Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan , Barış Terkoğlu
Metastaz

Dinlediklerim

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

politika

Sonntag, 21. Januar 2007

Ne mutlu Türküm diyene!

Sevgili Hrant, Seni gözbebeğimiz gibi kollamamız gerektiği halde, beceremedik, sana kıymalarını engelleyemedik.

Agos'un önünde sana kalkan olmaya çalışan aydınlara inat, faşistler, gazete önündeki eylemlerinde "Bir gece ansızın gelebiliriz," dediler ve dediklerini yaptılar, gecenin karanlığına sığınmaya bile gerek duymadılar.

Senin katilin 301'dir, milliyetçiliktir desem, belki soyut kalacak ama biliyorum öyle. Mahkeme koridorlarında, "İşini bitireceğiz," "Kafanı koparacağız," diye tehdit edenler, şimdi arkandan şiddete nasıl karşı olduklarını anlatıp, bizlerle alay ediyorlar.

Valilikte ayağını denk almanı söyleyenler, şimdi suçüstü yakalanmanın paniğini yaşıyorlar.

Linç girişimlerini, "Vatandaş tepkisi," olarak görüp, onaylayan Baykal, konunun milliyetçilikle ilgisi olmadığını söyleyip, "Milliyetçiler bana cinayet işliyor dedirtemezsiniz," masalını tekrarlamaktan hiç utanmıyor. "Cenazeye katılacak mısınız?" diye sorduklarında, hiç sıkılmadan "Programıma bakacağım, partime danışacağım," diyebiliyor.

"Kurtlar vadisi" dizleri gibi, insan olmayı değil de kurt gibi olmayı gençlerimize telkin edenler, şimdi kına yakabilirler.

Hrant'ı ve aydınları hedef olarak gösterenlerin siyasi sorumluluğu ortada, onu koruması gereken devletin ağır sorumluluğu var. Bir avuç Ermeni'ye tahammül edememek, nasıl bir akıllara ziyan durumdur? Azınlık mülklerini talan edenler, sahiplerine hiç dayanamıyorlar.

Diyeceksiniz ki mahkemelerde onu doğru dürüst koruyamayanların, niye böyle bir niyeti, derdi olsun? Belki de haklısınız.

Bayezıt'ta haberi duyduğumda, kendim 15 dakikada Agos'ta olabilirken, Cumhuriyet Başsavcımız bir saatin sonunda teşrif edebiliyorsa, daha ne konuşuyoruz ki?

Senin çokkültürlü ve çok kimlikli Türkiye özlemini paylaşamayanlar tetikçi bulmakta hiç zorlanmadılar. Bu ülkede nefret ekenler, seni hemen ilk fırsatta biçebildiler.

Kadıköy'de "Birarada yaşamı savunalım" mitinginde alanda dolaşırken ne kadar umutluydun.

"Bu ülkede güvercinlere dokunmazlar," diyen yazını okuyunca, keşke dedim, keşke yaşasaydı da, hafta sonu buluşmamızda onu yine uyarsaydım.

Bayezıt meydanında hızla arabasını sürüp bir güvercini öldüren adamın umursamazlığının hikayesini seninle paylaşsaydım ve deseydimki sana, "Sevgili Hrant, bu memleket, bu İstanbul, artık senin yurttaşlarının terk ettiği eski İstanbul değil."

Sevgili kızının dediği gibi, "Alçaklar seni ancak arkadan vurabilirlerdi." Önüne çıkmaya cesaret edemediler. Fikrinin karşına, fikir inşa edemediler.

Sen her davada ölüyordun zaten, her kem söz seni bitiriveriyordu zaten. Hep toplumun kendisiyle ve tarihiyle yüzleşmesini istedin. Yüzsüzlüğün alıp başını gittiğini görmek istemedin.

Faşist güruhlar seni öldürdüklerini sanıyorlar. Halbuki sen onları nefretleriyle başbaşa bıraktın.

Kulağımda eşinin, "Keşke gitseydik bu memleketten, keşke sözümü dinleseydin," feryadları... Canım çok sıkkın; siz aldırmayın bu yazdıklarıma ve her gün bağırmaya devam edin: "Ne mutlu Türküm diyene," diye.. Eğer gerçekten kendinizi mutlu hissediyorsanız...

Ufuk Uras

Freitag, 1. September 2006

Yeni Yemen türküleri istemiyoruz

Kaleden indirdiler / Kır ata bindirdiler / Üç günlük güvey iken / Yemen'e gönderdiler / Olur mu böyle / Kara gözlüm derdini söyle.

Bir İzmir türküsüdür bu. Sarı Zeybek albümümde yorumlamıştım bu türküyü.

Ege'de buna benzer türküler çoktur. Milas, Bodrum, Yatağan yöresinde askere giden gençleri uğurlarken, davul zurna ile Cezayir ve Halep adlı türküler çalınır. Yürek dağlayan bu ezgiler ile ağlaşır analar, bacılar...

Osmanlı'nın son yıllarında Arabistan çöllerinde çok sayıda Anadolulu genç can vermiştir. Gidip de dönmeyen bu çocuklar için ne çok ağıt yakılmıştır Anadolu'da. Analar, kardeşler, yavuklular...

Yemen Yemen şanlı Yemen / Toprakları kanlı Yemen / Ben yemene dayanamam / Nazlı yardan ayrılamam.

Ama ayrılmıştır yarinden garibim. Ayırmışlardır birilerinin kişisel hırslarından ötürü. Padişah hareminde gerneşe gerneşe keyif sürsün diye harcanmıştır küçücük fakir köylü çocukları. Zenginin çocuğu gitmemiştir Yemen'e. Osmanlı'da bedel vermek diye bir sistem vardır çünkü; bastırırsın parayı gitmezsin askere.

Yemen yolu çukurdandır / Karavanam bakırdandır / Zenginimiz bedel verir / Askerimiz fakirdendir.

Yine can istiyor Osmanlıcı kafa yapısı. Aydınlanmayı, çağdaşlaşmayı Anadolu insanına lüks sayan padişahlık özentileri, Ortadoğu batağına sürüklemeye çalışıyor ülkeyi. ABD'li ve Avrupalı ağabeyleri öyle istiyor diye, gencecik çocuklarımızı elalemin topraklarında, elalemin çıkarlarını koruyalım diye öldürtmek istiyorlar. Yeni ağıtlar, yeni feryatlar istiyorlar. Analar oğulsuz, yavuklular yarsız kalsın istiyorlar.

Ağamı yolladılar Yemen eline / Çifte tabancalar takmış beline / Ayrılmak olur mu taze geline / Tez gel ağam tez gel dayanamırem / Uyku gaflet basmış uyanamirem / Ağamın öldüğüne inanamirem.

Ben de tüm bu türkülere rağmen hâlâ Ortadoğu Batağına asker gönderme kararına inanamirem değerli okurlarım. ABD, İngiltere ve İsrail'in düştükleri bataklığa bile bile girmeye inanamirem.

TBMM de CHP'nin birinci tezkereden bu yana sürdürdüğü kararlı tavrı sonuna kadar destekliyorum. Aynı zamanda meclis dışındaki tüm sivil toplum kuruluşlarının, sendikaların, sanatçıların, öğrenci örgütlerinin bu tavır doğrultusunda eylemler düzenleyerek, asker gönderme kararının uygulamaya geçmemesini sağlamaları gerekmektedir.

Askerimizi 'Barış Gücü' adı altında bölgeye göndermek istiyorlar. İsrail bölgede kalıcı bir barış için ne yapmıştır da, bizden barış gücü istemektedir? Yıllardır Filistin halkına karşı uyguladığı insanlık dışı uygulamalarına rağmen başarıya ulaşamayınca, girdiği bataklığa bizi de çekmeye çalışıyorlar. ABD icazetli yöneticiler de bu isteğe 'olur ağabeycim, sen iste yeter ki' deyip, gönüllü olarak bataklığa girmeye hazırlanıyorlar.

Yok öyle yağma!...

Kara çadır is mi tutar / Martin tüfek pas mı tutar / Ağlayanım anam bacım / Elin kızı yas mı tutar.

Çok istiyorlarsa ABD'li, İngiliz ya da Avrupalı yavuklular yaksın bu tür ağıtları.

Bu halk yeni Yemen türküleri yakmak istemiyor artık!..

Tolga Çandar

Montag, 21. August 2006

Allah'ın Partisi

Mark Twain'in bir hikâyesinde, iki çocuk insan kılığındaki şeytanla karşılaşırlar. Şeytan bir yandan çocuklarla konuşurken bir yandan da yerdeki çamurdan bir minyatür kale ile parmak boyunda insanlar yapar. Bu minik insanlar şeytanın bir işareti ile canlanıp kaleyi onarmaya başlarlar.

Çocuklar bu inanılmaz manzarayı izlerken, surların üzerindeki iki minik işçi kavgaya tutuşurlar. Şeytan kısa bir süre izledikten sonra kavga eden iki çamurdan işçiyi parmakları arasında eziverir. Çocuklar üzülürler. Şeytan "üzülmeyin. Bir değerleri yoktu zaten" der.

Geçenlerde, çevrildiği yıllarda dünyaya dehşete düşüren "The Exorciste" filmi bir TV kanalında yeniden gösterildi. Filme o zaman küçük olan iki çocuğumla gitmiştim. Doğal olarak korkmuşlardı. (Ben de tabii) Onları sakinleştirmek için, "Şeytan gibi Allah'la yarışan bir güç tüm insanları, Mark Twain'in himayesindeki gibi iki parmağı arasında ezebi-lecekken.bir küçük kızın bedenine girip sa-ğı-solu korkutmaya çalışır mı hiç?" dedim. Akıllarına yattı. Bir daha şeytandan korkmadılar.

Bunları şunun için anlatıyorum. Allah'ın evrenleri var eden gücüne iman edeceksiniz. Dilediği an, nasıl yarattıysa tüm evreni yok edebilecek "kahhar" gücüne boyun eğeceksiniz. Sonra da O'nun adına insanları yola getirmek için bir siyasal parti kuracaksınız. Adına da "Hizbullah", yani "Allah'ın Partisi" diyeceksiniz.

İşte bunun adı "dalalef'tir. Yani sapkınlıktır. Allah'ı insanların koruyabileceği, dahası koruması gereken bir derekeye indirmektir.

Gerçek müminler, Allah'ın tüm iletilerini peygamberleri ile insanlara ilettiğine, son Peygamber Hazreti Muhammed'den sonra da başka peygamber gelmeyeceğine inanırlar. Şimdi nasıl oluyor da Allah'ın, kullarını yola getirmek için bir partiye ihtiyaç duyduğuna, bunun başına da Nasrallah'ı (Allah'ın yardımcısı demekmiş) getirdiğine inanılır? Adamın adı bile dalalet. Allah'ın bir yardımcıya ihtiyacı mı var?

İnsanların sapkın inanışları uğruna birbirlerini amansızca katlettiği ortaçağdan sonra, 21. yüzyılda Allah adına, Yahova adına, İsa adına insanları öldürenlerin, Tanrının gözünde de "sapkın" olduklarını artık din adamlarının yüksek sesle söylemeleri gerekiyor.

Aksi halde, başta bizim Diyanet İşleri Baş-kanlığı'mız olmak üzere "ulema" sınıfı Allah'ın "kadiri mutlak" gücüne inanmıyorlar, O'nu yardıma muhtaç, bir parti örgütüne gereksinim duyan, sıradan insanların kendisi uğruna ölüp-öldürmelerini bekleyen bir insani kavram olarak algılıyorlar demektir.

İnananlar yüksek sesle söylemeli:

"Hizbullah dalalettir. Allah'ın partiye ihtiyacı yoktur!"

Uğur Cilasun

Asker göndermek

Lübnan'a asker gönderme konusu dış politikanın en önemli sorularından biri haline gelmiş durumda. Aslında "asker gönderme" konusu bizim hiç de yabancısı olmadığımız bir konu. Bütün tarihimiz başka topraklara asker göndermek, ardından da "Yemen Yemen kanlı Yemen" diye ağıtlar yakmakla geçmiş. Kore'ye, Afganistan'a, Somali'ye, Bosna'ya "davet" üzerine, Kıbrıs'a, Kuzey Irak'a "dış politikamız" gereğince asker göndermeye devam etmişiz, şimdi de Lübnan'a asker gönderip göndermemeyi tartışıyoruz.

Türkiye, jeo-stratejik anlamda dünyanın en kritik bölgelerinden birinde yer alıyor. Temel çatışma alanı haline gelen Ortadoğu'yla sınır komşusu, şimdi kısmen durulmuş olan Bal-kanlar'la ve eski Sovyet topraklarıyla da sınır komşusu. Üstelik bu bölge dünya enerji kaynaklarının önemli alanlarından, dolayısıyla emperyal çıkarların sıcak çatışmaları kışkırttığı bir "yangın yeri" görünümünde. Sorun Lübnan'a asker göndererek bu "yangın"a dahil olup olmama sorunu, basit ve sembolik bir "barış gücü" sorunu değil.

1 Mart teskeresinin reddedilmesiyle Ortadoğu'da sürüp giden savaşın kıyısında durmayı başaran Türkiye'nin ne kadar doğru bir tutum takındığı ortadayken, yeniden batağa sürüklenmesi, etkileri yıllarca sürecek bir hata olacaktır. Bush yönetiminin Irak işgali öncesinde ileri sürdüğü her şey, öngördüğü her senaryo yalanlanmış durumdadır. ABD, Irak'ta bir batağa saplanmış ve bölgesel düzeyde bütün hesapları yanlış çıkmıştır. Bugün Ortadoğu demokratik rejimlerin egemen olduğu, barışın hüküm sürdüğü bir bölge değildir. Tam tersine İran-Suriye-Hizbullah ekseninde gelişen Amerikan karşıtı Şii İslamcılık giderek güç kazanmaktadır. Irak hızla bir iç savaşa sürüklenirken, İsrail bütün militer gücünü devreye sokmasına karşın "başarısız'Mık batağına batmış durumdadır. ABD yanlısı Arap rejimleri ise bırakın "demokratikleşmeyi", giderek kendi içlerinde gelişen radikal akımlar karşısında iktidarlarını sürdürmekte zorlanmaktadırlar.

Türkiye'nin vereceği karar bu açıdan önemlidir. Tarihsel olarak Osmanlı İmparatorluğumun egemen olduğu bölgede önemli bir "güç" olmak için, her çatışma alanında askeri olarak var olmaya çalışmanın dış politikanın temeli yapılmasını öneren "neo-Osmanlıcı-lık" hem bir hayal hem sonu tehlikeli bir maceradır. Kendi içinde Kürt sorununu çözememiş bir ülkenin Kuzey Irak'ta çözüm araması, kendi içinde ekonomik, sosyal ve siyasal istikrarı yakalayamayan bir ülkenin bölgeye "istikrar" getireceğini iddia etmesi hayaldir.

Kişi başına 3.500 dolar milli gelirle, dünya ticaretinden binde 3 pay alarak, son derece köklü ekonomik ve sosyal sorunlara sahip bir ülkenin bölge gücü olabilmesi mümkün değildir. Dış politika, ulusal gücün ne kadarsa uluslararası gücün de o kadardır katılığının hâkim olduğu bir alandır. Ulusal gücünün üstünde "askeri" üstünlüğe bağlı bir güç arayışı, sonuçta militer bir toplum haline dönüşmeyi ve daha büyük bir askeri güç karşısında ya yenilgiyi ya da teslimiyeti getirir.

Bütün bu nedenlerle Türkiye, Lübnan'a asker gönderme gibi maceralardan uzak durarak 1 Mart tezkeresiyle elde ettiği pozisyonu de-ğiştirmemelidir. Bölgede güç kazanmanın daha etkili yolları vardır.

Örneğin kendi içinde Kürt sorununu demokratik yöntemlerle çözmek, ekonomisini stratejik bir politikayla düzenlemek, demokrasisini derinleştirmek, birtakım boş böbürlenmelerle değil, gerçekten güç sahibi bir ülke haline gelmek... Ve aynı zamanda savaştan değil barıştan medet uman, bunun için çaba gösteren onurlu bir ülke olarak tarihte yerini almak. Yapılması gereken budur

Bülent Forta

bulentforta@birgun.net 20/08/06

Dienstag, 25. Juli 2006

Fındığımıza Sahip Çıkalım

findik

Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP)Ordu il örgütü, fındıkta yaşanan son gelişmelere ilişkin 24 temmuz pazartesi günü saat:11.00'de “Fındığımıza Sahip Çıkalım” mitingi düzenliyor.

Mittwoch, 3. Mai 2006

Test...

536 imam hatip lisesinin 327'sini tek başına açarak, erişilmesi imkânsız bir rekor kıran devlet adamı kimdir?
a) Boris Yeltsin.
b) Papa II. Jean Paul.
c) Danyal Topatan.
d) Süleyman Demirel.

"Bir demokrasi ülkesinde din ve vicdan hürriyeti, eğitim hürriyeti kişinin temel hak ve hürriyetidir. Hâkim kılınacak olan şeyler, İslam'ın getirdiği ana kaidelerdir. Sünneti Seniyye'dir" diyen hürriyet abidesi kimdir?
a) Sünnetçi Kemal Özkan.
b) Ernesto Che Guevara.
c) Roberto Carlos.
d) Süleyman Demirel.

"İmam hatip liseleri, imam yetiştirsin diye açılmadı. Dinini bilen doktorlar, avukatlar, mühendisler olsun diye açıldı" diyen toplum mühendisi kimdir?
a) Mao Zedung.
b) Temel Reis.
c) Michael Jordan.
d) Süleyman Demirel.

"Yüzde 99'u Müslüman olan bir ülkede, dinini bilen insanlardan neden korkuluyor" diye soran mütedeyyin isyankâr kimdir?
a) Alexandr Sergeyeviç Puşkin.
b) Haile Selasiye.
c) Zagor Tenay.
d) Süleyman Demirel.

"Türkiye, laikliği dinsizlik olarak anlamış... Hâkim kılınacak olan Kuran'ın hükümleridir" diyen felsefe adamı kimdir?
a) Memati.
b) Aristoteles.
c) David Copperfield.
d) Süleyman Demirel.

Türkiye'de şu anda takunyalılar cirit attığına göre, Türkiye'de laikliği savunacak belki de en son kişi kimdir?
a) Antonio Banderas.
b) Luciano Pavarotti.
c) Kaptan Kirk.
d) Süleyman Demirel.

Yilmaz Özdil (Sabah)

Sonntag, 23. April 2006

Kendi içine dönmek

Türkiye halkın politik angajmanlarının güçlü olduğu; ancak tartışmaktan düşünce açıklamaktan daha çok "taraf" olma güdüsünün galebe çaldığı bir ülke. İslamcısından, radikal cumhuriyetçisine; milliyetçisinden sosyalistine uzanan politik kümeler esas olarak kendi toplumsal etkinliklerini artırmak için ülkenin genel ve son derece önemli sorunları karşısında düşünce geliştirmek yerine ayırdedici fikirlerine vurgu yapmakla yetiniyorlar.

Bu durumun sürüp gitmesi ise bitmek bilmeyen bir politik çekişme sürecine yol açıyor. Kürtler için "kimlik sorunu", islamcılar ve radikal cumhuriyetçiler için "laiklik sorunu"; milliyetçiler için "bölücülük", sosyalistler için "sermaye-emek çelişkisi" liberaller için "sermaye" en önemli konu. Kuşkusuz her politik düşüncenin dünyayı algılamaya ilişkin temel kavramlara sahip olması bu kavramlar ışığında politik mücadelesini kurgulaması anlaşılabilir bir durumdur. Yadırgatıcı olan ülkenin politik arenasında önemli aktörler olarak yer alan bu kümelerin politikayı sadece ve sadece bu temelde yürütmeleridir.

Örneğin "ulusların kaderini tayin hakkı" konusunda önemli bir tarihsel deneyime ve teorik mirasa sahip olan sosyalistler Kürt sorunu konusunda konuşmayı Kürt hareketlerine bırakmayı tercih ederler, laiklik konusundaki tartışmalara dahil olmak ise adeta bir "ayıp" gibidir; bu konu radikal cumhuriyetçilerle islamcılara aittir. Benzer bir bakış açısıyla "sermaye birikim rejimi" esas olarak liberallerin kafa yorması gereken bir durumdur.

Diğer taraftan örneğin islamcıların "sermaye birikim rejimi" hakkında ne düşündükleri, Kürt sorununu nasıl ele aldıkları ya da emek-sermaye ilişkileri hakkında nasıl bir yorum getirdikleri son derece meçhuldür. Bu durum diğer düşünce kümeleri içinde aynen geçerli sayılmalıdır.

Oysa bu ülkenin son derece köklü sorunlarına çözüm üretmeden sadece kendi ilişkilerini mobilize ederek herhangi bir politik hareketin toplumsal etkisini derinleştirip yaygın-laştırabilmesi mümkün değildir. O nedenle de 70 milyonluk bir ülkede bir siyasi parti ıo milyon kişinin oyunu almasına karşın muazzam bir parlamento gücü elde edebilmekte, ancak bir türlü gerçek manada iktidar olamamaktadır.

Gelir eşitsizliğinin üst boyutlarda olduğu, yeterli enerji kaynaklarına sahip olmayan, sermaye birikimi açısından tarihsel olarak gecikmiş; nüfusu hızla artan bir ülkede hangi sanayileşme stratejisiyle, kişi başına düşen milli gelirin artırılması ve gelişmiş ülkeler seviyesine çıkartılması mümkündür? Bölgeler arası eşitsizlikler, gelir dağılımındaki bozukluklar nasıl ve hangi yolla ortadan kaldırılacaktır? Türkiye'nin öncelikli sektörleri hangisidir? Bu sektörlerin "katma değer" yaratabilmesi için ne tür kaynaklar sağlanacaktır? Sorular çoğaltılabilir.

Bu soruların tek bir yanıtının olmadığı ortada, ancak ülkenin kaderinde söz sahibi olmak için politik arenada yer alan hiçbir siyasal kümenin bu temel sorunlara yanıt aradığına ilişkin bir belirti ortada görünmüyor. Genel olarak "aktüel politik" çekişmelerin içinde üretilen siyaset ise geniş halk kitleleri açısından inandırıcı olamıyor.

Mevcut düzenin sürmesinden yana olan diğerlerinin yaptıkları bir yana solun kendi içine dönen düşünsel dünyasının kabuğunu kırması gerekiyor. Sol kendini ülkenin ve dünyanın sorunları üzerinden değil de; kendi iç polemikleri üzerinden kurmaya devam ettikçe yeni yeni bölünmeler ve giderek geniş kitlelerden kopan bir "tarikat" görüntüsü varlığını sürdürmeye devam edecek. Solun toplumsal güçsüzlüğü ise sadece ona inananlar açısından değil bu ülke açısından da büyük bir handikap. Değişimin öncüsü olan bir siyasal akımın, etkili bir güç olmaktan çıkması değişimin de ertelenmesi demek; oysa şu anda en çok buna ihtiyacımız var.

Bülent Forta bulentforta@birgun.net 2006-04-17 - 12:18:00

Dienstag, 4. April 2006

Bir kuşağa ait olmayanlar

Avrupa grevlerle sarsılıyor. Devrimlere, karşı-devrimlere savaşlara ve yıkımlara tanıklık etmiş yaşlı kıta; bütün yorgunluğuna karşın bir kez daha ayağa kalkmış durumda. Fransa'da öğrencilerin CPE'ye isyanıyla başlayan olaylar işçi sendikalarının genel greviyle buluşurken, İngiltere'de emeklilik yaşının 65'e çıkartılma hazırlıklarına sendikalar grevle karşılık verdi.

Kapitalizmin ana vatanı sayılabilecek bu iki ülkede yaşananlar neo-liberalizmin sosyal hakları budamaya yönelik temel politiklarına karşı güçlü bir direnişin ayak sesleri olarak görülebilir. Greve ve direnişe katılanların sayıları İngiltere'de 1.5 milyon kişiyi bulurken Fransa'da 3 milyona ulaştı.

Özellikle Fransa'daki direnişin en temel özelliği bir geçmiş gelecek bağlantısı üzerinde yükselmesiydi. 1848 devrimine ve ardından 1968'e gönderme yapan öğrenci hareketi aynı zamanda kendi yakın geçmişinde yaşanan 1995 eylemlerini aşma hedefini de önüne koymuş durumda. Radikal gazetesinin haberine göre, gençler "Atalarımızın kazandığı hakları savunmak zorundayız" derken, anne babaları da "Çocuklarımızın geleceğini korumalıyız" görüşündeydiler.

Fransa'da olayların Sourbonne'da başlaması hemen akla 68 olaylarını getirdi; bugünkü hareketin 68'le kıyaslanmasına yönelik yorumlar, analizler yayımlanmaya başladı. Bir tarihsel olayla diğer bir tarihsel olayın kıyaslanması genellikle benzeyen ve benzemeyen yönlerin ayrıştırıldığı, bunun üzerinden farklı fikirlerin ileri sürüldüğü "analitik" bir tartışma olarak sürüp gider. Kuşkusuz hiçbir tarihsel olay tıpatıp bir öncesinin ya da sonrasının aynısı değildir. Toplumsal ve tarihsel koşullar; gerçek hareketin içinde yer alan insanlar ve onları güdüleyen sosyo-kültürel iklim farklı olduğu müddetçe tarihsel olayların da farklı özellikler taşıması kaçınılmazdır.

O nedenle de Fransa'daki hareketin bir geçmiş-gelecek bağlantısı kurması ve her şeyden önemlisi bunu bugünün gerçek ve somut eylemliliği içinde yapıyor oluşu son derece önemlidir. Sadece geçmişe öykünerek ya da onu yoksayarak bugüne ilişkin gerçek bir hareket kurabilmek mümkün değildir.

Çok açık ki 68 hareketi anti-kapitalist özellikler taşımasına karşı bir bütün olarak kapitalizm karşıtı olarak tanımlanamaz; aynı şekilde bugün neo-liberalizme karşı kendini konumlandıran 2006 eylemleri için de benzer bir durum söz konusudur. Bu durumu bir kusur olarak görmek ise son derece yanıltıcıdır. Kitle eyleminin dışında sadece teorinin "griliği" içinde hapsedilen bir sosyalizm hiçbir zaman var olmayacaktır. Kendi özgür iradeleriyle, kendi hayatlarına yönelik bir tehdidi ortadan kaldırmak için eyleme geçen somut ve gerçek insanların eylemi kadar devrimci bir şey yoktur. Ve geçmiş üzerine konuşmak da en çok onların hakkıdır.

Geçmişin devrimci kavgasında liderlik yap mış ya da hasbelkader hareketin içinde yer al mış olan insanların fikirleri gerçek hareket karşısında pek bir değer ifade etmez. Çünkü tarih bir kez yaşanmış ve orada duran bir var lık değildir, tam tersine her gün yeniden yo rumlanması her gün yeniden yazılması gere ken bir durumdur.

Bugün 68'li olmayı hak etmenin ancak liberal olmakla mümkün olduğunu iddia eden bir bakış açısının yeniden inşa etmeye çalıştığı tarihle, "atalarının kazanımlarını" korumaya çalışan Paris'li bir öğrencinin 68'i hiçbir zaman aynı olmayacaktır. O nedenle de 68'lilik eski 68'lililere ya da 78'lilik eski 78'lilere bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir. Bugünün politik mücadeleleri içinde varolmaya devam edenler içinse söylenecek tek şey, onların bir yaşı ya da kuşağı olmadığıdır.

Bülent Forta bulentforta@birgun.net

Dienstag, 20. Dezember 2005

‘Vatan haini’

Şişli Adliyesi’ndeki itiş kakışın ortasından fırlayıp; duruşmadan çıkan yazarın arabası nı yumruklayarak bağırıyordu; havada uçuşan yumurtalar, bağırış çığırışlar ortasında Orhan Pamuk'un "Türklüğe hakaret ettiği" hükmünü çoktan vermiş mahkeme başkanı edasıyla "yargı kararını" hemen infaz etmeye çalı şarak bağırıyordu; "vatan haini"!

Aslında alışıldık bir "tiyatro oyununun" provası gibiydi. Yıllardır koca koca devlet adamları, siyasi parti liderleri, cunta kurmayları kendileri gibi düşünmeyenlere hemen bu sıfatı yapıştırıvermişlerdi.

"Vatan haini!"

Örneğin, Kenan Evren 12 Eylül günlerinde diline pelesenk etmişti bu sıfatı. Grev yapan işçiler, demokratik haklarını kullanan öğretmenler, düşüncelerini açıklayan yazarlar, cunta karşıtları "vatan hainiydi". Sonra bir gün Aziz Nesin müthiş bir mizahi zekâyla iade ediverdi bu sıfatı cuntacı generale. Aydınlar Bildirisi ve Aziz Nesin'in yanıtı 12 Eylül karanlığında parlayan bir ışık gibiydi. Kenan Evren bildiriyi imzalayanlara karşı yaptığı konuşmada "Ne yapayım ben öyle aydını, Vahidettin de aydındı ama vatan hainiydi" deyince, Aziz Nesin cevabı yapıştırıverdi: "Vahidettin'in aydın olup olmadığı tartışılır ama devlet başkanı olduğu kesindir."

Sonra Nâzım Hikmet "vatan haini" suçlamalarına karşı "Vatan çiftliklerinizse/ kasaları nızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, / vatan, şose boylarında gebermekse açlı ktan, / vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, / fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, / vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, / vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, / ödeneklerinizse, maaşları nızsa vatan, / vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa, / vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığı mızdan, / ben vatan hainiyim. / Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla: / Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ" şiirini yazdı.

Bir örnek de Fransa'dan; Jean Paul Sartre, kendi ulusunun Cezayir'de yürüttüğü sömürgeci politikalara karşı çıktığında Fransız sağı kendisini "vatan hainliği"yle suçladı. Sartre işkencenin, sömürgeciliğin, Cezayir halkına karşı Fransız egemenlerinin yürüttüğü baskı politikalarının Fransa'nın onurunu kırdığını söyledi. Cezayir halkının yanında Fransız sömürgeciliğ ine karşı çıkmayı "aydın onurunun" gereği olarak gördüğünü açıkladı.

Ya da karı koca Rosenberg'ler; McCarthy mahkemelerinde "Rus casusu" olarak suçlandı klarında "vatan haini" damgasını da yemiş oluyorlardı. Franco için Picasso; Albaylar Cuntası için Teodorakis, rölativite teorisinin "atom bombası" için kullanılmamasını istediğinde Einstein vatan hainiydi.

Örnekler çoğaltılabilir. Ama görünen o ki en yüksek sesle "vatan haini" diye bağıranlar, vatanı sevmeyi kendi tekellerinde gördüklerini söylemek istiyorlar; hükmü ise tarih veriyor. Fransa'yı Naziler’e peşkeş çeken Vichy'ciler Fransız direniş hareketine katılanlara "vatan haini" diyorlardı, bu suçlamadan Mustafa Kemal, Rosenbergler, Aziz Nesin, Nâzım Hikmet, Teodorakis, Picasso, Allende, Sartre, Einstein vb nasiplerini aldılar. Ama ait oldukları uluslar şimdi onların adlarıyla hatırlanı yor. Peki onları "vatan hainliği"yle suçlayanlar?.. İsimlerini hatırlayan var mı?

Bülent Forta

Montag, 24. Oktober 2005

Efsane ve gerçek

Gökten 3 darbe düştü; biri bebekliğimize, biri çocukluğumuza bir diğeri ise gençliğimize. 60-70-80; çok partili siyasal tarihimizin her on yılda bir kesintiye uğradığı, sıkıyönetimlerin; askeri yönetimlerin; silah zoruyla topluma dayatılan Anayasaların gölgesinde geçen bir hayat. Tabii hepsi bu kadar değil. 1984'ten beri süre gelen başka bir çatışmanın yarattığı benzer durumlar. Olağanüstü haller, sıkıyönetimler; işkenceler; ölümler… Bizim kuşağımızın bilincini; duygularını; bireysel ve toplumsal varoluşunu kuşatan tarih için çok kısa; insan için çok uzun koskoca bir elli yıl.

Gökten 3 darbe düştü demiştim; ilkini hayal meyal hatırlıyoruz; mahallede Menderes üzerine efsanelerin anlatıldığı, "radyo günlerinin" olanca sıcaklılığıyla yaşandığı dönemlerde "ajans" dinlemek için evlerin salonlarında toplanan büyüklerin "Yassıada Duruşmaları"na kulak verdikleri görüntüler. Kopuk kopuk çocukluk anıları.

Sonra ikincisi; uzun saçları; sarkık bıyıkları; parka ve postallarıyla yerleşik olan her şeye isyan eden bir kuşağın öyküsüne duyulan hayranlık. Dolmabahçe rıhtımında ıslak üniformalarıyla şaşkınlık içinde objektiflere bakan Amerikan askerleri. Çember sakallarıyla Taksim'in ortasında gencecik insanları bıçaklayan "molla" görüntüleri. Yürüyüşler; işgaller; banka soygunları ve efsaneleri kulaktan kulağa yayılan dal gibi incecik, güzel yüzlü insanlar.

Sonra üçüncüsü; sokakların,okulların, mahallelerin bölündüğü; siyasal cinayetlerin kol gezdiği bir ülke; iç savaş görüntülerinin hepimizin belleğine kazındığı ağır bir durum. Maraş'ta karınları deşilmiş hamile kadınlar;boğazlanmış çocuklar; dehşet görüntüleri. Ardı ardına öldürülen aydınlar; taranan kahveler; bombalanan okullar, cenaze törenleri… TRT'nin siyah beyaz görüntülerinde 5 General. Sonra idamlar; işkenceler, hapishaneler, açlık grevleri.



İnsanın kendi hayatından konuşurken; bir film karesinden söz eder gibi soğuk ve mesafeli olmasında mutlaka psikologların ilgi alanına giren bir yan vardır. Eğer bütün bir toplum böyle davranıyorsa durum oldukça vahim demektir. Evet eskiye takılıp kalmanın bir manası yoktur; "hayat yeniler bizleri". Ama geçmişin üzerinden bir "efsane" yükünü kaldırmadan da bugünle yüzleşebilmemiz mümkün görünmüyor. Pek de kendi irademize bağlı olmayan "geçmiş tecrübemizin" bugünkü insanlar üzerinde bir hiyerarşi kurması, yeni yeni efsaneleri beslemesi bizim gerçeklikle yüzleşmemizi engelleyen belki de en önemli neden. Bireyler için geçerli olan toplumsal hareketler için de geçerli. Kendi efsanesi altında ezilen bir işçi sendikası; bir siyasal parti, bir örgüt bugünün sorunları karşısında güdük kalmaya kendini mahkum ediyor.

Asturias Guatamala efsanelerinde insan mantığını, buğulu bir fantazmanın sınırlarına taşıyan şu olağanüstü cümleyle başlar "çok eski zamanlarda bir gün yaşanmıştı ve asırlarca sürmüştü." "Asırlarca süren bir gün" gerçek zaman duygusuyla anlayamayacağımız, aklın sınırlarını zorlamasıyla efsanenin kapısını aralayan bir başlangıçtır.

Şimdi geriye dönüp baktığında darbelerle, olağanüstü hallerle, çatışmalarla ölümlerle geçmiş bir 50 yıllın "asırlarca" sürmüş olduğu duygusuna kapılıyor insan. Belki de toplumsal ve bireysel varoluşumuzu hep "efsanevi" anlamlarla kuşatan da bu. Evet; gökten 3 darbe düştü; biri bebekliğimize; biri çocukluğumuza; bir ilk gençliğimize; onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine; bizden sonra gelenler dere tepe düz bir arpa boyu yol gitmesinler.

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren