politika
18 Aralık Cumartesi akşamı haberlerde siz de izlemişsinizdir: "Başbakan Erdoğan'ın da katılımıyla Ankara Kızılay'da AB şöleni düzenlendi. Erdoğan, 'Bayramınız kutlu olsun' diyerek konuşmasına başladı."
Ortalıkta bir bayram seyran muhabbeti... Şimdilik tuzu kurular, yani sermaye için bayram olduğu kesin. Nereden mi belli? AB doruğu borsayı uçurdu. Sermayesizler, yani çulsuzlar için ise şimdilik seyran, yani seyirlik, bakıp görme.. "Seyran"ın bir diğer anlamı da, bilirsiniz, dolaşmadır. Ama serbest dolaşım konusunda derogasyon var; ve hazindir Avrupa'yı iş ve aş kapısı olarak dolaşacak bir yer olarak görenler henüz bunun manasını bilmiyor ya da bununla ilgilenmiyorlar. Nereden mi belli? Ulusal kaynana Semra'nımın izlenme oranları AB haberlerini yerlere serdi. Süreç bir süre daha AB'deki şarkiyatçılık ve TC'yi yönetenlerdeki şark kurnazlığı arasındaki bilek güreşi olarak devam edecek gibi...
AB'ye tam üye olunur ya da olunmaz, bu şimdiden bilinmiyor. Bugün bu gelişmelerin somut anlamı, Türkiye'de siyasi rejimin değişmekte oluşudur. Tepeden ve dışarıdan burjuva devriminin bir sonucu, burjuvazi kendi rejimini şimdi tepeden ve dışarıdan yeniden kurmaya girişiyor. Ancak bu tür bir siyasi rejim şu gezegende herkesi memnun edebilseydi, bütün insanlık kapitalizm yanlısı olurdu. Oysa başta AB ülkelerinde kapitalizm karşıtı bir rüzgar, emek rüzgarı şükür ki esmeyi sürdürüyor.
Türkiye bakımından "de jure" (yasalara göre) burjuva demokrasisi ortamı oluşuyor; "de facto" (fiili düzeyde) bir demokrasi ise zihniyetlerdeki demokrasi, yani toplumun farkına vardığı ve peşinde koştuğu haklar düzleminde gerçekleşebilecek. Fiili demokrasi bakımından bugün hayati önem taşıyan konu şudur: Türkiye'deki demokratikleşme asıl olarak iç dinamiklerle mi, dış dinamiklerle mi gelişecek? Malum, her derde deva olarak AB'yi gösteren liberallerimiz, TV'lerdeki açık oturumlarda filan her fırsatta "ne edelim, iç dinamik yok ki" diyorlar. Peki iç dinamiği olmayan kim? Elbette ki hakim sınıflar! Bunun kanıtı, kendi başlarına bir burjuva devrimini yapamayışları, yetersiz sermaye birikimi değil mi? Bu yüzden AB konusunda iştahı kabartan en büyük beklentileri de, daha fazla "yabancı sermayenin" gelecek olmasıdır.
İsmet Berkan, Cumartesi günü şöyle yazmıştı: "Son 200 yıldır ama az ama çok geçerliğini koruyan bir motor daha vardı: Dış dinamik. Türkiye son 25 yıldır 'ilerleme'sini büyük ölçüde dış dinamiğin sağladığı itmeyle yürütüyor. O dış dinamiğin adı Avrupa Birliği." "Tepeden ve dışarıdan modernleşme" deyimini, sürecin nesnel gidişatını tahlil bakımından ben de kullanmaktayım. Ancak bizim kuşak şu nüansa dikkat ederdi: Türkiye geri kalmış bir ülke midir, geri bıraktırılmış bir ülke midir? İkinci seçenek vurgulandığında, emperyalizm faktörü, yani iç dinamiği iğdiş eden dış dinamik öne çıkarılmış olurdu. Vurgu hem iktisadi bakımdan, hem siyasi bakımdan yani demokratikleşme bakımından geçerliydi. Şimdi küreselleşme geldi, emperyalizm zail oldu demenin bir alemi yok ki. Zira oryantalist bakış açısı, Türkiye'de elbette iç dinamik istemez. Yani bu ülkenin aydını olsanız bile, Türkiye'ye oryantalist bir Avrupalı gözüyle baktığınızda, bunu siz de göremezsiniz. Peki şimdi hangi Avrupalı'nın gözüyle bakıldığında iç dinamik görülüyor?
Yunanlı şair Kavafis'in, "Barbarları beklerken" adında ünlü bir şiiri var. Şair, barbarları bekleyen bir şehirdeki soyluların, bir gün aslında barbarların olmadığını ve asla gelmeyeceğini anladıklarını ve gerçekle yüzleştiklerinde uğradıkları hayal kırıklığını dile getirir. Her an bir barbar saldırısı korkusuyla yıllarca teyakkuzda yaşamış soyluların ağzından, şöyle seslenir şair: "Barbarlar olmazsa ne yaparız biz, nasıl yaşarız?"
Avrupa kapitalizmi ve bu anlamda Avrupa sağı şimdi "barbarlarını" bekliyor! Peki barbarlar gelecek diye mi, yoksa gelmeyecek diye mi ödleri kopuyor? Ama bir de Avrupa solu var; emeğin Avrupa'sı.. Bunlar emekçi kardeşlerine barbar gözüyle bakmayanlar; zira bir başka Avrupa'yı birlikte yaratmak için bir başka Türkiye'nin iç dinamiklerini yanlarında görmek istiyorlar. AB'ye üye olmak, bu anlamda elbette olmamaktan yeğdir, ama nasıl Romano Parodi 6 Ekim'de "qualified yes" yani şartlı evet dediyse, bu ülkenin iç dinamikleri de "evet" derken kendi şartlarını dayatacaklardır.
Ama iç dinamik yokmuş! Yahu iç dinamik ne zaman kafasını kaldırdıysa, balyozu yedi. Bu ülkeyi yönetenler, iç dinamik korkusuyla ve dış dinamikler marifetiyle her on yılda bir, 12 Mart'ta ve 12 Eylül'de tepemize darbe vurdular. İç dinamikleri her düzeyde iğdiş edeceksin, iğdiş edenlerle işbirliği yapacaksın, sonra da "yok efendim bize dış dinamik lazım" diyeceksin... Aşağıdan ve içeriden olandan korkan, işte böyle tepeden ve dışarıdan olana mahkum olur.
Şayet "bayram gelmiş neyime, kan damlar yüreğime" deyip işi seyrana bırakmak istemiyorsak, bundan böyle bu ülkenin iç dinamikleri olarak, bütün müzakerelerin tartışmasını meydanlarda yapmak zorundayız. Tepemize dışarının marifetiyle yeni türden darbeler yememek için... Bayram diye, seyran diye öpülmemek için...
19/12/04 Melih Pekdemir
arasorbul - 23. Dez, 18:25
Acaba hangisi. Yüzdük yüzdük, o ince uzun çileli yolun sonuna mı geldik? Yoksa yine " salhaneye mağrur bir eda ile koşup.. " masum ve mazlum boynumuzu, sessiz sedasız itirazsız kasabın bıçağına mı uzattık?
Efelenmelerine bakarsanız anlımızın akı, bileğimizin hakkıyla yolun sonundayız. Ucu göründü. Kısaca elleri mahkum.İstediğimiz kartı masaya atacaklar. Atmazlarsa, yani Avrupa Birliği Türkiye'ye "hayır.." derse, "şart.." koşarsa Başbakan Recep Tayip Erdoğan'a göre "tarih onları affetmeyecek"
İyi de peki "tarih sizi nasıl affetti.." diye sormazlar mı adama.
Tarihe haksızlık ediyorsunuz, tarihi hafife alıyorsunuz. Tarihi sadece ezenlerin ve dönenlerin tarihi sanıyorsunuz. Ezilenlerin de, direnenlerin de tarihi olduğunu unutuyorsunuz. Tarihin asla unutmadığını anımsamıyorsunuz.
Hangi birinizi, hangi işinizi unutsun affetsin tarih?
Bastığınız TİP kongrelerini mi (1968), Kanlı Pazar'ı mı (1969) , Kayseri'de TÖS Kongresi alevlerini mi (1976), ilk Sivas yangınını mı.. (1978)
Gaziantep'ten, Amasya'dan, Tokat'tan, Elazığ'dan, Kahramanmaraş'tan (1975-1979), Çorum'dan (1980) ,Sivas'ın Madımak otelinden (1993),Hizbullah'ın mezar evlerinden(2001) yükselen çığlıkları asla duymadığınızı mı..
Tarih size göre Türkiye'ye hayır diyenleri affetmeyecek. Ama "Menemen'de 37 Müslümanın idamına karar verilmişti, Sivas'ta 37 Kemalist yakılarak Menemen'in intikamı alınmıştır" diyenleri affedecek.
Öyle mi?
Tarih size göre Türkiye'ye hayır diyenleri affetmeyecek. Ama baleyi, dansı fuhuş sayanları, cem evi yıkanları, kendini kent imamı ilan edenleri, şarap içenlerin cayır cayır yanacağını söyleyenleri, nikah işlemlerini müftülüklere devretmeye kalkanları, Tevhid-i Tedrisat yasasını kaldıracaklarını ilan edenleri, Taksim'de cami/Ayasofya'da namaz düşü görenleri, Çankaya'yı "ezan kaya" yapmaya kalkışanları affedecek.
Öyle mi?
Tarih size göre Türkiye'ye hayır diyenleri affetmeyecek. Ama oruç tutmayanı bıçaklayıp öldürenleri, örtünmeyen kadınları fahişe ilan edenleri, tesettürü/ türbanı/ kara çarşafı eğitime ve yargıya sokanları, imam hatip mezunlarına ordu kapısını aralamayı tasarlayanları, bürokraside yükselmeyi "tarikat şartına" bağlayanları, ulusal marş yerine Kur'an okuyanları, üç-beş oy için Fethullah Hocayla kucaklaşmayı inanç özgürlüğü diye yutturmaya kalkanları, Nakşiler'le/ Süleymancılar'la seçim pazarlığı yapmayı siyaset icabı sayanları, besmele ile hırsızlık yolsuzluk yapanları çalıp çırpanları affedecek.
Öyle mi?
Tarih size göre Türkiye'ye hayır diyenleri affetmeyecek. Ama Prof. Muammer Aksoy'un, Doç.Bahriye Üçok'un,Turan Dursun'un, Çetin Emeç'in, Uğur Mumcu'nun ve daha nice yurtseverin katilerinin "derin devletin şeriatçı tetikçileri" olduğunu unutturanları affedecek.
Öyle mi?
Tarih size göre Türkiye'ye hayır diyenleri affetmeyecek. Ama Kaddafi'nin çöl çadırından şeriat çağrısı yaptıranları ya da CIA'nin İslam maşalarından Gudbettin Hikmetyar'ın dizinin dibinde poz verenleri affedecek.
Öyle mi?
Tarih size göre Türkiye'ye hayır diyenleri affetmeyecek. Ama Pangaltı ve Neva Şalom sinagoglarının,İngiliz başkonsolosluğunun ve HSBC Bank'ın alevlerini yok sayıp El Kaide'nin eylemlerine İslami terör denmesini içine sindiremeyenleri affedecek.
Öyle mi?
Neyin tarihi bu..? Kimin tarihi bu..? Hangi tarih bu..? Nasıl tarih bu..?
Bence siz önce bu soruları yanıtlayın. Sonra da "caminin mumunu yiyen kedinin gözünün kör olacağı.." o ünlü özdeyişi anımsayın.
15/12/04 Erbil Tuşalp
arasorbul - 23. Dez, 18:23
Bu gün Türkiye siyasetinde temel sorun gerçek bir sol muhalefetin bulunmayışıdır. Evet, geçen sayıdaki yazıda da dediğim gibi, sendikalarımız, sol partilerimiz, aydınlarımız, gençlerimiz, güçleri yettiğince mücadele ediyorlar belki ama, fikri birlikten yoksun, güçsüz, dağınık ve etkisiz.
Muhalefet görevi bu durumda, sanki orduya ve o paralelde hareket ederek devrimci kimliğini yitiren ve muhafazakarlaşan Kemalist aydınlara kalmış gibidir.
Bu durumda, iktidarın icraatları karşısında etkin bir alternatif güç olarak ortaya çıkma anlamında, "ortada sol bir muhalefet yok" demek, sanırım mücadele eden insanlara karşı haksızlık sayılmaz. AKP iktidarı solun içinde bulunduğu bu ideolojik ve örgütsel paramparçalık zemininde sürüyor.
Bu durum, köklü bir değişiklik olmadıkça, sol açısından siyasal gündemin birinci maddesi olmaya devam edecek. Bu yüzden konu üzerinde tartışmayı sürdürmekte yarar var.
***
Bu gün parlamentoda temsil edilen tek "sol" parti olan CHP'nin (gerçek bir sosyal demokrat parti olup olmaması bir yana) etkin bir muhalefet yürütmediği herkesin kabul ettiği bir gerçek.
Sosyal Demokrat cenahta CHP dışında SHP, DSP; YTP gibi partiler var. Bu cenahta yaşanan kişisel veya grupsal çekişmelerin arka planında yatan temel sorun, genel olarak sosyal demokrasinin sermayenin (neo liberal) tercihleri nedeniyle, eski refah devleti bağlamındaki misyonunu yitirmiş olmaktan kaynaklanan ideolojik bunalımında yatıyor. Bu bunalım çerçevesinde CHP küresel rüzgarların etkisiyle sağa kayarak önce liberal eğilimlerin peşine takıldı, kendi zeminini kaybettikçe güç yitirdi; güç yitirdikçe bölündü. Buradaki bölünme, solun diğer (sosyalist) kesimi için de geçerli olduğu gibi, güçsüzlüğün ve zayıflığın asıl sebebi değil, sadece bir sonuç.
Genel olarak sosyal demokrasinin kendi başına etkin bir sol bir muhalefet rolü üstlenmesi beklenemez. Hemen her zaman sosyal demokrasi kendi solunda gelişen bir devrimci hareketin itkisiyle sola yönelmiştir.
O halde asıl sorunu sosyal demokrasinin solunda, devrimci cenahta aramak gerekir.
***
Devrimci cenahın temel görüntüsü de, ideolojik ve örgütsel zayıflık ve büyük ölçüde bu zayıflıktan kaynaklanan parçalanmışlıktan ibaret.
Güçlü bir toplumsal temelden yoksunluk ve zayıflık Türkiye devrimci hareketinin ancak zaman zaman aşabildiği temel bir özelliğidir. Burada bunun tarihsel nedenleri üzerinde durmaya gerek yok, ama, sırası gelmişken bir küçük saptama yapmadan geçmeyelim. Türkiye, modern yakın tarihinin uzun bir dönemini, bağımlı kılındığı ABD emperyalizminin soğuk savaş siyasetleri doğrultusunda, her türlü muhalefet hareketinin baskı ve şiddetle yok edilmesine dayanan, demokrasiden çok faşizme yakın bir yönetim anlayışıyla yönetilmiştir. Bu süreçte halkın aşağıdan yukarı gelişen her türlü devrimci uyanış hareketi ezilerek yok edilmiştir. (Unutulmasın, şimdilerde bütün dünya ile birlikte, bizim basınımızda da sergilenen resimlerdeki işkence görüntülerinin çok daha fazlası, bu ülkenin özgürlüğü ve bağımsızlığı için mücadele eden devrimcilere yıllarca uygulandı.) Muhalif sol üzerinde konuşurken, elbette bu gerçeği bir kenara yazmadan geçmek olmaz.
Bu gün gelinen noktada ise, bu devlet yapısının (küreselleşme ve onun bir parçası olarak gelişen AB süreci gibi) dışsal etmenler doğrultusunda da olsa revize ediliyor olması solda bir ikilem yaratıyor. Bu "değişim" sürecini yeni bir çağa geçiş yönüyle ele alan bir yaygın eğilim AKP iktidarına karşı hayırhah bir tavrı besliyor. Oysa, sol ancak mevcut iktidara karşı (elbette ciddi ve tutarlı ) bir muhalefet üzerinden gelişebilir. Anti- emperyalist bir görünüm altında eski (yeni sömürge ) devlet yapısının savunulmasına indirgenmiş bir milliyetçi solculuğun hiç bir gelişme şansı olamayacağı ortadadır. Çünkü her şeyden önce onu, dayandığı uluslar arası sermaye terk etmiş durumdadır. AKP ise mevcut sistemin, yeni, baskın yöneliminin uygulayıcısıdır. Bu yüzden muhalefetin yönelmesi ve vurgu yapılması gereken yön burasıdır. Muhalefetin kurulacağı yer ise solun uzun süredir takılıp kaldığı "laiklik", "insan hakları", "kimlikler sorunu", "demokrasi", "özgürlük" gibi AB münderecatında yer alan konular olamaz. Orada top Tayyip'in ayağındadır ve üzerine her gittiğinizde çalımı yersiniz.
Bu yüzden muhalefet alanı, aynı zamanda AKP'nin zayıf karnı olan sokaktaki insanların, gençlerin, işszlerin, köylülerin, yoksulluk içindeki kalşkın her gün canının acıdığı konular olmak zorundadır.
Solun çokca şikayet edip durduğumuz "kıyıya vurmaktan", "tatlı su" veya "mavi yolculuk" solu olmaktan kurtulmasının yolu da oradan geçiyor.
BİRGÜN » Oğuzhan Müftüoğlu - SOL - 24/05/2004
arasorbul - 23. Dez, 18:18
Milyonlarca gencin hayatı üzerinde oynanan bir 'iktidar oyunu'ndan, bu oyunu adeta sessizce seyrettiğimizden, ülkenin geleceğini tümüyle belirleyecek gelişmelere hemen hiç müdahale edemediğimizden söz ediyoruz. "Adeta sessizce" diyoruz, çünkü, sendikalarımız, sol partilerimiz, aydınlarımız, gençlerimiz, güçleri yettiğince meydanlara (hatta arada fırsatını bulunca TV ye) çıkıp bildiriler yayınlayıp seslerini duyurmaya çalışıyorlar.
Ancak bütün bu çıkışlar dağınık, fikri birlikten yoksun, güçsüz ve etkisiz. Etkisizliğin nedenlerini de biliyoruz: Bütün bu güçler; sendikalar, gençler, aydınlar ve sol partiler paramparça. Bunu anlamak için solun bir mayıs tablolarına bakmak yeterli. Bu durum bir yönüyle 12 Eylül'ün bir mirası. O dönemde bu ülkenin bütün devrimci dinamikleri, halkın örgütlü güçleri yok edilirken, K. Evren açtıkları imam hatip okulları ve kuran kurslarıyla öğünen nutuklar atıyordu.
Gerçek midir, hoş bir yakıştırma mı, bilemiyorum; Picasso ile karşılaşan Franko, ressamın (aynı isimli kasabada geçen faşist katliamı konu alan) ünlü Guernica tablosuna olan hayranlığını belirtince, ressam "O sizin eseriniz, ekselans!" diye yanıt vermiş! Şimdi, laiklik elden gidiyor diye "sert açıklamalar" yapan generallere de "Bu, biraz da sizin eseriniz!" demek yanlış olmaz sanırım.
Ama,12 Eylül'den sonra şimdi neredeyse yarım yüzyıl geçti. Dünya çapında sağ ideolojinin hakimiyetinin hüküm sürdüğü bir süreçten geçiyoruz. Şimdi, bizim gibi ülkelerde eskiden askeri darbelere yol açan ABD'nin soğuk savaş siyasetleri artık yok. AKP, ABD'nin yeni siyasetlerinin uygulamasında önemli bir rol üstlenmiş durumda ve gücünü biraz da buradan alıyor.
Solun kendi "toplumu ve sistemi dönüştürme" iddialarından uzaklaşarak, yalnızca AB sürecinin (demokrasi, insan hakları,vb...) demokratik kazanımlarına takılıp kalması, bu konularda "gereğini yapıyor görünen" AKP'ye karşı bir sol muhalefetin geliştirilmesinde tereddütler ve duraksamalar yaratıyor.
Özellikle gerilimin ve kamplaşmanın, eski rejimin savunulmasına odaklanan ordu ile AKP arasında olması bir tereddüt noktası oluşturuyor. Biz, Türkiye'de solun bütün kuşakları askeri darbelerden çok çektik. AKP'nin sağ uygulamalarına karşı çıkarken, ordunun yanına düşme endişeleri bu nedenle anlaşılabilir bir duygu olmakla birlikte, buna dayanarak bir "çekinceli" siyasetin savunulması büyük bir yanılgı olur.
Gerçekte sorun kamplaşmanın aldatıcı karakteriyle ilgili. Ortada gerçek bir muhalefet yoktur. Halkın kendi öz gücüne dayanan bir sol muhalefet geliştirilmeden daima böyle sahte ikilemlerin arasına sıkışıp kalırız. AKP'nin yürüttüğü sağ siyasetlerin tek muhalifi, aşağıdan halk kitlelerinin örgütlü gücüne dayanan yeni bir Türkiye yaratma projesi olabilir;
eski sistemin yukarıdan savunusu değil. Bu da ancak, esas olarak küreselleşme doğrultusunda AKP tarafından yürütülen neo liberal siyasetlere karşı (eski sitemin savunulması hatasına düşmeden ) tutarlı, kararlı bir muhalefet izlenerek gerçekleştirilebilir.
AKP'nin ve sağın hakimiyet görüntüsü, solun içinde bulunduğu ideolojik ve örgütsel paramparçalığın sonucudur.
Buna mahkum değiliz.
BİRGÜN » Oğuzhan Müftüoğlu - Muhalefet - 17/05/2004
arasorbul - 23. Dez, 18:16
Türkiye solunun ciddi bir yenilenme ve yeniden yapılanma sorunuyla yüz yüze olduğu ortada. Bu gerçek, yaşadığımız her önemli olayda, her seçim yenilgisinde tekrar tekrar önümüze geliyor. Fikri yenilenme deyince de elbette fazla bir şey söylenmiş olmuyor. Gündemde olan sorunlar üzerine somut fikirler, tartışmalar üretmeden bu alanda ciddi bir yenilenme de söz konusu olamaz. Solda yaygın olarak karşılaştığımız politik mücadele süreçlerine olan yabancılık, aynı zamanda fikri tartışma ve üretim süreçlerinde de karşımıza çıkıyor. Bu durumda da, ya kişiler etrafındaki basit tartışmalara ya da gündem dışı eskimiş sorunlara takılıp kalınıyor. Solun krizine çözüm bulma veya yeniden yapılanma adına zaman zaman çeşitli arayışlar gündeme geliyor. Yeni partiler kuruluyor, ittifak çabaları, güç birliği denemeleri yaşanıyor. Bu girişimler kuşkusuz gerekli, ama, bunlardan ciddi sonuçlar çıkmamış olması da doğal karşılanmalı. Çünkü, ciddi bir fikri yeniden yapılanma olmadan oluşturulmuş (çoğu zaman en temel meselelerde bile ortaklaşılamamış) yapılar, inandırıcı olamazlar ve kitleleri peşinden sürükleyebilecek bir hegemonik güç haline dönüşemezler.
SOLUN ZOR YOLLARI
Solun fikri düzeyde ortaya çıkan sorunları, genelde küreselleşme süreciyle birlikte gelişen neo-liberalizmin ideolojik hegemonyasıyla da ilgili bir sorun. Sermayenin yeni yönelimleri doğrultusunda geliştirilen hakim fikirler, sol içinde de kaçınılmaz olarak yeni yönelimler yaratıyor. "Solun değişimin öncülüğünü sağa kaptırdığından" söz ediyoruz. Bu aslında basit bir durum saptaması. Gündemde olan "değişim" gerçekte uluslararası sermayenin yeni stratejileri doğrultundaki bir "değişim". Bu sürecin öncülüğünün neo-liberal politikaları benimseyen sağ bir parti tarafından üstlenilmesi de doğal. Son iki seçimde kitlelerin, küreselleşme mağdurlarının çıkarlarını savunan "küreselleşme karşıtı" sol partileri değil de, neo-liberal politikaları savunan "küreselleşme yanlısı" AKP'yi tercih etmesi bu açıdan ilginçtir. Burada solun açmazı, kitlelerin eskisi gibi yaşamak istemedikleri bu tür durumlarda olduğu gibi, bu krizi devrimci bir değişim sürecine yönlendirmede hiçbir inandırıcı program ortaya çıkaramamış olmasında görülmeli. Sol bu süreçte ya "küreselleşme karşıtı" bir görünüm altında milliyetçi - muhafazakar bir konumda, ya da neo-liberal "değişim" politikalarının silik (sol-liberal) bir takipçisi pozisyonunda kalarak, hiçbir etkinlik gösteremiyor. En iyi yapılan iş, liberallerin milliyetçilere, milliyetçilerin liberallere her fırsatta dehşetli ve parlak eleştiriler yönelterek kendilerini haklı çıkarmalarından ibaret. Bu ikilemin her ikisine de karşı olanlar ise, "iki arada bir derede"... AB konusundan, Yerel Yönetim ve Kamu Personel Yasasına kadar, hemen her konuda ... Kıbrıs sorunu konusundaki tartışmalarda da bunu izledik. Bir tarafta "Kıbrıs halklarının -nasıl olursa olsun- barış içerisinde birlikte yaşama iradesine" saygı duyulmasını söyleyen herkesi "vatan haini" ilan eden ve (ne zaman kendilerinin olmuşsa!) "Kıbrıs'ı vermeyiz" diye diretenler... Diğer yanda ise, Kıbrıs'ta barışa ve birlikte yaşamaya 'evet'ten çıkarak, neredeyse bu konuda farklı düşünen herkesi 'faşist' ilan etmeye kalkanlar... Bu düzeylerde sol açısından bir fikri açılım ve çözüm bulunamayacağı açık.
BİRGÜN » Oğuzhan Müftüoğlu - İdeoloji ve politika - 27/04/2004
arasorbul - 23. Dez, 18:11
Küreselleşme kendisine uygun düşen düşünüş biçimleri anlamında kendi ideolojisini de geliştiriyor. Emperyalizm, dünyayı yeni yönelimleri doğrultusunda yeniden biçimlendirirken, postmodernizmin yarattığı ideolojik yanılsamalardan ve kavramlardan yararlanıyor.
Türkiye, 12 Eylül'den bu yana Çernobil sonrasındaki radyasyon bulutlarının altında kalmasına benzer bir şekilde, bu ideoloji bulutlarının altında yaşıyor. Gündelik sosyal hayatlarımızdan, düşünce biçimlerine kadar hayatımızın her köşesini, medyanın büyük bir güçle taşıdığı bu postmodern kavramlar doldurdu.
Yaşadığımız dönemin bir Amerikan yüzyılı olacağı söyleniyor. Bu aynı zamanda Amerikan düşünce sisteminin dünya üzerindeki hakimiyeti olarak karşımıza çıkan bir gerçeklik. Ona karşı Avrupa'nın bir sığınak görevi üstlenmesini beklemek ne kadar gerçekçi, tartışmaya açık bir konu. Tartışmaya, hem de ardına kadar açık bir konu, çünkü Kuzey Amerika akademilerinde üretilen ve küreselleşmenin yolunu döşeyen postmodern düşünce kalıpları, üzerimize Avrupa üzerinden de akarak geliyor.
İKTİDARSIZLAŞTIRMA
Postmodernizmin, kapitalizmin aydınlanma çağının akıl ve bilim kavramlarının yerine mistisizmi geri getirmesi, bilim ve aklın yol göstericiliğine karşı, mistisizmi teşvik eden politikalar öne çıkarması, her türlü etnik-dinsel– mezhepsel kimlik tanımlamalarına dayanan politikaları desteklemesi, küreselleşmenin yolunu açan ideolojik dayanakların üretilmesinde kullanılıyor. Bu şekilde modern çağlara has sınıfsal–sosyal farklılıklara dayalı örgütlenmeler ve bölünmeler, dinsel, mezhepsel, cemaatsel ayrımlara dayalı örgütlenmelerle ikame edildi. Türkiye'de AKP iktidarıyla taçlandırılan sağ ideolojinin hakimiyetinin yolu buradan geçti.
Keza, ulus-devlet bünyesindeki mikro kültürel yapılar, küresel entegrasyonun sağlanmasında eski ulus devletlerin yerine geçecek "yerel demokratik dinamiklerin geliştirilmesi" bakımından öne çıkarılıyor. Buradaki önemli destek noktalarından biri postmodern düşünüşün önemli argümanların biri olan "iktidarsızlaştırma" üzerine kuruluyor. İktidar kavramı etrafında Marksist argümanlardan da yararlanılarak kurgulanan bir tartışmayla politik-iktidar mücadelesi alanı daraltılırken, iktidarı hedef almayan her türlü örgütlenme teşvik edilerek, modern toplumda, toplumsal sınıfların ve muhalefetin bir örgütlenme ve kendini ifade etme alanı olan sivil toplum da, tamamen sermaye kontrolüne terk edilen bir alan haline dönüştürülmeye çalışılıyor.
AK MI, KARA MI?
Bütün bunların yerel, kültürel, etnik ve dinsel farklılıklar temelinde geliştirilecek mikro iktidar alanlarıyla, küresel iktidarın entegrasyonunu sağlama ve sermayenin sınırsız küresel egemenliğini tamamlama politikalarının bir parçası olduğu açık. Demokratikleşmeyi gerçek sınıfsal içeriğinden kopartarak küreselleşmenin postmodern tanımları (ya da AB normları) çerçevesinde kalan bir savunma çizgisinin handikapları da buradan kaynaklanıyor.
Demek ki, her şeyi bir ak-kara mantığı içerisinde kolayca çözmek o kadar kolay değil.
"Türkiye'yi bölecekler" diye arkaik düşüncelere, muhafazakarlığa, milliyetçiliğe, ulusçuluğa saplanmanın çıkar yol olmadığı ne kadar açıksa, demokratikleşme, insan hakları ve azınlık haklarına dair elbette özgürlükçü ve eşitlikçi tavrımızı, küreselleşmenin etnik, dinsel, mezhepsel farklılıklar üzerine kurulmuş politikalarına takılıp kalmadan savunabilmenin önemi de bir o kadar açık.
Kısaca, var olan gerici yapılanma karşısında ve sermayenin küresel egemenlik politikalarına dayalı çözümler dışında, yani, insan hakları raporunu yırtan Kamu-Sen'liye karşı ve Alevi, Süryani, Ermeni... tüm yurttaşların haklarından yana, başka bir dünyaya dair ve başka bir Türkiye'ye dair ne diyorsanız, artık onu söylemelisiniz. Gerçek çözüm yolu orda çünkü.
"Sen ne diyorsun kardeşim, şimdi başka bir yol var da biz mi istemiyoruz?" diyen arkadaşları duyar gibiyim.
Demek ki, gene, geçen hafta kaldığımız yerdeyiz ve gene araftayız!
Ben "Gerçekçi ol, imkansızı iste!" sözünün bu gibi durumlar için söylendiğini sanıyorum.
BİRGÜN » Oğuzhan Müftüoğlu - "Gerçekçi ol, imkansızı iste!" - 03/11/2004
arasorbul - 23. Dez, 18:09
Geçen hafta Birgün gazetesiyle ilgili - diğer yazarlarımızdan da okuduğunuz - bazı toplantılara katılmak için yurt dışındaydım. Bu yüzden geçen haftaki yazımı yazamadım. Bu tür nedenlerle yazılarımı zaman zaman aksatabiliyorum. Bunun için bir özür borcum var. Önümüzdeki dönemde daha rahat çalışma koşullarına kavuşabileceğimizi umuyorum.
Gazetedeki yazılarımızda genellikle gündeme gelen sorunlar ve vu bu sorunlara dair tartışmalar konusunda görüşler ifade etmeye çalışıyoruz.
Bir yandan oldukça yoğun ve hızlandırılmış gelişmeler yaşanıyor.
AB, Kürt sorunu, azınlıklar sorunu, Ermeni sorunu, uyum yasaları, müzakere süreci, küreselleşme ve de solun durumuna ilişkin sorunlar.
Her gün bu konular etrafında dönüp duran yeni sorunlarla karşılaşıyoruz veya eski bir sorun yeni bir biçimde tekrar karşımıza çıkıyor.
Şimdi önümüzdeki günlerde müzakere süreci ve ona dair sorunlar başlayacak.
"Ezberi bozulmak" diye, çokça kullanılan bir kavram var. Ortaya çıkan yeni sorunlara eski söylemler veya yaklaşımlar çerçevesinde yanıt bulunamayacağını anlatıyor. Ancak çokça kullanılmasına karşın, bu kavramın anlamını her zaman buduğunu söylemek mümkün değil. Çoğunlukla ortaya çıkan her konuda eskisinden farklı şeyler söyleyebilmek şeklinde anlaşılabiliyor. "Ezber" denilen şey, eski dünyanın eski eleştirisi ise (aslında ona ezber demek ne kadar doğru ayrı bir mesele,) onun yerine konulacak olan şey de yeni küreselleşmiş dünyanın yeni, bütünsel bir eleşririsi olabilir.
Burada yeni sorunlara karşı eski ezberleri tekrar edip durmanın yanısıra, asıl içine düşülebilecek hata, "eski ezberler" bozulduktan sonra, gündeme gelen her konuda hiçbir "ezber" olmadan, yani yeni küreselleşmiş dünyanın doğru bir kavranılışına sahip olmadan, tek tek konuların kendi sınırları ve cazibeleri çerçevesinde yanıtlar aramaktır.
Böyle bir yaklaşım, sonuçta her gün bir başka limana yanaşan, dümensiz bir gemiyle yapılan bir yolculuğa benzeyecektir.
Buna en güzel örnek bu günlerde gene yoğun bir gündem oluşturan AB konusudur. Bu konuda solda içine düşülen en büyük yanılgı, konunun küreselleşmeyle olan bağlantısını kopartarak, tekil bazı konularda getireceği bazı olumluluk veya olumsuzluklar çerçevesinde yanıtlar aranmasıdır. Bu açıdan örneğin M. Altan gibi, küreselleşme sürecini çok olumlu bir dünyaya gidiş olarak değerlendiren AB savunucuları, onunla aynı argümanları savunmakla birlikte küreselleşme sürecine karşı duruş savunduğunu söyleyen AB savunucularına göre çok daha tutarlı bir yerde durmaktadır.
Bu konularda en çok karşılaştığımiz eleştiri veya düşüncelerden birisi "iyi güzel de, ne yapmak lazım?" şeklinde.
Bu bir bakıma doğru bir soru.
Gelişmeler karşısında ne yapmalıya dair söylenenler olsa bile bunların hayattaki karşılığı somut olarak görünemiyor. Her şey, biz onlar hakkında ne dersek diyelim, nasıl yorumlarsak yorumlayalım, kendi mecrasında akıp gidiyor.
O zaman, alternatif bir süreci hayata geçiremedikten sonra, söylenenlerin ne anlamı var denilebiliyor.
Ancak buna rağmen yaşanan olayları ve gelişmeleri doğru kavramak, her şeyi yaşanan çağın bütünselliği içinde yerli yerine oturtmaya çalışmak çok önemli.
Yaşanan küreselleşmiş dünyanın alternatifi, onun doğru bir anlamlandırmasına/ kavranılışına dayanan eleştirisinden çıkabilecektir.
Bugün için, hayattaki somut karşılığını henüz göremiyor olsak da...
arasorbul - 23. Dez, 18:02
Avrupalılaştıramadıklarımızdan mısınız..? İslamlaştıramadıklarımızdan mısınız..?
Bir bu eksikti o da oldu.Şimdi nurtopu gibi bir Avrupa Birliği sendromumuz var. Yalanla yanlışla besleyip büyütecekler. Hesaplı kitaplı senaryolarla geliştirecekler. Brüksel'de ne oldu sorusuna yanıt bulamayan yurdum insanını şaşırtacaklar, bunaltacaklar.
Kimi paronoya ile tanışacak. "Avrupalıyım.. Avrupalıyım.." diye volta atmaya başlayacak. Kimi halasülasyona dalacak . "Fransa 'da sağlam iş.. Hollanda'da sarışın eş.." düşlerine dalacak. Türkiye bir kez daha toplumsal şizofreninin pençesine düşürülecek..
Kimini "Avrupalılaştıramadıklarımızdan mısınız..?" diye aşağılayacaklar. Kimini "İslamlaştıramadıklarımızdan mısınız..?" diye suçlayacaklar. Kısaca vazgeçemedikleri "idrardan karekter tahlili yapma.." tekniğiyle yine kafa karıştıracaklar. Kafa karıştırıp sonuca ulaşmak istedikleri öylesine açık ki.
Kimi o kabus gecesinde Brüksel'de çalan bir telefonun ucundan Genelkurmay'ın hükümetin yanında olduğu müjdesinin geldiğini yazıyor.(Fatih Altaylı, Hürriyet)
Kimi Brüksel başarısının temellerinin Fethullah Hoca yandaşlarınca yıllar önce Abant toplantılarında atıldığından söz ediyor.(Nuh Gönültaş,Ilıcaklar'ın Tercüman'ı)
Kısaca kim "neyin tarihi olduğu belli değilse de.." Avrupa Birliği'nden tarih alınması başarısında NATO'cu "ordunun yanlarında..", Amerikancı "Fethullahçıların arkalarında .." olduğunun altı çiziliyor.
Brüksel seferinin sonuçları sadece Kıbrıs'ı sorunuyla tartışılacaksa; Kürtlere otonomi tanımaya, Ermenilere soykırımı kabul etmeye, Alevileri dini azınlık saymaya,Ege sorununu Lahey götürmeye dolaylı yada dolaysız kabullerle evet, denmesinin üstü örtülecekse elbette bize söyleyecek söz kalmıyor
Kalmıyor çünkü toplum mühendisliğine soyunan bir eli yağda bir eli balda "gazeteci- siyasetçiler.." ile "yazar-devlet adamlarınca.." tüm önlemler alınmış durumda.
Ordunun sesi "yolsuzluk yapan generaller.." nedeniyle kısılıyor.
Parlamento muhalefetinin sağ kanadı ANAP,DYP, MHP "Yüce Divan yargılamalarıyla.." parçalanıyor.
Parlamento muhalefetin sol kanadı CHP ise "Mustafa Sarıgül seçeneğiyle.." yıpratılıyor.
Parlamento dışı muhalefete işçiye, öğrenciye, sendikaya, derneğe,üniversiteye ise alıştıkları biber gazını solumak , cop acısına dayanmak düşüyor.
Brüksel'de görüşmeleri izleyen gazetecilere yüklenecek ciddi bir suçlamayla da senaryo tamamlanıyor.
Müstear adıyla Türk basınının medarı iftiharı "Brüksel'deki gazetecilerin "oradan anında elde ettikleri haberlerle İstanbul'da Borsa operasyonlarına giriştikleri.." haberi medya kulislerine bomba gibi düşüyor.(Fehmi Koru,Yeni Şafak)
Bu durumda "Brüksel de ne oldu..? sorusuna yanıt arayan çaresiz halkımıza "rest çekip görüşmeleri terk etmeye" kalkışan kahraman başbakanın "masaya vurduğu yumruğu.. " konuşmak kalıyor.
Ne zaman bir devlet adamının rest çekip masa yumrukladığını duysam yıllar öncesinin o müthiş gazetecilik olayını anımsıyorum.
Başbakan Süleyman Demirel 1977 seçimlerinden bir ay önce NATO zirvesine katılmak için Londra'ya gitmişti. Başkan Carter'le ikili görüşme yapıp ambargo kaldırılması için söz alarak Türkiye'ye dönmek istiyordu. Bu başarısını elbette seçimlerde kullanacaktı.
Anadolu Ajansı Genel Müdürü Attila Onuk'un "üç gün önce Ankara'da bizzat hazırlayıp görüşmenin yapıldığı gün Londra'dan geçtiği habere göre.." kapalı kapıların arkasında 35 dakika süren toplantıda Başbakan Demirel haksız uygulamayı eleştirirken o kocaman elleriyle "masaya yumruk" atmıştı.
Londra dönüşü Ankara' da " Milliyetçi Başbakan..", "Komünistler Moskova'ya.." sloganlarıyla karşılanan Demirel gazetecilerin "Masaya yumruk vurdunuz mu?" sorusuna "Geçin bu soruları.." karşılığını verecekti. Üstelik "haberin kaynağı ben değilim ki.." deyip suçu gözbebeği Attila Onuk'un sırtına yükleyecekti.
Yumruk attı/ yumruk atmadı tartışmaları arasında en güzel değerlendirmeyi İkinci Milliyetçi Cephe Koalisyon Hükümeti' ndeki ortağı Başbakan Yardımcısı Prof. Necmettin Erbakan yapıyordu.
Prof.Erbakan "Demirel yumruk atmaz atsa atsa takla atar.." derken, elbette dizinin dibinde boy veren yüz yılın en büyük taklacısını yetiştirdiğini elbette bilmiyordu..
Yumruk atmanın rest çekmenin ırkçı/dinci kamptaki getirisi çoktu. Kendi gözündeki "merteği" görmeyen devlet ve siyaset adamlarını muhataplarının gözündeki "çöple" uğraştırmayı haysiyetli dış politika sayan anlayış Sadrazam Damat Ferit'ten beri böylece sürüp gidiyordu.
AKP İstanbul Milletvekili Prof. Burhan Kuzu, TBMM kürsüsünden boş yere "Başbakanlık makamının Osmanlı'daki 'sadrazamlık' makamı ile eş olduğunu.." söylemiyordu. Başkanlık sistemi uzmanı anayasa hukuku hocası koskoca profesörün elbette bir bildiği, bir düşüncesi vardı.
Erbil Tuşalp
arasorbul - 23. Dez, 17:47