Bir resme bakmak
İlk kez, Nicos Poulantzas’ın Türkçe’ye çevrilen bir kitabının kapağında görmüştüm MC Escher’in Gece ve Gündüz adlı resmini. Takılı kalmıştı zihnime tıpkı insanın ezberinde kalan bir dize gibi. Geceden gelen ve gün ışığına uçan siyah kuşlarıyla, gün ışığından gelen ve geceye uçan beyaz kuşlarıyla, iç içe geçen kuşlarıyla gözü hep yanıltan ve aynı anda farklı yönlere götüren bir resimdi. Yeryüzünün giderek siyah ve beyaz kuşlara dönüştüğü, siyah kuşların daha belirgin olduğu yerlerde beyaz kuşların görülmediği, beyaz kuşların belirgin olduğu yerlerde siyah kuşların görülmediği baş döndüren yön kaybettiren bir resimdi. Bir bakıma aynı yerden gelen ve aynı yere giden kuşların resmi, bir bakıma zıt yönlere giden zıt renkli kuşların resmi. Bu resme belki de en çok Afşar Timuçin’in “İçimizdeki bütün düzlükleri/İçimizde yalancı çıkaran yüksekler var” dizesi yakışırdı veya Nazım Hikmet’in “bir gönülde iki sevda olmaz/yalan/olabilir” dizesi. Belki de İsmet Özel’in “İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse diğerine sağır” dizesi. Kim bilir belki hepsi.
GECE VE GÜNDÜZ
Gece ve Gündüz sadece siyah ve beyazın simetrisi değildi. Her şeyin zıddına dönüşebilme, zıddı olma imkan ve tehlikesini içinde taşıdığını anlatıyordu. Sadece bunu değil kuşkusuz, beyaz kuşların siyah kuşların arasından süzüldüğünü. Beyaz kuşların siyahları, siyah kuşların beyazları var ettiğini de. Resmin koyu yanına baktığınızda açık yanındaki ayrıntıları, açık yanına baktığınızda koyu yandaki ayrıntıları gözden kaçırabilirsiniz. Resmin bütününe bakmak o kadar zor ki. Gözleri yorar.
Gerçek hangisi, gece nerede başlıyor ve gündüz nerede bitiyor? Siyah kuşlar nerede başlıyor, beyazlar nerede bitiyor? Neden yeryüzüne yaklaştıkça siyah ve beyaz kuşlar belirsiz hale geliyor. Yoksa uzaktan bambaşka gördüğümüz kuşlar yaklaştıkça sıradan şekillere mi dönüşüyor? Yoksa bu kadar köşeli hale getirdiğimiz hayat, en olmadık yerde ellerimizden kurtulup uçuyor mu?
Neden karşıt gibi gözükenlerin bazen aynı olduğunu anlamak o kadar çok zaman alıyor veya aynı olanların aslında ne kadar farklı olduğunu anlamak istemiyoruz?
Gece ve gündüz arasında, siyahla beyaz arasında upuzun bir gri var; aradaki gri tonlar olmaksızın siyah ve beyaz yok. Hayatı “biz ve onlar” diye okumak, insanları “bizden ve onlardan” diye tasnif edince bu griden kurtuluyoruz? Arası yok! Ya bizden ya onlardan yana! Sınır tam neresi, ya sınırın sınırı? Yoksa aslında o sınır hep değişiyor mu? Dün bizim tarafta olan yarın karşı tarafta nasıl oluyor? Biz mi yerimize çakıldık, karşı taraftaki mi çok uzaklaştı?
RESİMDEKİ BEYAZ KUŞLARI GÖRENLER
Resimde sadece beyaz kuşları görenlerle, resimde sadece siyah kuşları görenlerin aslında aynı şekilde baktıklarını anlamak o kadar zor mu? Resimde sadece beyaz kuşları gördüğünüz için, “resimde siyah kuşlar var” diyen arkadaşlarınızla yolunuzu ayırdığınız, selamı sabahı kestiğiniz, onları “siyasal körlükle” suçladığınız oldu mu hiç? Resimde hem beyaz hem siyah kuşlar var diyenleri “idareimaslahatçı” diye küçümsediniz mi hiç? Yıllar sonra o resme yeniden baktığınızda hem siyah hem beyaz kuşları fark ettiğinizde içinizin cız ettiğini hissettiniz mi hiç? Yıllar yıllar önce, o resimde sadece beyaz kuşları görenlerin, daha sonra aralarından “resimde siyah kuşlar var” diyen liseli bir genç kızı pusuya düşürüp öldürdüğünü, yıllar yıllar sonra öğrendiğinizde ürperdiniz mi hiç?
Hiç şöyle düşündünüz mü; iyi ki aynı resme bakıp farklı resimler görebiliyoruz!
arasorbul - 7. Dez, 19:21
Kudüs'te görevli yabancı bir gazeteci, Ağlama Duvarı'nın önünden her geçişinde, yaşlı bir Musevî'nin duvarın önünde öylece durup dua ettiğini fark etmiş. Bir hafta, iki hafta... sonunda dayanamamış ve yaşlı adamla konuşmaya karar vermiş. İzin alıp teybini açmış, sormuş adama:
- Kendinizi tanıtır mısınız?
- Adım David. Polonya Yahudisiyim. Yaşım 65. Smalla'da bir manav dükkânım var. Evliyim. İki çocuğum Tel- Aviv'de bir çiçek serasında çalışıyor...
- Sizi her gün burada, Ağlama Duvarı'nın önünde, dua ederken görüyorum.
- Evet, her sabah dükkânı açmadan buraya gelirim. Dünya barışı ve insanların kardeşliği için dua ederim. Öğle tatilinde insanların mutluluğu, acıların sona ermesi için yaradana yalvarırım. Akşam da, eve dönerken, bu kez dürüst ve iyi insanların esenliği için dua ederim. Cumartesi günümü de burada, yine dua ederek geçiririm.
- Ne güzel! Kaç yıldır duvarın önünde dua ediyorsunuz?
- İsrail'e göçtüğümden beri, 40 yılı geçti.
Çok etkilenen gazeteci heyecanla sormuş:
- 40 yıldır her gün dua ediyorsunuz. 40 yıldır yılmadınız. Bunca yıl sonra ne hissediyorsunuz?
Uzun uzun iç geçiren yaşlı Musevî; sonra hüzünlü bir sesle cevap vermiş:
- İçimde, sanki duvara konuşuyormuşum gibi bir his var.
arasorbul - 7. Dez, 19:19
Amerikan filmlerinde evlenme törenlerinde papaz söyler evlenenler tekrarlar.
"iyi günde, kötü günde..."
Ne de olsa Amerikan filmi deyip geçmeyin, her ne kadar boşanma müessesini hiç dikkate almadan söylenmiş o yeminler olsa olsa bir temenniyi anlatıyor olsa gerek.
Masadaki o yalnız kadın acaba ne hissetti?
Sessiz, önüne bakarak yemeğini yerken, sanki o lokantada tek bayınaymış gibi davranmaya çalışırken, nasıl bir halet-i ruhiyesi vardı? Utanılacak bir "şeymiş", fazlalık ya da tahammül edilmesi gereken ama daha fazlasını hak etmeyen bir varlık gibi davranıldığını düşündü mü?
Muhafazakâr bir iktidar tarafından yönetiliyoruz. Bakanlar kurulunun 66 çocuğu varmış. Bakan başına üç çocuk düşüyormuş. Çağdaş ülkelerde nüfus planlaması gibi bir politikayı bu hükümetin uygulaması mümkün mü? Muhafazakâr bir hükümet tarafından tarafı ndan yönetildiğimizi giderek daha çok hissettiğ imiz bir dönemden geçiyoruz.
Çarpıcı bir biçimde bu konuları gündeme getiren ama bunu muhalefet diliyle taçlandırmayan Hürriyet Gazetesi’nin haberlerinden öğreniyoruz ki memleketindört bir yanında içki içilmesini zimmen yasaklayan belediye kararları alınıyor.
Öğreniyoruz ki içki içmeyi, fuhuş yapma gibi algılayan belediyeler içki ruhsatlarını "kırmı zı fener" sokaklarına layık görüyor. Öğreniyoruz ki imamlar spordan basına, eğitimden planlamaya devlet makamlarında kritik mevkilere atanıyor.
Öğreniyoruz ki Refah Partisi iktidarının mezarı nın kazılmasında bir küreklik de olsa yeri olan "cami yaptırma" sendromu bütün kararlı lığı ile bu iktidara da bulaşmış.
Öğreniyoruz ki "ulema"nın kararı, o çok meftunu olunan Avrupa’nın mahkemelerinden daha geçerliymiş.
Konuyu dağıtmayalım. Bize ayrılan satırları tasarruşu kullanalım. Zaten editör satırları birleştiriyor, işini kolaylaştırmayalım!
Hürriyet Gazetesi manşet yapmış. Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın onuruna Kavacık ilçesinde bir yemek verilmiş. Yemeğe Vali ve milletvekilleri dahil protokol katılmış. Yemek başlamış. Çorbalar höpürdetilirken kapı açılmı ş, lokantaya bakanın eşi girmiş. Masadakiler ayağa kalkmış mı? Gazete yazmıyor. Ama bakanın eşine davetli masasından 2 metre uzağa başka bir masa hazırlanmış ve lokantanı n "lanetlisi" orada tek başına, hiç kimseyle konuşmadan yemeğe mahkûm edilmiş.
Kim tarafından?
Kadını elinin kiri, saçı uzun aklı kısa, eksik etek olarak gören anlayış tarafından.
O protokol/onur masasına yakışmazdı.
Sessizce yemeğini yedi. Kimseyle konuşmadı.
Herkesten sonra gelmişti, önce kalktı.
Böylece diğer masadakilerin abdesti (mi?) bozulmadı.
Erkek erkeğe muhabbet ettiler.
Ne de olsa masada kadın yoktu.
Sonra da hep birlikte geğirdiler desem olmaz. Orada yoktum.
Tıpkı bakanın eşinin olmadığı gibi.
30.11.2005
Rıdvan Akar
arasorbul - 30. Nov, 11:58
Şemdinli’de patlayan bomba meğer parça tesirliymiş. Bakın işte, bu patlama ile, cumhurbaşkanlığı seçimi, "genelkurmay başkanı kim olacak?" sorusu, derin devletin encamı, üst kimlik tartışması, BOP, kuzey Irak gibi pek çok renkli boyut berraklık kazandı. Demek ki bu parça tesirli bomba, aynı zamanda diyalektik bir bombaydı. Diyalektik sen nelere kadirsin!
Şu iki konu zaten diyalektik ve tarihsel olarak birbirine bağlı. Bu memlekette cumhurbaşkanlığı seçimi denilince, evet bildiniz, akla hemen genelkurmay başkanlığı makamı gelir. Eh derin devlet bu konuda müdahil olmayacaksa, başka hangi konuda olacak, değil mi efendim? Son iki ayda Şemdinli’de 16 bomba patlamıştı; tarihteki Türk devleti sayısına eşit. Ama bunlar pek etki yaratmamıştı. En son bomba ise, bomba gibi bombaydı; çünkü faili belliydi… deyince; netamali bir konuya devam edebilmek için ne halt edeyim?
Sanattan söz edebilir miyim? Teşbihte hata olmaz. Sanatçı eseriyle maruftur. İstanbul’da bir Picasso sergisi varmış. Cümle köşe yazarları, biz taşradakilere nispet yaparcasına yaza yaza bitiremiyorlar. Bu serginin konumuzla ilgisi şöyle: Picasso’nun tablosunun altında imzası olmasaydı, hiç kimse böyle hayran kalmazdı! Bizim Şemdinli bombası da Picassovari bir tablo ortaya koymadı mı? Ama bunun aslında reprodüksiyon, ya da taklit bir tablo olduğunu söyleyenler de çıktı; yani Susurluk tablosunun taklidi. Kullanılan malzeme de aynıymış. Tuval yerine üniforma bezi, boya yerine uyuşturucu, c-4 plastik maddesi, su yerine kan filan. Tablonun taslağı da bagajda ele geçti. Krokiler, listeler. "Sanat eleştirmenleri" de aynı fikirdeydi: "Kurşun atan da şereflidir," "ressamı tanırım iyi çocuktur…" Susurluk bagajında ise, farklı olarak bir de tamburalı paşanın fotoğrafı çıkmı ştı; hani şu Kürtlere dışkı yedirme olayına "şakaydı" diyen paşa…
Peki, Şemdinli savcısının soruşturma yaparken kurşunlanmasının ardından Silopi’deki savcının arabasını bombalayan itirafçı ve korucular ele geçirildi de ne oldu? "Puslu hava" Hakkari'de mi? Ankara'da mı? "Büyük pazarlık" nedir? MİT, Barzani ile ne konuştu? Filistinleştirme? İntifada? F16’lar? gibi soruları sormaktansa, kendi söylemek istediklerimi bu hafta başkalarından aktarmak şeklinde bir kestirme yolu tercih edeceğim.
Geçen hafta, derin devletin sicilinde "kökü dışarıda olmak" kuraldır, diye yazmıştım. Bu iddiamı n mesnedine Umur Talu kendisiyle sohbet eden astsubayların dediklerini aktarırken şöyle işaret ediyordu: "Asıl ilginci, neredeyse ağız birliğiyle, tahmin ettiğiniz gibi PKK'nın tezgahlarından da çok bahsedildi de, pek tahmin edilmeyeceği üzre esas ‘Çok ciddi bir aktör ve faktör olarak yabancı istihbarat servisleri, ajanlar ve CIA’ dan konuşuldu. Bilmiyorum, öyle midir ama hep dendi ki… ‘Bölge ajan kaynıyor. Onlar da tezgah kurmuş olabilir. CIA bölgede ciddi bir varlık.’ Böyle komplo mantığı yaygın mıdır diye soracak oldum… Birisi, valla billa dedi ki, ‘Ne diyorsunuz. Orada görev yaparken, emir alacağım kişi olarak bana CIA' dan biri bile gösterildi.’"
Aynı şekilde, Ali Bayramoğlu da benim sormak istediklerimi sormuştu: "Jandarma Genel Komutanı Fevzi Paşa ile Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Paşa'nın, Genelkurmay Başkanlığı değişimi ve cumhurbaşkanlığı seçimi için el ele hareket ettiği mi doğrudur? Yoksa bir grubun Yaşar Paşa'nı n yerine Fevzi Paşa'yı Genelkurmay Başkanlığı'na itmeye çalıştığı mı? Yoksa her ikisi yanlış mıdır?"
Bu parça tesirli bombanın parçalarını yeniden bütünleyip bir tablo yapmasını istesek, üstat, yani Picasso kim bilir "Guernica" benzeri ne güzel bir eser ortaya koyardı… Ya da tersine, belki de Marmaris’teki muhterem bir zamanlar Picasso hakkında söylediğini tekrarlardı."Ne var ki bunda, üç dakikada bundan daha güzelini ben de yaparım," deyip Mutkili Ali’den yardım ister miydi?
28.11.2005
Melih Pekdemir
arasorbul - 28. Nov, 21:35
arasorbul - 27. Nov, 23:49
arasorbul - 24. Nov, 00:30
Hani filmlerde gerilim sahneleri vardır. Filmin ilk sahnelerinde esas oğlan ölüm tehlikesi filan geçirse bile, siz yine de gerilmezsiniz, çünkü ölmeyeceğinden eminsinizdir. Esas oğlan ecnebilerde Bred Pitt’tir, bizde ne bileyim işte, Cüneyt Arkın’dır. Hiçbir film yapımcısı, baş rol oyuncusuna bir iki dakikalık bir süre için onca para vermez. (Ama sürpriiiz! Bazen hakikaten ölür ve film bu kez bir şashback [geçmişe dönüş] olarak devam eder.)
Şimdiiii. Şemdinli’deki "iyi çocuk / good boy" astsubay Mutkili Ali bir esas oğlan mıdır, yoksa bir Şgüran mıdır? Soru budur muhterem okuyucu. Buna verilecek cevaba göre senaryo doğru okunabilir. Amenna, her şeyi komplo teorisi ile açıklamayalım. Lakin ortada ayan beyan bir provokasyon olduğunda ne diyeceğiz? Provokasyonlar, komplo teorilerinin pratikleridir. Komplocular bu işin teorisini yaparlar, provokatörler de pratiğini. Ama bu iş için bir de senaryo lazımdır. Bize düşen ise, sürprizleri de akılda tutarak, ilk paragrafta bahsettiğim senaryo okuma alışkanlığına sahip olmaktır.
Komplo teorilerine burun kıvıran pek çok kimse, bunların senaryoları ayyuka çıktığında apışıp kalmı ştır. Mesela siyasi senaryolarda içinde "çocuklar" kelimesinin geçtiği repliklere aşinayızdır ve teliŞ Amerikalılara aittir. Sene 1980, mevsim sonbahardır. Eylül’ün 12’sinde, yerel saatle 20.00 sularında Beyaz Saray’a Türkiye’deki darbe haberi "your boys have done it" ("senin çocuklar nihayet becerdi!") diye iletilmiştir; işte bu cümle sahneye konan senaryonun önemli bir repliğidir. Laf senaryodan açılmışken, mesela 25 yıl sonra, devlet ricalinin katıldığı bir resepsiyonda, üst rütbeden üniformalı bürokratlardan birinin yaveri gelip kulağına şöyle fısıldamıştır: "Your boys have done it in Şemdinli!" Üst rütbeli üniformalı bürokrat da basın önünde bu kelimeyi tekrarlamı ştır: Kendisini tanırım, iyi çocuktur!
Kanaatim odur ki, bu "Şemdinli işi" sanıldığı gibi PKK ile devlet / hükümet arasında bir bilek güreşi olarak patlak vermedi. Hükümet ile devlet arasında bir çekişme, bir iktidar kavgası var. Ve hatta işin içinde ABD parmağı yok dahi denemez. Yani aynı sahnede farklı senaryolar, aynı aktörler tarafından icra ediliyor. Ve sahnedeki oyun ise taammüden bir "fars", bir yanlışlıklar komedyası olarak cereyan edebiliyor. Herkesin kafası karışıyor ya da bilerek karıştırılıyor. Nitekim Nazlı Ilıcak bu haleti ruhiyede dün şöyle yazı yordu: "Şemdinli'deki olayda gene, jandarmayla ilişkili kişiler görülüyor. Umut Kitabevi'ni bombaladığı belirtilen ekip, bu işi, sanki yakayı ele vermek için yapmış. Daha profesyonel bir tavır içinde olabilirlerdi. Burada da iki ihtimal mevcut: Ya pervasızca hareket ettiler, ya da yetkililerin üzerlerine gelmeyeceğ ini bildiklerinden, halkın bu şekilde tepkisine yol açılacağını düşündüler."
Ancak olgular hiç de karmaşık değil. Peş peşe dizilince bütün soruların cevabı kendiliğinden ortaya çıkıveriyor. AB’nin ilk uyarılarından birisi askerin siyasetteki rolü üzerineydi. Demirel şu 35. madde tartı şmasını durduk yere başlatmamıştı. Şemdinli olayları nın ardından Başbakan "Nereye giderse oraya kadar gideriz" dedi. Paşalardan biri, "ben bu adamı tanırım, iyi çocuktur" deyiverdi. "Susurluk değildir, lokal bir hadisedir" diye ısrar edildi. Ardından hükümet Hürriyet gazetesinden "rüya tabiri" andıcını yedi. Ardından Van cezaevindeki kuşkulu intihar meydana geldi. Bu arada Barzani, Kürdistan Başkanı sıfatıyla, Washington’dan başlayan yurt dışı gezilerine devam ediyordu. Üstüne bir de AB’ci hükümet, AİHM kararıyla bir gol daha yedi. Van savcısı, rektörü çete kurma suçundan mahkemeye sevk etti ve tutuklattı. Aynı savcı Şemdinli’de iki astsubayın çete kurduğuna karar veremedi.. Askeriye ise iki astsubayı n avukatı için helikopter tahsis etti.
Önümüzdeki dönemde "derin devlet" üzerinde daha çook duracağız. Ama şimdiden şunu unutmamak lazım: Derin devletin sicilinde, "kökü dışarıda olmak" bir kuraldır; yani katiyen "ulusalcı" olması mümkün değildir. Derin devlet, suyu bulanık tutabildiğ i ölçüde kendisini gizleyebilir. Bazen Susurluk’ta olduğu üzere kazara ortaya çıkar; ama bazen Şemdinli’de olduğu üzere kendisini bizzat göstermek ihtiyacı da duyabilir, senaryo gereği ve taammüden, "işte ben varım ve asıl güç bende" demek kaygısıyla, telaşıyla.
Çare? Derin devlete karşı, derin demokrasi! Yani sermayenin sığ demokrasisi değil bizim derin demokrasimiz. Siz siz olun, yine solculara kulak verin. Bakın işte, ÖDP "bu pisliği biz süpürürüz" diyor. AB demokrasisinin sığ sularından değil, derin demokrasinin dipten gelen dalgasından söz ediyor çünkü, yani halkın gücünden.
21.11.2005
Melih Pekdemir
arasorbul - 22. Nov, 19:34
Peşinen söylemeliyim: Bu yazıyı iki arada bir derede yazmak zorundayım. Yeter ki, "Yazarımız seyahatte olduğundan yazısına yer verilmemiştir" denilmesin. Ancak seferi haldeyken kaleme alınan bu yazının çalakalemliğinden dolayı da hoşgörünüze sığınıyorum. Üstelik olaylar da o kadar hızlı gelişiyor ki, siz okuduğunuzda pek anlamsız ya da gündem dışı kaçabilir.
Çünkü tam oturmuş Paris yangınlarını yazmak üzereyken; Şemdinli’deki bir başka yangının alevleri yükselmeye başladı. Bakalım ne olacak? Paris’te başlayıp Şemdinli’de tutuşan yangın Susurluk’a dek uzanacak mı?
Paris’te patlak veren isyanın alevleri pek çok soruyu akla getiriyor. Bir yandan adeta medeniyetler çatışmasını kışkırtmak için ileri sürülen Huntington tezleri, diğer yandan Marx’ın bir zamanlar Avrupa’nın üstünde dolaştığını söylediği "Komünizm hayaleti"nin yerini göçmenlerin almakta olduğunu savunan Negri’nin tezleri... Lenin’in "kollektif örgütleyici" gazetesi "Iskra"(Kıvılcım) yerine cep telefonlarının SMS mesajlarından yayılan kıvılcımlarla tutuşan bir yoksullar isyanı…
Aslında olup bitenler hiç de sürpriz değildi. On yıl kadar önce filme dahi çekilmişti; sinemalarda "Heine" (Nefret) filminde bugün yaşananları izlemişti seyirciler. Şiire de dökülmüştü; Hakan Albayrak mealen şöyle demişti: "Her şey bir rüzgara bağlı ağabey, bakmayın esrar çekip mayıştıklarına; bir gün bu Magripli çocuklar, bir gün Paris’i yakacaklar…"
Fransız Komünist Partisi "esrar çekip mayışan" bu Magripli çocuklara "Vandallar" demekteydi; elbette sistemi de kıyasıya eleştirmekteydi. Ne tuhaftır ki Hadi Uluengin de aynen böyle diyordu. Peki biz de diyelim ki bu çocuklar birer Vandal’dı. Ya medeniyetin timsali olanlara ne demeliydi? 2005 yazında yangın sıcağından değil mevsim sıcağından on bin kadar yaşlı insan vefat etmişti Fransa’da; çünkü evlatları tatile gitmişti, hepsi kimsesizdi ve bu yüzden çoğunun cesedi koktuğu zaman öldükleri tespit edilebilmişti. Peki şunu da biliyor muydunuz? Bu Magripli çocukların önemli bir kısmı Cezayir Kurtuluş Savaşı sırasında Fransa ile işbirliği yapan Cezayirlilerin, yani Kürtçe deyişiyle "caş"ların torunları… Yani şimdi ne Cezayirliler ne Fransızlar… Ama iliklerine kadar yoksullar! Zaten kendileri de "Fransa bizden nefret ediyor biz de Fransa’dan" diyorlar.
İşte bunlar, olup biteni kavramamız bakımından henüz yeterli olmayan bilgi kırıntıları. Bundan sonra hep birlikte müthiş bir merakla işin aslını astarını algılamaya ve çözümlemeye çalışacağız.
Ancak bunlar şimdilik kuşkusuz bir devrimin habercisi filan değil; lakin yoksulluktan kaynaklanan bir isyan olduğu da aşikar.
İnsanın aklına şöyle bir şey de gelmiyor değil: Geçen yüzyılda sömürge ülkelerde ulusal kurtuluş savaşları verilirdi ve bunlara bazen "sömürgesel devrim" de denirdi; şimdi ise sömürge insanları göçmen kimlikleri ile sömürgeci ülkeleri yurt edinmek zorunda kalmış. Ne dersiniz, sömürge devrimleri bundan böyle metropollerde mi patlak verecek?
14.11.2005
Melih Pekdemir
arasorbul - 14. Nov, 22:27
arasorbul - 10. Nov, 11:52
Memet daha yedi yasindayken, babasi Koca Bekir, ardindan da anasi öldü. Köyde Memetler cok oldugundan, onu, Koca Bekir‘in Oksüz Memet‘i, diye öbür Memet ‘lerden ayirdederlerdi.
Koca Bekir‘in ölümünden üc yil sonra köyün muhtari Hidir cavus, babasi Koca Bekir‘den kalmis tarlayi Oksüz Memet‘in elinden aldi. Nasil mi aldi? 0 tarla aslinda muhtar Hidir cavus ‘unmus da, acidigindan Koca Bekir‘e vermis mis de.
Köyün ilerigelenlerinden Durmus Aga da, Oksüz Memet‘in on koyununu aldi elinden... Koyunlar Durmug Aga‘mnmis da otarsin, cobanlik etsin diye Koca Bekir‘e vermis mis de, taniklari da varlms mis da...
Imam Al‘efendi de iki öküze sahip cikti. Imam oldugundan Allahtan korkarmis da, yetim - öksüz hakki yemezmis de, gelgelelim Koca Bekir‘in kendisine borcu varmismis da... Gitti öküzler.
Bir inegi kalmis ti kalakala... Onu da, köyün bak-kali Bodur Hüsiin cekip aldi. Babasindan alacagi da-ha cokmus ama, Oksüz Memet‘e acidigindan, inegi alip geri kalan alacagini da heläl etti...
Köyün korucusu Seyit dayi, ötekilerden geri kalacak degil ya... 0 da samanlikla ambarin, ambardaki tahilim neyin üstüne oturdu.
Ana yok, baba yok, tarla yok, torba yok, cift yok. cubuk yok... Oksüz Memet, kizkardesi ve ninesiyle, baba evinde dimdizlak kalakaldi. Biraksalar kalacak, cobanlik, irgatlik edip kardesini, ninesini gecindirecek ya, kim birakir?
Köyün ipsiz takimindan Tebelles Ipraam‘la üg arkadas i, kizkardesini kacirip daga kaldirdilar. Yine de iyi, evi var, ninesi var... Köyün nalbandi, berberi, dis cisi, marangozu, yani herbiseyi olan ninesiyle imam nikähi kiydirip eve yerles medimi.Böylece ev de gitti elden, Öksüz Memet‘i attilar kapi disari...
Onsekiz yasina gelmis olan Memet de Pelvan Idris‘in kizina abayi yakmasa, basini alip gidecekti köyden. Ama kiz da, Oksüz Memet‘e gönül vermis öksüz Memet o yuzden köyden gidermiyordu. Kizi babasindan istetecek kimsesi olmadigindan, «Oksüz göbegini kendi keser» hesabi, gidip Pelvan Idris‘den kizini istedi. Vaaay, bir cibil oglan nasil olurda Pelvan Idris gibi köy ilerigeleninin kizini istermis su rezile bak... Köyün zorlu takimi bir olup, Oksüz memet‘e öyle bir sopa cekti1er ki, Memet‘in iler tutum kalmadi. Bir daha da Oksüz Memet‘i köyde olmadi.
Gel zaman git zaman, günlerden bir bayram günü, köyün ileri gelenleri bayramlasmak icin köy kahvesinde toplanmislarken, kasabadan dönen kör idris Dayi,
Agalar, Istanbul‘dan mektup var, kasaba postanesinden aldim, geldim... dedi.
Kimdenmis , kimdenmis ?... Hele oku ima Imam Al‘afendi göz1ügünü takti, adresi okudu
— Vaay... Yahu bizim Oksüz Memet‘ten...
Asgossun og1ana... Bak, gene bizi unutmamis canim...
Mektup okundu. Oksüz Memet, is bulup Ise yerlestigini, durumunun iyi o1dugunu anlatiyor mektubunda, sonra töreye uyarak selämlara geldi. imam A1‘efendi mektupdaki selämlari okumaya basladi
«Bakkal Bodur Hüsiin efendinin ve hanesinin ve de ailesinin..
Bodur Hüsiin biyiklarini sivazlayarak,
— Eksik olmasin, dedi, bizi gönülden cikarmamis ...— «Durmus Aga‘nin ve ogullarinin ve de gelinlerinin ve de kizlarinin.
Allah razi olsun, bizi de unutmamis ... iyi oglandi Oksüz...
— «Imam Al‘efendinin ve akrabalarinin ve de yakinlarinin ve hanesi efradinin... Mihtar Hidir cavus ‘un ve de hanesi tarafinin ve coIuk cocuklarinin.
— Insan evladi canim... Bizi de sayip...«Nalbant ismiyl Aga‘nin ve tüm akraba ve teallukatinin.
— Demek bizi de unutmamis ... Pirovo!
— «Pelvan Idris Aga‘nin ve hanesi halkinin ve ailesinin ve kizlari ve ogullarirnn.
— Allah razi olsun...Tebelles Ipraaam‘in... Ve de anasinin ve de kardaslarinin..
Oksüz Memet, mektubunda köyde kimler varsa, hicbirini unutmadan sayip döküyor, mektubunun sonunu da söyle bagliyordu:
— Ve gerek bu mektubu okuyan ve gerek dinleyen agalarin ve efendilerin tümünün, analarrni, avratlarmi, kizlarirn, kisraklarmi, yedi gelmis gecmiislerini, esiktekilerini
besiktekilerini, torunlarinin torbalarinin ben..
Imam Al‘efendi, gözlügünü cikarip, mektubu masaya birakti.*
**
Okurlarimin bayramlarim kutlarim.Aziz Nesin
(«Günaydin», 27 Subat 1969)71
arasorbul - 2. Nov, 21:13
Özgürlükler içinde en mübarek şekli ve şemaili olan “saçmalamak” olsa gerektir. “Şemail” burada, “huylar, ahlaklar, tabiatlar” demek oluyor. Saçmalamak özgürlüğü ile saçma sapan konuşmayı, zırvalamayı karıştırmamak lazım... Bu ikinci türdekiler, huysuz, ahlaksız ve tabiatı bozukturlar. Mesela görüntülü yazabilsem ve size dilimi çıkarsam; ilk tepkiniz büyük ihtimalle “saçmalama be!” şeklinde olur. Oysa Einstein’ı, “e eşittir mc kare”nin ötesinde, dilini pek güzel çıkardığı için severim. Geçenlerde, yani hayatımda ilk kez dilini çıkarmamış bir Einstein fotoğrafı gördüm, çok şaşırdım; Einstein’a hiç benzemiyordu! Ağlamaklıydı. Suratın ağlamaklıysa elbet suretin ağlamaklı çıkar fotoğraflarda... Derdi neydi garibimin diye bir de üzüldüm.
Oysa ona gece yarısının sebebi hikmetini sual etmeyi pek isterdim. Geceyi tam ortadan ikiye bölmüşler de mi bu gece yarısı olmuş? Ve gecenin bir yarısı varsa diğer yarısı da var demek ki. Bir yarısı varlık iken, diğer yarısı hiçlik mi ki? Gecenin terazisi mi böyle, kafiyesi mi? Oysa yaşarken bir kafiye tutturabilmek büyük keyif. Üç Ağustos İkibinbir tarihinde Show TV akşam haber bülteninde spiker aynen şöyle diyordu: “Gazeteci yazar Bekir Hazar başkent Taşkent’ten bildiriyor!” Yalanım varsa iki gözüm önüme aksın.
Hop ninnayı ninnayı gel oynayı oynayı, yaşayıp gideriz.. Besteyi ve güfteyi şaşıranı, teraziye ve “tez”e karşı çıkanı, hemencecik aforoz ederler; yalan mı? Aykırı olunca, hemen derler ki, “saçmalıyorsun!” Saçmalayınca da muhkem ve kadim ve muktedir “tez”e itiraz ve böylece “tez”i inkaaar etmiş oluyorsun. Lakin şu dünyada her daim tez antiteze yenilmiştir, neme lazım, aklın varsa antitezden yana olmak lazım... Sentez dedikleri bir mağdur ve mağlup tez ile mağrur ve galip antitezden ibaret olduktan sonra... Antitez ya da aksi tez ise, adı üstünde, tezin aksidir; aynadaki halidir bir bakıma... Einstein’ın aksi sureti de, aynadaki hali miydi?
Örnek vereyim. Tez: Burjuvazi liberaldir, rekabetçidir, özgürlük yanlısıdır. Antitez: Devrimcilik bir sanattır. Sanat ayrıntıdaki estetiği yakalamak ve onu bir bütün haline getirebilmektir. Devrimcilik, bireydeki özgürlüğü kavramak ve onu toplumsallaştırabilmektir. Velhasıl, varsıl birey parasının tutsağı olduğundan, özgürleşmesi en zor olandır, bu yüzden çoğu varsıl özgürlük düşmanıdır. Sentez: Devrimci insan, "bevval-ı çah-ı zemzem"dir, zemzem kuyusuna işeyendir. Ama bu fiili becerebilmek için susuz kalmamak, bol sulu gıda almak mı lazım? Ya da gülünecek halimize ağlayıp, derdimize yanıp ha bire sulu gözlü olmak da bir çare midir? Unutmamalı, gülmekten dolayı da gözlerimizden yaş gelir.
Daha önce de başka bir yerde saçmalamıştım sanırım, yani daha önce yazmıştım demek istiyorum. (Yeter, demiştim yaramaz oğluma; yetermiyorum demişti Bulut bana bir buçuk yaşındayken.) Yetermiyoruuum! Merkez üssü ciğerimde yanan kıytırık şiddetindeki şahsa mahsus depremimde dökülüp saçılıyorum, saçmalıyorum.. Çünkü yetmiyorum, yetemiyorum. Yetermiyorum! Yetermiyeceğim!
Şimdi bir ben susuyorum, iç konuşmalarımın gevezeliğinde ve ihtiyari bir firar mı yoksa bir intihar mı kusuyorum göz bebeklerimde? Altmış ikiden tavşan yapıyorlar hep. Lakin... İkibinbeş eksi Bindokuzyüzelliüç eşittir Elli iki. Aritmetik kadar kesin. Ve hala keşfedemedim elli iki yıl önceki muammayı. Hiç iken var olmayı. Var iken hiç olmak ile bir derdim olmadığından ve ölmekten, her fani gibi, ölesiye korktuğumdan. Tez: Ölümden korkanlar ya intiharı ya firarı seçerler. Antitez: İntihar ve dahi firar, deli cesareti ister. Sentez: Manyak çelişki, deli divane bir kuralsızlıktır. Diyalektik bir soru: Kuralsızlık, her daim saçma bir firar ve hani intihar mıdır?
(Kahkahamı kahve değirmenine saklamıştım. Öğütmüşler. Palavralarımdan ağlayan bir palyaço yapmıştım Paçavra olmuş. Gülmemişler.)
Ey ahali duyduk duymadık demeyin! Ya da baylar bayanlar merdivenden kayanlar!
Saçmalamaya bir başladım mı bitiremiyorum.
31.10.2005
Melih Pekdemir
arasorbul - 31. Okt, 17:21