Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu
SS Süleyman Soylu

Dinlediklerim

Sabahat Akkiraz | Bergüzar
Bergüzar

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Mittwoch, 26. Oktober 2005

Marketing Sol

Basın tarihimize geçmek üzere, 19 Ekim günü, birbirinden habersiz ve birbirini tamamlayan iki yazı yayımlandı. Ertuğrul Özkök yazısının başlığında “Bir ülke pazarlanabilir mi?” diye sormuş ve yine başlığında “Evet” cevabını vermişti; Hasan Cemal de “Sol ve arayış” deyip sonuna ünlem işaretini yapıştırmıştı, gözümüze girsin diye.

Hasan Cemal, DİSK yönetiminin düzenlediği “solda arayış” toplantısı hakkında şöyle yazmıştı: 'Çağın ruhu'nu yakalayamadığı için, zaman tünelinde kaldığı için Türkiye'ye damgasını vuramamıştı sol. Hepsi de 'sol'dan konuştuğunu söyleyenler, küreselleşmeden özelleştirmeye, AB'den ulus devlete kadar pek çok konuda öyle farklı yerlere savrulmuştu ki, 'sol' tarif edilemez hale gelmişti... Korkular ve öcüler! Solda işte bu ikisi hiç bitmezdi.

Hasan Cemal, küreselleşmenin ve özelleştirmenin solun “iki öcüsü” haline geldiğini anlatmak istiyordu. “Neymiş?” diye soruyor ve solculara atfen cevaplıyordu: “Küreselleşme, Türkiye'yi yutacak yeni emperyalizmmiş...” Ve tekrar soruyordu: “Peki, ne yapalım o zaman?” Acaba SERMAYE’nin küreselleşmesine güzelleme yapalım mı demek istiyordu? Oysa, Hasan Cemal de biliyordu; sosyalist sol, küreselleşmeye değil, sermayenin küreselleşmesine karşı çıkıyordu.

Hasan Cemal, tekrar “Neymiş?” diye soruyor ve yine solculara atfen cevaplıyordu: “Özelleştirme, Türkiye'yi teslim alacak sermayenin saldırısıymış...” Ve bir kez daha soruyordu: “Peki, ne yapalım o zaman?” Acaba bu kez de sermayenin özelleştirmesine güzelleme yapalım mı demek istiyordu? Oysa, Hasan Cemal de biliyordu; sol devletçiliği savunmuyordu; özgürlükçü sol, özelleştirme şampiyonluğunu tam da “1930’lar devletleştirme zihniyetiyle” yapanlara kılıç çekiyordu.

Hasan Cemal, “Peki ama sadece korku ve öcüleriyle sahneye konan bir oyunu seyredecek çok fazla seyirci bulabilir misiniz?” diye de soruyor ve hiç sanmadığını söylüyordu. Oysa, çok iyi biliyordu; devrimci ve dayanışmacı sol, bu ülkede “seyirci”leri değil “aktör”leri çoğaltma davasını güdüyor; halkın seyirci olmaktan çıkıp oyuna bizzat müdahale etmesi davası peşinde koşuyordu.

Hasan Cemal, “pozitif değil negatif enerji yayan bir sol” tespitini yaptıktan sonra, hükmünü açıklıyordu: “Bunu kitleler almaz.” Evet aynen böyle diyordu, “kitleler bunu almaz”, yani satın almaz! Peki neyi alırdı? Muhakkak ki, “pazarlama tekniğine” göre satılan her şeyi alırdı. Bu noktada Hasan Cemal’in bıraktığı yerden Ertuğrul Özkök şöyle devam ediyordu. “Bir ülke pazarlanabilir mi? Evet!” diyordu. Evet! O halde, solculuk da pazarlanabilir miydi? Yani, demek ki, evet! “Bir başbakanın Türkiye’yi pazarlaması da görevidir,” diyordu. O halde, medya holding yazarlarının siyaseti de, sağcılığı da, solculuğu da “pazarlamaları” bir görevdi.. “Marketing kelimesi günümüzde sıradan bir pazarlama ifadesi olmaktan çıktı. Marketin kelimesi, içinde bir ürünün, bir ülkenin, bir siyasetçinin, bir sanatçının, bir tesisin, bir spor kulübünün kıymetli meta haline getirilmesi anlamını da taşıyor, “ diyordu. Peki şu iflah olmaz solculuk ne menem bir belaydı da, sermayenin küreselleşmesine ve özelleştirmesine güzelleme yapan bir “meta” haline getirilemiyordu!

Ertuğrul Özkök, “Artık insanların pazarlaması da yapılıyor,” diyordu. Malum kimi yazarlar, transfer ücretleriyle medya plazalarda pazarlanabiliyordu. “Ve teknik olarak kimsenin aklına ‘Bir insanın satılması’ gelmiyor” diye devam ediyordu. “Teknik olarak” gelmiyordu; ama “etik” olarak da gelmiyor muydu? Sahi solcuların ikide bir hatırlattıkları “etik” de neydi? Alınır satılır mıydı? Pazarda bulunur muydu?

Not: Cuma günü benden söz eden Necdet Saraç'a bir çift sözüm var. İleri sürdüğü üzere, söylediklerim Alevilik ile dalga geçmek amacını taşımıyordu; tersine bunları ciddiyetle ve biraz da öfke ile söylemiştim. Kendi payıma solcuların siyasi islam ile aralarına koyduğu mesafenin ''siyasi alevilik'' bakımından da geçerli olduğuna inanıyorum. Hiç kimsenin inancı beni ilgilendirmiyor vesselam...


24.10.2005
Melih Pekdemir

Montag, 24. Oktober 2005

Efsane ve gerçek

Gökten 3 darbe düştü; biri bebekliğimize, biri çocukluğumuza bir diğeri ise gençliğimize. 60-70-80; çok partili siyasal tarihimizin her on yılda bir kesintiye uğradığı, sıkıyönetimlerin; askeri yönetimlerin; silah zoruyla topluma dayatılan Anayasaların gölgesinde geçen bir hayat. Tabii hepsi bu kadar değil. 1984'ten beri süre gelen başka bir çatışmanın yarattığı benzer durumlar. Olağanüstü haller, sıkıyönetimler; işkenceler; ölümler… Bizim kuşağımızın bilincini; duygularını; bireysel ve toplumsal varoluşunu kuşatan tarih için çok kısa; insan için çok uzun koskoca bir elli yıl.

Gökten 3 darbe düştü demiştim; ilkini hayal meyal hatırlıyoruz; mahallede Menderes üzerine efsanelerin anlatıldığı, "radyo günlerinin" olanca sıcaklılığıyla yaşandığı dönemlerde "ajans" dinlemek için evlerin salonlarında toplanan büyüklerin "Yassıada Duruşmaları"na kulak verdikleri görüntüler. Kopuk kopuk çocukluk anıları.

Sonra ikincisi; uzun saçları; sarkık bıyıkları; parka ve postallarıyla yerleşik olan her şeye isyan eden bir kuşağın öyküsüne duyulan hayranlık. Dolmabahçe rıhtımında ıslak üniformalarıyla şaşkınlık içinde objektiflere bakan Amerikan askerleri. Çember sakallarıyla Taksim'in ortasında gencecik insanları bıçaklayan "molla" görüntüleri. Yürüyüşler; işgaller; banka soygunları ve efsaneleri kulaktan kulağa yayılan dal gibi incecik, güzel yüzlü insanlar.

Sonra üçüncüsü; sokakların,okulların, mahallelerin bölündüğü; siyasal cinayetlerin kol gezdiği bir ülke; iç savaş görüntülerinin hepimizin belleğine kazındığı ağır bir durum. Maraş'ta karınları deşilmiş hamile kadınlar;boğazlanmış çocuklar; dehşet görüntüleri. Ardı ardına öldürülen aydınlar; taranan kahveler; bombalanan okullar, cenaze törenleri… TRT'nin siyah beyaz görüntülerinde 5 General. Sonra idamlar; işkenceler, hapishaneler, açlık grevleri.



İnsanın kendi hayatından konuşurken; bir film karesinden söz eder gibi soğuk ve mesafeli olmasında mutlaka psikologların ilgi alanına giren bir yan vardır. Eğer bütün bir toplum böyle davranıyorsa durum oldukça vahim demektir. Evet eskiye takılıp kalmanın bir manası yoktur; "hayat yeniler bizleri". Ama geçmişin üzerinden bir "efsane" yükünü kaldırmadan da bugünle yüzleşebilmemiz mümkün görünmüyor. Pek de kendi irademize bağlı olmayan "geçmiş tecrübemizin" bugünkü insanlar üzerinde bir hiyerarşi kurması, yeni yeni efsaneleri beslemesi bizim gerçeklikle yüzleşmemizi engelleyen belki de en önemli neden. Bireyler için geçerli olan toplumsal hareketler için de geçerli. Kendi efsanesi altında ezilen bir işçi sendikası; bir siyasal parti, bir örgüt bugünün sorunları karşısında güdük kalmaya kendini mahkum ediyor.

Asturias Guatamala efsanelerinde insan mantığını, buğulu bir fantazmanın sınırlarına taşıyan şu olağanüstü cümleyle başlar "çok eski zamanlarda bir gün yaşanmıştı ve asırlarca sürmüştü." "Asırlarca süren bir gün" gerçek zaman duygusuyla anlayamayacağımız, aklın sınırlarını zorlamasıyla efsanenin kapısını aralayan bir başlangıçtır.

Şimdi geriye dönüp baktığında darbelerle, olağanüstü hallerle, çatışmalarla ölümlerle geçmiş bir 50 yıllın "asırlarca" sürmüş olduğu duygusuna kapılıyor insan. Belki de toplumsal ve bireysel varoluşumuzu hep "efsanevi" anlamlarla kuşatan da bu. Evet; gökten 3 darbe düştü; biri bebekliğimize; biri çocukluğumuza; bir ilk gençliğimize; onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine; bizden sonra gelenler dere tepe düz bir arpa boyu yol gitmesinler.

Sonntag, 23. Oktober 2005

Liman Kırntıları

Bahamalı martılar beni çağırdı,
bir ikinci bahar gecesi
Yalan söyledim,
yırtık blucinli tayfalara,
Seni sevmediğimi söyledim.
Oysa rıhtımlar
en şarkılı dalgalarla yıkanıyordu,
Midye kabuklarında sakladım gözyaşlarımı;
Hastaydım,
kırık kötümser bir öksürük yapışmıştı boğazıma
Seni unutmak gerekiyordu...

Bahamalı martılar beni çağırdı,
bir ikinci bahar gecesi,
İskele fenerlerinin altında oturup
seni bekledim sevgilim
Ellerim ıslaktı, gözlerim ıslaktı
Gelip caydırabilirdin beni gitmekten
Oturup sigara içer, anlaşabilirdik...
Sana tapacağım yalan değildi
benim olursan
Seni seviyordum, seni istiyordum...
Bahamalı martılar beni çağırdı,
bir ikinci bahar gecesi
Filler gibi içtim liman meyhanelerinde;
seni unutmak için içtim...
Senin sokağında geceler yıldızsızdı,
senin sokağında gece yağmur yağıyordu
Ben zayıftım, çabuk ıslanıyordum
Bana sevmek yaramıyordu,
ben sevilemiyordum...
Bahamalı martılar beni çağırdı,
bir ikinci bahar gecesi
Sana bırakacağım bu kentin
üç semtinde üç damla gözyaşı döktüm,
Birincisi seni ilk gördüğüm yerdi,
ikincisi seni ilk öptüğüm yerdi
Üçüncüsü... söylemeye dilim varmıyor,
üçüncüsü bana git dediğin yerdi
İşte bu mısraları orda karalıyorum;
işte demir aldı şilebimiz,
Gidiyor, gidiyor, gidiyorum...

Edgar Allan Poe
__________________

Sonntag, 16. Oktober 2005

Fıkra anlatmak

Size bugün güzel bir fıkra anlatacağım.

"Güzel" deyişime bakmayın, beğenmemek de serbest. Kimse kendini baskı altında hissetmesin... Bizim köşe, demokratik bir köşe biliyorsunuz.
Fıkra seçmek, hele hele anlatmak çok ciddi bir iştir. Bilimsel makale yazmaktan bile hatta...

Bir fıkraya başlamadan önce, "Biliyor muydunuz" demeyeceksin mesela...
İnsanlar içlerinden çok fena dalga geçerler:
Ulan ne anlatacağını bilmeden, bildiğimizi nerden bilelim, hanzo!

İkincisi, fıkrayı anlatırken sırıtmayacaksın!
Bir fıkrayı anlatırken, hele hele kahkahalarla gülmek, faşizme girer.
Fırka anlatıyoruz işte, gülsenize kardeşim!
Rahat bırak insanları, ister güler ister gülmezler.
Üçüncüsü, fıkrayı anlatacağın yeri ve muhabbeti iyi seçeceksin...
Bir muhabbetin yönünü kökünden değiştirecek fıkrayı anlatırsan, mecliste soğuk duş olur. İlgi göremezsin. Ama konuyla ilgili fıkra oturtursan cuk olur.

Dördüncüsü, fıkrayı anlattığın insanları iyi seçeceksin...
Kimisi vardır, en kahkahalı fıkrayı bile, milli birlik ve beraberliğimizi tehdit eden bir konuşma yapıyormuşsunuz gibi yüzünde kıl oynatmadan dinler, kuşkuludur, uyuzdur, fıkrayı anlatanda ne iştah bırakır, ne moral...
Fıkra, iyi yürekli, hoşgörülü ve beyni açık insanlara anlatılır. Mecliste bir tane bile şüpheci tip varsa kendini tutacaksın, ki fıkraya yazık olmasın.
Bu gibiler, en tantanalı fıkranın bile ırzına geçmek için elden geleni yaparlar... Sen de nükte yapayım derken üstüne papaz olursun.

Bir de sahneye atlamak için aportta bekleyenler vardır av köpeği gibi...
Sen bir fıkra anlatırsın, millet gülmeye başlar.
O gülmenin bir süresi olmalıdır.
Henüz millet fıkranın nüktesini ve ironi tadını beyninde şapırdatmakta iken, birisi kenardan hortlar:
Arkadaşlar, ben de bir tane anlatayım!
Anandan 7 aylık mı doğdun kardeşim. Biraz beklesen de, biz de şu fıkraya verdiğimiz emeğin ekmeğini yesek fena mı olurdu. Bunlar emek düşmanıdır.

Son olarak da, bir fıkrayı ne kadar iyi seçmiş ve güzel anlatmış olursanız olun, mealini açıklamaya kalktığınız anda bitersiniz!
O da bir nevi faşizme girer.
Bırak insanlar anladığı ile kalsın. Fıkralar zaten didaktizmin panzehiri değil midir?

Aslan senelik izne çıkıyormuş. Oturup, bütün hayvanlara e-mail çekmiş...
Ben yokken, vekaleti tavşana bırakıyorum, diye...
Sonra tavşanı çağırıp kararını açıklamış:
Ben yokken, orman senden sorulur. Bir kelek yapan olursa, döndüğümde icabına bakacağım.
Tavşan ertesi gün ormanda başlamış bütün hayvanlara bulaşmaya...
Bir kenarda leşini ziftlenen kurda arkadan bir parmak atmış...
Kurt dönmüş bakmış ki, tavşan...
Ah, demiş, o aslan olmayacaktı ki ben sana soracaktım.
Tavşan daha sonra aynı şeyi file yapmış...
Filden de tıs çıkmamış...
Bütün havyanlara aynı pisliği yapan şımarık tavşan, en son koca ayıyı bir petek balı yerken bulmuş
Ona da bir parmak sallamış
Ayı döndüğü gibi tavşanı kapmış ve yer misin yemez misin diye dayaktan hurdahaş hale getirmiş
Tavşan, perişan vaziyette uzaklaşırken kendi kendine söylenmiş:
Ayı işte ne olacak, yine e-maillerine bakmamış!


İLKER SARIER

Donnerstag, 13. Oktober 2005

Ayrılık da sevdaya dahil

atillailhan
Dilek aradı sabah, arabadaydım.
Titrek sesinde "Nasıl olur" isyanıyla "Attilâ İlhan ölmüş" dedi.
Onun has şairiydi.
Tenhalaştıkça meydanlar, dostlar seyreldikçe, Bilgi'den eski kitapları çıkarır, vaktiyle "müjganla ağlaşılmış" sayfalardan sisli, duvarlı mısralar seçer, karanlığı dağıtırdı:
"Biz yalnızlıktan doğduk o dağdağalı sudan/
Biz, yani erdoğan ayşenur ali ve ahmet/
Birkaç litre kan, bir hayli kemik, epeyce korku/
Sanki bir tespih koptu tane tane savrulduk".
* * *
Aradığında, Attilâ İlhan'ı ilk kez gördüğüm Set Kafeterya önlerindeydim.
Şair'in yıllar sonra bana hatırlattığı deyişle "gencecik bir gazeteci"ydim; şapkasız devrinin edebiyat matinelerini kaçırdığına hayıflanan, hayatın içinde şiirin yitip gidişine yanan...
O gün evine gitmiş, resmini çekmiştim.
"Dersaadet'te Sabah Ezanları"nın arka kapağında durur hâlâ o resim:
Şair, bir salon aynasının içindedir; ayna, Şair'in arkasında...
"Korkacak bir şey yok, hesap tamam" olunca "kendimi hazırladım", duygudaşlarımı aradım.
Çok uzak "sokaklarda mızıka çalan" bir mülteci, "Hoş geldin" diye ona şapka çıkardı:
"Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı/
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı/
Hoyrattı gülüşleri, aydınlığı çalkalardı/
Gittiler, akşam olmadan ortalık karardı".
* * *
Pia gibiydi.
Ben bir şehre geldiğim vakit, o başka bir şehre gitmiş olurdu.
Set Kafeterya'dan Tuna Pastanesi'ne taşınmış, en son Taksim'e Marmara Cafe'nin bir köşesine yerleşmişti.
Her geçişte görür; her daim orada oturacak sanırdım.
Taşındı dün, son kez:
Marmara'nın bir köşesinden, yüreğimizin baş köşesine...
Bir Zuhal Olcay şarkısı saçımızı okşadı, teselli niyetine:
"Çünkü ayrılık da sevdaya dahil /
çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili"...
* * *
Son görüşüm Sertellerin törenindeydi.
Tan baskınını dinlemiştim ondan...
"Bizim nesil, o baskını hiçbir zaman unutmadı" demişti:
"Biz, 40'ların karanlığından geldik":
"Ne haydut bir akşamdı / ne kadar da karanlık /
Kilitlenmişti ellerimiz görünmez kelepçelerle".
* * *
O akşam, -yine başında kaptan kasketi, boynunda atkı, eli yüzü şiir-, birkaç iltifat cümlesinden sonra çeneme müşfik bir yumruk kondurdu:
"Kalabalıkları yakalamayı biliyorsun, ama bazı şeyleri söyleyebilecekken, söylemiyorsun" diye dokundurdu.
Serzeniş soslu bir vasiyet gibiydi.
Kızardı, adını tek "T" ve iki "L" ile yazanlara, Gazi'ye tavır alanlara, Batı'dan medet umanlara, Türkçeyi arılaştırıp boğanlara...
Ama yumuşacık kızardı, hiddetini zarif kadifelere sarardı.
"Gidiverdi, akşam olmadan ortalık karardı".
* * *
Gece trenlerinde kayboldu "yeşil fularlı çocuk"...
Biz, "kesik bir kol gibi yalnız", ardından bakakaldık.
O mahur beste çaldı, müjganla doyasıya ağlaştık.
Masum bir oğlanı uyuttuk, elde kalan hüzün şiirleriyle; korkmasın diye karanlığı dağıttık.
Zincirleme rubailerini okuduk, fatiha niyetine...
Sabah, Dersaadet'te ezanlar onun için çınladı.
Yanağımda, aynanın içindeki adamın yumruğunun hemen yanında, mısralarından süzülen ince bir su yolu kaldı.

can.dundar@e-kolay.net

Dienstag, 11. Oktober 2005

an gelir Atilla Ilhan .........

557003



Şiirlerinden seçmeler

Attila İlhan, geride hiç bir zaman unutulmayacak bir çok şiir roman ve senaryo bıraktı. İlhan'ın unutulmayan şiirlerindan bazıları.


BEN SANA MECBURUM

ben sana mecburum bilemezsin
üdını mıh gibi aklımda tutuyorum
büyüdükçe büyüyor gözlerin
ben sana mecburum bilemezsin
içimi seninle ısıtıyorum.

ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
bu şehir o eski İstanbul mudur
karanlıkta bulutlar parçalanıyor
sokak lambaları birden yanıyor
kaldırımlarda yağmur kokusu
ben sana mecburum sen yoksun.

sevmek kimi zaman rezilce korkuludur
insan bir akşam üstü ansızın yorulur
tutsak ustura ağzında yaşamaktan
kimi zaman ellerini kırar tutkusu
bir kaç hayat çıkarır yaşamasından
hangi kapıyı çalsa kimi zaman
arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu

fatih'te yoksul bir gramofon çalıyor
eski zamanlardan bir cuma çalıyor
durup köşe başında deliksiz dinlesem
sana kullanılmamış bir gök getirsem
haftalar ellerimde ufalanıyor
ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
ben sana mecburum sen yoksun.

belki haziran da mavi benekli çocuksun
ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor
bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden
belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun
bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor
belki körsün kırılmışsın telaş içindesin
kötü rüzgar saçlarını götürüyor

ne vakit bir yaşamak düşünsem
bu kurtlar sofrasında belki zor
ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
ne vakit bir yaşamak düşünsem
sus deyip adınla başlıyorum
içim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
hayır başka türlü olmayacak
ben sana mecburum bilemezsin.

ELDE VAR HÜZÜN

söyleşir
evvelce biz bu tenhalarda
ziyade gülüşürdük
pır pır yaldızlanırdı kanatları kahkaha kuşlarının
ne meseller söylerdi mercan köz nargileler
zamanlar değişti
ayrılık girdi araya
hicrana düştük bugün
ah nerde gençliğimiz
sahilde savruluşları başıboş dalgaların
yeri göğü çınlatan tumturaklı gazeller
elde var hüzün

o şehrâyin fakat çıkar mı akıldan
çarkıfeleklerin renk renk geceye dağılması
sırılsıklam âşık incesaz
kadehlerin mehtaba kaldırılması
adeta düğün
hayat zamanda iz bırakmaz
bir boşluğa düşersin bir boşluktan
birikip yeniden sıçramak için
elde var hüzün

ADIM SONBAHAR

nasıl iş bu
her yanına çiçek yağmış
erik ağacının
ışık içinde yüzüyor
neresinden baksan
gözlerin kamaşır
oysa ben akşam olmuşum
yapraklarım dökülüyor
usul usul
adım sonbahar

YAĞMUR KAÇAĞI

elimden tut yoksa düşeceğim
yoksa bir bir yıldızlar düşecek
eğer şairsem beni tanırsan
yağmurdan korktuğumu bilirsen
gözlerim aklına gelirse
elimden tut yoksa düşeceğim
yağmur beni götürecek yoksa beni


geceleri bir çarpıntı duyarsan
telâş telâş yağmurdan kaçıyorum
sarayburnu'ndan geçiyorum
akşamsa eylül'se ıslanmışsam
beni görsen belki anlayamazsın
içlenir gizli gizli ağlarsın
eğer ben yalnızsam yanılmışsam
elimden tut yoksa düşeceğim
yağmur beni götürecek yoksa beni


KARANTİNALI DESPİNA

bir gül takıp da sevdalı her gece saçlarına
çıktı mı deprem sanırdın 'kara kız' kantosuna
titreşir kadehler camlar kırılır alkışlardan
muammer bey'in gözdesi karantina'lı despina

çapkın gülüşü şöyle faytona binişi kordelia'dan
ne kadar başkaydı her kadından her bakımdan
sınırsız bir mutlulukta uyuturdu muammer bey'i
ustalıkla damıttığı o tantanalı aşklarından

işgal altüst etti nasıl da izmir'de her şeyi
öğrendi kullanmasını despina bu yanlış geceyi
körfezde parıldayan yunan zırhlılarına karşı
miralay zafiru'la ispilandit palas'ta sevişmeyi

gemi sinyallerinin gece bahçelere yansıması
havuzda samanyolunun hisarbuselik şarkısı
demlendikçe yanlızlığı aydınlanıyor muammer bey
olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması

ÜÇÜNCÜ ŞAHSIN ŞİİRİ

gözlerin gözlerime değince
felaketim olurdu ağlardım
beni sevmiyordun bilirdim
bir sevdiğin vardı duyardım
çöp gibi bir oğlan ipince
hayırsızın biriydi fikrimce
ne vakit karşımda görsem
öldüreceğimden korkardım
felaketim olurdu ağlardım

ne vakit maçka'dan geçsem
limanda hep gemiler olurdu
ağaçlar kuş gibi gülerdi
bir rüzgar aklımı alırdı
sessizce bir cigara yakardın
parmaklarımın ucunu yakardın
kirpiklerini eğerdin bakardın
üşürdüm içim ürperirdi
felaketim olurdu ağlardım

akşamlar bir roman gibi biterdi
jezabel kan içinde yatardı
limandan bir gemi giderdi
sen kalkıp ona giderdin
benzin mum gibi giderdin
sabaha kadar kalırdın
hayırsızın biriydi fikrimce
güldü mü cenazeye benzerdi
hele seni kollarına aldı mı
felaketim olurdu ağlardım


AN GELİR

an gelir
paldır küldür yıkılır bulutlar
gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet
eski heyecan ölür
an gelir biter muhabbet
çalgılar susar heves kalmaz
şatârâbân ölür

şarabın gazabından kork
çünkü fena kırmızıdır
kan tutar / tutan ölür
sokaklar kuşatılmış
karakollar taranır
yağmurda bir militan ölür

an gelir
ömrünün hırsızıdır
her ölen pişman ölür
hep yanlış anlaşılmıştır
hayalleri yasaklanmış
an gelir şimşek yalar
masmavi dehşetiyle siyaset meydanını
direkler çatırdar yalnızlıktan
sehpada pir sultan ölür

son umut kırılmıştır
kaf dağı'nın ardındaki
ne selam artık ne sabah
kimseler bilmez nerdeler
namlı masal sevdalıları
evvel zaman içinde
kalbur saman ölür
kubbelerde uğuldar bâkî
çeşmelerden akar sinan
an gelir
-lâ ilâhe illallah-
kanunî süleyman ölür
görünmez bir mezarlıktır zaman
şairler dolaşır saf saf
tenhalarında şiir söyleyerek
kim duysa / korkudan ölür-tahrip gücü yüksek-
saatlı bir bombadır patlar
an gelir
Attila ölür


SEN BENİM HİÇBİR ŞEYİMSİN

Sen benim hiçbir şeyimsin
Yazdıklarımdan çok daha az
Hiç kimse misin bilmem ki nesin
Lüzumundan fazla beyaz
Sen benim hiçbir şeyimsin
Varlığın yokluğun anlaşılmaz

Galiba eski liman üzerindesin
Nasıl karanlığıma bir yıldız olmak
Dudaklarınla cama çizdiğin
En fazla sonbahar otellerinde
Üniversiteli bir kız uykusu bulmak
Yalnızlığı öldüresiye çirkin
Sabaha karşı öldüresiye korkak
Kulağı çabucak telefon zillerinde

Sen benim hiçbir şeyimsin
Hiçbir sevişmek yaşamışlığım
Henüz boş bir roman sahifesinde
Hiç kimse misin bilmem ki nesin
Ne çok çığlıkların silemediği
Zaten yok bir tren penceresinde

Sen benim hiçbir şeyimsin
Yabancı bir şarkı gibi yarım
Yağmurlu bir ağaç gibi ıslak
Hiç kimse misin bilmem ki nesin
Uykumun arasında çağırdığım
Çocukluk sesimle ağlayarak

Sen benim hiçbir şeyimsin

Sonntag, 9. Oktober 2005

Can ellerinden gelmişem

Yöre: Erzurum (Pasinler)
Söz: İbrahim Hakkı Dede
Müzik: Anonim
Derleyen: Suat Işıklı

Can ellerinden gelmişem
Fâni mekanı neylerem
Ol mülke meylim salmışam
Ben bu cihânı neylerem

Aşkın şarâbın içmişem
Dil gülşenine göçmüşem
Ben varlığımdan geçmişem
Nâm-u nişanı neylerem

Hakkı cemii halk eden
Müstağniyem billahi ben
Hallâki alem var iken
Halk-î zamanı neylerem

Zahid Bizi Tan Eyleme

Zahid bizi tan eyleme
Hak ismin okur dilimiz
Sakın efsane söyleme
Hazrete varır yolumuz

Sayılmayız parmağ ile
Tükenmeyiz kırmağ ile
Taşramızdan sormağ ile
Kimse bilmez ahvalimiz

Erenlerin çoktur yolu
Cümlesine dedik beli
Gören bizi sanar deli
Usludan yeğdir delimiz

Muhy-i ola sana himmet
Aşık isen cana minnet
Cümle alemlere rahmet
Saçar şu yoksul elimiz

Bir gece vaktiydi

ben kuşlardan da küçüktüm bir gece vaktiydi
aşk tuttu elimden benim
geçtim düşler sokağından bir gece vaktiydi
ceplerimde hacıyatmazlar

yağmur yağsa uykum kaçsa
bir kuş konsa badi parmağıma
ağlardım bir başıma

sevdadandır,sevdadandır,
sevdadandır dedi annem aldırma
aldırma gel yanıma

kaç mevsim aşk pazarında geçti yalanlarla
düş sattım aldanmışlara
aklım kaçıverdi elimden bir gece vaktiydi
sevdiğim başka sevenim başka

hüsnü arkan-ezginin günlüğü

Sonntag, 2. Oktober 2005

Gayrıresmî, Kişisel ve Samimi Bir Değerlendirme

Tanıl Bora’ya, yani Birikim

dergisinden bir arkadaşıma

Gayrıresmî, kişisel ve

samimi bir değerlendirme



Tanıl,

Benden çok zor bir yazı istiyorsun. Birikim hakkında yazacağım ve adım camiada “Birikimci”ye çıkacak!

Birikim bir şey... Birikimcilik başka bir şey... Biri sahici bir şey, öteki sahiden var mı?

Birikimci demek (bu ülkenin solcularının indinde, sen ister galatı meşhur bir ifade, ister iftira de, istersen canları sağ olsun deyiver) “sivil toplumcu” demek. Ben ki, kendi payıma, sivil toplumculuğu eleştiren bir kişiyim, bana da sivil toplumcu diyenler var! Ama şurası kesin ki, Birikimci demek teoriyle biraz fazla uğraşmak demek.

Sen belki aynı görüyorsundur ama, bana göre ’80 öncesi Birikim ile ’90 sonrası Birikim farklı. Yani şunu demek istiyorum: ’80 öncesinde bir iç savaş vardı ve Birikim’de yer alan ve sofistike gibi görünen tartışmalar haleti ruhiyemize fazla uymuyordu.

’80 öncesinde dünya hali, emperyalizmin üçüncü bunalım dönemi tahliliyle, “şak şak şak” ifade edilebiliyordu. Yani dünya devrimci dünyaydı bizim için. ’80 öncesinde Türkiye hali, sömürge tipi faşizm tahliliyle “tak tak tak” ifade edilebiliyordu.

Türkiye de işte öyle ikiye bölünmüştü. Bizimkiler ve onlar ya da devrimciler ve faşistler... Bizimkileri temsilen solcular dünyada olduğu gibi Türkiye’de de üç kamptaydı. Moskova, Pekin ve yerliler.

’90 sonrasında dünyanın hali pür melali ortaya çıktı. SSCB’nin çöküşünden sonra, yeni dünya düzeninde, at izi it izine karıştı. Tahlil mahlil çare olmadı. Yani dünya dünya maliki dünya oldu. Türkiye tahlilleri de öyle. 12 Eylül’den sonra, iki kutuplu bildiğimiz Türkiye’de parçalanmış toplum gerçeği karşımıza çıktı. Bir de Kürtler, Aleviler.

Eskiden Althusserci diye bildiğimiz Birikim’den, bu kez de dünya ve ülke haline müsait postmodernizme dair tartışmaları okumaya başladık, ama aslında genel olarak solun kafası da karışmıştı, postmodern vakalardan dolayı.

Şimdi teşhisi en kolay dert, bencileyin, solun şizofrenisi. Daha önce başka bir yerde de söylemiştim, burada, sadece Birikim bakımından değil, sol adına olan bütün iddialar bakımından tekrar edeceğim: Tıpış tıpış yürüyüşlerle meydanları tıklım tıklım doldurmak imkânsız. Determinist mucizeleri beklemekten vazgeçmek bir zaruret.

Mukallit çözümleri kenara koymalıyız. Muhafazakârlar mukallittir, devrimciler isyankâr. Bilim (hayır, pozitivizm anlamında değil), mukallit değil yaratıcıdır, yani isyankâr.

Şimdi belki bir süre, kavramlar yerine düpedüz kelimelerle konuşmak ve yazmak zamanı. Yani kavramlarla izah etmek yerine olup biteni ve yapılan işleri, kelimelerle anlatabilmek önemli. Belki bundan da önemlisi bu işler yapıldıktan sonra, yine önce kelimelerle anlatabilmek.

Zira, görülmekte ki, kavramların önlenemez gücüne bel bağlamak, düpedüz büyücülük haline geldi. Teoride esoteric dedikleri türden bir büyücülük.

Ve solcular, hâlâ bu tür teorik büyücülükten medet umdukça, teori değil de büyücülük yapmış oluyorlar. Ve haliyle, toplulukların karşısında medyumlukla yetiniyorlar. Oysa medyumun çoğulu olan medya, bu işi bihakkın ve karşı cenahtan yerine getiriveriyor.

Evet, Birikim’in 100. sayısını kutlarken, bu vesileyle diyebileceklerim bunlar. Ama bu vesileyle bir ekleme daha yapmam lazım. Birikim 100 sayısıyla nasıl olgunlaştıysa, bu memleketin solcuları da elbette biraz daha olgunlaştı ve bir çok önyargıdan kurtuldu gibi...

Zira şimdi artık kimseye Birikimci filan demiyorlar... Olsa olsa ödepeli diyorlar!

Ve ben ödepeliyim... Sen de ödepelisin, biliyorum... Öyleyse hoşçakal, Birikim’li kal...
Melih Pekdemir

Montag, 26. September 2005

İç dinam-itler

Türkiye’de en kolay iş siyasi tahlil yapmaktır. Çünkü her şey ayan beyan ortadadır. Siyaset biliminde komplo teorisi kategorisine giren türden yorumlar, bizde siyasi gelişmeleri algılamaya hizmet eden yegane tarzdır.

Düğmesine basılabilen bir ırkın ahfadıyız. Bakın işte, son bir yıldır eli kalem tutan herkes yazdı çizdi. 3 Ekim 2005’e dek, AB müzakereleri nedeniyle Türkiye karışacak/karıştırılacak denildi.

Bu konuda fikir yürüten herkes haklı çıktı. Son linç girişimleri, PKK’nin "ateş kestim" deyip kesip biçmeyi sürdürmesi, derken, işte buyurun, Orhan Pamuk davası ve Ermeni Konferansı'nı durdurma kararı.

12 Eylül yadigarı tarz ile, amacın gerçekleşmesi için koşullar olgunlaştırılır; armut pişer ağza düşer.

Ve bahane değişmez: "Dış mihraklar!" Eskiden ortalığı hep solcuların karıştırdığı iddia edilir ve ilaveten bunların "kökü dışarıda" olduğu söylenirdi.

Dışarısı ise, malum, Sovyetler idi; ama şimdi yok böyle bir şey... Buna mukabil solcular, (12 Eylül günü "our boys have done it!" yani "bizim çocuklar becerdi çok şükür" lafına rağmen), "asıl sizin kökünüz dışarıda" diyemezdi.

Çünkü emperyalizmin İÇSEL BİR OLGU olduğunu keşfetmişlerdi maalesef... Bu ise günümüzde şu manaya geliyor: İktisadınızı IMF’ye teslim edin; siyasetinizi ABD’den icazet alan partilere, savunmanızı NATO’ya, istikbalinizi uluslararası piyasaya, vizyonunuzu medyaya; gerisi "Allah kerim", toplumu meşgul edecek bir şeyler her daim bulunur.

Bu içselleştirilmiş olgulardan dolayı, olup bitenlerin kökü demek ki içeride aranmalı; hem de derinde... Tarihsel ve konjonktürel olarak elbette bir "derin devlet" hakikati de var karşımızda. Ve bu aynı zamanda ideolojik bakımdan tepeden enjekte edilen tarihsel bir zihniyetin eseri. Şimdi paradoksa bakın ki, hem tepeden hem derinden icrayı sanat eyliyor.

Efendim, "derin" deyince baştaki iddia (yani ayan beyan olma) ile bir çelişki hasıl olmuyor. Zira bütün bunlar hep iç dinamiklerin bir gereği! Hem de maazallah "dinamit" misali patlamak üzereler. Hakim sınıflar, mahkum sınıflar derken, bir de "hakim" hakimler, mahkum aydınlar ve hakim ideolojinin "avukatları" ile tanıştık.

Hukukçular Birliği adında MHP yanlısı bir aşırı milliyetçi dernek "iç dinamit" olmaya soyundu. (Aman dikkat! Buna "faşist" derseniz, yeni TCK’ya göre suç işlemiş sayılabilirsiniz.) Peki iç dinamikleri bunlar nasıl "hareket" e geçiriyorlar? Şimdi bir kamuoyu anketi yapılsa, toplumun ezici bir çoğunluğu mesela Ermeni Konferansı'na neden karşı çıkardı?

Son haftalarda gazetelerin internet baskılarında haberlere yapılan "okuyucu yorumları"na göz atıyorum.

Anladığım şudur: Kalabalıkları, zeka -bilinç değil, "vasat" şeyler bir araya getirir. (Unutmayın, "vasat"ın sözlüklerde kelime karşılığı bir de "medya"dır!)

Toplumsal olayları fiştekleyen taklit etme duygusu, aslında bulaşıcı hastalık gibi yayılır. Yaradılışı itibariyle zaten taklitçi olan insanların, bunu layıkıyla becerebilmesi için taklit edilecek şeyin basit olması lazım.

Kalabalıklar, kanıtlarla, belgelerle, tarihsel bilinçle filan değil, düpedüz kendilerine örnek aldıkları modeller sayesinde sevk ve idare edilebilir.

Bu bakımdan her zaman hakim ideolojiye (resmi ideolojiye) ihtiyaç duyarlar. Kolaylıkla da ortaya sürülen bir davanın fanatikleri haline getirilebilirler.

Bir kişiyi karşınıza alıp onunla tartışarak ikna etme şansınız vardır; aman böyle bir şeyi kesinlikle bir kalabalığın karşına geçip yapmaya kalkmayın: Linç edilirsiniz!

Napolyon, "biricik ciddi söz sanatı tekrardır" demişti. Hakim ideolojiyi, bunun milliyetçiliğini savunanlar ve bilhassa faşistler bu tarzı epey etkili şekilde kullanırlar. İddia olunan şey tekrar edilmek suretiyle nihayet ispatlanmış bir hakikat gibi kabul görür, zihinlere yerleşir.

İşte; iç dinamikler ve dahi iç dinamitler halihazırda böyle. Hani gençliğimizde, "folluktaki yumurtayı ısıtmazsan civciv çıkmaz; ama taşı ısıtsan da civciv olmaz" diye diyalektik seminerleri verirdik.

Gerekli koşullar derken içsel dinamikleri, yeterli koşullar derken dışsal dinamikleri kast etmiş olurduk.

Mesela son bir damla, bardağın taşmasına yetiverirdi.

Bardak taşıyor, herkesin sabrı taşıyor; sol cenahın sabrı ise nedense bir türlü taşamıyor. Folluktaki taşa döndük, taş kesildik, taksiratımızdan dolayı "Allah bizi taş etmiş" olsa gerek!

26.9.2005
Melih Pekdemir

Mittwoch, 21. September 2005

Hey gidi gençlik hey...

..................

Bilimsel ve sınıfsal bakımdan gençliği halletmeye çalışan her yetişkin (psikolog, sosyolog, siyasetçi vesaire) işin içinden çıkamadığı nda gençliğin "görece özerk" olduğuna hükmetmiş ve mecburen bir kenara çekilmiştir. Kenara çekilemeyen de her daim gençliğin üzerine yürümüş, coplamış, çimdiklemiş, şımartmış, satın almış, işkenceye yatırmış, cezaevine tıkmış, hatta idam etmiştir.

Milliyet gazetesinde geçen hafta, 12 il merkezinde, 5 farklı tip lisede yapılan bir anket yayımlandı.

Aslında araştırma sonuçları, toplumun genel durumunu aynen yansıtıyor ve aslında "gençliğin görece özerkliği" teorisini çürütüyor dahi denebilir.

Kısacası, liseli gençliğin büyük çoğunluğu sağ görüşlü...

Demem şu ki, liselerden üniversitelere akacak olan yeni kuşak da gençliğin dinamikleri açısından pek iyimser bir hava yaratmı yor. Gençlik mücadelesindeki solcuları (yine) zahmetli bir dönem bekliyor.

Ama gençliğimden bilirim, solcu olmayı tercih eden genç insan kendisini zaten "zevkli ve zor mücadele günlerinin" beklediğinin pekala farkındadır; kolay değil sisteme kafa tutacaktır.

Ancak bunun üstesinden güle oynaya, hoplaya zıplaya gelmeyi becerecek enerjiye de sadece gençler sahiptir.

Bundan beş altı yıl önce, hani polis memurları ayaklanmış, elde silah, "kahrolsun insan hakları" diye bağırarak korsan miting yapmışlardı.

Ertesi gün "muzır" üniversite gençliği de bu kez kitaplarını silah gibi havaya kaldırarak bir alternatif gösteri düzenlemişlerdi. Fotoğ raflarında ellerindeki kitapların bazılarının benim "Anne Bak Kral Çıplak" olduğunu görünce, nasıl keyiflenmiştim, anlatamam: Kitaplı propaganda!

Burada nasihat vermeye yeltenecek değilim. Zira nasihatlere kulak asmayan kendi gençliğimi hatırlayacak denli hafızam yerinde. Gençlerle sadece gençler diyalog kurabilir. Dilleri, hülyaları farklı, kültürleri bambaşka bir alemdirler. Ve henüz bilgi biriktirme evresinde olduklarından, müthiş merak ederler.

Milliyet gazetesindeki anketlerden anlaşılıyor ki, liseli gençler meraklarını gidersinler diye evde, okulda, televizyonda, kafede kendilerine yaşlılar tarafından dayatılan hazır "tecrübe"ye rıza göstermekte, boyun eğmekteler.

Toplum hafızasındaki ve devlet arşivindeki "milliyetçilik" gencecik insanların önüne tecrübe diye konulduğunda; solculuk ise, meraklarını gidermek için bu hazır çözümle tatmin olmayan, bir başka dünyanın kapısından bakmak isteyen isyankâr gençlerin tercihi olabiliyor.

Solcular başlangıçta her daim bir avuç olmuştur. Günümüzün solcu gençleri neden bir avuç olduklarına kafayı taksınlar elbette.

Bu işe kafayı takınca, mesela 3 milyon yoksul gencin (potansiyel solcunun) yaşadığı 10 milyonluk bir kentte, bunun yarısı milliyetçilerin İslamcıların ağına takılmış olsa bile, geri kalanın yüzde biriyle dahi tanışsalar, arkadaş olsalar, sisteme meydan okuyacak bir gençlik hareketine dönüşeceklerini görebilirler.

Zira bu gençler parti binalarına, derneklere filan kendiliğinden gelmezler ki. Bir avuç solcu genç için tek çare, diğer gençler neredeyse onların yanına gitmek, onlarla önce arkadaş, yoldaş olmak, bir başka dünya hülyaları nı paylaşmak...

"Gülmek ideolojik ayrıcalıktır," diyen gençler tanıdım. Bilerek mi bilmeyerek mi söylediler bunu, bilemedim; lakin sevgiyi ve heyecanı ideolojilerine kattıkları her seferinde, delifişek bilgelikleriyle en yaşlı filozofları cahil kıldıklarını kabul ettim. Tecrübe mi? Her kuşak kendi tecrübesiyle, özdeneyimiyle yolunu çizer. Yıllar önce Felipe Gonzales şöyle demişti:
"Tecrübe argümanı, yaşı ilerlemiş olanları n arkadan gelen gençlere karşı kullandıkları bir korku silahıdır. Oysa bazen tecrübesizlik, sorunların çözümünde insana entelektüel bir tazelik veriyor."

Sol hareketin ise entelektüel bir tazeliğe her zamankinden fazla ihtiyacı var...

19.9.2005
Melih Pekdemir

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
cumok
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren