli sorunları halledilirken, hayatın dönüşümüne dair faaliyetlerin örgütlenmesinin gerekliliği üzerinde durulur. Bu karar doğrultusunda yurt çapından yazarların, şairlerin, gazetecilerin, akademisyenlerin, müzisyenlerin katıldığı Fatsa Halk Kültür Şenliği ortaya çıkar. Katılanlar arasında Can Yücel, Murat Belge, Şükran Ketenci gibi isimler de vardır. Asıl katılımcı ise Fatsa halkıdır. Şenliğin amacı ülke genelinde uygulanan politikaların yansıması olan yozlaşmaya ve kapitalist kültüre karşı başka bir hayatı örgütlemek ve toplumsal yaşamda kalıcı olan bir dönüşüm için adım atmaktır. Şenliğe katılım çok yoğundur; öyle ki nüfusu yaklaşık 20 bin olan Fatsa’da şenliğe katılanlar neredeyse 30 bin kişidir.
NOKTALAMA İŞARETİ
Fatsa’da bir şeyler oluyordu; halkla, haklı, insanca… Güç ilişkilerinde büyük bir dönüşüm yaşanıyor, kimileri tarafından kontrol edilemeyen bir durum ortaya çıkıyordu ve bu durum hem yerel iktidar odaklarını, hem de merkezi iktidarı rahatsız ediyordu. Karar verildi, operasyon başladı. Önce faşist örgütlenmeler arkasından sıcak Temmuz’da gelen 12 Eylül provası “Nokta Operasyonu”… Sonrasında gelen 1980 darbesi ile tüm ülkeye nokta kondu.
……………………;
Sınıf sorunları üzerinden ezilenle omuz omuza yürüyen, insanların gündelik hayatına dokunan işlerle sorunları ötelemeden çözümler üreten sol hareket, Fatsa’da başarmıştı. Bugünün çarpık, yağmacı, çıkarcı, sadakacı, yolsuz, susuz, topraksız, ormansız belediyelerine karşı savunacağımız; mekânı metalaştırmadan kullanan, kamu için kullanım değeri üzerinden çalışmalarını örgütleyen, herkesin katılabildiği, fikirlerin dayatılmadığı ve kapitalizmin kirli oyunlarına karşı duran bir belediyecilik deneyimimiz var.
Fatsa ne liberal demokrasi söylemlerinin, ne de sahte katılımcılık oyunları ya da uzlaşma şenliklerinin kalıbına sığar. Fatsa var olan hegemonik yapıya karşı bir projenin öğesi olarak hem bir başarı hem de bir sürecin başlangıcıdır; devam etmesine izin verilmeyen, noktalanan. Şimdi atılan noktanın altına bir virgül koyup Fatsa’dan bugüne dair notlar çıkararak ve yine bugüne dair politikalarla devam etmek ise bizlerin elinde…
Birgün gazetesinden alintidir
(*) hadeturkmen@gmail.com
12:30 13 ŞUBAT 2009
arasorbul - 14. Feb, 13:36
17/12/07
Geçenlerde katıldığım bir toplantıda bir konuşmacı "kuşak" farklılığını teknolojinin yarattığı yeni koşullar içinde tanımlarken "doğuştan sayısallarla" "doğuştan analoglar" şeklinde bir ayrım üzerinde durdu. Doğuştan sayısallar yani dijital dünyanın getirdiği iletişim, eğlence, bilgi paylaşımı gibi olanaklardan faydalanmasını bilen; müziği plaklardan ya da CD'lerden değil bilgisayarlardan ya da Ipod gibi araçlardan dinleyen, gazeteleri internetten okuyan, kitabı bir web sayfası olarak gören kısacası bütün bilincini sanal ortamdan edinen, sosyalleşmesini facebook gibi "arkadaşlık sitelerinde" yaşayan bir kuşak.
Doğuştan analoglar ise hala bir kitaba dokunmaktan, onun kokusunu duymaktan haz alan, CD ya da plak biriktirmekten mutlu, her sabah bir tomar gazeteyi koltuğunun altında taşımaya devam eden, şimdilik sadece posta-haneden mektup yollama yerine e-mail atmayı becerebilmiş giderek yaşlanan insanlardan oluşuyor. Sosyalleşme biçimleri ise akşamları arkadaş toplantıları, yüzyüze konuşmalar, iş yemekleri ve toplantı üzerine toplantı şeklinde devam ediyor.
Birincisi mi daha "iyi" ve "insana özgü" yoksa ikincisi mi ? bunu tartışmak anlamsız. İyiliğin ya da insancıl olmanın ötesinde çıplak bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Bilgisayarlar, internet, iletişimin hızlanması hayatımıza bir dolu yeni kavramı taşıyor. Google, facebook, myspace, youtube, amazon, e-bay, napster vb., isimler gündelik hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline geliyorlar.
Bu giderek çoğullaşan, tek tek "sanal" bireylere dönüşen, herkesin herşey hakkında "bilgi" sahibi olduğu, "fikir" ifade edebildiği ve bu bilginin ya da fikirlerin "doğru"luğu konusunda kendisinden başka hiçbir doğruluk ölçütünü kabul etmeyen tuhaf bir durum yüzyüze olduğumuz.
"Tüketici içeriği" dediğimiz herkesin kendi müziğini yapabildiği, kendi filmini çekebildiği ya da kendi radyosunu ve TV'sini oluşturabil-diği teknolojik kolaylık bir "özgürleşme olanağı" olarak görülebilirse de, sonuçta bu platformlar için kendini var etme sayısına bağlı olarak bir "borsa değeri" oluşabiliyor. Hemen hergün gazetelerde bilmem kaç milyon insanın üye olduğu bir "site"nin bilmem kaç milyon dolara satın alındığına dair haberler yer alıyor. Özgürlükler arka planda işleyen tarihsel bir sistematik içinde kapitalizmin oyun alanı içine hapsediliyor.
Kapitalizmin insanlık için yarattığı yıkımın ayrımında olanlar ise bu konular üzerinde henüz düşünmüyorlar bile. Bu fikir ve bilgi kakofonisi içindeki "youtube" çocukları yeniden nasıl toplumsal bir mücadelenin "öznesi" olabilirler; dayanışmacı bir sol hareketin ideolojik argümanları her gün daha fazla "ultra bireyci" hale gelen bir yaşamla nasıl temas edebilir?
Bu durumun sadece tuzu kuru "orta sınıf" ya da zengin çocukları için geçerli olduğunu düşünmek son derece yanıltıcı. Büyük şehirlerin varoşlarında ya da taşra kentlerinde pıtrak gibi çoğalan internet kafelerde işçi çocukları "sanal dünyanın" kapılarını aralıyorlar. Face-book'ta sayfa açıyor, iddia oynuyor, e-mu-le'dan şarkı paylaşıyor, taraftar sitelerinde karşı takımın taraftarlarına laf yetiştiriyor. Onlar da giderek sanal dünyanın "bireyci" rüzgârının etkisinde kalıyorlar.
Sol örgütler ya da partiler ise ayda bir yayınlanan "teorik dergilerle", bitmek bilmeyen parti toplantıları, ya da yüz kez söyleneni bir kez daha söylemek için binbir zahmetle yapılan "panellerle" falan bu "bilinç" ele geçirme kavgasına dâhil olmaya çalışıyorlar. Bu müthiş değişimin içinde "doğuştan sayısalların" hesaba katılmadığı bir gelecek olmadığı solun mutlaka görmesi ve kavraması gereken bir durum.
Bülent Forta
bulentforta@birgun.net
arasorbul - 17. Dez, 19:00
Tuhaf şeyler oluyor. "Ummadıkları acılar yaşatacağız" diyen Genelkurmay Başkanları; "ölmediklerine sevinemedim" diyen Adalet Bakanları, "Türk Cehennemi yaşatırız" diyen Başyazarlar; asker selamı veren futbolcular, askere gitmek isteyen magazin şarkıcıları, futbol yıldızları... Konuşurlarsa ordu evlerine alınmayacakları söylenen emekli generaller, PKK sığınakları yerle bir diye atılan gazete manşetleri, bunu nereden çıkartıyorsunuz diyen Kuvvet Komutanları... Liste uzayıp gidiyor.
Tuhaf şeyler oluyor. Hemen hemen herkes "kapatılmaları hata olur" derken DTP'ye kapatma davası açılıyor. Bir dönemin sorumluları "Kürt dilinin yasaklanması hataydı" derken, "tek dil" diye askeri tören kıtaları yürütülüyor. Başbakan siyaset yolları tıkanırsa dağa çıkarlar diye demeçler verirken siyasal alan bir "linç alanına" dönüşüyor.
Tuhaf şeyler oluyor. Sınır ötesi harekât konusunda "şahinler" kanadında yer alan Bay-kal bir anda çark ediyor ve "sorumlu devlet adamı" rolüne soyunuyor. Demokratik bir açılımın hemen hemen tek zemini olarak görülen DTP ise kendi "ılımlılarını" etkisiz hale getirip "şahin"lerini devreye sokuyor.
Belki de yüzyıldır varlığını sürdüren, neredeyse son çeyrek asırdır Türkiye'nin en önemli sorunu haline gelen Kürt sorunu çözümsüzlük sürmeye devam ettikçe uluslararası arenaya taşınıyor. Bir dünya sorunu haline geldikçe de giderek karmaşıklaşıyor ve "çözüm aktörleri" çoğullaşmaya başlıyor. Bush ve ABD, AB, İran, Irak, İsrail diye uzayıp giden bir listenin ilgi odağına PKK oturuyor.
Oysa bütün bu büyük sahnenin arkasında tam bir insani trajedi var. Anadolu'nun çeşitli kentlerinden kopup gelen gencecik insanlar bir bir, onlarla yüzlerle acımasız bir savaşta ölüyorlar. Her ölüm bu topraklarda yıllarca beraber yaşamış insanlar arasında düşmanlık tohumlarının atılması demek. Aslında yüzlerce kez yazıldı artık "sözün bittiği yerdeyiz" denildi. O nedenle fazla söze gerek yok. Karar vermeliyiz; yüzyıl daha "savaş"mı yoksa "barış" mı?
Kuraldır; siyaset bir güç oyunudur. Ne denli aklıselim olursanız olun sonuçta "güç" olmadıkça kazanmanız olanaksızdır. Kürt sorununun bugün varmış olduğu boyut için de bu kural geçerlidir. Solun sosyal demokrasiden sosyalistlere uzanan varlığı son derece güçsüz olduğu için Kürt sorununda bulunan tek çözüm "savaş" politikalarıdır. Toplumun bütününün "milliyetçi hezeyanların" etkisinde kaldığı koşullarda başka bir yol mümkün değildir.
Bir arada yaşama iradesini güçlendirecek, sorunun barışçıl çözümünü sağlayacak olan solun siyaset arenasında bir güç olarak ortaya çıkmasıdır. Bölgedeki tüm aktörleri kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye çalışan ABD'nin politikalarına karşı çıkmanın tek yolu da budur.
PKK'nın bugünün Türkiye'sinde hiçbir olumlu sonuç yaratma imkânı bulunmayan "silahlı mücadeleden" vazgeçmesi, DTP üzerindeki baskıların ortadan kaldırılmasına bağlı olarak "sivil ve siyasal çözümün" yolunun açılması Kürt Sorunun barışçıl ve demokratik çözümü için ivedi adımların atılması solun üstlenmesi gereken önemli bir misyondur.
Türkiye 1960-80 arasında toplumsal bir güç olarak siyaset sahnesinde yer alan solun acımasız bir "özel harp" yoluyla, askeri darbelerle ezilmesinin sonuçlarını şimdi önüne çıkan her sorunda katmerli bir biçimde yaşıyor. Laiklik, Kürt sorunu, Küreselleşme vb sadece egemenler arasında bir iktidar kavgası olarak yaşandıkça da bu böyle sürüp gidecek. Şimdi bir dönem toplumun kaderinde egemen olan sol oturup düşünmek zorunda yeniden etkin bir güç olmak için ne yapmalı?
Bülent Forta
19/11/07
bulentforta@birgun.net
arasorbul - 19. Nov, 10:20
Siyasetin güleç ve mütevazı yüzü Erdal İnönü 81 yaşında kanser tedavisi gördüğü ABD'deki hastanede yaşama veda etti. Erdal İnönü'nün dün TSİ 05.00 sıralarında vefat ettiği öğrenildi. Geçen yıl Houston'da bulunan M.D. Anderson Kanser Merkezi'ndeki tedavi gördükten sonra yurda dönen Erdal İnönü, hastalığının nüksetmesi üzerine 27 Ağustos'ta yeniden ABD'ye gitmişti. İnönü'nün yanında eşi Sevinç İnönü bulunuyordu. İnönü yaklaşık bir yıldır kan kanseri tedavisi görüyordu.
ERDAL INONU KİMDİR
Bilim ve siyasetin güler yüzüydü
Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Başbakanı İsmet İnönü'nün oğlu Erdal İnönü 6 Haziran 1926 Ankara'da dünyaya geldi. İlk, orta ve lise öğrenimini Ankara'da yaptı, 1947'de Fen Fakültesi'nden fizik lisansı diploması aldıktan sonra ABD'ye gitti, Kaliforniya Teknoloji Ens-titüsü'nde lisans üstü öğrenimi yaptı, yüksek lisans ve doktora derecelerini aldı, teorik fizik alanında araştırmalar yaptı, Yurda dönünce Ankara Üniversitesi'nde fizik asistanı olarak göreve başladı. Askerlik görevini yaptıktan sonra üniversite doçentlik sınavını verdi, 1957-1960 yılları arasında tekrar Amerika'ya giderek "Atom Enerjisinden Yararlanma" programı içinde çeşitli üniversite ve araştırma enstitülerinde araştırmalar yaptı.
1964-1974 tarihleri arasında Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nde fizik profesörü olarak çalıştı, ODTÜ'de öğretim üyeliği görevinin yanı sıra araştırma ve yönetim görevleri de yaptı, Teorik Fizik Bölümü Başkanlığı, Fen Edebiyat Fakültesi Dekanlığı, Üniversite Rektörlüğünde bulundu. 1974'te İstanbul Boğaziçi Üniversitesine geçti, 1974-1983 yılları arasında fizik profesörlüğünün yanı sıra 6 yıl kadar da Temel Bilimler Fakültesi Dekanı olarak görev yaptı. Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumunun kuruluşuna katkıda bulundu ve TÜBİTAK Temel Araştırmalar Enstitüsü'nde kurucu müdürlük görevini yürüttü.
SODEP'İN KURUCU GENEL BAŞKANI
Aynı zamanda NATO Fen Komitesi'nde çalıştı ve UNESCO Yürütme Kurulunda görev aldı. 1983 yılında siyasete atılan Erdal İnönü, Sosyal Demokrasi Partisi'nin (SODEP) kurucu Genel Başkanı oldu, SODEP ile Halkçı Parti'nin birleşmesi sonucu kurulan SHP'nin ilk olağanüstü kurultayında SHP Genel Başkanı seçildi, bu görevini 1993 yılına kadar sürdürdü. İnönü, 1986 yılı ara seçimlerinde İzmir milletvekili seçilmiş, 1987 ve 1991 genel seçimlerinde yeniden aynı ilden milletvekili seçilerek parlamentoda görevine devam etti. 1991 genel seçimlerinden sonra Doğru Yol Partisi ile SHP'nin kurduğu koalisyon hükümetinde Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı olarak görev üstlendi. SHP'nin CHP ile birleşmesinin ardından, koalisyonun Sosyal Demokrat kanadında değişikliğe gidildi, Erdal İnönü bu değişiklikle Dışişleri Bakanı olarak atandı ve 1995 yılının Mart ve Ekim ayları arasında Dışişleri Bakanı olarak görev yaptı.
Kaynak :Bir Gün
http://www.birgun.net/bolum-56-haber-52203.html#haber_basi
arasorbul - 1. Nov, 11:28
Türkiye’de sol önemli bir dönemecin eşiğinde bulunuyor. Sol, 1990’lı yıllarda gelişen toplumsal muhalefet dinamikleri üzerine inşa edilen mücadele örgütlerinin güç yitirmesi ve aynı zamanda yaşanan ideolojik savrulmanın da etkisi ile genel bir kriz hali yaşıyor. Seçim sonuçlarının da bir kez daha ortaya koyduğu bu durum karşısında, solun yeniden yapılandırılmasına dair çeşitli tartışmalar da yürütülmeye başladı
Böylesi zor bir dönemde, ÖDP seçimler öncesi yaşanan tartışmalarla kendi içinde de bir krizle karşı karşıya kalmıştır. Ancak bu kriz salt bir iç kriz olarak gelişmemiş, ÖDP dışında süren tartışmalar krizin ortaya çıkmasında ve sürdürülmesinde etkili olmuştur. Bu nedenle önümüzdeki dönemde gerçekleşecek olağanüstü kongre ÖDP tarihinin kritik kongrelerinden birisi olacaktır. Bu kongrede parti salt genel başkan seçmeyecek bunun ötesinde kendi geleceğini de belirleyecektir.
1
Sol hareketin yoğun liberal/milliyetçi savrulma altında kaldığı bir dönemde Türkiye devrimci mücadele tarihinin birikim ve değerleri üzerine kurulan ÖDP, devrimci siyaset anlayışı, ideolojik-politik tutumu ve 11 yıldır sürdürdüğü mücadelesiyle önemli bir boşluğu doldurmuştur. Ancak bugün yaşanan gelişmelerin bir sonucu olarak ÖDP ciddi bir kriz ve kırılma noktasına sürüklenmiş durumdadır.
Partiyi bu şekilde ciddi bir tartışma ve ayrışma içine sürükleyen sorun, genel seçimler öncesinde “bağımsız adaylık” konusunda partinin yetkili karar organının kararlarını tanımayan genel başkan Ufuk Uras’ın DTP tarafından kendisine yapılan adaylık önerisini kabul etmesiyle başlamıştır. Bugün de seçimler öncesi ortaya çıkan krizi derinleştirmeye yönelik tutum alışlar sürdürülmektedir. Aynı zamanda kimi çevrelerin de parti içerisindeki tartışmalara gönderme yaparak yaşanan krizi derinleştirmeye çalıştığı görülmektedir.
Yaşadığımız krizden çıkış ise bu dönemde ortaya çıkan tüm konuların örgütte açıklıkla tartışılmasıyla olanaklıdır. ÖDP’nin temelini oluşturan bütün devrimci dinamikler karşı karşıya bulunan sorunu derinliğine tartışarak kendi gelecekleri konusunda kendileri karar vermelidir. ÖDP’nin örgütsel bütünlüğü ile birlikte kendi bağımsız devrimci çizgisinin korunabilmesi, ancak böyle bir sürecin işletilmesi ile mümkün olabilecektir.
Partide sürecek bir tartışmayı bir parçalanma korkusu yaratarak önlemeye çalışan anlayışlar, gerek seçim öncesi gerekse de seçimler sonrasındaki tutumları ile partide ikili bir hayatı açığa çıkarmıştır. Bu ikili hayata son verilmesinin yolu da tüm üyelerin aktif katılımı ile gerçek bir tartışma sürecinin ilçelerden başlayarak sürdürülmesi ve ÖDP’nin geleceğinin bu tartışmalar ışığında belirlenmesidir.
2
Bağımsız adaylık konusunun önemli bir tartışması asıl olarak DTP’nin seçimlere bağımsız adaylarla katılmasının kesinleşmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu günkü barajlı anti demokratik seçim yasası karşısında bağımsız adaylık taktiğine başvurulması elbette her zaman mümkündür. Bu durumda Kürt hareketinin de baraj sorununu aşabilmek için bağımsız adaylarla seçimlere katılması kendi açılarından doğru hatta belki de gecikmiş bir karar olarak değerlendirilebilir. Keza ÖDP’nin bu konudaki değerlendirmelerini de eksik ve yetersiz bularak eleştirmek de mümkündür. “Bağımsız adaylık” tartışmalarında sorun teşkil eden nokta ise başkadır. Kürt hareketinin bugün sahip olduğu sayısal çoğunluktan hareketle ÖDP’nin yetkili kurullarını devre dışı bırakacak bir yol izlenmiş olmasıdır.
Bu şekilde, hiç de şık olmayan bir yöntemle yürütülen “bağımsız adaylık” sürecinin Partimiz içinde yarattığı tartışma ve sorunlar çarpıtılarak istismar edilmektedir. ÖDP’nin Kürt sorunu konusundaki bağımsız devrimci duruşuna karşı öteden beri sürdürülen “duyarsızlık, milliyetçilik vb.” biçimindeki çirkin suçlamalar bu tartışmalarda da bu süreçte yeniden gündeme getirilmiştir.
Bu gün bütün Türkiyeli emekçiler gibi, Kürt halkının da çıkarı Türkiye toplumu içinde özgürlükçü devrimci bir hareketin gelişip güçlenmesindedir. Ancak bu sayede doğrudan demokrasi anlayışıyla yerinden yönetim ilkelerinin, eşitlik ve kardeşlik temelinde geliştirilmesine dayanan gerçek bir çözüm tesis edilebilir. Bunu da ancak bu irade ve kararlılığa sahip devrimciler kendi güçleriyle başarabilir. Kürt hareketine destek olacak unsurların desteklenmesiyle ortaya çıkacak oluşumlar ise asla bağımsız özgürlükçü bir devrimci siyasi hareketin yerini tutamaz. Bunu anlayabilmek için yalnızca daha yakın zamanda ülkede yükseltilen ırkçı-şoven-faşizan rüzgâra karşı ÖDP tarafından yürütülen ‘Bir arada Yaşamı Savunalım’ kampanyasının ülkede yarattığı etkilere bakmak yeterlidir.
3
Seçimlerden sonra, bağımsız adaylık konusunun basit bir seçim taktiği olmanın ötesinde ‘solu yeniden yapılandıracak bir ittifak’ tartışmasına dönüştürüldüğü görülmektedir. Bilindiği gibi ÖDP içerisinde bağımsız adaylık konusunu savunanlar tarafından da sadece bir seçim taktiği olarak sunulmuş ve savunulmuştur. Ancak bugün gündeme gelen konular bağımsız adaylığın bir taktik olarak ele alınabilecek kadar sade olmadığına da ortaya koymaktadır Örneğin seçimlerden sonra yapılan DTP PM’si seçim değerlendirmesinde “EMEP, ÖDP ve SDP ile ittifak temelinde seçime girmiş olmamıza rağmen ÖDP’den gerekli desteği göremedik” biçiminde bir eleştiride bulunulmaktadır. Oysa ÖDP organlarında DTP ile ittifak tartışması yapılmamıştır. Bu ittifak kararını kim almıştır, hangi ilkeler ve koşullar altında alınmıştır? Genel başkan basında yer alan açıklamalarında bu konuda bir taahhütte bulunduğunu ifade etmektedir. Bu taahhüt kendi adına mı parti adına mı yapılmıştır, parti adına ise partinin hangi organlarında tartışılarak verilmiştir. Bütün bunlar yanıt bekleyen sorulardır.
Bu gün şüphesiz solun yeniden yapılanması doğrultusunda çeşitli çevrelerin tartışma yürütmesi bu konuda öneriler ortaya koyması doğaldır. Küreselleşme çağının sorunları etrafında sol çeşitli kırılmalar yaşamaktadır. Türkiye’nin bugün AKP eliyle küresel kapitalizme eklemlenme doğrultusundaki politikalar ve bunların rejim içerisinde yarattığı kırılmalarla gündeme gelen saflaşmalar, solun da pozisyonunu etkilemektedir. Bu anlamda sol kendi inşasının fikri temellerini tartışmalıdır. AKP karşısında solun ciddi bir muhalefet ortaya koyamamasının, AKP yönelimli politikaları destekleyen liberal tavrın sol içinde güçlenmesinin ideolojik-politik nedenleri yaşanan kafa karışıklığının ortaya konulması bakımından önemlidir.
Önümüzdeki dönemde solun içerisinde bulunduğu güçsüzleşmenin örgütsel ve politik eleştirisini gerçekleştirerek, yeni bir yol haritası çıkarma zorunluluğu ortadadır. Böyle bir haritanın taslağının 11 yıllık ÖDP fikriyatı zemininde bulunduğuna da inanmaktayız. Kuşkusuz Türkiye solunun en önemli aktörlerinden olan ÖDP’nin bu tartışmaların dışında kalması düşünülemez. ÖDP, kuruluşundan itibaren emekten ve demokrasiden yana ortaya koyduğu mücadele deneyi ile birlikte solun ideolojik-politik inşasına ve eşitlikçi ve özgürlükçü bir sosyalizm arayışına yönelik tartışmaları da yürütmüş, bu konuda önemli bir birikim de açığa çıkarmıştır.
Bu gün ÖDP dışında özellikle CHP’nin sağ / milliyetçi bir çizgiye savrulması karşısında solda ciddi bir boşluğun doğduğu bilinmektedir. Ancak, bu boşluğu doldurma adına ÖDP’nin tabanı ve yetkili organları dışında tepeden inme emrivakilerle AB/Türkiye projesini temel alan sol liberal bir yönelime sürüklenmesine izin verilemez. Böyle bir yönelim “solda yenilenme” adına emperyalist sermaye güçlerinin temel yönelimleri doğrultusunda solda yeni bir AKP karikatürü yaratma çabasından başka bir şey olmayacaktır.
ÖDP’nin seçimler boyunca bağımsız adaylık üzerinden yaşadığı tartışmanın temelinde de bu yatmaktadır. Bağımsız adaylık konusunu savunanlar sürekli olarak ÖDP’yi aşan bir dalgadan söz etmekle birlikte bu dalganın politik içeriğine dair bir tartışmayı yürütmemiştir. Partinin yaşadığı örgütsel zaafları gerekçe göstererek yapılan bu değerlendirmeler ÖDP’nin 11 yıldır ortaya koyduğu politik iddiaları da hiçe sayan bir girişim haline gelmiştir. Solun bir yandan sağ/milliyetçi çizgiye çekilmeye çaba harcandığı diğer yandan da AB/Türkiye projesi eksenindeki politikalara yedeklenmeye çalışıldığı bu dönemde, ÖDP’nin eşitlikçi ve özgürlükçü sol düşünceler temelinde ortaya koyduğu iddianın korunması ve güçlendirilmesi solun yeniden inşasının temel noktası olarak ele alınmalıdır. AKP eliyle geliştirilen muhafazakârlaşmaya, neo-liberalizmin tahribatına ve onun karşısındaki milliyetçi/faşizan çizgiye karşı, üçüncü bir seçeneğin yaratılabilmesinin yolu da budur.
4
Önümüzdeki dönemde solun yeniden yapılandırılmasına ilişkin tartışmalar birçok farklı çevre tarafından yürütülecektir. Sistemin de solun AKP’sine duyduğu ihtiyaç ve bu yönde arayışları da bilinmektedir. Bu nedenle önümüzdeki dönemde yürütülecek tartışmalarda “nasıl bir sol?” sorusununa verilecek yanıt önemlidir.
Bugün ÖDP’nin siyaset anlayışı ve savunduğu özgürlükçü sol düşünceler temelinde, toplumun tüm devrimci-demokrat birikimini kapsamaya ve solun emekçiler ve yoksullarla siyaset yapma zeminlerini geliştirmeye dönük bir devrimci siyasi çizginin korunarak geliştirilip güçlendirilmesi Türkiye solunun yeniden ve devrimci bir anlayışla güçlendirilmesinin temel yoludur.
Bu anlayışla biz aşağıda imzası bulunan ÖDP üyeleri olarak, ÖDP’nin 11 yıllık birikimiyle geliştirdiği demokratik kültür ve hukukuyla, devrimci siyaset anlayışına sahip çıkma ve ÖDP’nin bağımsız devrimci bütünlüğünü koruma kararlılığında olduğumuzu kamuoyuna ve bütün ÖDP üyelerine duyurmayı gerekli görüyoruz.
arasorbul - 8. Sep, 16:57
Türkiye sosyalist hareketinin önderlerinden biri olan Bülent Forta ile, alırlıkla seçim sonrası oluşan politik tabloyu konuştuk. Merkez sağın göbeğine AKP'nin oturduğunu söyleyen Forta, sosyalist solun önünde de yeni olanakların açıldığını belirtiyor.
»Öncelikle bir seçim değerlendirmesi yapmakta fayda var. Bu seçimin en önemli üç sonucu nedir?
AKP'nin elde etmiş olduğu meşruiyet ve merkez sağın göbeğine oturması en önemli sonuç. Bunun bir ordu muhtırasının arkasından olması, kısmen demokratikleşme açısından önemli. İkincisi, CHP'nin muhalefet tarzının, yani sadece cumhuriyeti kollama üzerinden yapılan muhalefetin sonuna gelinmesi. Üçüncüsü, toplumda çok yükseldiği iddia edilen milliyetçiliğin beklenen padamayı yapamaması. Yani o kadar itibar edilen bir düşünce haline gelmemesi...
»AKP'nin bugünkü ideolojik duruşu geleneksel merkez sağla örtüşüyor mu, farklılıklar var mı?
Merkez sağ genellikle devletle çok iç içe bir siyasi oluşumdu. Şimdi yaşanan, biraz daha aşağıdan, yani kıyıda kalmış bir kesimin sağın merkezine oturması. Yukarıdan aşağı bir merkez sağ iktidar yerine, modernleşmenin başka bir kolu olarak AKP'nin Türkiye'nin mevcut yapısıyla daha uyumlu bir merkez sağ olduğu kanısındayım. AKP hakikaten Türkiye'nin li-berizasyon politikasının taşıyıcısı. Bunun siyasal islam orijinli bir partide olması bir bakıma pozitif bir şey. Türkiye'de islam liberalleşmeden demokrasi imkânı çok azdı. Hizbullah'ı, Hamas'ı düşünün... Bu tür bir İslamcılığın merkez sağın içinde erimesi gibi bir sonuç yaratacağı için, pozitif. Ama başka bir açıdan negatif. Bütünüyle dünyadaki küresel sisteme entegre edilen bir ülke manasına geliyor bu.
» Seçimler sol açısından ne tür sonuçlar üretti?
Sol açısından tek sonucu 'bir musibet bin nasihattan iyidir' durumu... Halkın yüzde 47'si ülkeyi küreselleşme sürecine entegre eden partiye, yüzde 15'i milliyetçi tepkiye oy vermiş. Kalanı da cumhuriyeti kollama adına, MHP'lileşmiş, sosyal demokrat denemeyecek bir partiye... Solun yükselebileceği zeminin boyutları da yüzde ı'lerde. Matematik bu. Ama, CHP'de somutlaşan milliyetçi, devletçi, seçkinci muhalefet anlayışının sol kabul edilmesinin de sınırları ortaya çıktı. Süreç, sola zemin yaratacak bir boşluğu getirecek. Bu boşluğu kim doldurabilir, önümüzdeki dönemin sorusu bu.
Şimdi AKP'yi sadece cumhuriyet rejimiyle çekişmesi etrafından eleştirmeyecek, küreselleşme mağdurları üzerinden muhalefet edecek bir sol zemin var. Bu zemin büyük oranda CHP'ye oy verenlerden de çözülerek gelenleri, hatta AKP'ye konjonktürel olarak oy vermiş ama bu parti küreselleşme yönünde yürüdükçe oradan kopacak olanları da kapsayacak bir durum ortaya çıkardı. Bu musibet, bugüne kadarki teorik nasi-hatlardan daha reel bir durum yaratacak.
»Bu seçim sonuçları ortaya çıkmadan önce, yani yüzde ı'lik dramatik tablonun öncesinde, sol bunu öngöremiyor mu? Nerede hata yapılıyor?
Hata birkaç noktada... Tabii bunların bir kısmı hata, bir kısmı siyasal konjonktürün yarattığı şeyler. Biri şu; yıllardır Kürt hareketinin var olan çekim alanı özellikle batıda sol için olumlu yankılar yaratmıyordu. Konjonktür, sola çok alan bırakmıyordu. Ne söylersen söyle, Kürt hareketiyle aynılaşmış bir sol görüntüsü vardı. Bir toplumsal hareket sonuçta çeşitli konjonktürlerin bileşkesinde ya güç kazanıyor ya da güç kaybediyor. Bugüne kadar o bileşkeler solun aleyhine işledi. Şimdi durum biraz daha farklı. Türkiye'nin küreselleşmeye entegrasyonu sadece politik bir mevzu değil, bütün toplumsal hayatı etkiliyor. AKP, hegoman-yasını 'bu entegrasyon hepinize yarayacak' diyen bir politikanın üzerinden kuruyor. Ama biz biliyoruz ki, küreselleşmeye entegrasyon hiçbir ülkede toplumun bütününe refah getirmez. Bazı sektörler çöküyor, bazı işkolları ortadan kalkıyor, eski alışkanlıklarını sürdürmeye çalışan birçok insan üzerinde yıkıcı etialer yapıyor. Burada sola bir alan var, bu alan merkez solla doldurulamaz.
»Bunlar biraz da bizim dışımızdaki etkenler... Ya içimizdeki edcenler?
Solun iç nedenleri çok daha farklı. Yüzde ı'lik bir topluluk içinde bile çok keskin bir kavga sürüyor; devrimcisin, liberalsin falan... O kadar defansif bir noktadaki sol, kendi içerisinde hiçbir yenilenmeyi hayata geçirecek durumda değil. Her yenilenme bir tür ihanetle özdeşleşiyor.
Toplumsal bağlarını bir türlü kuramamış olması da var. Aslında sol potansiyelin, verilen oylarla özdeşleştirilmesi de doğru değil. Solun hareket zemini hiçbir siyasal sol partinin potasına aktarılamıyor. Diyelim ki yüzde 3'lük, 4'lük bir zemin olsa, sol kendi yenilgisini bitirebilir belki, bir moral güçle donanabilir. Ama temel teorik problem şu: Küresel kapitalizmin eleştirisi üzerinden yükselen bir sol yok.
» Son seçimlerde bağımsız aday kampanyasıyla birlikte ortaya çıkan potansiyelin kişiler etrafında örülmesi, uzun vadede Türkiye'de solun mücadelesi açısından sorun teşkil etmiyor mu?
Bağımsız aday süreci diye ifade edilen şeyin kilit açıcı bir kavram olarak kurgulanmasını doğru bulmuyorum. Altı üstü 1.5-2 aylık bir pratikte çok güzel işler yapıldı. Değişik nedenlerle seçilmiş bir taktikti; barajı aşmak için filan... Aslında bağımsız adaylıkla ilgili taktiği sadece sol kullanmadı. Muhsin Yazıcıoğlu da barajı aşamayacak bir parti lideri olarak girdi ve bağımsız oldu. Mesut Yılmaz ve Kamer Genç de... Ama buradan hareket ederek bir örgütle ilişkili olmayı reddetmek düşünülemez. Mesela Ufuk Uras'ı bir tek kişi olarak görebilir miyiz? 11 yıllık ÖDP mücadelesinin ortaya çıkarttığı bir kişilik. Seçime girdiği sırada ÖDP genel başkanıydı.
Şimdi bunu böyle teorileştirmeye çalışan yazılar yazılmaya başlandı. Hatta Baskın Oran kampanyası sırasında sanki hiçbir örgüte girmemiş olmanın bir erdem olarak sunulduğu bir bireysel hal de ortaya çıktı. Hiç abartmaya gerek yok. Seçim taktiği olarak barajı aşmak için bir bağımsız aday çıkarttın ve bu bağımsız aday seni temsilen parlementoya girdi. Onun ötesinde herşey, olup biteni kavramamaktır bence.
»Partili mücadeleyi gölgede bırakma tehlikesi yok mu? Bundan sonraki süreç, "partiyle olmuyor bu iş" gibi bir sonuca götürmez mi insanları?
Eğer bir parti, bu ÖDP olur veya başka bir parti olur, bunu bir partili mücadele olarak kurgulamayı başarırsa, bu fikrin itibar göreceği kanısında değilim. Baskın Oranla Ufuk Uras'ın kampanyalarını analiz edersek; Kürt hareketiyle Türkiye'deki sosyalist hareketin, pratikte problemleri olsa bile, ilk defa eşit koşullarda temas ettikleri bir girişim görürüz. Hatta Baskın Oran kampanyasında temas da edemedi ama bir diyalog sürdü. Bunları pozitif görüyorum.
Şu olsaydı, -ki oraya çekmek isteyen, süreci öyle okuyan arkadaşlar da var- DTP'nin desteklenmesiyle sınırlı bir siyasal programı olan birinin aday gösterilmesi şeklinde olsaydı, bu, hayatın gerçeği tarafından reddedilirdi. Kadıköy bölgesini alalım. Çok farklı sınıfsal kümelenmeler var. Kartal, Maltepe tarafı Alevi ağırlıklı. Sarıgazi, Ümraniye'de Kürt ağırlığı var. Kadıköy'de üst ve orta sınıf diyebileceğimiz bir kesim var. Türkiye gibi; bütün etnik, dinsel çelişkiler var, sınıf farklılıkları var. Bir sosyalist adayın bu farklılıklar içinde solcu, devrimci kesimleri kapsayabilecek bir program ortaya koyabilmesi ve böyle bir kampanya yürütmesi, şans. Bu temasın kendisinde bir güven tazelenmesi ihtimali var, bir ortak pratik ihtimali var, karşılıklı geçişkenlik ihtimali var. Peki bu sürdürülebilir mi? Her konjonktür böyle denk gelmeyebilir ve sürdü-rülemeyebilir ama eğer solu büyütmeyi düşünüyorsak, bu, hesaba katılması gereken bir şeydir.
»Bağımsız aday meselesi ÖDP içerisinde önemli tartışmalara yol açtı. Bir parça ÖDP'nin yaralandığından sözetmek bile mümkün. Bu nasıl aşılacak?
Bence, ÖDP'yi yöneten kurullar, bu seçimde siyasal öngörü açısından eksi not aldılar. Bağımsız adaylık imkânı ve bunun yaratacağı politik hareketlenme öngörülebilirdi. ÖDP bunun üzerinden taktik geliştirebilir, bağımsız aday çıkmasını isteyen sol çevreler içinde güç oluşturabilirdi. Gidip DTP'ye, "Siz de bağımsız aday çıkartıyorsunuz, biz de... Kesişme alanlarında ortak hareket edelim" diyebilirdi. Kendi genel başkanları dışında birçok toplumsal örgütün başkanını da sürece dahil edebilirdi ve süreçten güçlenerek çıkardı. Parti kurulları daha önceki bağımsız aday deneyimleriyle bu konjonktürü karıştırdı.
Taktiksel hadiseler üzerinden gelen sorunları ideolojik ayrılığa dönüştürmemek lazım. Parti hukuğu üzerinden yapılan tartışmalarla bir ayrışma yaşamanın da manası yok. Uras'ın seçilmiş olması pozitif bir şeydir, bir manivela olarak kullanılabilir. Bunu avantajlı hale getirmenin yolu, önümüzdeki üç dört yıla ilişkin politik bir yol haritasının ortaya çıkartılmasından geçer. Buradan ayrışma olursa da, şeriatın kestiği parmak acımaz. Ama şu koşullarda yaşanacak ayrışmanın kimseye faydası yok.
»İki kişiden birinin AKP'ye oy verdiği Türkiye'de ayrışma için daha hakiki nedenlere ihtiyaç var galiba...
Evet, ayrışılacaksa da bu gerçeğin karşısında oluşturulacak politikalar üzerinden ayrışılmak. O onu dedi, bu bunu dedi üzerinden bir tartışmanın manası yok. Bu, hiç kimsenin hesabını veremeyeceği sonuçlar yaratır. Biliyoruz ki, bütün ayrılıklar böyledir. Yani önce böyle spekülatif zeminde mayalanır, sonra ona ideolojik, teorik kılıflar uydurulur. Solun artık bu dersi öğrenmiş olduğunu varsaymak istiyorum.
ÖDP, görünen gücünün ötesinde önemli bir parti. Solda yaratmış olduğu kültürle, toplumsal hareketlerin içinde yer alış tarzıyla... 11-12 yıllık pratiğin biriktirdikleri küçümsenecek şeyler değil. Hiç kimsenin bundan kuşku duymasına da gerek yok. Parti, hayatını normalleştirmek zorunda. Sonra da önümüzdeki dört beş yıla ilişkin bir yol haritası çıkarmalı. Bu yol haritasının ideolojik köşe taşları, taktik adımları üzerine ayrışma olacaksa da, bir taraf partinin içinde iktidar olur, bir taraf muhalif kalır ve parti hayatı bu çoğulculuk içerisinde yürür. Kimin payına ne düşüyorsa bunu sindirmeyi göze almak zorunda.
»Solun birliği bir zaruret mi? Solun önünde aşılması gereken böyle bir sorun var mı?
Bugün sosyalist solun 'birlik' diye bir problemi olmadığı kanısındayım. Belki ÖDP kurulduğu zaman bir problemdi ama bugün itibariyle sosyalist solun birliği, eski sosyalist yapılardan bugüne evrilmiş olanların bir araya gelmesi gibi şeyler üzerinden yapılan politikanın hiçbir manası yok. Bugün, program sorunu, birlik sorunundan çok daha önemli.
* * *
Soğuk savaş döneminin dili terkedilmeli
»Halk uzun zamandır sola neden rıza göstermiyor?
Bu çok köklü ve zor bir soru. Hakikaten, bunu bilsen politikanın anahtarını rahatlıkla kullanabilirsin. Ama biliyoruz ki geçmişte böyle değildi. Öte yandan geçmişin koşullarıyla bugün arasında doğrudan bir çizgi olduğu kanısında da değilim. Ciddi bir soğuk savaş solculuğu, silahlı çatışma ortamı üzerinden gelişmiş bir sol vardı. Yeni döneme geçildiği zaman, sol bunun üstesinden gelemedi. Bizim dönemimizin üç hareketine bakalım: Milli Görüşçülük vardı biz üniversitedeyken, bizden daha güçsüz bir hareketti. Ya da bize yakın bir toplumsal gücü vardı diyelim; Akıncılar teşkilatı! Şimdi o insanlar o damarı dönüştüre dönüştüre, toplumsal ilişkileri kura kura, iktidarın merkez partisi haline geldiler. Ülkücülük vardı; şimdi yüzde 14-15'e varan bir MHP... Bir de, CHP tarafından temsil edilen değil, hakikaten devrimci sol bir birikim vardı. Azala azala bugün geldiği noktaya bakarsak; toplumla bağı son derece zayıflamış.
Yani halen "gün gelecek ve biz solun asr-ı sa-adetindeki yöntemlerle, mücadele araçlarıyla yürüyüp gideceğiz"i bekleyen, bekledikçe de hayattan soyutlanan, toplumsal köklerini ortadan kaldıran bir sol... Solun bu soğuk savaş dönemi solculuğundaki argümanlarının sorgulanması gerekiyor. Sol, bugünün küresel kapitalizminin nasıl eleştirileceğini bilmek zorunda. Ama sol genelde ideolojik tartışmaları üç beş kavram üzerinden yapıyor. Üstelik bunlar ciddi şekilde sorgulanmış değil; kadroları oluşmuş değil. Her mücadele kendine özgü kadrolarla yapılabilir. Bunlar ÖDP için bağımsız aday süreçlerinden çok daha önemli.
* * *
Etno-kimlik politikası tükeniyor
»Büyük ölçüde DTP oylarına yaslanarak da olsa parlamentoya birini gönderelim, onun yarattığı rüzgârla toplumsal muhalefete ulaşalım gibi bir düşünce vardı. Bir de, yapmamız gereken esasen kendi adayımızı Meclis'e gönderecek bir toplumsal muhalefeti inşaa etmektir türü bir yaklaşım var. Ne dersiniz? DTP'nin, yani Kürt etno-kimliği üzerinden yükselmiş olan hareketin bu kadar monolitik değerlendirilmemesi gerekir. Bunun bütün göstergeleri bu seçimde çıktı. Yani etno-kimli-ğe vurgu yapan DTP, sonuç olarak AKP'ye de büyük oy kaybetti. Bu aslında DTP'nin o etno-kimlik üzerinden yaptığı politikanın da sürdürülebilir olmadığını gösteriyor. Her iki kampanyada da, esas olarak DTP'nin oylarına yaslanarak bir sonuç ortaya çıktığı düşüncesi gerçekçi değil. Elimizde oyların analizi var. DTP adayının 45 bin oyu var, Baskın Oran'ın 33 bin. Uras'ın Kadıköy'de 20 bine yakın, E-5'in üstünde 20 bine yakın oy var, bunun içerisinde Alevi oyu var...
»DTP oyu yok mu?
DTP oyu Diyarbakır'da ne kadar kaydıysa birinci bölgede de o kadar kaymıştır. Birinci bölgede daha önce 98 bin DTP oyu vardı, şimdi 82 bin Ufuk Uras oyu var. Ufuk Uras'ın, en azından bu oyların yarısını Aleviler'den ve sol cenahtan aldığı kanısındayım. DTP oylarında yarıya yakın bir azalma var. Bu aslında ciddi bir sınıf mücadelesi. Yani DTP'nin oradaki kampanyasında AKP'ye gitmesi muhtemel 45 bin oyu, bağımsız adaya gitmiş. Bunlar aynı zamanda Kürt hareketinin en şehirleşmiş, sosyal taleplere eğilimli olan kesimini oluşturuyor. Bu bana göre hayırlı bir geçişkenlik. Kürt hareketinin biriktirdiği bir toplumsal kümeyle, sol hareketin biriktirdiği bir toplumsal kümenin bir araya geliş hali. Siyasal partilerin iradesine rağmen olmuş bir şey değil tabii. Ama "O bizim öz gücümüz değil" gibi bir sonuç çıkarılması da doğru olmaz.
»Yani Ufuk'un Meclis'e gitmesinin gerisinde toplumsal muhalefet yok demek yanlış olur.
Kesinlikle toplumsal muhalefet var. Türkiye'de milli bakiye sistemi olsa ÖDP genel başkanının Meclis'e gitmesi anasının ak sütü gibi helal değil mi? 300 bin kişi bile olsa bu ülkede, iyi bir seçim sistemiyle bunun temsiliyeti parlementoya yansısa, bunu haketmiyor mu sol hareket? Tarihiyle hakediyor, birikimiyle hake-diyor, 12 Eylül'den sonraki direngenliğiyle hale ediyor. Burada herkesin emeği var.
Bülent Forta
arasorbul - 30. Aug, 12:16
TAYYİP Erdoğan en az yüzde 30 oy alır diyorlar.
Alır...
Dünyanın hiçbir medeni yerinde; her gün yoksul aile çocukları dağlarda terör örgütünün kurşunları ile öldürülürken, oğlu rapor alıp askere gitmemiş birisini başbakan yapmazlar.
*
Yüzde 35 alır diyenler de var.
Alabilir...
Dünyanın hiçbir çağdaş yerinde; bir seçim öncesi televizyonda insanların gözünün içine baka baka "dokunulmazlıkları kaldıracağım" diyen, ama beş yıl tek başına iktidarda kalıp en çok kendisinin ve bakanlarının yararlandığı dokunulmazlıkları kaldırmayan ve üstelik (önceki gece NTV’de) dokunulmazlığı savunan birisini yeniden iktidara getirmezler...
*
Diyorlar ki; yüzde 40 da alır...
Alması lazım.
Dünyanın hiçbir uygar yerinde; borsada faiz toplayan yabancı sermayeyi, şaibeli ihalelerle kamu varlıklarını satmayı başarı saya saya ülkesini zenginleştirdiğini söyleyen... Ama 2 milyon yoksul-aç aileye yiyecek, kömür dağıtarak oy almayı uman bir insanın peşinden gitmezler...
*
Bence yüzde 45 oy da alır...
Almalı...
Çünkü dünyanın hiçbir adam gibi yerinde; kızlarını ABD’de okutmak için "bir arkadaşından burs" aldığını söyleyen bir siyasetçinin oğlu, babasının beş yıllık iktidarı sonunda gemi almışsa, o siyasetçinin yüzüne dönüp bakmazlar...
*
Sizce yüzde kaç oy alır, 50, 60, 70?...
Alır mı alır...
Dünyanın hiçbir adam gibi yerinde; Mustafa Kemal gibi bir evrensel önderin çok kan ve gözyaşı ile kurduğu laik cumhuriyeti alıp gerisin geriye götüren... Ülkesini beş senede Arabistan’a çeviren, ortaçağ yaşamını savunan bir politikacıyı başlarına taç etmezler...
*
Ama burası Türkiye’dir a dostlar...
Bu yoksulluğun, bu geri kalmışlığın, bu sürünmenin, bu güvensizliğin, bu üçüncü sınıf ülke olmanın bir sebebi vardır.
Bu açlık, bu kan, bu umutsuzluklar durduk yerde olmuyor.
Elbette Tayyip Erdoğan çok oy alacaktır.
Size-bize dizimize vurmak düşer...
BEKİR COŞKUN - Hürriyet 18.07.2007-
arasorbul - 18. Jul, 12:48
BJalans ayarı", "rot ayarı" derken anlaşılan o ki siyasetin "dingil"i yerinden çıkıverdi. Şimdi dört teker de "sağa sola sallanıp duruyor." Türkiye süratle son derece önemli bir viraja girerken umarım "araba devrilmez". Anormal bir dönemden geçiyoruz. 27 Nisan muhtırasının gölgesinde gündeme gelen seçim süreciyle birlikte bütün alışılmış kavramlar yerinden oynamış durumda. Sağcıların sol, solcuların sağ partilerin listesinden seçime girmesi bu "ideolojik depremin" görünen yüzü.
Kafa karışıklığı o denli ileri boyutlardaki, İdris Küçükömer'in "Türkiye'de sağ soldur, sol da sağdır" şeklindeki ünlü teorisi yeniden moda oldu. CHP'nin Baykal ve ekibi tarafından milliyetçi-devletçi bir çizgiye geri döndürülmesi; Demirel'le kol kola girmesi ve Rahşan Ecevit'in "ulusalcı" politikalarıyla birleşmesi bunun en önemli nedenlerinden biri. CHP-DSP ittifakanın solla, solculukla en ufak bir ortaklığının görünmemesi sanki İdris Küçükömer'in teorisinin doğrulanması gibi algılanıyor.
Bir de madalyonun öteki yüzü var. Çok partili hayata geçtiğimizden beri hep sağ partilerin iktidarda oldukları dönemlerde demokrasiye ara verilmiş olması; Menderes'in, Demi-rel'in ve Recep Tayyip Erdoğan'ın askeri darbe ya da müdahalelerle karşılaşması bu yargıyı pekiştiriyor.
Oysa tarihsel olarak ne Menderes'in, ne Demirel'in ne Özal'ın ne de Recep Tayyip Erdoğan'ın solculukla, solun değerleriyle en ufak bir ortak noktası yoktur. Sağın bu dört lideri de kendi dönemlerinde esas olarak dünya sisteminin kendilerine yüklemiş olduğu misyonun taşıyıcısı olmuşlardır. Menderes'in soğuk savaş sonrasında ABD'nin kuyruğuna takılan ekonomi politikaları, Demirel'in "ithal ikameciliği" Özal'ın "ihracata dönük sanayileşme" hamleleri ve en son durumda Recep Tayyip Erdoğan'ın IMF programına dayanan uygulamalarının solun ekonomi politikalarıyla ne ilgisi olabilir?
Aynı durum siyaset açısından da geçerlidir; Menderes'in 27 Mayıs darbesine dayanak oluşturan anti-demokratik uygulamaları; Demirel'in "bana sağcılar cinayet işliyor" de-dirtiremezsinizle başlayan, MC hükümetleriyle devam eden tutumunu, Özal'ın, Recep Tayyip Erdoğan'ın "ekonomik liberalizmlerine eşlik eden siyasal otoriterliklerini düşündüğümüzde bunun solla solculukla bir ilişkisinin olmadığı ortaya çıkar.
Sol en basit değimiyle, "eşitlik, özgürlük ve kardeşlik" demektir; buna bir de hayata ezilenlerden yana olmak, sınıf gerçeğine ve sınıf çıkarına göre hayata bakmak eklenebilir. CHP ve onun tarihsel çizgisi de, DP-AP geleneği de bu kriterlerle bakıldığında "sol" sıfatını hak eden akımlar değildirler. Ama CHP sol değil diye örneğin bugün AKP'de sol değerler bulmak anlaşılabilir bir durum değildir.
AKP eşitlikçi midir? Hem boğazına kadar neo liberal politikalara batmak hem de eşitlikçi olmak mümkün müdür? AKP özgürlükçü müdür? Beş yıl iktidarda kalıp 12 Eylül Anaya-sası'na karşı köklü bir tavır almayan, siyasal partiler yasasını ve seçim sistemini gündeme getirmeyen; hak arayışlarının bastırılmasını temel iktidar anlayışı haline getiren, tarikatlarla iç içe bir partinin özgürlükçü olduğundan söz edilebilir mi? AKP apaçık ve net bir şekilde belirli bir sermaye grubunun partisi iken onun emekçi sınıflardan yana bir parti olduğu düşünülebilir mi? Muhtıra karşısındaki durumuna bakarak AKP'yi "sol" bir parti varsaymak büyük bir kafa karışıklığıdır.
Apaçık bir ordu müdehalesine karşı çıkmak için sol/sağ gibi sıfatlara gerek yoktur. Bugün her ne gerekçeyle olursa olsun bir askeri darbe bu ülke için felaket olacaktır. Ama bunun böyle olması, ordu darbesine karşı çıkan herkesin "sol"cu olduğu anlamına gelmez. Sol kendi çizgisini ortaya koymayı beceremeyip, CHP-DSP çizgisi sol olarak görüldükçe sanırım bu karışıklıktan kurtulmak mümkün olamayacak.
Bülent Forta
bulentforta@birgun.net 03/06/07
arasorbul - 4. Jun, 11:29
Çocukluğumda dağların ardını hep merak ederdim. Bu dağın, bu dağların arkasında neler var diye kendi kendime sorardım. Ve merakım büyüdükçe büyürdü. Uçakla uçmaya başladığım günden beri bu merakım kalmadı. Dağların, tepesini de ardını da görür oldum...
Doğanın seyrinden bana kalanlar; doğa içindeki dokuları, renkleri, oluşumları bir arada tutma, koruma ve yaşatma becerisine sahipti. Bu seyrine doyulmaz tanıklık bir süre sonra tutkuya dönüştü. Gülle, kaktüs, yabani otlarla, her tür çiçek bir arada açıyor; arı ile kelebek uçuyor, kurtla kuzu yaşıyor, tilki de tilkiliğini yapıyor.
Kuşkusuz doğanın da kuralları var. O kuralları, doğa ile yaşarken; tanımak, bilmek ve korumak gerekir. Çünkü doğa yaşamın hiçbir alanında boşluk tanımıyor. Boşluklar en kısa zamanda dolduruluyor...
Siyasi yapı içinde yer almadan önce liderleri merak ederdim. Onlarla tanışınca, buluşunca, çalışınca meraklarım yerini; kimin de tanışmanın sevincine, örnek almaya, kimin de temkinli olmaya kiminde de düş kırıklığına dönüştü...
Yine de siyaset içinde yer almalı, olmayan siyaset okulunu siyasi çalışmalarla yaratmalı, profesyonel olmayı hedefleyip, amatör bir özle etkinlikleri sürdürmeli. Yoksa dünyanın en güzel yönetme sanatı olan siyaset, çirkinliklerden güzellikler yaratabilir mi?
Siyasetin de kuralları var ve olmalı. Doğa kurallarını koruyarak, tüm varlıkların bir arada yaşamına olanak veriyor. Siyaset de doğası gereği konumlandığı ülkede çokkültürlülüğü yaşatmaya özen göstermeli...
Kuşkusuz siyaset etnik ve inançsal yapıları siyasallaştırarak yapılamaz ama var olan renkler, özgünlüklerle bir arada yaşam mücadelesi adına sorunlar birlikte çözülmeli. Etnik yapılar üzerinde siyaset yapmıyoruz diyerek içinden çıktığı yapıya yabancı, sorunlardan habersiz unsurlarla yürümek hangi siyasi yapıya ne kazandırır ki? İnançsal temel üzerinde siyaset yapmıyoruz ama 'demesinler bizde de yok' örneğinde olduğu gibi inancını söylemekte kekeme olanlarla yürümek, ne denli sağlıklı ve saygın?
Anadolu'da hep bir keklik öyküsü anlatılır. Soyuna ihanet eden keklik öyküsü. Keklik pazarında dolaşan keklik alıcısı pahalı kekliğin hünerini sorar. Satıcı başlar anlatmaya: "Bu keklik öyle bir öter ki, tüm keklikler toplanır. Avcı da onları avlar." "Öyle mi?" Pahalı kekliği satın alan akıllı, kimlikli, soyuyla barışık ve korumaya özenli biri 'soyunu satan, gün gelir beni de satar' diyerek satın aldığı kekliğin yaşamına son verir. Bu öykü soylu ve erdemli olma adına örneklerle en çok da seçim dönemi anlatılır.
Ne yazık ki, bu dönem keklikler de keklik öyküsü anlatmaya başladı...
Siyasette çağdaş açılımları düşleyen, öngö-rülü liderler 'keklik soylu' olanlarla siyaset yapmak yerine; özüyle barışık, özgün, çağdaş, üretken, tüm insanları sevgiyle kucaklayan, özü, sözü bir olan bireylerle siyasette çağdaş açılımlar yaratabilirler.
Yoksa kendi kaderini değiştirmeyi hedefleyenler, toplumun kaderini değiştirebilir mi? Ya da bireysel yoksullukları gidermeye kilitlenmiş insanlar, geniş kitlelerin yoksulluklarını çözecek projeler yaratabilirler mi?
Yaşar Seyman
yasarseyman@birgun.net 28/05/07
arasorbul - 29. Mai, 18:23
ÖDP'NİN 5. BÜYÜK KONGRESİ'NDE YENİDEN GENEL BAŞKAN SEÇİLEN UFUK URAS: Sokakların partisiyiz dedik yeniden sokağa çıkacağız
Özgürlük ve Dayanışma Partisi ÖDP'nin Kurucu Genel Başkanı Ufuk Uras, 2003'teki kongrede devrettiği göreve, geçtiğimiz hafta sonu düzenlenen beşinci kongrede yeniden getirildi. Kongre gününe kadar adaylığı kesinleşmeyen Ufuk Uras'la adaylık kararım, ÖDP'yi, yükselen ırkçılık, büyüyen ve derinleşen yoksulluk karşısında sol siyasetin yapması gerekenleri konuştuk. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim üyelerinden Ufuk Uras'a göre solun masa başı tartışmalarını bir an evvel bir yana bırakıp toplumun ihtiyaçlarına ceimp verecek politikalar üretmesi gerekiyor
Yazinin devami
http://www.birgun.net/bolum-95-haber-35668.html#haber_basi
arasorbul - 18. Feb, 22:08