Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan , Barış Terkoğlu
Metastaz

Dinlediklerim

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

politika

Dienstag, 13. September 2005

Ses

Siz hiç sessiz kaldınız mı?
Kalan birinden bahsedeceğim bugün:
Enver Karagöz, Artvin'de öğretmendi.
TÖB-DER'liydi.
Eşiyle birlikte eğitimci olarak çalışmış, bütün ilerici eylemlerde ön safta yer almıştı.
Sesi gürdü, edebiyata sevdalıydı.
Mitinglerde ilk o söz alır, heyecanla şiirler okur, kitleleri dalgalandırırdı.
12 Eylül'de 650 bin kişiyle birlikte o da- eşiyle birlikte gözaltına alındı. Gözetim yerine dönüştürülen Öğretmen Okulu'na götürüldü.
Orada ağır işkenceden geçirildi.
Kendinden geçip bayıldı.
Sonra ansızın boğazında büyük bir acıyla uyandı.
İşkencecileri, kaşığın sapıyla ağzını aralamış ve boğazından aşağı kaynar su boşaltmıştı.
Artık sesi yoktu.
* * *
Bu vahşette, bütün bir toplumun zorbalıkla suskunlaştırılmasının temsilini görüyorum ben...
Karagöz'ün anılarını belgeleyen İnsan Hakları Vakfı danışmanı Ülkü Özen hatırlattı:
Karagöz'ün işkencecileri ile Victor Jara'nınkiler ne kadar da birbirine benziyor.
Victor Jara Şililiydi.
O da üniversitede öğretmendi.
Aynı zamanda gitar çalıyordu. Ülkenin muhalif sesi olarak bilinen, bizim kuşağın efsane grubu İnti-İlimani'nin sanat danışmanıydı.
Victor Jara, 1973'ün 11 Eylül sabahı üniversitede bir konsere giderken, elinde gitarıyla gözaltına alındı.
Askerler darbeyle yönetime el koymuştu.
Jara da, silah zoruyla evlerinden alınıp başkent Santiago'daki stadyuma toplananların arasına kondu.
Beklerken, gitarını çıkarıp "Venseremos"u ("Kazanacağız") çalmaya başladı.
Şili sosyalistlerinin dillere destan marşıydı bu...
Az sonra sesler çoğaldı ve marş, stadyuma doldurulan 5 bin kişilik tutuklular korosu tarafından haykırarak söylenmeye başlandı.
Askerler "kışkırtıcı"yı bulmakta gecikmedi.
Jara götürülüp dövüldü.
Özellikle gitar çalan ellerini dipçikliyorlardı. Yetmeyince parmaklarını kırdılar. Buna rağmen ıslıkla marşı söylemeye devam eden Jara, ancak dili ve bilekleri kesilerek susturulabildi.
Ardından da kurşuna dizildi.
Geride kalan "sessizlik"te, Şili'de 35 bin muhalif öldürülecekti.
* * *
Gelelim bugüne:
Jara'nın grubu İnti-İlimani, müzikle muhalefetine sürgünde devam etti. Jara'nın anısını yaşatmayı sürdürdüler.
Ve önceki yıl 11 Eylül'de, Şili darbesinin 30. yıldönümünde, Victor Jara'nın öldürüldüğü stadyuma onun adı verildi.
Şili halkı orada hâlâ "Kazanacağız" marşını söylüyor.
Enver Karagöz mü?
Gırtlak kanseri oldu.
Yıllarca siyasi mülteci olarak yurtdışında yaşadı.
Şimdi Almanya'da...
Zor konuşuyor, ama yazılarıyla "ses vermeye" devam ediyor.
12 Eylül darbesinin 30. yıldönümünde Artvin Öğretmen Okulu "Enver Karagöz" adını alacak mı?
Bilmiyorum.
Neden mi?
25 yıl önce bizim stadyumun çevresindeki alkış sesi, "Kazanacağız" marşını ve sesi kesilenlerin haykırışını bastırdığındandır belki...
O zamandan beri şiirsiz ve sessiziz.

Can Dündar

Sonntag, 29. Mai 2005

Türkiye nereye?

Benim de söyleyecek sözüm var!

Durun bakalım; kavga daha yeni başlıyor.
1950 model bir kaymakam çıkıp Nâzım okudu diye 17'lik öğrenciyi ihbar ediyor.
1930 model bir bakan çıkıp kendisinden farklı düşünenleri "hainlikle" suçluyor.
Eğitim-Sen, tüzüğünde ana dilde eğitimi savundu diye kapatılıyor.
Askere gitmeyi reddeden Mehmet Tarhan'ın, tıkıldığı Sivas askeri cezaevinde günlerdir dayak yediği haberleri geliyor.
Yasalardan teker teker ayıklanan örümcek kafa, gündelik hayattan ağlarını söktürmemek için direniyor.
* * *
Bunlar alıştığımız şeyler. Ama bir yandan da alışmadığımız şeyler oluyor:
Şiir duydu mu karakola koşan kaymakam, başta Başbakan olmak üzere herkesin tepkisini çekiyor.
Farklı görüş sahiplerini "hıyanet"le suçlayan bakana kendi Meclis Başkanı bile demokrasi dersi veriyor.
Bir günde 11 üniversiteden 153 akademisyen protesto metni imzalıyor.
Uzak bir koğuşta Mehmet Tarhan'ın uzun saçlarını yolan koğuşdaşlarının zulmü, anında tüm kıtada duyuluyor; dünyanın öbür ucundan ses geliyor.
Eğitim-Sen'in kapatılma kararında tam bir "hâkimler savaşı" yaşanıyor. Yargıtay'ın 1982 Anayasası'na dayalı kapatma kararına, yerel mahkeme "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi"yle direniyor.
"Böyle gelmiş böyle gider"cilerle "Artık yeter"ciler arasındaki ip çekme yarışı bu...
Evrensel hukuku hiçe sayarak hükmetmeye alışmış kafa, kendi iktidarını da silip süpürecek değişim rüzgârını durdurmaya çalışıyor.
Ama rüzgârın gücü karşısında boş bir varil gibi devriliyor.
Bunca gümbürtü ondan...
* * *
Şuna hazır olalım:
Belki 10-15 yıl sürecek zorlu bir döneme giriyoruz.
"17'lik bir velet, koca kaymakamın karşısında nasıl izinsiz şiir okurmuş" diyegelen zihniyet, adalet terazisinde makamın 5 paralık değeri olmadığını fark edecek.
Adalet'in bakanları, farklı görüşe tahammülü öğrenecek.
Yargıçlar, evrensel aklın ürettiği insanlık sözleşmesinin,
askeri darbe ürünü anayasadan daha üstün olduğunu kabul edecek.
Türkiye, kutsal saydığı askerliği reddeden, nüfus cüzdanına dini inanç yazılmasına muhalefet eden, ana dilde eğitim görme hakkını teslim eden, tarihinin sevimsiz ayrıntılarını dillendirenlerle yüzleşecek.
Bunca yıl, dünyaya sırtını dönüp evrensel hukuku yok sayarak yasaklar ve tabularla hükmünü sürdürenler, egemenliklerini yitirmemek için kuytularda daha çok bıçaklar çekecek.
Herkes için "hain" yaftaları dikilecek.
Kör milliyetçi hezeyan büyüyecek.
AB desteği aşağılara düşecek.
Değişime ayak direyen totaliter sistem, bünyesine demokrasi virüsünün girmesiyle ateşlenecek, güçsüzleştikçe öfkelenecek.
Kopenhag kriterleriyle, çoğulcu demokrasiyle, insan haklarıyla, evrensel hukukla tanışan her coğrafyada böyle oldu bu...
Uygar insanlık âleminin geçtiği o dikenli patikadan şimdi biz geçeceğiz, elimiz yüzümüz yara bere içinde...
Yasakçı kaymakamlar, dar kafalı bakanlar, hukuk tanımaz hukukçular gençliğimize, ömrümüze el koydu. Ama çocuklarımızı onların eline bırakmayacağız.
Türkiye iyiye gidecek.
Değişim rüzgârının tozu dumanı bunlar...

can.dundar@e-kolay.net

Donnerstag, 7. April 2005

Demokrasi isteyemez olduk

Cuma günü Washington'da Mısır'ın önde gelen demokrasi ve insan hakları savunucusu Prof. Sadedin İbrahim bir konferans verdi ve neden Hüsnü Mübarek'in karşısına cumhurbaşkanı adayı olarak çıktığını anlattı. İlk soru solcu bir Amerikalı gazeteciden geldi: "Sizin yaptıklarınız neo-conların (yeni muhafazakârlar) politikalarıyla örtüşmüyor mu?" ABD'nin Irak'ı işgaline hep karşı çıkmış olan Prof. İbrahim'in cevabı epey öfkeliydi: "Ne yani neo-conlar istiyor diye demokrasi talebinden vaz mı geçeyim!"

Bu sahne aklıma ABD'nin Ankara Büyükelçisi Eric Edelman'la tek karşılaşmamı getirdi. Kendisine "Sizin yüzünüzden İslam dünyasında demokrasi isteyemez olduk" demiş, onun "Neden?" sorusuna da "Çünkü siz de demokrasi istiyorsunuz" cevabını vermiştim.

Edelman da bana "Galiba siz Amerikan karşıtısınız" demişti.


Rusen Cakir (sabah )
Veba ile kolera arasındaki İslam dünyası.adli yazidan alinti (06/04/2005)

Samstag, 19. Februar 2005

Dadsız

BAL Mahmut, dostlar arasında şive taklitleri de yaparak anlattığı fıkralarıyla; Osmanlı'dan uzantılı sözlü mizahın, Çankaya sofralarından da geçmiş, kahkahalar yaratan bir zeka şelalesiydi.
ABD basınında ve siyasal kulislerinde; Türkiye'de yoğunlaşmakta ve resmileşmekte olan Amerikan aleyhtarlığıyla ilgili olarak yapılan saptama, yorum ve değerlendirmeler; Bal Mahmut'un neşeli bir anlatımla yaptığı bir nokta vuruşunu canlandırdı bendenizin belleğinde...
***
1. Dünya Savaşı'nda Enver Paşa'nın, Alman İmparatoru II. Wilhelm'in istediği doğrultusunda Rusya ile birlikte İtilaf Devletleri'ne; yani İngiltere'ye, Fransa'ya, İtalya'ya, Japonya'ya ve ABD'ye karşı ilan ettiği savaş ve o blokun Balkanlar'daki küçük bir parçası olan Romanya'nın işgali...

Bir Osmanlı zabiti, emirberiyle birlikte, kenti terk etmiş bir ailenin Bükreş'teki evine yerleşmiş. Evde kala kala sadece sarkık göğüslü, geniş kalçalı, yaşlı bir hizmetçi kadın kalmışmış.
***
Bizim Osmanlı zabitinin çakı gibi olan emir erinde, bir süre sonra bir sünepelik başlamış.
Zabit:
- Memiş, diye bağırdığında; ya gevşek bir "Emret kumandanım" yanıtı geliyor, ya hiç ses çıkmıyormuş.
Genç zabit yine bir gün bağırmış üst kattan:
- Memiş...
Üşengeç bir ses duyulmuş:
- Emret komutanım.
- Çabuk koş gel buraya...
***
Memiş, yorgunca adımlarla çıkmış merdivenleri ve bizim genç zabitin karşısında hazır ol durmuş. Hazır ol durmuş ama gözleri fersiz bakıyormuş.
Zabit:
- Ulan Memiş, demiş; doğru söyle, sen evdeki o ihtiyar hizmetçiyi şey ediyorsun değil mi?
Memiş:
- Ediyon kumandanım, demiş, ediyon.
Ve küçük bir ekleme daha yapmış:

- Ama dadsız...


c.altan@prizma.net.tr

Donnerstag, 27. Januar 2005

Sol neden başarısız?

Bu hafta sonunda, Meclis'te solu temsil ettiği varsayılan CHP'nin tantanalı olağanüstü kurultayının gölgesinde, sessiz sedasız bir başka parti konferansı daha yapılıyor... Benim de kurucuları arasında yer aldığım ÖDP'nin dokuzuncu konferansı.
ÖDP dünya çapındaki gelişmelerin sosyalizm tarihi açısından da bir dönüm noktası olduğu düşüncesiyle, solun kendisinin de yenilenmesini amaçlayan bir parti olarak kurulmuştu. Bir yanda küreselleşme sürecinin gündeme soktuğu yeni sorunlar, diğer yandan belki de aynı sürecin bir parçası olarak sosyalist sistemin yaşadığı büyük çöküntü, solun eleştirel politika ve stratejilerinin yeniden gözden geçirilmesini gerektiriyordu. Türkiye solu ve emek güçleri, küreselleşmenin dayattığı bir yeniden yapılanma krizi içinde bir yandan sürece müdahil olma ve emekten yana bir yönlendirme imkanı ararken, diğer yandan belki kendi geçmiş zaaflarını aşma ve geçmişin bütün devrimci potansiyellerini ciddi bir devrimci politik güce dönüştürmenin yolunu da bulabilirdi.
Bu imkanın ne kadar değerlendirilebildiği ve ÖDP'nin başlangıç hedefleri bakımından ne kadar başarılı olabildiği, yönetim-karar mekanizmalarının işleyiş ve seçim süreçleri, çalışma tarzı bakımlarından alternatifi olma iddiasında olduğu burjuva parti formlarından ne kadar farklı bir pratik gerçekleştirebildiği bu gün elbette tartışılabilir
Tartışmasız olan tek şey, bugün ülkemizde yaşanan büyük 'sağa savrulma' olgusuyla birlikte, solun en zayıf dönemlerinden birinin yaşanmaya devam ediliyor olmasından ibarettir.
Bu durumun elbette dünya çapında yaşanan gelişmelerden kaynaklanan nedenleri var: Küreselleşme bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de liberal bir değişim rüzgarı estirdi. Türkiye'nin hiç de küçümsenmemesi gereken devrimci potansiyelleri politik süreçlerin dışına sürüklendi; gelişen liberal dönüşüm süreçleri karşısında sağlam bir ideolojik-politik muhalif duruşun geliştirilememesi, AKP politikalarına soldan örtülü ve sessiz bir onay, hayırhah bir tavır gösterilmesini sağlayan bir ortam oluşturdu; vb...
Bütün bunlar ne kadar doğru olursa olsun, bugün içinde bulunduğumuz durumun içe sindirilebilmesi mümkün değil. Bu noktada kendi sorumluluklarımızın ve zaaflarımızın da açıklıkla ortaya konulması ve tartışılması da gerekir. ÖDP kongresi bu bakımdan da bir fırsat olmalı.
Birgün gazetesinin okur sayfasının bana ayrılan bu köşesinde haftada bir bu konulara dair yazılar yazıyorum. İki hafta önce gene bu konuda, solun içe dönük rekabet anlayışlarının vardığı uç noktayı sergilemesi bakımından 12 Eylül öncesine dair bir örneği konu ederek yazdığım yazıya olumlu-olumsuz tepkiler gösterildi. Anlatmak istediğim, 'biz ne kadar haklıydık, ötekiler ne kadar haksızdı' tartışmasının çok ötesine, kısaca şundan ibaretti: 12 Eylül'e beş kala, yaklaşan felaketi bile bile veya farkında olmadan ne yaptığımıza bakarak, geçen yirmi beş yılın ardından, tarihimizin bu en dramatik dönüm noktalarından birinin prizmasında, bugün bile sürüp giden zaaflarımız hakkında -kendimizi hiç de dışında tutmadan- düşünmemiz ve bazı sonuçlar, dersler çıkarmamız mümkün değil mi? Medyanın konunun magazinel yanlarıyla ilgilenmesi doğal. Ama verilen yanıtların birçoğu, solda da olayı hala bir iç rekabet konusu olarak gören yaklaşımların yaygınlığını gösteriyor. Benim yazdıklarıma karşı bazı arkadaşlar 12 Eylül darbesinden, devrimcilerin sorumlu tutulamayacağını açıkladı, sanki öyle demişim gibi! Kimileri de, "o dönemde mücadele sınıf temelinde olsaydı böyle olmazdı" anlamında yanıtlar verdi.
Belki konunun en kısa özeti şu: Solun başarısızlığının önündeki en büyük engellerden biri, solun kendisinden başka bir şey değil. Bir arkadaş "solcu solcunun kurdudur" dedi.Solda altmışlı yıllardan bu yana sürüp giden mücadeleler içinde kimisi o günün koşulları içerisinde kişisel ve siyasi nedenlerden, kimisi dünya çapındaki (Çin, Sovyet, Arnavutluk, Troçkist, Maoist…) bölünmelerden kaynaklı, kimisi başka nedenlerden oluşmuş kırılmalar, ayrışmalar, saflaşmalar, aslında kendi tarihlerinden de koparak ve kendi altlarında yeni türevler yaratarak ve bugünün dünyasında hangi ihtiyaca karşılık düştüklerine hiç bakılmadan, kendi başarısının ölçüsünü diğerlerinin başarısızlıklarında arayan, birisi bir adım ileri gidecek, küçük de olsa bir başarı gösterecek olsa, onun karşısına öncelikle diğerlerinin çıktığı, böylece sanki hep birlikte solun başarısızlığı için çalışıldığı bir mücadele geleneğini de beraberlerinde taşıyarak, sürüp gidiyor.
Hayır, haksızlık etmiyorum. Türkiye sol, sosyalist devrimci hareketlerinin hiç de küçümsenmemesi gereken birikimler taşıdığını biliyorum. Ama solun bugünkü durumu bu birikimleri ifade etmeye yetmiyor. Bunun için ÖDP ile başlamış olan 'solun kendisini yenileme mücadelesi' belki bugünün koşullarına göre kendisini yeniden tanımlayarak daha büyük bir kararlılık ve cesaretle devam etmeli.

Oğuzhan Müftüoğlu oguzhanmuftuoglu@birgun.net

Freitag, 14. Januar 2005

Sorular, yanıtlar, tartışmalar

Geçen yıl en çok tartışılan konu AB meselesi oldu. Öyle görünüyor ki bu nafile tartışma önümüzdeki yıl da sürecek. "Nafile" diyorum, çünkü geçen yılın tartışmalarında görülen o ki, kimse kimseyi ikna edemiyor. Herkes kendi düşüncesinde ısrarlı.
Gazetemizin değerli yazarlarından Rıdvan Akar geçenlerde benim bu konudaki düşüncelerimle ilgili (ve oldukça hoş şarkı sözleriyle bezediği) tartışma yazısını şöyle bitiriyordu: "Türkiye sosyalistlerinden henüz 'Biz de AB'ye üyeliği destekliyoruz çünkü...' diye meydanlara çıkan yok. Geçtiğimiz sefer bir şarkı yazıp, Müftüoğlu'nu güldürmüştük. Bu defa -Çiğdem Anat'ın- bir roman adıyla bitirelim: Hayat geçiyor, sen neredesin?"
Madem bu konu önümüzdeki yıl da gündemde kalmaya devam edecek, yeni yılın bu ilk yazısında, Rıdvan'ın eleştirileri vesilesiyle, düşüncelerimi bir kere daha kısaca özetlemeye çalışayım.
AB konusunda karşımıza çıkan en yaygın ve ilk bakışta son derece makul görülen soru ya da düşünce tarzı şu: "Kardeşim sen Türkiye'nin AB'ye üye olmasına evet mi diyorsun, hayır mı diyorsun?" Rıdvan da herkes gibi bu sorunun yanıtını istiyor, evet veya hayır dışında politik bir tutumun olamayacağını düşünüyor. Bence bu hatalı bir düşünce.
Ben önce Rıdvan'ın önerdiği gibi, neden Türkiye sosyalistlerinin "Biz de AB üyeliğini destekliyoruz" diye meydanlara çıkmasını doğru bulmadığımı anlatmaya çalışayım. Her şeyden önce bugün Türkiye'nin egemen sınıfları, uluslararası tekelci sermayeyle bütünleşmiş sermaye kesimleri ve onların denetimindeki devlet bürokrasisi, AB'ye üyelik konusunda tercihlerini çoktan yapmış, kararlarını çoktan vermiş durumdalar. Hemen bütün egemen sınıf partileri de bu politikanın uygulayıcısı konumundalar. Zaten AB sürecinin en önemli parçalarından biri olan "Avrupa Gümrük Birliği Anlaşması" imzalanalı on yılı geçiyor. Bu anlaşmayla Türkiye, AB ile ilişkilerinde vereceği ekonomik tavizlerin çoğunu kabul etmiş oldu. Bu noktadan sonra tartışma konusu olan şey Türkiye'nin AB'ye tam üyelik koşullarının, zamanının, şeklinin, şemalinin AB hükümranlarınca belirlenmesinden ibarettir...
Bu koşullarda solun "AB'den yanayım" şeklinde bir politika yürütmesinin, bu egemen sınıf siyasetinin pasifçe desteklenmesinden başka bir manası da yoktur. Daha önceki bir yazımda da söylediğim gibi, böyle bir politika -sonucu değiştirme açısından- belirli bir yöne doğru giden bir trende oturduğun koltuğu ileri doğru iteklemekten başka bir anlam taşımaz. İkincisi ve daha önemlisi, AB sürecinin niteliği açısından, ona angaje olma anlamına gelecek bir politik tutumun yanlışlığıdır. AB süreci bugün küreselleşmenin bütün özelliklerini sergileyen bir yapıya dönüşmüştür. Onun son dönemlerde özelleştirmelere ve sosyal hakların tasfiyesine hız veren, neo-liberal, serbest piyasa esasına dayalı ekonomik kriterleri, İMF, DTÖ, DB gibi uluslararası sermaye kuruluşlarının yürüttüğü ekonomi politikalarıyla birebir örtüşür bir özellik göstermektedir. Keza bugünkü AB tümüyle sermaye egemenliğine dayalı, temel karar mekanizmalarına Avrupa oligarşisinin hakim olduğu bir yönetim yapısına sahiptir. Zaten bu özelliklere sahip olan AB egemenleri, Türkiye'nin eşit koşullardaki bir üyeliğini benimsememekle birlikte, yürüttükleri dünya politikası açısından Türkiye'yi dışarıda tutmayı da uygun görmemektedirler. Keza çeşitli Avrupa devletleri de AB sürecinin alt başlıkları arkasına gizlenmiş şekilde farklı siyasetler yürütüyorlar.

Bu nedenlerle Türkiye sosyalistlerinin sokaklara çıkıp, "Biz AB üyeliğine evet diyoruz" diye mitingler düzenlemesinin, çok doğru ve gerekli bir politika olduğu söylenebilir mi? Bize göre bu koşullarda bu soruya olumlu yanıt vermek mümkün değil. Bu yaklaşımın en özet ifadesi de kısaca "AB'ye evet demeye hayır!"dan ibaret.

Bu noktada, "Madem böyle düşünüyorsunuz, o zaman neden 'hayır' diye ortaya çıkmıyorsunuz" denebilir. Bize göre bu sorunun yanıtı da oldukça açık. Bugün sermaye kesimleri arasında AB yanlısı olanlarla karşı olanlar arasında bir mücadele ve tartışma var. Sermayenin uluslararası sermaye ile görece bütünleşememiş kesimleri, statüko yanlısı bürokratik milliyetçi güçlerle birlikte AB sürecine karşı bir muhalefet sürdürüyor. AB süreci, küreselleşme sürecinin de bir parçası ve gereği olarak, bu eski tutucu yapıyı bozan, taşları yerinden oynatan "ilerici" bir işlev de yerine getiriyor. Bu süreci gerçekten demokratik ve ilerici bir gelişme olarak sahiplenmek ne kadar yanlışsa, ona karşı eski yapıyı savunanların safında yer almak da o kadar yanlış bir tutum. Bu nedenle ve bu koşullar altında solun AB sürecine karşı olan statüko yanlısı milliyetçi güçlerle (bazılarının yaptığı gibi) birleşerek ortak bir mücadele yürütmeye kalkmasının saçmalığı ortada. Böyle bir tutumu haklı göstermek için ileri sürülen sözde anti-emperyalist söylemlerin de tutarlı bir yanı yok. Türkiye'nin AB üyeliği, AB emperyalizmiyle bir sömürü ilişkisi kurulması olarak görülecek bir ilişki değil, sömürü ilişkisi şimdi zaten var.
Bütün bu nedenlerle sol açısından bu konu üzerine yürütülen tartışmayı bir "evet-hayır" çerçevesine sıkıştırmak pek anlamlı bir şey olarak görünmüyor. Bu yaklaşımın, bugün yaşanan gelişmeler karşısında politikasızlık ve tavırsızlık olarak görülmesi veya öyle anlaşılması da doğru değil.
Türkiye AB'ye tam üye olacaksa olacak, şimdi daha muhtemel olarak göründüğü gibi özel bir statü ile sınırlandırılmış bir üyelik verilecekse, Türkiye egemenleri onunla yetinecek. Her ne olursa olsun, Türkiye'de solculuk ve devrimcilik, bugün başka türlü olmasına solun gücünün yetmediği bu verili koşullar altında yürütülecek.
Yani demem o ki, sosyalist dünya görüşü bu verili (AB sürecine endekslenmiş ) koşullar altında ve bu verili düzene karşı mücadele içinde ve de eskimiş düzeni savunma hatasına da düşmeden kendisini yeniden var edebilecek. Her neyse, bu konuyu, ve bu konuya kenardan müdahil olan "emeğin Avrupası" bağlamındaki konuları, önümüzdeki yıl boyunca da arkadaşça tartışmaya devam edeceğiz.

Bu tartışmada hiç değilse bir konuda zayıf kaldığımı kabul etmek zorundayım: Rıdvan'ın şarkı sözleri! Bu konuda ona yanıt vermekte zorlandığımı itiraf etmek durumundayım. Gene de, pilavdan dönenin kaşığı kırılsın.
İşte benim yanıtım da sevgili Can Yücel'in bir şiirinden, aklımda kalan iki dize:

"Başka türlü bir şey benim istediğim,
Ne ağaca benzer ne de buluta benzer..."


Oğuzhan Müftüoğlu 07/01/05 (Bir gün Gazetesinden alinmistir)

oguzhanmuftuoglu@birgun.net

Sonntag, 2. Januar 2005

Yeni diye diye

Nerede ne zaman duysam içim titrer. Kim söylerse söylesin yüreğime saplanır. Ağzımdan her çıktığında, gazetede dergiden kitapta her gördüğümde içime bir kuşku düşer. Acaba derim, kocaman bir yalan mı diye düşünürüm..
Tek başına da olsa, bir sözcükle birlikte de söylense çok önemli bir sıfat “yeni..” insan için.
İnsanlık için de öyle değil mi?
Yeni dünya, yeni muhafazakar ,yeni sol, yeni piyasa, yeni düzen diyerek altını üstüne getirmediler mi evrenin? Getirmiyorlar mı? Yeni diye diye can alıp kan dökmüyorlar mı?
Sabah kahvesinin ilk yudumundan sigaranın ilk nefesine geçerken şöyle bir düşünün. Kaç yeni yılınız geride kaldı..? Kaç kez yeniden dediniz..? Kaç kez yeniden yenildiniz..? Kaç kez yeniden başladınız kavgaya, arayışa ve hatta aşka..
**
Hani yeni yılın ilk yazısını yazmasam büyük olasılıkla “ne yenisi..” diye başlardım yeni yılın ilk gününe. İnsanların yeni yılın ilk gününü ağzına kadar mutlulukla doldurma eğiliminde olduğunu bilmesem “ne yeni yılı..” der geçer giderdim. Ama hiç olmazsa kahve bitene, çay tazelenene kadar keyfini çıkaralım diyorum yeni yılın.
Tamam. Cinayeti, rüşveti, hırsızlığı, yağmayı, soygunu, hortumu, tecavüzü, işkenceyi, copu, jipi, biber gazını görmeyelim.Peki. Faili meçhulü, baskını,saldırıyı, yargısız infazı, şehit edilenleri,ölü olarak ele geçirilenleri cezaevlerini, ölüm oruçlarını duymayalım. Kabul.İşsizliği, açlık sınırını, yoksulluğu,savaşı, silahı, uyuşturucuyu, fuhuşu, mafyayı, medyayı, özgürlüğü, bağımsızlığı, vatan pazarlamayı, cennet kiralamayı bir yana bırakalım. Hadi bakalım, nasıl olacaksa, hep birlikte ele ele gönül gönüle keyfini çıkaralım yeni yılın.
**
Ciddi olalım en başta. Hakça davranalım.İyimser olalım. Ülkemizin refahı, bölgemizin ferahı için yapılan iyi şeyleri de görelim. Bardağın sadece boş tarafı olmadığını görelim. Kendimize güvenelim. Yeter ki isteyelim.
Bu milletin gerektiğinde “direkleri altından, yelkenleri atlastan gemiler..” yaptığını anımsayalım.Bu milletin gerektiğinde “Yedi Sekiz Hasan Paşalardan..” sadrazam, imamlarda başbakan çıkardığını unutmayalım.
Vaşhington’dan Brüksel’e her zaman her yerde devlet millet işlerine ciddiyetle sarılanları; fakir fukara garip gurabaya şevkatle el uzatanları örnek alalım. “Ne günlere kaldık ey gaziyi hünkar..” diye başlamayalım, bu dizenin sonunu asla yazmayalım. Kısacası ciddi olalım efendiler beyler, ciddi olalım dostlar arkadaşlar.
**
Nereden çıktı bu “ciddiyet işi de..” demeyin.Onu ciddiyetle kavrayalım yeni yılın ilk sabahına buyur edelim. Onun gerçekten ciddi bir devlet ve siyaset adamı olduğunu artık görelim.
Demokrasiyi amaç değil araç kabul ederken de ciddi,İstanbul imamıyım derken de.Baleyi dansı fuhuş sayarken ciddi. Tesettürü türbanı siyasal simge sayarken ciddi.Birden çok kadınla evliliğin İslam’ın gereği olduğunu söylerken de ciddi, zinayı suç sayarken de.
Kadın deyince de ciddi yani.
Kılıçlar kelle koparmayı eleştirenleri İslam’a karşı olmakla suçlarken ciddi.İslami terör tanımını içine sindiremediğini söylerken ciddi.
Şarap içenlerin cayır cayır yanacağını söylerken de ciddi. Bakanlar kurulunu Sivas Kongresi’nin toplamasına karşın , diri diri yakılan 37 insan için tek söz etmezken de ciddi.
Yakma deyince de ciddi yani.
Adı yolsuzluğa karışan cemaat arkadaşlarına milletvekili dokunulmazlığı kazandırırken ciddi.Oğlunun sünnetinden, kızının düğününden servet sahibi olurken ciddi. Alman Başbakanına “sen ne maaş alıyorsun..?” diye sorarken de, ticaret yapmasa/ gofret-gazoz satmasa geçinemeyeceğini söylerken de ciddi. Türkiye’nin Irak politikasını 8,5 milyar dolar kredi karşılığında satarken de,IMF’ye üç yıllık kulluğa evet derken de ciddi.
Ekonomi deyince de ciddi yani.
**
Şimdi dilerseniz yeni yılının ilk gününe büyük bir ciddiyetle sarılalım. Yeni yılın ilk gününde “yeninin ne olduğunu..” büyük bir ciddiyetle bir kez daha düşünelim.
Şekeri nemlendiren, pirince bulgura taş koyan, odunu ıslatan, süte su katan, benzine gaz, gaza su karıştıran,yeni diye diye kandırılan yüce halkımızın yeni yılını, yeni umutlarla, yeni dileklerle kutlayalım.

Erbil Tuşalp
erbiltusalp@birgun.net 01/01/05

Donnerstag, 30. Dezember 2004

SOL MU DEDİNİZ...

Sol neden başarısız?
En çok karşılaştığım sorulardan biri bu. Genel olarak baktığınızda, solun, toplumun çoğunluğunun çıkarlarını savunduğunu söylemek yanlış olmaz. Sol her zaman bağımsızlık, barış, demokrasi, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, dayanışma gibi evrensel insani/toplumsal değerlerin savunucusu olmuştur. Uzunca bir tarih kesiti açısından baktığınızda pek çok konuda haklı çıktığı da görülmüştür.
Evet, buna rağmen sol başarısız ve toplumun dünya çapındaki neo liberal dalga doğrultusunda büyük bir alt üst oluş süreci içine girdiği bu gün de etkisiz durumda. Solun dibe vurduğu bir noktada, sol adına hayata geçirilmeye çalışılan bütün projeler zorlanıyor.
Sanırım hepimizin mecburen mutabık olduğumuz tek şey de bu.
Bunun nedenlerine gelince, kuşkusuz hepimizin anlatacak bir yığın ve çoğu da haklı hikayelerimiz vardır. Tabii benim de...
Yılın bu son yazısında maksadım bu sorunun nedenlerini uzun boylu tartışmak, teorik izahlar yapmak falan değil; sadece bu konuya dair kendi hikayelerimden küçük bir bölümü sizlerle paylaşmaktan ibaret.

Bu ülkede solun ve halkın başına gelen en büyük kötülüklerin başında 12 Eylül gelir. Bir askeri darbe kararı alındığı 12 Eylül'den aylar önce biliniyordu. Arkadaşlar o dönemde faaliyet yürüten yirmi kadar sol örgüt temsilcisiyle bu bilgiyi paylaştılar. (Bu insanların hepsi şimdi hayatta.) Böyle bir darbeyi engellemek için ne yapılabilirdi? En azından darbecilerin işini kolaylaştıracak eylemlerden kaçınılabilir, ortak kitlesel eylemler yapılabilir, önlemler alınabilir miydi?
O tarihten sonra 12 Eylül oluncaya kadar sekiz ay geçti. O arada sol ne yaptı dersiniz? Bu güne kadar kimsenin üstüne alınmak istemediği bu tür soruların yanıtını bulmak için o günlerin tarihini hatırlamak yeterli.
Faşist bir darbeye karşı ortak önlemler alma konusunu kimse ciddiye almadı. Bazılarımız "Faşizm geliyor diye pasifizm öneriyorlar" biçiminde yazılar yazdı. Türkiye tarihinin en karanlık dönemini başlatan bir faşist darbeye beş kala, bırakın bunu önlemek için ortak önlemler almayı, sol gruplar birbirlerine karşı şiddetli bir mücadele ve rekabet içine girdi. Herkes kendi başarısını başkasının başarısızlığında aradı, diğerinin başarısını kendi başarısızlığı olarak algıladı. Askeri darbeden önceki bir iki ay içinde, solun kendi iç çatışmaları, ayrışmaları en üst düzeye çıktı. Sol içi çatışmalardaki ölümler en çok o dönemde oldu. Bunun bir rastlantı olduğunu düşünmek mümkün değil.
Bu durumu önleyebilmek için o dönemde sol gruplar içinde taraf sayılmayacak kişilerden yardım istedik. Çünkü solcular bir birlerini dinleyecek durumda değildi. M. Belge ve M. Belli bir çağrı metni yayınlamayı kabul ettiler. Metnin son hazırlıkları yapılırken, 11 Eylül'de akşam üzeri M. Belge'nin beni aradığını bildirdiler. Metinle ilgili bir şey konuşacağımızı düşünerek yanına gittiğimde bana "geldiler" dedi. Birlikler çoktan harekete geçmiş, darbe başlamıştı.
Sonrasını herkes biliyor.
12 Eylül'den sonra kafama en çok takılan sorulardan biri, gelişini önceden herkesin gördüğü, hani bizim de neredeyse davul zurna ilan ettiğimiz 12 Eylül darbesinin, önlenip önlenemeyeceği sorusu olmuştur. Aynı soru çeşitli röportaj ve söyleşilerde de soruldu bana. Birgün gazetesinin Pazar eki için yapılan bir söyleşide de bu soruyu "Bence önlenemezdi. Genel olarak sol olsun, o dönemde en geniş topluluğu oluşturan kesim olarak biz olalım, 12 Eylül'ü önleyebilecek, yani Türkiye'ye karşı dünyanın en büyük güç merkezleri ve onun denetimindeki baskı güçlerinin tezgahlarını, oyunlarını bozabilecek donanımda, yetkinlikte olgunlukta değildik" diye yanıtlamıştım.
Bu yüzden, sol deyince "kabahatin çoğu sende sevgili kardeşim" diyen Nazım gelir aklıma.
Şimdi 12 Eylül'den sonra bir çeyrek yüz yıl geçti. Dünya da Türkiye de çok değişti. Sol deyince, işe bir de bu yönden bakmak, "sol ne kadar değişti" diye de sormak gerekiyor. Çünkü sol değişen çağı doğru yorumlayabildiği kadar, kendisini başarısızlıklara mahkum eden geçmiş yanlışlarından da uzaklaşabildiği oranda başarıyı hak edecek.
Yılın bu son yazısını yazarken, bu umudun pırıltılarını da görebiliyorum, eski hastalıkların (insanların internet sitelerinde birbirini maillerle öldürmeye çalıştığı) traji komik örneklerini de...
Yeni yılda hepimize, umutlarımızı ve sevgilerimizi büyüten güzellikler diliyorum.

Oğuzhan Müftüoğlu 30/12/04 - www.birgun.net

Samstag, 25. Dezember 2004

Gençlik ve bilimsel düşünce

GENÇ okurlarımdan sık sık elektronik mektup alırım. Bazılarını okurken içim ferahlar, geleceğe büyük bir sevinçle bakarım. Okuyan, araştıran, sorgulayan, analiz yapan, eleştiren ve benden kaynak soran mektuplardır bunlar.
Bazıları ise adeta ödev veya tezlerini benim yazmamı isterler...
"Annan Planı konusunda Türk ve Yunan hükümetlerinin görüşü neydi? GAP nedir, hangi aşamadadır?.."
Bunlara cevabım tektir:
"İnternete girerek kendin araştır! Böyle ödevler sizi araştırmaya alıştırmak için veriliyor!"
Bazen de şöyle mektuplar alırım:
"Atatürk Nutuk'ta Lozan'ı nasıl anlatmıştır?.. Anayasa'ya göre TBMM'nin görev ve yetkileri?.. Reşat Nuri'nin Çalıkuşu adlı romanının özeti?.."
Böyle yardım taleplerine de cevabım tektir:
"Aç da oku be kardeşim!"
* * *
BAZEN okurlarıma ben soru sorarım.
Aldığım bazı mektuplar şöyle:
"- Avrupa emperyalist olduğuna göre tek amacı Türkiye'yi sömürmektir!
- IMF tek ülkeyi düzlüğe çıkarmamıştır!
- ABD emperyalizmi irticayı destekliyor, kanıtı 'yeşil kuşak' teorisidir!
- Emperyalizmin amacı Müslümanları yok etmektir!
- Atatürk tek kuruş dış borç almadan en büyük çağdaşlaşma devrimlerini yapmıştır!
- 250 milyonluk Türk dünyası Türkiye'nin liderliğini bekliyor."
Böyle yazan okurlarıma da tek bir cevabım vardır:
"Bahsettiğiniz bu konuda hangi kitapları okudunuz?!"
Onları okumaya davet etmemin etkisi olur mu, bilmem.
Bildiğim şudur: Okumak için zihinlerde bilgi açlığı yaratan soru işaretlerinin, şüphelerin, merakların olması lazımdır.
Halbuki 'kesin inançlı'lar kaba gözle gördükleri olayların kendilerini "doğruladığı"nı zannederler ve şüphe duymadıkları için araştırmaya da ihtiyaç hissetmezler.
* * *
ARİSTO'YA göre alev ve sıcak gazların yükselmesinin sebebi, güneşten geldikleri için tekrar güneşe kavuşmak istemeleriydi. Katı cisimler de, asılları olan toprağa kavuşmak için düşüyordu!
İki bin yıl süreyle insanlar her alev ve dumanının yükselmesini, her katı cismin düşmesini Aristo'nun "doğrulanması" zannettiler, hiç şüphe etmediler.
Düşme olayının sebebinin yerçekimi olduğunu 17. yüzyılda Newton gösterdi. 19. yüzyılda öğrendik ki, sıcak gazların yükselmesinin sebebi güneş sevdası değil "termodinamik kanunları"dır.
Hitler, her Yahudi'yi gördüğünde 'Yahudi komplosu' teorisinin "doğrulandığını", Lenin her ticari markayı gördüğünde kendi 'emperyalizm' teorisinin "doğrulandığını" sanmamış mıydı?
Çok okumuşlardı ama bu gözle okudukları için, kitaplardan sadece kendilerini "doğrulayan" soyutlanmış verileri aldıkları için "şüphe" duymamışlardı.
"Doğrulanma" duygusunun yarattığı 'körleşme'ler, bilimsel teorilerde bile olabilir. Kaldı ki, bilimden bağımsız değer yargılarımız vardır. Onun için tek bir "bilimsel dünya görüşü" yoktur, çeşitli görüşler, akımlar, felsefeler vardır, olmalıdır da...
Ama hiç okumadan, araştırmadan, okusa bile "metotlu düşünme" anlayışına sahip olmadan "keskin hükümler" vermek, bu çağda üniversite öğrencisine yakışmaz. Hele de "prof" unvanlı bazı zevata hiç mi hiç yakışmaz.

Taha Akyol 25.12.04 Milliyet

Donnerstag, 23. Dezember 2004

Hepimiz bir numarayız ama çok yalnızız...

Neler neler yaşadık çok kısa gibi görünen ömrümüzde... Fırtınalı bir denizde küçük bir sandal gibiydik hepimiz. Kimilerimiz hiç beklenmedik sahillere sürüklenirken, kimimiz azgın dalgalara yenildik... Çok azımız ulaşabildi o kayıp limana. Neler neler görmedik ki kısacık ömrümüzde... Kıbrıs harekâtı, ‘80 öncesi, ihtilal, Özal devri, SSCB’nin çöküşü, Berlin duvarının yıkılışı, Lübnan İç savaşı, İran İslam devrimi, Zeki Müren, İran-Irak Savaşı, Aziz Nesin, ozon tabakasının delinmesi, cep telefonunun doğuşu, Uğur Mumcu, AIDS, Sivas katliamı, Kemal Sunal, 17 Ağustos, ikiz kuleler ve daha neler neler...

Tüm kavramlar birbirine karışmıştı sanki... Denizdeki fırtınanın bir benzerini de akıllarımızda yaşıyorduk. Pusulamız fırıldak gibi dönüyordu düşündükçe... Öğrendiğimiz her şey biraz daha şaşırtıyor ve heyecanlandırıyordu. Yeni bir bilginin kıyılarında gezinirken, ayağımızı okşayan minik bir dalga, bizi derin karanlıklara çekebiliyordu. Heyecanlı, idealist ve iddialıydık. Kavgalarımız sert ve acımasızdı. Bizim gibi düşünmeyenleri değil, giyinmeyenleri dahi anlamakta güçlük çeker, onları küçümserdik. İdeallerimiz uğruna düşünmeden ölebilirdik. Sessiz ve edilgen değildik asla, dünyayı değiştirebileceğimizin farkındaydık. Geleceğe umutla bakar, yarınların bizim olacağını bilirdik. Aşkımız da öyleydi. Sevdik mi adam gibi sever, nikahsız evlilikler yaşardık. Elini tutup, küçük bir öpücük almak için, parkların akıl almadık yerlerinde gezinirdik. Yoksa karakola düşmek vardı işin ucunda. Sevdiklerimize mektup yazar içine kurumuş güller koyardık. Yüzlerce şiiri ezbere bilir, sevdiceğimize şiir okur, şiir yazardık. Bağlamanın bir tınısı bizi hiç görmediğimiz memleketlerimize götürürdü. Nazım’ı gizli gizli okur, şiirlerini, teksir makinelerinde çoğaltırdık. Markalarımız, arabalarımız yoktu, elektrik kesilince troleybüste kalırdık. Sigarayı otobüste içer, ağabeyimizin yanında içmezdik. Hani eski albümlerimizde tiplerimize, elbiselerimize bakar da güleriz ya, ben hep kaybettiğim bir dostun resmine bakar gibi bakarım.

Seviyorum, özlüyorum yılların benden götürdüklerini... Kısaca biz de babalarımıza benzemiyoruz, babalarımız gibi... Ama tüm eksiklerine ve olmayanlara rağmen her şey, yediğimiz domates, can erik bile sanki daha güzeldi eskiden. Artık yüzlerce rakamdan oluşuyor yaşamımız, telefon numaraları, şifreler, kimlik ve vergi numaraları, kredi kartları... Ama yeni hayatları en iyi anlatan rakam “1”. Çünkü artık hepimiz bir 1 numarayız. Çarpımdaki etkisiz eleman. Etkisizliğin ve yalnızlığın, yapayalnızlığın rakamı. Sayılarımız ve bilgilerimizle beraber yalnızlıklarımız da büyüyor. Ama hiç sorun etmeyin kendinize, ne de olsa artık hepimiz “1 NUMARAYIZ”, ama yapayalnızız.

Yavuz Bingöl 25/04/04

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren