Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu
SS Süleyman Soylu

Dinlediklerim

Sabahat Akkiraz | Bergüzar
Bergüzar

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Dienstag, 24. Januar 2006

Uğur Mumcu ölümünün 13. yılında anılıyor

ugurmumcuanma1

Dağ gibi kara yağız birer delikanlıydık. Babamız, sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi. Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mum ışığında bitirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık. Vurulduk ey halkım, unutma bizi...
* * *
Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
* * *
Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşı'nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha da dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler. Vurulduk ey halkım, unutma bizi... Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi...
* * *
Fırsat eşitliği, adalet, insan hakları, demokrasi, insan gibi yaşama hakkı, yurttaşlık onuru... Bunlar için işkence tezgâhlarından geçen, canını veren tüm yurtseverler adına halka "Sesleniş"idir yukarıdaki satırlar Uğur Mumcu'nun...

Gizli eller


UĞUR Mumcu’, 24 Ocak 1993’te Ankara’da bombalı bir saldırıda katledilmişti. .

Bugün 13. ölüm yıldönümünde kendisini anarken, Ağca konusunda yazdıklarına bakmak gerekiyor. (Bugün, Diyarbakır’da katledilen Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’ı da unutmuyoruz.)

Mumcu, İpekçi cinayetinden Ağca’nın kaçırılışı ve Papa’ya suikast girişimine; ülkücülerden yeraltı dünyasının faaliyetlerine; Abuzer Uğurlu’dan İbrahim Telemen’in eylemlerine kadar Cumhuriyet’te yüzlerce yazı yazdı. Bunları, ’Ağca Dosyası’ ve ’Papa, Mafya Ağca’, ’Silah Kaçakçılığı ve Terör’ adlı kitaplarında topladı.

Kitaplar hálá bir belge niteliğini taşıyor ve bugüne ayna tutuyor.

İpekçi davasının 1984’te yeniden ele alınmasında Mumcu’nun yazdığı yazılar etken olmuştu. Ağca’nın ne zaman yalan, ne zaman doğru söylediğini ve yaşadığı çelişkileri uzun çalışmalar sonucu dava dosyalarındaki ifadelerinden ortaya koymuştu Mumcu... Yakalandığında "İpekçi’yi ben öldürdüm"; daha sonraki duruşmadaki ifadesinde "İpekçi’yi ben öldürmedim" biçimindeki sözlerinden yola çıkarak birçok çelişkiyi gündeme getirmişti.

Mumcu, Ağca’nın ne zaman yalan, ne zaman doğru konuştuğunu yazılarında ayrıntılarıyla anlatmaktadır.

Ağca’nın serbest bırakılması, sonra yeniden tutuklanmasına yol açan İpekçi cinayeti ve Papa’ya suikast girişimine kadar uzanan süreçte, o zaman gündeme gelen isimlerden bir hatırlatma yapıyoruz:

ÜNLÜ İSİMLER

Osman Alasu (Ağca’nın cezaevinden kaçırılmasında ismi geçen er.)

Selçuk Atar (Ağca’nın Kartal Cezaevi’nden kaçırılışı eyleminde yer alan ülkücü.)

Ömer Ay (Ağca’ya sahte pasaport sağlayacağına söz veren Nevşehirli militan.)

Ömer Bağcı (Ağca’ya Papa’ya suikast girişiminde kullanılan silahı Milano istasyonunda veren ülkücü militan.)

Abdullah Çatlı (Mehmet Özbay) (Ağca’ya Nevşehir’de sahte pasaport sağlanmasında adı geçen ülkücü. Susurluk’ta öldü.)

Yavuz Çaylan (İpekçi cinayetinde Ağca’yı cinayet yerine götüren arabayı kullanan Malatyalı ülkücü militan.)

Bekir Çelenk (Ağca’nın, Papa’yı öldürmesi için 3 milyon DM önerdiğini söylediği ünlü kaçakçı.)

Oral Çelik (İpekçi cinayeti ile Papa’ya suikast girişimine karışan ülkücü eylemci.)

Yılma Durak (İpekçi’nin öldürülmesi ve Ağca’nın cezaevinden kaçırılması olaylarında adı geçen ’Doğunun Başbuğu’.)

Hamit Gökenç (Malatya’da, Ağca için hazırlanan pasaportta ismi bulunan öğretmen. İngiltere’de uyuşturucu suçundan tutuklu)

Mehmet Gürbüz (Ağca’nın cezaevinden kaçırılması olayında yargılanan sağ görüşlü eylemci.)

Ramazan Gündüz (Ağca’yı ihbar ettiği kuşkusuyla öldürülen sağcı militan.)

Yusuf Hududi (Ağca’nın kaçırıldığı cezaevinde görevli astsubay.)

M. Nabi İnciler (İnci Baba) (Ağca’nın kendisinden yardım aldığını söylediği kişi.)

Sedat Sırrı Kadem (Ağca’nın ilk ifadelerinde adı geçen Malatyalı solcu öğrenci.)

Mehmet Kurşun (Ağca’yı Ankara’da saklayan ülkücü memur.)

Ömer Mersan (Sofya’da Ağca’ya para yardımı yapan Türk.)

Yalçın Özbey (İpekçi cinayetinden önce Ağca’nın hesabına para yatıran ülkücü.)

Faruk Özgün (Papa suikastından sonra Ağca’nın üzerinde yakalanan sahte pasaportun sahibi.)

Timur Selçuk (Ağca’ya Erzurum’dan verilmiş sahte pasaportu hazırlatan ve İran’a geçmesi için yardım eden sağcı militan.)

Mehmet Şener (Ağca’yı, İpekçi cinayetine yönlendiren ülkücü eylemci.)

Hasan Hüseyin Şener (M.Şener’in kardeşi, Ağca’yı kaçtıktan sonra Ankara’ya götüren kişi.)

Mehmet Gürbüz (2. İpekçi davasında Ağca’nın kaçırılması nedeniyle hakkında kamu davası açılan kişi.)

Zülfikar Yasan (Ağca’nın cezaevinden kaçırılma eylemine karıştığı ileri sürülen MHP Eminönü İlçe Başkanı.)

Doğan Yıldırım (Ağca’nın kaçırılması olayında adı geçen gümrük memuru.)

Bünyamin Yılmaz (Ağca’nın cezaevinden kaçırılmasına yardım eden er.)

Mehmet Yıldırım (Ağca’nın cezaevinden kaçırılmasında adı geçen kişi.)

Yalçın BAYER ybayer@hurriyet.com.tr

GÜNÜN SÖZÜ

"Uğur Mumcu bir cesur yürekti."

(SHP Genel Sekreteri Ahmet Güryüz Ketenci)

Montag, 16. Januar 2006

Cok yaziyor

1_9423_07112005_1

Samstag, 7. Januar 2006

ESAS AKIL

Bir akıl hastanesini ziyareti sırasında, adamın biri sorar:
Bir insanın akıl hastanesine yatıp yatmayacağını nasıl
belirliyorsunuz?

Doktor:
Bir küveti su ile dolduruyoruz. Sonra hastaya üç sey
veriyoruz.
Bir kaşık, bir fincan, ve bir kova. Sonra da kişiye küveti nasıl
boşaltmayı tercih ettiğini soruyoruz.

Siz NE yapardınız?

Adam:
OOO ! Anladım. Normal bir insan kovayı tercih eder. Çünkü kova
kaşık ve fincandan büyük.

Hayır, der doktor.

Normal bir insan küvetin tıpasını çeker.

Ders: Sadece bize sunulanlar dışında çözüm bulmaktır akıl.

Dienstag, 3. Januar 2006

Prokrustes yatağı

Prokrustes yatağı tek biçimliliğin ve dogmatizmin antik çağdaki simgesiydi. Yunan mitolojisine göre, Proktustes Atina ile Megara yolu üstünde yaşayan bir eşkıyaydı. Efsaneye göre Prokrustes’in demir bir yatağı vardı (bazı kayıtlara göre iki yatak). Prokrustes’e göre demir yatak standart/ideal uzunluktaydı. Çünkü yatak tam kendisine uygundu. Böylece Prokrustes herkesin boyunun bu yatağa uygun olması gerektiği kanaatine vardı. Prokrustes, yolu üzerinden geçen yolcuları durdurup bu yatağa bağlarmış. Eğer yatağa yatırılan yolcu yataktan kısaysa Prokrustes onu, boyu yatağın boyuna ulaşıncaya kadar gerermiş. Yok eğer yolcunun boyu yataktan daha uzunsa yolcunun ayaklarını keserek onu yatağa uygun hale getirirmiş. Böylece herkes ideal uzunluğa gelirmiş. Efsaneye göre, Theseus aynı yöntemleri kullanarak Prokrustes’i öldürmüş.

Prokrustes’in demir yatağı antik çağdan sonra da kullanılmaya devam edildi. Toplumu, insanları ve düşünceyi standardize etmeye, tek biçimlileştirmeye yönelik girişimler Prokrustes yatağı metaforuyla anıldı. Özellikle düşünceyi Prokrustes yatağına yatırma tutumu çağlar boyunca ve her yerde görüldü. Yeni zamanlarda da modern Prokustes’ler antik Prokrustes’in ruhunu yaşatmaya devam etti ve ediyor hâlâ.

Prokrustes’in yatağı Orta Çağ’da fiziki bir ölçüden daha çok ruhsal, dinsel itaati ölçmek için kullanıldı. Her mezhep kendi demir yatağına sahipti ve bu yatağa uymayanlar din dışıydı. Din dışı olmak fiziken yok edilmek anlamına da geliyordu. Engizisyon, güneşi evrenin merkezi kabul ettiği için Giordano Bruno'yu kazığa bağlayıp yaktı. Engizisyon mahkemesinde yargılanan Galileo Galilei ise görüşlerini mahkeme karşısında inkar ederek yanmaktan kurtulabildi.



İSLAM DÜNYASI DA KULLANDI

Sadece Hıristiyan dünyası değil İslam dünyası da Prokrustes’in yatağını kullandı. Tanrının bütün niteliklerinin insanda, insanın bütün özellikleri Tanrı’da olduğunu savunan Hallacı Mansur, şeriata aykırı davrandığı gerekçesiyle fiziken Prokrustes’in yatağına yatırıldı; 922 yılında Bağdat’ta asılarak, organlarıı kesilerek işkence ile öldürüldü.

Prokrustes’in demir yatağı 20. yüzyıl boyunca da kullanılmaya devam edildi. Dr. Mengele Auschwitz’te 20. yüzyılın Prokrustes yatağını yarattı. Faşizm düşünsel tek biçimlilik yanında fiziki tek biçimlik de arıyordu.

Prokrustes’in yatağı 20. yüzyılda sola ve komünistlere karşı yoğun bir biçimde kullanıldı. McCarthy soğuk savaşın başlarında ABD’de solculara karşı bir cadı avı başlattı ve aralarında pek çok yazar ve sanatçının da bulunduğu çok sayıda insanı Prokrustes yatağına yatırdı. Muhalif düşünceye yönelik tek biçimlileştirme bir mecaz olmanın ötesinde ete kemiğe büründü; fiziki imhaya dönüştü pek çok ülkede.

Ancak Prokrustes yatağı en trajik halini aynı yolda yürüyen yolcuların birbirlerini bu yatağa bağlamalarıyla aldı. En beklenmedik, en hazin ve en acısı aynı yolda yürüyenler arasında yaşandı. Stalin döneminde 1936 Moskova duruşmalarında Başsavcı Vişinski Ekim Devriminin önde gelen kadrolarını, Lenin’in arkadaşlarını Prokrustes’in yatağına yatırdı ihanet suçlamasıyla. Ardından kurşuna dizildiler. Gerekçe önceden hazırdı. Emperyalizmin ve kapitalizmin “objektif ve subjektif” ajanı olmak. Oysa sadece farklı bir sosyalizm tahayyülleri vardı.



FARKLILIK İHANETLE ÖZDEŞ SAYILDI

Farklılık, ihanetle özdeş görülmeye başlandı. Bu yaklaşım diğer ülkelerdeki partilere de sirayet etti. En yakındakinin en küçük farklılığına en fazla tahammülsüzlük başat bir davranış haline geldi.

Nazım Hikmet, Hacıoğlu Salih şiirinde bu trajediyi anlatır:

“Hacı oğlu Salih memleketimdendi, / Karadeniz'den.

Kocaman gözlü, kocaman burunluydu, / dazlaktı.

Komünistti on dokuzdan / Dövüştü, / hapse düştü,

yattı Ankara'da, Kırşehir'de. / Sonra geçti bu yana,

yani ikinci vatana. / Baytardı. Kirofabat köylerinde

hasta keçilere baktı. / Yıllar, eğrilen bir yün ipliği

gibi aktı / namuslu, çalışkan parmaklarından.

Sonra, 49'da, Moskova'da, Martın onuncu gecesi,

oturmuş, Engels'i okuyordu, / geldiler, götürdüler,

sürdüler Altay Bucağına. / Ne bir dağ devrildi içinde,

hattâ ne bir toprak parçası kaydı. / Yalnız, inme indi

sağına, / altmış yedi yaşındaydı. / Altı yıl, Hacı oğlu

Salih / kutladı İnkılâbın yıldönümünü / tel örgüler ve kurt köpekleriyle çevrili. / Ve öldü bir bahar günü

elli kişilik barakasında.”

Stalin öldüğünde Nazım, “taştandı tunçtandı alçıdandı kâattandı iki santimden yedi metreye kadar taştan tunçtan alçıdan ve kâattan çizmeleri dibindeydik şehrin bütün meydanlarında…kalktı göğsümüzden baskısı binlerce ton taşın tuncun alçının ve kâadın” diyecektir. Ancak Prokrustes yatağının hayaleti uzun yıllar dolaşmaya devam edecektir. Çünkü gayri şahsi bir nitelik taşımaktaydı.

Hacıoğlu Salih’in yatırıldığı o demir yatağa Türkiye sol hareketi pek çok yol arkadaşını yatırdı. Nazım Hikmet de yatırıldı o yatağa. Gerçeğin tekelini elinde tutan her dönemin çelik çekirdeği, farklılığı ihanetle eş gördü çoğu zaman. Türkiye sol hareketi çok kullandı Prokrustes’in yatağını. Arındı-temizlendi kendince. Bazen hain ve dönek ilan ederek, bazen ajan-polis ilan ederek, bazen fiziken yok ederek. Sol, Prokrustes yatağını kırıp tarihin çöplüğüne atamadı tamamen. Hala o demir yatağın hayaletine bir yerlerde rastlamak mümkün. Ama artık yatağın o eski haşmeti ve cesameti yok, yoldan geçenlerin sayısı da epey azaldı. O yoldan geçenlerin yine o meş’um yatağa yatırıldığı olmuyor değil. Ama artık trajediden çok bir komediyi andırıyor o demir yatak.

Prokrustes yatağını, artık korkutmayan, ürkütmeyen sadece merak uyandıran sıradan bir hayalet hikayesine dönüştürmek gerekiyor. Yoksa solun tarih öncesi hiç bitmeyecek.

Aziz Çelik azizcelik@gmail.com

Dienstag, 27. Dezember 2005

Baskilar

b11

Freitag, 23. Dezember 2005

SEN BIR TAVUKSUN VE BIR TAVUK GIBI YASAMALISIN.

Bir rivayete göre dört tavuk bir kartal yuvasina gidip bir yumurta çaldilar.

Yumurtayi kümese getirdiklerinde, kümeste bulunan diger tavuklar gördükleri bu yumurtanin çok büyük bir tavuga ait oldugunu düsündüler.Zaman geçti, yumurtayi getirenler de unuttu,onlar da bu yumurtanin büyük bir tavuga ait oldugunu inandilar...

Bir anne bulundu yetim yumurtaya, kuluçka basladi.Kisa bir zaman sonra yumurta kirildi.Içinden simsiyah kanatli,ilginç gagali tuhaf bir tavuk çikti.... Herkes mutluydu,böylesini ilk defa görmüslerdi.Anne tavuk, dersler vermeye basladi yavrusuna: "Bak yavrum,yerden buldugun böcegi söyle ye!Arpayi bugdayi böyle ye!."Anne tavuk her geçen gün yeni seyler ögretiyordu yavrusuna. Büyük tavuk annesinin her söyledigini yapiyordu. Tehlikelere karsi nasil davranilacagini da ögretti annesi: "Bak yavrum, eger kedi buradan gelirse aksi istikamete dogru kaç,suradan gelirse buraya kaç..."

Büyük tavuk büyüdükçe güzellesiyordu.Oldukça uzun kanatlari vardi. Ara sira digerleri onun kanatlarina bakmak için geliyorlardi...

Bir gün anne tavuk yavrusuna havadan gelen tehlikelere karsi kendini nasil savunacagini anlatirken büyük tavugun gözü,gökyüzünden süzülerek korkunç bir ihtisamla geçis yapan baska bir canliya ilisti.

-Anne bu ne? Dedi büyük tavuk.
-Ha o mu? O kartal yavrum,kuslarin padisahi.
-Ne de güzel uçuyor!
-Evet yavrum! Ama sen sakin ona özenme.Asla onun gibi olamazsin!Sen bir tavuksun.Senden önce baban,deden,amcan hepsi ona özendi ama hiç biri onun gibi uçamadi..SEN BIR TAVUKSUN VE BIR TAVUK GIBI YASAMALISIN.

O günden sonra büyük tavuk,ömrü boyunca arka bahçede kartalin ihtisamli geçisini izleyip iç çekti...ve her seferinde "keske bende bir kartal olup uçabilseydim." Dedi.Yine bir gün siyah kanatli büyük tavuk ihtisamli kartali izlerken ölüp gitti...O nu bir tavuk gibi defnettiler; kii hakikatte ölen bir kartaldi..

"Bir kartal gibi dogup,bir tavuk gibi yasayan ve kartallara özenip sonunda bir tavuk gibi ölen binlerce kartal var.Yil 2005, yer DÜNYA..Su anda kendi gücünün farkina varamayan,milyonlarca hatta milyarlarca insan var yeryüzünde.NE BÜYÜK ACI!!

Donnerstag, 22. Dezember 2005

Düşün yakamızdan yorgunuz!

“Zina” konusu tartışıldığı tarihten şu ana kadar hep bu konuyu düşündüm. Ardından kadınların tarihsel mücadelesini aklımın gözlerinden geçirdim. Erkek egemen sistemin yok ettiği kadınlar geçti gözlerimin önünden. Aşkından kurşun yemiş kadınlar. Namus sorgularında ölüm giydirilmiş kadınlar. Ayıplarda, yasaklarda, acılarda tüketilmiş kadınlar geçti gözlerimin önünden. Yüreğim kabardıkça isyanım çoğaldı. İsyanın çoğalması insanı ister istemez “küfre” zorluyor. İtiraf ediyorum; günde bilmem kaç defa zinanın suç olmasını savunanlara küfredip durdum. Fosilleşmiş beyinlerin bu gizli ve kirli niyetleri yüreğimi gerçekten çok acıttı. Bir de kalkmış bu fosil artığı niyetlerini kadına bir iyilik gibi göstermeye çalışmazlar mı? Gel de çıldırma.
“Gören göz kılavuz istemez” beyler. İyiliğinizin zulmü canımızı yeterince acıttı yüz yıllardır. O karanlık maskelerinizin altında ki yüzünüzü biliyoruz artık. Ne “Din” ne de “Dinsizlik” iyilik getirmiştir kadına. Ne kilise çare olmuştur acısına ne cami.

Bu erkek mekanlarında ulaşan ağızlardan kadına hep karanlık akmıştır. Buralardan verilen emirle taşlanmış, yakılmış, yok sayılmıştır. Hep alt insan, alt sınıf olmuştur erkek yasalarında. Size sefa olan her şey, bize cefa olmuştur adaletinizin sayesinde.

Yavrusunu yiyen kedilere benziyorsunuz bu yanınızla. Sizi doğuranı, besleyeni, büyüteni yok sayarak. Öldürerek. Acı çektirerek. Oysa ki siz erkekler karnımızdayken kanımızla, doğduktan sonra canımızla, büyüdükten sonra emeğimizle beslenensiniz. Sakın bize, ayaklarımızın altında ki cennetten söz etmeyin. Hayali cennet rüşvetinize çok tokuz.


Cennet düşü gördürerek cellatlarımızı unutturamazsınız bize. Bize nereden ve kimlerden ne geldiğini öle öle öğrendik. Konuşamıyorsak bilmediğimizden değildir. Tepemizin üstünde her an kafamızı uçurmaya hazır olan erkek yasa ve kurallarındandır bu susuşumuz. Acımız romanları, masalları, öyküleri, şiirleri besledi asırlardır. Yetmedi mi?

Toprak kokuyor saçlarımız yüreğimiz yanık
Bir ağır sevdalıyız ki yarı aç yarı tok
Türkülere bulanırız tepeden tırnağa
Kavrulur dudaklarımız
Çekilin yolumuzdan
Düşün yakamızdan yorgunuz.
Yolları sırtımızda taşırız yılları sırtımızda
Hasreti en yaman yüzüyle biliriz
Döşümüzde tırnakları
Düşümüzde en derin izleri gezdiririz.
Göz yaşımız od’a düşer canımız od’a
Acı açar saçlarını çözülür gövdemiz olur
Yığrana yığrana dövünürüz döne döne
Toprağı savururuz külü savururuz
Tırnaklarımızda kendi etimiz.
Karalar bağlarız kırk gün
Yas tutarız ömrümüzce
Sevinç bir derin kuyudur bizde
Sıkılarız kapatırız ağzını
Taş döker çamur sıvarız
Çöker çöker haykırırız ey kahpe felek
Kabuk tutmaz yaramız.
Eteğimiz daldadır yüzümüze yaşmağımız dalda
Bükülürüz başımız önümüzde
Günde yılı sayarız
Canımız burnumuzda. “Kavruluruz güneşte et kokusu
Kavruluruz ayazda et kokusu
Bazen yoksul sofrasıyız bazen namus sorgusu
Bir kör karanlıkla yatar kalkarız
Biz Biz olmadan yaşayan o kadınlarız.”

Bizi seve seve eğitimsizliğin karanlığında cahil bıraktınız. Bizi seve seve öyle bir gizli yasa yarattınız ki gelenek ve görenek kılıfı altında, ne yok etmek mümkün görünüyor, ne yıkmak. Bizi seve seve taşladınız. Seve seve gömdünüz. Seve seve aşağıladınız. Bizi sevdiğinizden dolayı kimliğimizi, kişiliğimizi, duygularımızı ayaklarınızın altında çiğnediniz.Hep çiğnediniz. Bizi sevdiğiniz için yok saydınız. Bizi çok sevdiğiniz için bizim adımıza hep siz düşündünüz . Bizi ilgilendiren durumlar hakkında siz karar verdiniz bizim yerimize. Çünkü bizim saçlarımız kadar aklımız uzun değildi. Biz, bizim hakkımızda verilen kararlar hakkında konuşamazdık bile. Dilimizde aklımız gibi kısa kalmalıydı sizin görkemli aklınız ve saltanatınızın karşısında (!) Biz sizin istediğiniz kadar sevilecektik. İstediğiniz kadar sevişecektik. Kiminle sevişeceğimize bile siz karar verecektiniz. Sizin istediğiniz doğrultuda giyinip, istediğiniz gibi ve istediğiniz kadar yaşayacaktık. Ayıp ve günah olan hep bize yazılmıştı. Çünkü siz üst insandınız. Böyle buyurmuştu yasalarınız. Biz, sizin bu yok edici sevginizden bıktık beyler... Bizim yerimize düşünüp, bizim hakkımızda verdiğiniz kararlar canımıza yetti...
Bizim yerimize düşünmeyiniz lütfen... Bizi böyle sevmeyiniz...

İSTEMİYORUUUZ... ANLATABİLDİM Mİ ACABA?...

sunaaras@yahoo.com

Aziz Nesin'in Hayatı...

aziz
1915 yılının Aralık ayında dünyaya gelen Nesin, 5 Temmuz 1995'de, 37 aydının ölümüne neden olan "Sivas Katliamı"nın 3. yıldönümünden 3 gün sonra Çeşme'de yaşamını yitirdi. Ardında, mücadele ve sayısız başarıyla dolu 80 yıl ile Nesin Vakfı'nı bırakmıştı...

BİA (İstanbul) - 20 Aralık 1915'de, İstanbul Heybeliada'da doğan Aziz Nesin, 1925'de İstanbul Süleymaniye'de "Kanuni Sultan Süleyman İptidai Mektebi'nin 3. sınıfına girdi. Okulun adı daha sonra İstanbul 7. İlkokul olarak değiştirildi. 1935'de Kuleli Askeri Lisesi'ni bitirip Harp Okulu'na geçti. 1937'de Ankara'da Harp Okulunu bitirip asteğmen oldu.

Savaş yılları

2. Dünya Savaşı yıllarında iki yıl Trakya'da çadırlı ordugahta görev yapan Nesin, 1942'de Erzurum Müstahkem Mevkii İstihkam Taburu Bölük Komutanlığı'na atandı. Bir bomba kazasında yaralandı. Erzincan'da depremde yıkılmış olan ordu cephaneliğinin boşaltılmasıyla görevlendirildi. Nesin, 1944'de Ankara'da Harp Okulu'nda açılan ilk tank kursuna katıldı. 1944'te Zonguldak'ta uçaksavar top mevzileri yaptırmakla görevlendirildi.

Gazeteci ve yazar Nesin

Nesin, 1945'de askerlikten ayrıldıktan sonra Karagöz gazetesinde ve Yedigün dergisinde redaktörlük ve yazarlık yaptı, profesyonel olarak yazarlığa başladı. Ayı yıl Tan gazetesinde köşe yazarlığına başladı. 4 Aralık'ta tek parti iktidarı üniversite gençlerine Tan gazetesini yaktırdı. Aynı yıl, ilk bağımsız yapıtı olan "Parti Kurmak Parti Vurmak" adlı 16 sayfalık broşürü yayımlandı.

Marko Paşa ve ilk dava

1946 yılında, Sabahattin Ali ile birlikte Marko Paşa ve süreği olan gülmece gazetelerini çıkaran Nesin, 1947'de Bursa'ya sürgün edilerek gözaltında tutuldu. 1948'de ikinci kitabı olan "Azizname" adlı taşlama kitabını çıkardı. Bu kitap için İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nde dava açıldı. 4 ay tutuklu olarak süren dava sonunda aklandı.

1949'da İngiltere Prensesi Elizabeth, İran Şahı Rıza Pehlevi ve Mısır Kralı Faruk Ankara'daki elçilikleri aracılığıyla Türkiye Dışişleri Bakanlığı'na resmen başvurarak, bir yazısında kendilerini aşağıladığı savıyla aleyhine dava açtılar. 6 ay hapse mahkum edildi ve ceza infaz edildi.

5-6 Eylül'ün müsebbibi

1952'de İstanbul'da yeni kurulmaya başlanan Levent'te bir dükkan kiralayarak Oluş Kitabevi'ni açan Nesin, sabahları Levent'teki evlere gazete dağıtıyordu.

Ancak, iki küçük çocuğuyla birlikte Levent'teki kitabevinden geçimini sağlayamayınca, 1953'de Beyoğlu'nda Bursa Sokağı'ndaki yeni yapılmış hanın bir odasında "Paradi Fotoğraf Stüdyosu'nu bir ortağı ile birlikte kurdu.

1955'de 6-7 Eylül faciası olarak tarihimize gelen İstanbul'daki azınlıkların ev ve dükkanlarının korkunç yıkımına suçlu aranmaya başlanmıştı. Aziz Nesin de suçlu olarak Sıkıyönetimce tutuklandı.

Köşe yazarlığı, uluslar arası başarı

1955'de Halil Lütfü Dördüncü'nün "Yeni Gazetesi"nde köşe yazarlığına başlayan Nesin, 1956'da İtalya'da (Bordighera'da) yapılan uluslararası gülmece yarışmasında birincilik ödülü olan Altın Palmiye'yi "Kazan Töreni" adlı öyküsüyle kazandı. Nesin, 1957 yılında da aynı yarışmada, aynı ödülü "Fil Hamdi" adlı öyküsüyle ikinci kez kazandı. Kazandığı ilk Altın Palmiye'yi, 1960 yılında devlet hazinesine bağışladı.

Nesin, 1961'de Tanin Gazetesi'nde köşe yazarlığına başladı, aynı yıl Zübük adlı haftalık bir gülmece gazetesi çıkarmaya başladı. 1962'de sahibi bulunduğu Düşün Yayınevi, anlaşılamayan bir nedenle bir gece yandı.

İlk yurtdışı seyahati

1965 yılında, elli yaşındayken ilk kez pasaport alabildi ve yurtdışına çıktı. Berlin ve Weimar'daki Antifaşist Yazarlar Toplantısı'na davetli olarak katıldı. Altı ay süren bu ilk yurtdışı gezisinde, Polonya, Sovyetler Birliği, Romanya ve Bulgaristan'a gitti.

Nesin, 1966'da Bulgaristan'da yapılan uluslararası gülmece yarışmasında birincilik ödülü olan Altın Kirpi'yi "Vatani Vazife" adlı öyküsüyle kazandı. 1968'de Milliyet Gazetesi'nin açtığı Karagöz oyunu yarışmasında "Üç Karagöz" oyunuyla birincilik ödülü aldı.

1969'da Moskova'da yapılan uluslararası gülmece yarışmasında "İnsanlar Uyanıyor" adlı öyküsüyle Krokodil birincilik ödülü, 1970'de de Türk Dil Kurumu'nun oyun ödülünü "Çiçu" adlı oyunuyla kazandı.

Nesin Vakfı kuruluyor

1972'de kimsesiz çocukları yetiştirmek için Nesin Vakfı'nı kurdu. 1974'de Asya-Afrika Yazarlar Birliği'nin Lotus ödülünü kazanan Nesin, 1975 Lotus ödülünü almak için Filipinler'in başkenti Manila'da yapılan törene katıldı.

Nesin, 1976'da Bulgaristan'da Gabrovo kentinde düzenlenen gülmece kitabı uluslararası yarışmasında birinciliği elde ederek Hitar Petar ödülünü kazandı.

1977'de Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı seçilen Nesin, 1978'de "Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz" adlı romanıyla Madaralı roman ödülünü kazandı.

1982 yılında, Vietnam'daki Asya-Afrika Yazarlar Birliği toplantısından dönüşte Moskova'da kalp hastalığından hastaneye kaldırılan Nesin, "Kalp Hastalıkları Araştırma Merkezi"nde bir ay kalarak tedavi gördü.

1983'de Amerika Birleşik Devletleri'nde Indiana Üniversitesi'nin düzenlediği uluslararası toplantıya çağrılan Nesin, pasaportu geri alındığı için bu toplantıya katılamadı.

"Halkın seçtiği yazar"

20 Aralık 1984'de Şan Sinema Salonu'nda 70. doğum günü töreni yapıldı. 1984'de Aydınlar Dilekçesi girişiminde bulundu. 1985'de Ekin A.Ş'nin kurulması girişiminde bulundu. Aynı yıl, İngitere'de PEN Kulüp onur üyeliğine seçildi ve TÜYAP'ın düzenlediği "Halkın Seçtiği Yılın Yazarı" ödülünü kazandı.

Nesin, 1989'da "Demokrasi Kurultayı"nın toplanmasında etkin görev aldı ve oluşturulan "Demokrasi İzleme Komitesi"nin iki başkanından biri oldu. Aynı yıl, Sovyet Çocuk Fonu'nun ilk kez verilen "Tolstoy Altın Madalyası"na değer görüldü.

19 Mart 1990'da Ankara Sanat Kurumu'nda 75. yaşını kutlayan Nesin, 2 Temmuz 1993'de Pir Sultan Abdal etkinliklerine katılmak üzere Sivas'a gitti. 37 aydının yaşamını yitirdiği Madımak Oteli katliamından kurtuldu. 5 Temmuz 1995'de Çeşme'deki imza günü sonrasında saat 01.05'de öldü. (BB/NK)

* bilgiler www.geocities.com sanaldevrim/aziz.htm sitesinden alınmıştır

Dienstag, 20. Dezember 2005

Başka bir sol için başka bir program

Eveeet… Üçüncü haftada yine solun programı hakkında yazmak kabak tadı verse de, "mübarek bir taamdır" mazeretine sığınıp birkaç şey daha söylemek istiyorum. (Şunu da itiraf etmeliyim: Aslında bu hafta yazma imkanım yoktu, ben de şu anda "yedek" yazımı kullanıyorum.)

Solun programı, sol tahayyül nasıl inanılır kılınacak sorununun çözümü düzleminde de ele alınabilir. Bu düzlemde zihniyet ya da ideolojik bakımdan modernite –postmodernite ikilemini aşmak zorunlu. Modernist paradigmanın, solun bir önceki tarihsel dönemine damgasını vurduğu aşikar; kuşkusuz solun da moderniteye yönelik eleştirileri oldu ve bu şekilde sol da moderniteyi kimi zaman etkiledi. Peki günümüzde moderniteyle kurulan ilişkinin tamamen koparılıp bu kez post moderniteyle benzer bir ilişkinin kurulması mı gerekiyor? Kimi zaman feminist, ekolojik, anti militarist sıfatları taşıyan "yeni toplumsal hareketler", toplumsal sınıf yerine toplumsal kimliklere yapılan vurgular, post modern bir paradigma çerçevesinde değerlendiriliyor. Açıkça konuşmak gerekirse, özgürlükçü sosyalizmi savunanlar da, bir ayağı modernitede diğer ayağı post modernitede bir görünüm sergileyebiliyor. Sınıf mücadelesine atıfta bulunurken, ezilen sınıfların sorunlarını ele alırken, kimlikler dünyasına giden yeni yollar da keşfedilebiliyor. Toplumu kimliklere göre sınıflandırıp, toplumsal sınıfları (devre dışı bırakmak söz konusu olmasa da) "alt kimlik" düzeyinde ele almak gerekir mi? Ya da özgürlükçü sosyalizm bakımından bir "üst kimlik" ihtiyacı var mıdır?

Öte yandan post modern kavramların lügatimize dahil edilmesi, AB süreci tartışmalarıyla daha da etkili hale gelebiliyor. Dolayısıyla yukarı daki sorulara verilecek cevaplar, AB sürecinde atılacak adımların yönelimini ve temposunu da belirleyecektir. Özgürlükçü sol, post modern reçeteleri aynen benimsediği zaman, bu süreçte başkalarının adımlarına ayak uydurarak, hizaya girebilir. Ama kendi iradesiyle, kavramlarıyla ve temposuyla bu sürece müdahil olmak istiyorsa, önce ayaklarını yere sıkı basmalı. Bu yüzden, bana göre, post modernizm eleştirisini de ihmal etmeyen bir program tasarlanmalıdır.

Şimdilerde (BOP stratejisi gölgesinde) AB dolayımında gerçekleşen tepeden ve dışarıdan "demokratikleşme" nereye kadar gidebilir? Eski faşizan yapı tamamen tasfiye edilmediği sürece, bunun çekirdeği, şimdiki adıyla "derin devlet", aynen duracak. Üstüne AB müktesebatının gereği kat kat demokratikleşme kılıfları giydirilse bile, bu demokratikleşme katmanları arttıkça, kalınlaştıkça, bu çekirdek daha da derinde kalmış oluyor; yani arz ettiği tehlike devam ediyor ve kısacası bizde "demokratikleşme" böyle oluyor efendiler! AB üyeliğine atılan adımla burjuva demokratik devrim "programı" tamamlandı deyince de kimileri şaşırıyor. Ama neden şaşı rmak gereksin ki? Zira bu derin devlet fenomeni "en düzgün" burjuva demokrasilerinde bile var olmuştu ve hala da vardır nitekim. Bir farkı bizimki gibi sakil olmaması; ikincisi de, ayyuka çıktığında yine bizdekinden farklı olarak biraz üstüne gidiliyor gidilmesine de, tamamen tasfiye edilmesi oralarda da mümkün olmuyor. Çünkü derin sermaye ve derin piyasa, en demokratik rejimlerde bile bir nevi derin devleti el altında tutuyor. İşte bu yüzden mevcut düzeni külliyen değiştirmek lazım, burjuva demokrasisi gelse bile değiştirmek lazım.

28 Şubat dönemindeki rejim krizi belki aşıldı ama şimdi AB sürecinde kendini yeniden üretebiliyor. Kriz karşısında kendi iç dinamiklerimizi Avrupa’daki yoldaş dinamiklerimizle çoğaltacağımız bu konjonktür, solun programında özel olarak ele alınmalı. Ezcümle, başka bir Türkiye başka bir sol ile mümkün, yeter ki bu başka sol artık herkesi ikna edebileceği başka bir programa sahip olabilsin.

19.12.2005
Melih Pekdemir

‘Vatan haini’

Şişli Adliyesi’ndeki itiş kakışın ortasından fırlayıp; duruşmadan çıkan yazarın arabası nı yumruklayarak bağırıyordu; havada uçuşan yumurtalar, bağırış çığırışlar ortasında Orhan Pamuk'un "Türklüğe hakaret ettiği" hükmünü çoktan vermiş mahkeme başkanı edasıyla "yargı kararını" hemen infaz etmeye çalı şarak bağırıyordu; "vatan haini"!

Aslında alışıldık bir "tiyatro oyununun" provası gibiydi. Yıllardır koca koca devlet adamları, siyasi parti liderleri, cunta kurmayları kendileri gibi düşünmeyenlere hemen bu sıfatı yapıştırıvermişlerdi.

"Vatan haini!"

Örneğin, Kenan Evren 12 Eylül günlerinde diline pelesenk etmişti bu sıfatı. Grev yapan işçiler, demokratik haklarını kullanan öğretmenler, düşüncelerini açıklayan yazarlar, cunta karşıtları "vatan hainiydi". Sonra bir gün Aziz Nesin müthiş bir mizahi zekâyla iade ediverdi bu sıfatı cuntacı generale. Aydınlar Bildirisi ve Aziz Nesin'in yanıtı 12 Eylül karanlığında parlayan bir ışık gibiydi. Kenan Evren bildiriyi imzalayanlara karşı yaptığı konuşmada "Ne yapayım ben öyle aydını, Vahidettin de aydındı ama vatan hainiydi" deyince, Aziz Nesin cevabı yapıştırıverdi: "Vahidettin'in aydın olup olmadığı tartışılır ama devlet başkanı olduğu kesindir."

Sonra Nâzım Hikmet "vatan haini" suçlamalarına karşı "Vatan çiftliklerinizse/ kasaları nızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, / vatan, şose boylarında gebermekse açlı ktan, / vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, / fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, / vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, / vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, / ödeneklerinizse, maaşları nızsa vatan, / vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa, / vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığı mızdan, / ben vatan hainiyim. / Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla: / Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ" şiirini yazdı.

Bir örnek de Fransa'dan; Jean Paul Sartre, kendi ulusunun Cezayir'de yürüttüğü sömürgeci politikalara karşı çıktığında Fransız sağı kendisini "vatan hainliği"yle suçladı. Sartre işkencenin, sömürgeciliğin, Cezayir halkına karşı Fransız egemenlerinin yürüttüğü baskı politikalarının Fransa'nın onurunu kırdığını söyledi. Cezayir halkının yanında Fransız sömürgeciliğ ine karşı çıkmayı "aydın onurunun" gereği olarak gördüğünü açıkladı.

Ya da karı koca Rosenberg'ler; McCarthy mahkemelerinde "Rus casusu" olarak suçlandı klarında "vatan haini" damgasını da yemiş oluyorlardı. Franco için Picasso; Albaylar Cuntası için Teodorakis, rölativite teorisinin "atom bombası" için kullanılmamasını istediğinde Einstein vatan hainiydi.

Örnekler çoğaltılabilir. Ama görünen o ki en yüksek sesle "vatan haini" diye bağıranlar, vatanı sevmeyi kendi tekellerinde gördüklerini söylemek istiyorlar; hükmü ise tarih veriyor. Fransa'yı Naziler’e peşkeş çeken Vichy'ciler Fransız direniş hareketine katılanlara "vatan haini" diyorlardı, bu suçlamadan Mustafa Kemal, Rosenbergler, Aziz Nesin, Nâzım Hikmet, Teodorakis, Picasso, Allende, Sartre, Einstein vb nasiplerini aldılar. Ama ait oldukları uluslar şimdi onların adlarıyla hatırlanı yor. Peki onları "vatan hainliği"yle suçlayanlar?.. İsimlerini hatırlayan var mı?

Bülent Forta

Dienstag, 13. Dezember 2005

Yorumsuz

Gaz

Büyüklere Masallar

USTA - ÇIRAK ve SU DAMLASI

Bilge usta çırağına sordu:
Bir su damlasını buharlaşıp yok olmaktan nasıl kurtarabilirsin?

Çırak hayranlıkla ve yine bilemeyeceğim endişesiyle yanıtladı:
.... Nasıl?

Onu okyanustaki diğer su damlalarının arasına bırakarak.

Freitag, 9. Dezember 2005

Programımıza solun programını alalım...

Bu günlerde bizim camianın gündeminde program var, solun programı. Üyesi olduğum aşkın ve devrimin partisi ÖDP önümüzdeki aylarda bir program kongresi toplayacak. Bir siyasi parti programı, eski tüfeklerimizden Dr. Hikmet Kıvılcımlı ustamızın tarifini tekrarlarsak, "agyarını mani efradını cami olmak" özelliğini taşımalı.

ÖDP programı da bu çerçevede, ama kuşkusuz yirmi birinci yüz yılda "özgürlükçü sosyalizm" anlayışını yeniden üretmek iddiasını da sergileyecek, öyle umuyorum.

ÖDP’nin halihazırda dokuz yıl önce kaleme alınan bir programı var. Ama bana göre yeni program güncelleştirme ihtiyacının da ötesinde bir muhteva taşımalı. Özellikle, özgürlükçü sosyalizm denilince muradımız nedir? İşte program bunu ikna edici biçimde, "sosyalizmi yeniden inanılır bir dava kılma"nın vesilesi haline getiren bir çabanın ürünü olabilecek mi? Mesela, sorun belki tam da program ve "özgürlükçü sosyalizm" kavramları birlikte telaffuz edildiğinde ortaya çıkıyor. Zira bunun karşısına hemen "kitlesel bir sol partiden vazgeçilecek mi" şeklinde gayet meşru bir soru dikiliyor. Çünkü kendisine "özgürlükçü sosyalist" demeyi tercih etmeyen solcuların da böyle bir partide yer alması lazım. Ancak özgürlükçü sosyalizm, tanım gereği, kendisinden olmayanı yasaklamayan bir zihniyetin ürünü olacağından, "biz" ve "öteki" çatışmasına meydan verilmeyeceğini şimdiden söyleyebiliriz.

Günümüzde solun programı söz konusu olduğunda, bunu diğer siyasi partilerle aynı kulvarda ve onların bir seçeneği şeklinde tasavvur etmek, ya da eski tür sol partilerin programlarını günümüz koşullarına uyarlamak denli yanlış bir tercih düşünülemez. Orta yere bir vaatler katalogu konulduğunda, "biz iktidara gelirsek sorunlarınızı çözeriz" anlayışına takılıp kaldığında, reel politikanı n çıkmaz sokağına girilmiş demektir. Çünkü, kanımca, özgürlükçü sosyalizmde çözümlere dair vaatler bulunmayacaktır; bunun yerine "kendi sorularımızı sorup kendi cevaplarımızı birlikte bulacağız", "çözümü birlikte kotaracağız" şeklinde verilmiş bir SÖZ yer alacaktır. İddiamız “11. Tezimizde”, yani Marx’ın mealen söylediği üzere, "artık dünyayı yorumlamak yetmiyor, bunu değiştirmek lazım" şeklindeki "tek yol devrim" anlayışında yatmıyor mu? Cennet vaat etmemeliyiz, lakin cümlemize cinnet getirten şu cehennem gezegenindeki en makul itirazlardan birisi olduğumuzu da yeterince dile getirebilmeliyiz. Bu anlamdaki özgürlükçülük ise (felsefi bakımdan “anarşizm”in çıkmazlarına girmeden) “yasak koymayı yasaklamak” kuralında ifade edilirse, böylesi sanırım iyi bir başlangıç olabilir. Yasaklamak yerine, bu kavrama konu olan fiilleri ve zihniyetleri geçersizleştireceğimiz ve gereksizleştireceğ imiz bir başka dünya tasavvurunu ete kemiğe büründürmek şartıyla, elbette.

Özgürlüğümüzü yeniden üretebileceğimiz gezegen, mekanik zihniyet üzerinde yükselen sanayi devrimi ve onun evladı olan kapitalizm karşısındaki itirazların da yeniden üretilmesinin zorunlu hale geldiği farklı bir iklime büründü. Özgürlükçü sosyalizm programına, dolayısıyla, mekanik kapitalizm yerine geçen dijital kapitalizm karşısında, bilişim devriminin nimetlerinden yararlanabilen yeni bir devrimci zihniyetin (paradigmanı n) damgasını vurması kaçınılmaz.

Kuşkusuz bu bağlamdaki derdimizi ifade edebilmek için, yeni bir "dil" lazımdır; yani yeni kavramlar icat etmek anlamında değil, kimi yerde yeni gramer kurallarıyla, kimi yerde vurguları daha belirgin hale getirecek yeni bir aksanla, derdimizi eğip bükmeden anlatabileceğimiz, yeni bir "söylem"... Mesela, sosyalizmin tarihsel bir dönemini yıllar önce geride bırakmış olmamıza rağmen, yeni bir tarihsel dönemi hakikaten başlatabilmek için "devletçi sosyalizm" töhmetinden kurtulabilmek nasıl mümkün olacak? Devlet vurgusunun olduğu yerde, kaçınılmaz şekilde "millet" vurgusu da yapılıyor ve siyaset sahnesinde "ulusal solcular" at koşturmaya başlıyor.
Bütün bu söylediklerim, açıktır ki, program tartışmasına sadece bir girizgah çabası olarak görülmeli… Çünkü önümüzdeki haftalarda, bu konunun farklı boyutlarına değinmedikçe, söylediklerimin fazla bir anlamı olmaz.

5.12.2005
Melih Pekdemir

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren