Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu
SS Süleyman Soylu

Dinlediklerim

Sabahat Akkiraz | Bergüzar
Bergüzar

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Dienstag, 18. April 2006

Seninle olmanın en güzel yanı ne biliyor musun?

Elin elime değmeden avuçlarımı terleten sıcaklığını taa içimde
hissetmek.

Seninle olmanın en kötü yanı ne biliyor musun?
''Seni seviyorum'' sözcüğü dilimin ucunu ısırırken her konuşmamızda boş yere saatlerce havadan sudan söz etmek.

Seninle olmanın en heyecanlı yanı ne biliyor musun?
Aynı şeyleri seninle aynı anda düşünmek birlikte ağlamak gülmek.
Ve buradayken bile seni çılgınca özlemek...

Seninle olmanın en acı yanı ne biliyor musun?
Seni hiç tanımadığım bir sürü insanlarla paylaşmak.
Senin yanında olan, seninle konuşan herkesi çocukça kıskanmak.

Seninle olmanın en mutlu yanı ne biliyor musun?
Tanıdık birileriyle karşılaşma tedirginliği ile yollarda yürümek yan yana...
Elimdeki şemsiyeye inat yağmurda ıslanmak birlikte.
Elimde kır çiçeğiyle seni beklemek...
Aynı mekanlarda aynı yiyecekleri yemek.

Seninle olmanın en romantik yanı ne biliyor musun?
Sensiz gecelerde sana söyleyemediklerimi yıldızlara aya
anlatmak...
Okuduğum kitabın sayfalarında dinlediğim şarkıların türkülerin şiirlerin her mısrasında seni bulmak.

Seninle olmanın en zor yanı ne biliyor musun?
Seni kaybetme korkusuyla hayatta ilk kez tattığım o tarifsiz
duygularımı umut denizinin ortasında küreksiz bir sandala hapsetmek.
Sevgili yerine yıllarca dost kalmayı başarmak.
Yalın ayak yürümek bıçağın en keskin yerinde.
Kanadıkça tuz yerine gözyaşlarımı basmak yüreğime.

Seninle olmanın tek yan etkisi ne biliyor musun?
Nereden bileceksin?
Sen benimle hiç olmadın ki.
Olsaydın avuçlarım terlemezdi...
Isırmazdım dilimin ucunu...
Özlemezdim seni yanımdayken...
Kıskanmazdım.
Korkmazdım yollarda yürümekten.
Islanmazdım yağmurlarda...
Yıldızlara aya dert yanmaz,
böyle her şarkıda serhoş olmazdım.
Korkmazdım seni kaybetmekten
ayaklarım kan revan atlardım sandaldan denize...
Ve her kulaçta
haykırırdım seni..
Ama sen hiç benimle olmadın ki...
YA AKLIN BAŞKA YERLERDEYDİ YA YÜREĞİN...

CAN YÜCEL

ben de dogru cevap veremedim

Küçük Ali okula basladigindan beri her gün ögretmeni Aysel
hanima gidip,

- "Örtmenim beni yanlis sinifa koydunuz, benim
yerim birinci sinif degil, ablam üçüncü sinifta ama ben en az onun kadar
akilliyim, hiç olmazsa beni üçüncü sinifaalin" diye sikayet
edermis. Bundan sikilan Aysel ögretmen bir gün Ali'yi kaptigi gibi okul
müdürüne çikmis
ve olayi anlatmis. Okul müdürü:
-"Peki" demis, "Bu çocugu bir imtihan edelim,
yeri üçüncü
sinifsa o sinifa koyalim" ve baslamis sorgulamaya,
- Iki kere iki?
- Ali hemen"Dört" demis,
-"Sekiz kere dokuz?"
Ali hemen -"Yetmis iki" demis,
-"Kaç mevsim var?"
Ali hemen -"Dört" demis.
Bu sirada Aysel hocada
-"Müsaade ederseniz bir kaç soruda ben
sorayim" demis ve
sormus: -"Söyle bakalim Ali, ineklerde dört tane ama bende iki
tane var, bu nedir?" Ali hemen
-"Ayak" demis, Aysel hoca sormus
-"Peki senin pantolonunda olupta benim
pantolonumda olmayan sey nedir?" Ali hemen yanitlamis -"Cep".
Bunun üzerine Aysel hoca dönmüs müdüre,
-"Uçe koyalim hocam" diyecekken
Müdür, Aysel hocanin sözünü kesmis,
-"Hocam, bu çocugu üçe degil besinci sinifa
koyalim, zira son iki suale ben dogru cevap
veremedim"

Montag, 17. April 2006

Halk Sarmaşığını Programlaştıralım -

İddiamız ’11, tezimizde’ yani Marks’ın mealen söylediği üzere ‘artık dünyayı yorumlamak yetmiyor bunu değiştirmek lazım’ şeklindeki ‘tek yol devrim’ anlayışında yetmiyor mu?
ÖDP’nin hali hazırda yıl önce kaleme alınan bir programı var. Ama bana göre yeni program güncelleştirme ihtiyacının da ötesinde bir muhteva taşımalı, özellikle özgürlükçü sosyalizm denince muradamız nedir? İşte program bunu ikna edici biçimde, ‘sosyalizmi yeniden inanılır bir dava kılma’nın vesilesi haline getiren bir çabanın ürünü olabilecek mi? Mesela sorun tam da program ve özgürlükçü sosyalizm kavramları birlikte telefuz edildiğinde ortaya çıkıyor. Zira bunun karşısına hemen ‘kitlesel bir sol partiden vazgeçilecek mi’ şeklinde gayet meşru bir soru dikiliyor. Çünkü kendisine ‘özgürlükçü sosyalist’ demeyi tercih etmeyen solcularında böyle bir partide yer alması lazım. Ancak özgürlükçü sosyalizm tanım gereği kendisinden olmayanı yasaklamayan bir zihniyetin ürünü olacağından ‘biz’ ve ‘öteki’ çatışmasına meydan verilmeyeceğini şimdiden söyleyebiliriz.

Yasak Koymayı Yasaklamak

ÖDP’nin programı söz konusu olduğunda, bunu diğer siyasi partilerle aynı kulvarda ve onların bir seçeneği olarak tasavvur etmek, yada eski tür sol partilerin programlarını günümüz koşullarına uyarlamak denli yanlış bir tercih düşünülemez. Orta yere bir vaatler kataloğu konulduğunda, ‘biz iktidara gelirsek sorunlarınızı çözeriz’ anlayışına takılıp kalındığında, reel politikanın çıkmaz sokağına girilmiş demektir. Çünkü kanımca, özgürlükçü sosyalizmde çözümlere dair vaatler bulunamayacaktır; bunun yerine ‘kendi sorularımızı kendi cevaplarımızı birlikte bulacağız’, ‘çözümü birlikte kotaracağız’ şeklinde verilmiş bir SÖZ yer alacaktır. İddiamız ’11, tezimizde’ yani Marks’ın mealen söylediği üzere ‘artık dünyayı yorumlamak yetmiyor bunu değiştirmek lazım’ şeklindeki ‘tek yol devrim’ anlayışında yetmiyor mu? Cennet vaat etmemeliyiz, lakin cümlemize cinnet gitirten şu cehennem gezegenindeki en makul itirazlardan birisi olduğumuzu da yeterince dile getirebilmeliyiz. Bu anlamdaki özgürlükçülük ise (felsefi bakımdan anarşizmin çıkmazına girmeden) ‘yasak koymayı yasaklamak’ kuralında ifade edilirse, böylesi sanırım iyi bir başlangıç olabilir. Yasaklamak yerine bu kavrama konu olan fiileri ve zihniyetleri geçersizleştireceğimiz ve gereksizleştireceğimiz bir başka dünya tasavvurunu ete kemiğe büründürmek şartı ile elbetti.

Özgürlüğümüzü yeniden üretebileceğimiz gezegen, mekanik zihniyet üzerine yükselen, sanayi devrimi ve onun evladı olan kapitalizm karşısındaki itirazların da yeniden üretilmesinin zorunlu hale geldiği farklı bir iklime büründü. Dolayısıyla, özgürlükçü sosyalizm programına, mekanik kapitalizm yerine geçen digital kapitalizm karşısında bilişim devriminin nimetlerinden yararlanabilen yeni bir devrimci zihniyetin ‘paradigmanın’ damgasını vurması kaçınılmaz. Kuşkusuz bu bağlamdaki derdimizi ifade edebilmek için, yeni bir ‘dil’ lazımdır; yani yeni kavramlar icat etmek anlamında değil, kimi yerde yeni gramer kurallarıyla kimi yerde vurguları daha belirgin hale getirecek yeni bir aksanla, derdimizi eğip bükmeden anlatabileceğimiz, yeni bir ‘söylem’… Mesela, sosyalizmin tarihsel bir dönemini yıllar önce geride bırakmış olmamıza rağmen yeni bir tarihsel dönemi hakikaten başlatabilmek için ‘devletçi sosyalizm’ töhmetinden kurtulabilmek nasıl mümkün olacak. Devlet vurgusunun olduğu yerde, kaçınılmaz şekilde ‘millet’ vurgusu da yapılıyor ve siyaset sahnesinde ‘ulusal solcular’ at koşturmaya başlıyor.

ÖDP’nin programı, özgürlükçü sosyalizm tahayyülü nasıl inanılır kılınacak sorununun çözümü düzleminde de ele alınabilir. Bu düzlemde zihniyet ya da ideolojik bakımdan modernite-postmodernite ikilemini aşmak zorunlu. Modernist paradigmanın, solun bir önceki tarihsel dönemine damgasını vurduğu aşikar; kuşkusuz solun da moderniteye yönelik eleştirileri oldu ve bu şekilde sol da moderniteyi kimi zaman etkiledi. Peki günümüzde modernite ile kurulan ilişkinin tamamen kopartılıp bu kez postmodernite ile benzer bir ilişkinin kurulması mı gerekiyor? Kimi zaman feminist, ekolojist, anti-militarist sıfatları taşıyan ‘yeni toplumsal hareketler’ toplumsal sınıf yerine toplumsal kimlikler yapılan vurgular postmodern bir paradigma çerçevesinde değerlendiriyor. Açıkça konuşmak gerekirse özgürlükçü sosyalizmi savunanlarda bir ayağı modernitede diğer ayağı postmodernitede bir görünüm sergileyebiliyor. Sınıf mücadelesine atıfta bulunurken, ezilen sınıfların sorunlarını ela alırken, kimlikler dünyasına giden yeni yollar da keşfedilebiliyor. Toplumu kimliklere göre sınıflandırıp, toplumsal sınıfları (devre dışı bırakmaz söz konusu olmasa da) ‘alt kimlik’ düzeyinde ele almak gerekir mi? Ya da özgürlükçü sosyalizm bakımından bir ‘üst kimlik’ ihtiyacı var mıdır?

Özgürlük ve Eşitlik

Modernite döneminin de bir ürünü sayılabilen ‘devletçi sosyalizm’ töhmetinden kurtulabilmenin ilk şartı, özgürlükçü sosyalizmi, toplumsal muhalefet bileşenlerini birleştiren bir ‘aidiyet’ haline getirebilmektir. Günümüzde toplumsal muhalefetin bileşenleri kendilerini kimlikleri ile sınırlayarak, solculuğa ikame ettikleri başka davalar güdüyor. Öyle ki her bileşen kendi aslına, ‘kimliğine’ vücu edebiliyor. Bu kimi zaman din-mezhep davası, kimi zaman milliyet davası olabilirken, toplumsal sınıf bazında ‘alan ideolojisi’ ile sınırlı bir muhtevada tezahür edebiliyor. Alan ideolojisi ise feminist, ekolojist vb. ‘yeni toplumsal hareketlere’ özgü tercihlerin ötesinde, emek ekseninde de muhalif öğretmen için öğretmen davası, işçi için işi davası şekline kendini dayatabiliyor. Demek ki, dünyayı değiştirmeye ve bunun içinde yaşadığı ülkedeki sömürü düzenini değiştirmeye ahdetmiş bir solculuk noksan olduğu ölçüde bu bileşenleri ‘birleştiren’ başka tür bir aidiyet öne çıkabiliyor…O halde sorun toplumsal muhalefetin nasılı olup da kendini yeniden solculuğa ve sosyalizme ait hissedebileceği ise, burada, solculuğun ‘bilinen’ bütün tanımlarını şimdilik bir kenara bırakıp onun ‘hakkaniyet’ anlayışının ‘olmazsa olmaz’ı olan iki parametrenin altını çizmekte yarar vardır: özgürlük ve eşitlik.

Bir: özgürlükler bir bütündür; birisi olmayınca diğerleri de var sayılmaz. İki: özgürlükler izafidir; kendi dışındakilerin köle olmasına zemin hazırlayan bir özgürlük kabul edilemez. Üç: özgürlük böyle bir çerçevede, eşitliğe tabi olmalıdır. İnsanlara ve topluluklara eşit haklar ve imkanlar tanımayan bir özgürlük anlayışı, biri eli kolu bağlı, diğeri serbest iki kişinin yemek yemekte özgür bırakılmasındaki sonucu doğurur. Dört: özgürlük, bütüncül ve izafi ve eşitliğe tabi bir zihniyetin ürünü olabildiği ölçüde çoğulcu olabilir. Böyle bir çerçevede her birey özgürce kendi geleceğini tasarlayabilir; sınıfsal, dinsel, ulusal her topluluk kendi çıkarlarını özgürce savunarak kendi kaderlerini özgürce tayin edebilir.

Partimizin niteliğini ifade ettiğimiz ‘dayanışma’ iddiamız da işte böyle bir özgürlük ve eşitlik zemininde hayata geçirilebilir. Sol cenah, oldum olası, savunuculuğunu yüklendiği emekçilere ‘doğru’nun ne olduğunu göstermekle kendini yükümlü kılmıştır. Oysa, mesela, siyasal İslamcılar neyin doğru olduğuna inanıyorsa, bunu önce hayat tarzı haline getiriyor ve ‘yoksullara’ bu hayat tarzını tebliğ ediyor. Yani biz de onlara önerdiğimiz bir hayat tarzını ‘paylaşmaya’ davet etsek, daha doğru olmaz m? Elbet, önce paylaşılacak türden bir ‘kendi’ hayatımızın olması lazım ve üstelik buna da imrenilmesi lazım. Aksi halde, yani paylaşmanın, dayanışmanın olmadığı bir halde, solcuların ‘dışardan’ seslendiği yoksullar, mazlumlar kendileri sürekli ‘yardıma muhtaç olma’ pozisyonunda hissedecektir. Solculuk ve halkımız arasındaki eşitsiz ilişki ve yabancılaşma ise sürgit devam edecektir.

Zaten ‘komünist’ ne demektir ki? ‘Komün’-ist, yani komüncü olma değil mi? Komünist en kısa tarifiyle eşit ve özgür ilişkiler kurarak ortaklaşarak, dayanışarak yaşamak… Demem şu ki, mesela öncelikle iktisadi sorunların (geçim derdini!) beraber çözebilenler, diğer sosyal ve kültürel dayanışmanın çeşitli biçimlerine de dört elle sarılma alışkanlığını edinirler. Bu komüncü alışkanlıkla mahalledeki cenaze, düğün, şenlik gibi her topluluksal olayın içinde de en önde yer alabilirler. Siyaset yaptıklarında da inandırıcı olurlar. Çünkü durdukları yerde sosyalleşmişlerdir; benciliklerini törpülemişlerdir. Bu yüzden ÖDP’nin en önemli kongre kararlarından birisi olan ‘halk sarmaşığı’ politikası, ÖDP programının ekseni ve mutlaka yol gösterici bir anlayışı olarak yeniden formüle edilmelidir.

Melih Pekdemir

Dienstag, 4. April 2006

Bir kuşağa ait olmayanlar

Avrupa grevlerle sarsılıyor. Devrimlere, karşı-devrimlere savaşlara ve yıkımlara tanıklık etmiş yaşlı kıta; bütün yorgunluğuna karşın bir kez daha ayağa kalkmış durumda. Fransa'da öğrencilerin CPE'ye isyanıyla başlayan olaylar işçi sendikalarının genel greviyle buluşurken, İngiltere'de emeklilik yaşının 65'e çıkartılma hazırlıklarına sendikalar grevle karşılık verdi.

Kapitalizmin ana vatanı sayılabilecek bu iki ülkede yaşananlar neo-liberalizmin sosyal hakları budamaya yönelik temel politiklarına karşı güçlü bir direnişin ayak sesleri olarak görülebilir. Greve ve direnişe katılanların sayıları İngiltere'de 1.5 milyon kişiyi bulurken Fransa'da 3 milyona ulaştı.

Özellikle Fransa'daki direnişin en temel özelliği bir geçmiş gelecek bağlantısı üzerinde yükselmesiydi. 1848 devrimine ve ardından 1968'e gönderme yapan öğrenci hareketi aynı zamanda kendi yakın geçmişinde yaşanan 1995 eylemlerini aşma hedefini de önüne koymuş durumda. Radikal gazetesinin haberine göre, gençler "Atalarımızın kazandığı hakları savunmak zorundayız" derken, anne babaları da "Çocuklarımızın geleceğini korumalıyız" görüşündeydiler.

Fransa'da olayların Sourbonne'da başlaması hemen akla 68 olaylarını getirdi; bugünkü hareketin 68'le kıyaslanmasına yönelik yorumlar, analizler yayımlanmaya başladı. Bir tarihsel olayla diğer bir tarihsel olayın kıyaslanması genellikle benzeyen ve benzemeyen yönlerin ayrıştırıldığı, bunun üzerinden farklı fikirlerin ileri sürüldüğü "analitik" bir tartışma olarak sürüp gider. Kuşkusuz hiçbir tarihsel olay tıpatıp bir öncesinin ya da sonrasının aynısı değildir. Toplumsal ve tarihsel koşullar; gerçek hareketin içinde yer alan insanlar ve onları güdüleyen sosyo-kültürel iklim farklı olduğu müddetçe tarihsel olayların da farklı özellikler taşıması kaçınılmazdır.

O nedenle de Fransa'daki hareketin bir geçmiş-gelecek bağlantısı kurması ve her şeyden önemlisi bunu bugünün gerçek ve somut eylemliliği içinde yapıyor oluşu son derece önemlidir. Sadece geçmişe öykünerek ya da onu yoksayarak bugüne ilişkin gerçek bir hareket kurabilmek mümkün değildir.

Çok açık ki 68 hareketi anti-kapitalist özellikler taşımasına karşı bir bütün olarak kapitalizm karşıtı olarak tanımlanamaz; aynı şekilde bugün neo-liberalizme karşı kendini konumlandıran 2006 eylemleri için de benzer bir durum söz konusudur. Bu durumu bir kusur olarak görmek ise son derece yanıltıcıdır. Kitle eyleminin dışında sadece teorinin "griliği" içinde hapsedilen bir sosyalizm hiçbir zaman var olmayacaktır. Kendi özgür iradeleriyle, kendi hayatlarına yönelik bir tehdidi ortadan kaldırmak için eyleme geçen somut ve gerçek insanların eylemi kadar devrimci bir şey yoktur. Ve geçmiş üzerine konuşmak da en çok onların hakkıdır.

Geçmişin devrimci kavgasında liderlik yap mış ya da hasbelkader hareketin içinde yer al mış olan insanların fikirleri gerçek hareket karşısında pek bir değer ifade etmez. Çünkü tarih bir kez yaşanmış ve orada duran bir var lık değildir, tam tersine her gün yeniden yo rumlanması her gün yeniden yazılması gere ken bir durumdur.

Bugün 68'li olmayı hak etmenin ancak liberal olmakla mümkün olduğunu iddia eden bir bakış açısının yeniden inşa etmeye çalıştığı tarihle, "atalarının kazanımlarını" korumaya çalışan Paris'li bir öğrencinin 68'i hiçbir zaman aynı olmayacaktır. O nedenle de 68'lilik eski 68'lililere ya da 78'lilik eski 78'lilere bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir. Bugünün politik mücadeleleri içinde varolmaya devam edenler içinse söylenecek tek şey, onların bir yaşı ya da kuşağı olmadığıdır.

Bülent Forta bulentforta@birgun.net

Samstag, 1. April 2006

Muğlalı Paşa dediysem

Muğlalı Paşa dediysem, Muğla'da ikamet etmekte olan mahut mutekalt paşadan söz etmiyorum. Ahmet Arif’in "33 kurşun" şiirinde bir paşa var ya, işte ondan söz ediyorum. Hani şöyle yazmıştı şair: "Şifre buyurmuş bir paşa / vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız / kirvem, hal i arı mı aynen böyle yaz / rivayet sanılır belki / gül memeler değil / domdom kurşunu / paramparça ağzımdaki."
Peki, şiirde anlatılan hadise neydi? Sene 1943 idi... Mehabat Kürt cumhuriyeti'nin kurulduğu dönemde bu coğrafya müthiş hareketliydi. Van valiliği zamanın İçişleri Bakanı Recep Peker'in de onayıyla gizli bir karar atmıştı. Bölgede jandarmanın kontrolünde, devletle resmen ilişkisi gözükmeyecek tarzda bir çete kurulacak ve bununla hayvan kaçakçılığıyla da iştigal eden kürtlere misilleme yapılacaktı. Ancak Ankara bu kararından kısa sürede vazgeçti. Van valiliği de Özalp Kaymakamı'na çetenin dağıtılması emrini verdi. Lakin kaymakam bu işten nemalanıyordu. Toz duman içindeki günlerde 40 kadar Kürt köylüsü gözaltına alındı, ama mahkeme bunların çoğunu serbest bıraktı. Daha sonra bir sürü söylenti üzerine Genelkurmay, 3. Ordu Komutanı Mustafa Muğlalı'ya bölgeye gitmesini bildirdi. Özalp'e gelen paşanın emriyle, serbest bırakılan 35 kişi tekrar gözaltına alındı ve biri kadın biri 11 yaşında çocuk 33 kişi "dağların kuytuluk bir kenarında" kurşuna dizildiler. Bu olay duyulmasına rağmen işlem yapılmadı. Ancak 1946'da çok partili dönemle birlikte tekrar gündeme geldi. Yargılanan Muğlalı, önce ölüm cezasına ardından da hafifletici nedenlerle 20 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Karar askeri yargıtay tarafından bozuiduysa da, Muğlalı yeni yargılama başlamadan 11 Aralık 1951 tarihinde cezaevinde öldü.
Peki kimdi bu paşa? Birinci Dünya Ssavaşı'nda her cephede harp etmiş, işgal yıllarında Ankara'ya adı önceden "zabitan" olan "yavuz grubu”nda istihbarat ve cephane akıtan gruba komuta etmiş, Menemen ayaklanması sonrasında kurulan İstiklal Mahkeme'sine başkan olarak tayin edilmişti. 28 Şubat döneminde TSK Muğlalı'nın naaşını şehitliğe naklettirdi ve Genelkurmay bahçesindeki "ölmezler yolu"na da heykelini diktirdi.
2004 yılında ise Özalp İlçesi’ndeki jandarma sınır taburunun adı Mustafa Muğlalı kıstası oldu. Paşa, savunmasında, "kürtlere ilişkin davranışları normal kurallar altında çözmek imkansızdır," demişti. Muğlalı Paşa, yargılanması boyunca bütün sorumluluğu üzerine almış ve zamanın hükümetini hiçbir şekilde suçlamamıştı. Yaptıklarını uzun süre reddeden Muğlalı, sonlara doğru, "bu memur ve subaylara ben emir verdim, onların bir suçu yoktur..." demesi nedeniyle basında ve çeşitli çevrelerde takdir toplamıştı.
Muğlalı böylece "mağdur kahramanlar" arasında yerini almış; hatta bu, bir "sendrom" haline dönüştürülmüştü. Askerlerin çeşitli dönemlerde (12 eylül ve 28 şubat öncesinde) "sorunları çözeriz, ama Muğlalı Paşa olmak istemeyiz" dedikleri, rivayet olunmuştu. (Peki "sendrom" ne demek? sözlüklere göre, hastalık belirtisi; özel bir bozukluğu belirleyen, bir arada görülen, teşhisi kolaylaştıran bulgu ve belirtilerin tümü.) Mesela Çatlı'nın silah arkadaşı emekli yarbay Korkut Eken gibiler bile savunulurken, "mertliği, kahramanlığı ve milli fayda”yı anlatmak için, "Muğlalı Paşa" örneğine pek sık başvurulmuştu. Belki de tarihi bir dönemeçteyiz de pek farkında değiliz. Çünkü artık bu Muğlalı sendromundan eser yok. Muğla'da ki Paşa "yine asarım yine keserim, icabı dahilinde yine darbe yaparım" diyor.. Bir başka paşa, Yaşar Büyükanıt, "yargılanmaktan gurur duyarım" diyor ve ekliyor:"dağlarda çarpıştık, mahkemede savunurum." Ortada henüz bir dava ve yargılama, hatta bunun ihtimali yok; ama komutanlar topluca büyük tepki veriyor, siyaset çarşısı karışıyor... Genelkurmay, hukuki prosedüre işaret eden açıklamasında, yargı sürecinde ordunun ayrıcalıklı durumunu vurguluyor, karar makamının Genelkurmay Başkanlığı olduğunu hatırlatıyor.
Zurna işte burada "zırt" diyor! Sivil ve asker eşitsizliği işte burada ortaya çıkıyor. Genelkurmay Başkanı hayır derse komutan yargılanmayacak, üstelik, "soruşturma izni" verilip dava açılsa bile suçlanan askeri yargılayacak mahkeme üyesinin, yargılanan kişinin iki üst rütbesi olması gerektiğinden bu yine mümkün olmayacakmış. Çünkü orgenerallerin yargılanabileceği biç akla gelmemiş; yani yasa oluşturulurken yönetim kademesindeki askerlerin yargı önüne hiç çıkmayacağı varsayılmış. Kuşkusuz yargı bağımsız olsun. Hiç kimse (iş adamı, tarikat şeyhi, siyasetçi vesaire) herhangi bir savcının nasıl iddianame yazacağına müdahale etmesin. Herkes yargı önünde eşit olsun.. Ama bütün bunlar bir yana... Hatta, öyle bir iddiada bulunayım ki kimse bu iddialarıma inanmasın dedirten bir iddianame dahi bir yana.. Ve hatta bu türden bir iddianameyle, Şemdinli olaylarının örtbas edilmekte olması dahi bir yana.. Peki, "Büyükanıt'ın Genel Kurmay Başkanlığını önleyecek bir komplo" tam da onun Genelkurmay Başkanlığını kaçınılmaz kılacak şekilde, önündeki bütün engelleri ortadan kaldıracak şekilde sahneye konulmuş olmadı mı?
İddianamenin hukuki boyutundan bir şey çıkmayacağını herkes söylüyor. İddianame, hakikaten Erdoğan'ın kucağına pimi çekilerek atılmış bir el bombası gibi. Artık Büyükanıt'ın Genelkurmay Başkanı olması önünde siyasi engel kalmadı, deniliyor. Üstelik son birkaç gündür düğmeye basıldı; gazete manşetlerinde ibre, hızla iddianameye karşı şeriat tehlikesine doğru dönmüş vaziyettedir.
Öyleyse? Tamam, Tudeh'in (iran komünist partisi) makus talihini yaşamayalım; demokratikleşiyoruz sanırken molla demokrasisinin iğvasına kanmayalım. Ama mesela "bu iddianame bize bir şey söylemeye çalışıyor" diyen Can Dündar'a da kulak verelim: Nicedir kokusunu aldığımız, izlerine rastladığımız, kanıtlarını aradığımız bir şeyler mi söz konusudur? Bölgede hâlâ kan dökülmesine neden olan bir savaş sonrası hesaplaşmasının, bir rant kavgasının "ipuçları mıdır bunlar?” diye sormaya da devam edelim.
Savcı'nın karısının başı örtülü mü diye kontrol edilmesi, başı açık çıkınca şaşırılması, "milliyetçi" olduğu söylenince daha da şaşırılması, bizi şaşırtmasın. Evet. Orta yerde bir karmaşa var; burası açık. Belki de olup bitenler o kadar basit ki.. Zarf içinde zarf Genelkurmay Başkanı, ya da Cumhurbaşkanı kim olacak? Bu toz dumanda amerikan parmağı İran öncesinde neremize, hangi bölgemize girip çıkacak? Fesupanallah..... Evet, zarf içinde zarf; ve açıkçası memleketin çoğunluğu işin aslı astarını henüz bilemiyor. Buna belki savcı bile dahildir. Bilenler kıs kıs gülüyordur. Gülen kim? Fethullah Gülen mi dediniz? Güldürmeyin insanı...

Birgün- Melih Pekdemir

Montag, 27. März 2006

Bağırıp çağırmadan kırıp dökmeden

Ansızın coşkuya kapılıp bağırıp çağırmak, yakıp yıkmak mı, yoksa yaratıcı gücünüzü kullanarak değişik, vurucu bir protesto eyleminde bulunmak mı daha etkili? Yakın tarihten üç protesto eylemi geliyor aklıma. Onları aktarayım, kararı siz verin.

İkinci Dünya Savaşı. Nazizmin Avrupa'yı kasıp kavurduğu dönem. Norveç. Ülkenin en ünlü yazarı Knut Hamsun, herkesin taparcasına sevdiği bir kişi. Ama işgal sırasında Almanların yanında yer almış.
Bunun üzerine Norveçliler ne yapmışlar dersiniz? Sokaklara dökülüp yazarın kuklasını mı yakmışlar? Evinde Hamsun'un kitabı olan kim varsa, almış o kitabı eline, yazarın evine gitmiş. Kitabı sessizce kapının önüne bırakmış. Ülkenin her yanından, kar altında, arabalarla, otobüslerle, trenlerle insanlar akmış. Ellerinde kitaplar. O kitapları evin önüne bırakıp sessizce kentlerine dönmüşler. Kısa sürede dev bir kitap yığını oluşmuş.
Hamsun evinden çıkamamış artık. Bir süre sonra da ölmüş.
Bundan güzel, bundan vurucu bir protesto eylemi olabilir mi?

ABD'de soğuk savaş yılları. Amerika'ya Karşı Çalışmaları Araştırma Komitesi, aydınlara, düşünen kafalara savaş açmış, ortalığı kasıp kavuruyor. Özellikle sinema, tiyatro ve müzik alanında "Komünistler"
fişleniyor, kara listeye alınıyor, çalışmalarına, yurtdışına çıkmalarına izin verilmiyor.
Paul Robeson da o sanatçılardan biriydi. 12 Haziran 1956'da Komite karşısına çıkarıldı. Ama o, kimi sanatçılar gibi muhbirlik etmedi, pişmanlığını dile getirmedi. Onurla direndi. "Komünist olduğum için yargılanmıyorum burada," dedi.
"Kendi halkımın hakları uğruna savaştığım için yargılanıyorum. Yiğitçe direnen, savaşan bütün zencileri susturmak istiyorsunuz. Afrika'daki sömürge halklarının bağımsızlığı uğruna savaştığım için pasaport verilmiyor bana."
Robeson'un yurtdışına çıkışı yasaklanmıştı. Ama başka ülkelerde onu dinlemek isteyenler vardı.
Çözüm kısa sürede bulundu. ABD-Kanada sınırında bir yer seçildi. ABD topraklarında, tam sınırda, açık havada bir sahne, bir de güçlü ses düzeni kuruldu. Robeson'un orada konser vereceği açıklandı.
Belirlenen gün, dünyanın çeşitli yerlerinden binlerce, binlerce insan aktı Kanada'ya. Sınıra gidip konserin verileceği yerin tam karşısında toplandılar. Kanada topraklarında.
Konser saatinde Paul Robeson geldi, sahneye çıktı. ABD'den ayrılmadan, yüz metre kadar ötedeki "dünya" ya inanılmaz bir müzik şöleni verdi.

Vietnam savaşı sürüp gidiyor. Amerikalılar, Japonya'da bir hava üssü açmak istiyorlar. Üs, Vietnam'ı bombalamak için bir sıçrama tahtası olacak. Hiroşima'yı, Nagasaki'yi yaşamış Japon halkı karşı çıkıyor buna. Ama Japon hükümeti "olur" unu veriyor. Uzun tartışmalardan sonra üs kuruluyor. Üssün açılacağı gün büyük bir tören düzenleniyor. Japon hükümetinin üyeleri, devletin ileri gelenleri, Amerikalı generallerle birlikte, kurulmuş tribünlerde yerlerini alıyorlar. Söylevler veriliyor, marşlar çalınıyor... Ufukta belirecek Amerikan uçak filosu beklenmeye başlanıyor.
Uçaklar gelecek, piste konacak, üs de "resmen" açılmış olacak.
Biraz sonra uçaklar beliriyor. Tam piste alçalacakları sırada binlerce, on binlerce balon yükseliyor gökyüzüne. Üssün yakınlarına "mevzilenmiş" Japonlar, getirdikleri balonları havaya salıveriyorlar. Gökyüzü balonlarla kaplanıyor.
Sonuçta hiçbir uçak inemiyor piste. Filo dönüp gidiyor.

Bu protesto sonucunda üs açılmadı mı? Ertelenerek açıldı. Ama Japon halkı, özgün bir protesto yöntemiyle "tavrını" açıkça ortaya koydu, bu girişimi desteklemediğini çok etkili bir biçimde belirtti.
Bağırıp çağırarak, marşlar söyleyip yürüyerek protesto eyleminde bulunmak artık "sıradan" oldu. Etkisini bütün bütüne değilse bile, büyük ölçüde yitirdi. Knut Hamsun, Paul Robeson, Japonya'da üs olaylarında olduğu gibi, yaratıcılığın devreye girmesi, özgün protesto eylemleri düzenlenmesi, konuyu gündeme daha vurucu bir biçimde getirmiyor mu?

Ülkü Tamer (Sabah)

Dienstag, 21. März 2006

Neyzen Tevfik e bir gün sorarlar:

— Çalarken mi neşelenirsin, yoksa neşeli olduğun
zaman mı çalarsın?

O günlerde Maliye Bakam hakkında yolsuzluk dedi­ koduları alıp yürümüştür.

Neyzen Tevfik, fırsatım kaçırmaz:

— Maliye Bakanı değilim ki, çalarken neşeleneyim,
cevabını verir.

Dienstag, 7. März 2006

Rüzgâr ile yaprak

Rüzgâr ile yaprak dost oldular. Artık rüzgâr savurmuyordu yaprağı.
-''Söyle dostum, nereye istersen oraya götüreyim seni" dedi rüzgâr yaprağa.

Yaprak düşündü taşındı, aklına hiçbir şey gelmedi. Tekrar sordu rüzgâr:
- Hadi söyle seni istediğin yere taşıyayım.

Tekrar düşündü yaprak , aklına yine bir şey gelmedi...
- ''Bilmiyorum rüzgâr kardeş, aklıma hiçbir şey gelmiyor. Sen söyle ?'' dedi.

Rüzgâr:
- Gidecegin yeri bilmedikten sonra rüzgâr dostun olsa neye yarar.. Savrulur gidersin!
dedi ve bildigi gibi esti tekrar. Yaprak yine savruldu...
Üstelik de bu sefer savuran dostuydu.

KOMONİSTLİK

Polis, Diyarbakır'da bir öğrenci evini basmış, bir sürü kitap toplamış, ğgrenciler bir köşede sinmiş oturuyor, ama öyle pek de tehlikeli bir şey yok bulunanlar arasında.

Çocukları asıl endişelendiren, arkalarındaki duvarda asılı Karl Marx'ın resmi.

Bir ara, polislerden biri sormuş:
- Ula bu kimin resmidir?

Hah, demiş çocuk içinden, şimdi mıçtık...
- Dedemin resmi abi...

Polis sinirle dişlerini sıkmış, öğrencinin ensesine bir şaplak atmış:
- Ula utanmisan, a pezev.., bele nur yüzlü, bele ak sakallı bir deden vardir,
kakmişsan komonistlik yapisen...

Gidemem

Bazen daha fazladır her şey
Bir eşikten atlar insan
Yüzüne bakmak istemez yaşamın
O kadar azalmıştır anlam

O zaman hemen git radyoyu aç bir şarkı tut
Ya bir kitap oku mutlaka iyi geliyor
Ya da balkona çık bağır bağırabildiğin kadar
Zehir dışarı akmadan yürek yıkanmıyor

Ama fazla da üzülme hayat bitiyor bir gün
Ayrılıktan kaçılmıyor
Hem çok zor hem de çok kısa bir macera ömür
Ömür imtihanla geçiyor

Ben bu yüzden hiç kimseden gidemem gitmem
Unutamam acı tatlı ne varsa hazinemdir
Acının insana kattığı değeri bilirim küsemem
Acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir

Bir şiirden bir sözden
Bir melodiden bir filmden
Geçirip güzelleştirmeden can dayanmıyor
Yıldızların o ışıklı fırçası azıcık değmeden
Bu şahane hüzün tablosu tamamlanmıyor

Ama fazla da üzülme hayat bitiyor bir gün
Ayrılıktan kaçılmıyor
Hem çok zor hem de çok kısa bir macera ömür
Ömür imtihanla geçiyor

Ben bu yüzden hiç kimseden gidemem gitmem
Unutamam acı tatlı ne varsa hazinemdir
Acının insana kattığı değeri bilirim küsemem
Acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir

Söz-Müzik: Sezen Aksu

GELDİGİMDE

Geldiğimde notun duruyordu masanın üzerinde
Sekizde yatmıştın
Saatime baktım sekizi beş geçiyor
O gün anladım bu ilişkinin yazgısını
Takvim tutmazlığı
Aramızda düşman gibi duran zamanı
O gün anladım Senin bana erken
Benim sana geç kaldığımı

Murathan MUNGAN

Mittwoch, 22. Februar 2006

Anamı alır giderim!

Artık yanında duramam
Anamı alır giderim
Hesabım kalsın mahşere
Anamı alır giderim

Lan deme bana yerinden
Arıza çıkarmam derinden
Korumaların üzerinden
Su gibi akar giderim

Artık sürersin bir sefa
Harcadın beni ne ala
Artistlik yapmam bu defa
Dişimi sıkar giderim

Bozar mı sandın fırçalar?
Belaya atlar giderim
El kol hareketi çekmeden
Anamı alır giderim

Kaybetsem bile bütün ürünü
Tarlayı sürer giderim
Sinsice olmaz gidişim
Sloganı patlatır giderim

Ezdirmem sana kendimi
Gövdemi yakar giderim
Beddua etmem üzülme
Anamı alır giderim

Mahsulümden, tarlamdan
Köyümden cayar giderim
Hükümetinden aldığım ne varsa!
Vergimi öder giderim

Konunca sandık önüme
Ne verdik ne aldık der
Kullanır oyumu
Anamı alır giderim

(Haydar Canyurt )

Provokasyona gelmek lazım

Her ideoloji gibi sol ideoloji de bir tür dünya görüşüdür, yani dünyayı görebilmektir, seyretmek değil. Seyrederken, seyircisindir. Ama görünce, bilince, bilincine varınca, insanda olup bitene müdahale etmek isteği kabarır. Solculuk, dünyayı değişirken ve değiştirirken ve değiştirmek için görebilmektir.

Ancak bu günlerde, kabul edelim ki, bir parça nutkumuz tutulmuş haldeyiz. Avrupa'da patlak veren karikatür krizi ve bir de Hamas heyetinin Ankara'ya yaptığı ziyaretten söz ediyorum. Eh, "solcular dinsel inançları referans almazlar" diye; Avrupa'nın karikatür şımarıklığını, ifade özgürlüğü adına sineye çekmek mi lazım? Ya da, ideolojik ve siyasi bakımdan epey mesafeli oldukları şu islami Hamas örgütü, Filistin halkının demokratik bir tercihi olarak sahneye çıktığında, bunu görmezden gelmek mümkün mü?

Günlerdir bu tür sorulara verilen cevapları dinlemekte ve okumaktayız. Mesela, karikatür konusunda şöyle deniyor: "Efendim, ifade özgürlüğü güzel de, kötüye kullanılmasın; islami kesimlerin tepkisi de şiddete yönelmesin! Provokasyona gelinmesin!" Lakin bu ortalama cevabın ötesinde, Avrupa'da bu gelişmeleri Haçlı Seferi olarak görenler ile Müslüman ülkelerinde Cihat olarak görenler karşı karşıya gelmek üzereler. Hamas'ın ziyareti de benzer şekilde ele alınıyor: Hamas terörist mi, değil mi; işte bu tartışılıyor. Sanırım bu iki dayatma karşısında kem küm etmeden, hakikat neyse onu görüp söyledikten sonra "ama" diye devam etmeden konuşabilmek için, tek bir kavramın akla getirilmesi yeterlidir: Oryantalizm!

Oryantalizm (Şarkiyatçılık) Doğu'nun ve bilhassa Müslüman ülkelerin Batılı gözüyle irdelenmesi, şekillendirilmesi gayretidir. Tarih boyunca Batı modernitesi, neredeyse medeniyet ile özdeş kılınmıştır. Ve Oryantalizm de bu medeniyetin kibiri olarak kendini dayatmıştır. Şimdi, post modern zamanlarda zuhur eden bir post-Oryantalizm gündemde galiba. Post modern dönemin kimlikler dünyasında, Oryantalist misyonerlik taarruzu yerine kimlik ırkçılığı bayrakları dalgalanıyor. Batılı kimlikler bir yana, öteki kimlikler diğer yana... Paris varoşlarını yangın yerine çeviren öteki kimliklerin isyanının intikamı, adeta öteki kimlikleri ezmek, hor görmek, karikatürleştirmek suretiyle alınmak isteniyor.

Batı normlarına göre muteber Müslüman sayılmanız için, onların tarif ettiği türden bir İslamiyeti içinize sindirmelisiniz. Batı standartlarına göre demokrasiden söz edebilmeniz için, seçimlerde sadece onların arzularına uygun oy vermelisiniz. Müslümanların peygamberine hakaret edince, bunu fikir özgürlüğü olarak niteleyeceksiniz; ama Hıristiyanların peygamberine laf söyleyemeyeceksiniz. Daha dün, "Da Vinci'nin ŞifresP'ni yazdı diye Dan Brovvn'a Vatikan tarafından Salman Rüşdi muamelesi yapılmamış mıydı? Bütün bunlardan sonra da, utanmadan arlanmadan Hıristiyanlık ve Müslümanlık arasındaki farklar hakkında ahkam kesip duracaksınız. İsrail'in terörist devlet olmasından gocunmayacak, İsrail eleştirilerini anti semitizm olarak yargılayacak ve sandıktan çıkan Hamas'ı da terörist diye la-netlemeyi sürdürecekseniz. Üstelik bütün bunları da medeniyet ve demokrasi adına savunacaksınız.

Vay be!

Ne kolaymış medeni olmak!

Artık asıl görülmesi ve asıl söylenmesi gereken Batı'nın sergilemekte olduğu Barbarlıktır. Evet, şu gezegen Batılı denilen zihniyetin ölümcül bir provokasyonu ile yüz yüzedir. Ve... Ve, Batının provokasyonuna gelmek, Batının kalleş Oryantalizmini boşa çıkarmanın tek yoludur. Ancak onların provokasyonuna gelindiği zaman, silahları geri tepecek ve sergiledikleri çifte standart boşa çıkarılacaktır. Ve belki de ancak bu şekilde Batı dünyasında aklı selim sahibi kesimler; yine Batı dünyasında bu işe artık dur demenin vaktinin geldiğini kavrayabilecektir. Bugün çok vahim bir şekilde, Batı, kendisine meftun olmuş Doğu insanlarının indinde bile bir "model" olmaktan çıkmakta, kültürel ırkçılığın kol gezdiği bir bataklık haline dönüşmektedir.

İşte bu yüzden, medeni olabilmek, günümüzde en çok Batılı insanın ihtiyacıdır.

20.2.2006
Melih Pekdemir

Dienstag, 14. Februar 2006

Ah ulan ah!

Konumuz belli: "Ulan" ya da "lan"... Mesela yukarıdaki başlıkta bir hakaret kastı yoktur; sadece samimi bir ifade olarak okunabilir. Ancak bu satırların yazarı, kendisini eleştiren bir okuruna, "ne diyon sen lan!" diye cevap verirse, Yargıtay içtihatlarına göre, okuruna hakaret ettiğinden suç işlemiş sayılır. Durum aynen böyledir.

"Lan" ya da "ulan", argoda öfke ve nefret anlatan bir seslenme sözü olarak sözlüklere geçmiş, Türkçe'ye özgü lastikli bir kelime.. "Lan ne salakmışsın!" deyince, karşındakini küçümsersin; "ulaaaaaan" diye kelimenin lastiğini çekince, hayretini dile getirirsin; "ne mozayiği lan!" dediğin zaman siyasi tercihinin faşizm olduğunu ispatlarsın; "hadi lan!" dediğinde, bir şeylere kızmış olduğunu belli edersin; "rüşvetin belgesi mi olur lan!" diye bağırdığında, ekonomi politik bir tahlil yapmış sayılırsın.. Pekiii... Bir ülkenin başbakanı olarak, resmi literatürde bile "memleketin efendisi" unvanını taşıyan bir çiftçi vatandaşa, "ulan terbiyesizlik yapma!", "hadi ananı... al git buradan!" diyebilir misin?

Recep Tayyip Erdoğan bu tür bir soruya, muhtemelen "lan oolum, ne var ki bunda" diye cevap verecektir. Çünkü Erdoğan'ın Kasımpaşalı jargonuna bu millet aşinadır. "Ata'ya saygı duruşunda sap gibi ayakta durmaya gerek yok"; "hatamız olur yanlışımız olmaz"; "ben ülkemi adeta pazarlamakla mükellefim"; "gözünüzü toprak doyursun" benzeri veciz kelamlarının ardından, en son geçen gün AKP'nin Zeytinburnu ilçe kongresinde de, "Sanki (meslek liselerinin) hepsi imam hatip, anasını satayım" buyurmamış mıydı?

Oysa, Başbakanlığının ilk aylarında, 4 Kasım 2003 tarihinde Savaş Ay ile yaptığı bir söyleşide, Erdoğan artık "değişmiş" olduğunu iddia etmiş ve bunu da büyük bir tevazu içinde "Bizim kemalat dediğimiz durum hasıl oldu artık" diyerek açıklamıştı. "Kemalat hasıl oldu" derken meğer kastettiği "olgunluk" değil de Unakıtan "Kemal abisi"ne özenmesi durumuymuş! Hani şu, "Babalar gibi satarım", "Satışa çıkıyoruz parayı veren düdüğü çalar", "Hesap mı bilmiyorsun dayak mı yemedin", "Mama dağıtıyorsan onlar da gelip gagalayacak", "Başbakanı oh diye içinize sindireceksiniz", "Lan oğlum korkmayın lan" diye ha bire döktüren Kemal abisi..

Son hadisenin nasıl cereyan ettiğini hep birlikte izledik. Başbakan, kendisine seslenen bir çiftçiye "Böyle bağırılmaz ki, terbiyesizlik yapma" demiştir. (Vatandaşın feryat etmesi terbiyesizlik midir?) Başbakan, "Lütfen bana hakaret etmeyin" diyen vatandaşı "Artistlik yapma... İyi bir sanatçısın" diye suçlamıştır. (Sanatçılar, Başbakanlık indinde terbiyesizlik yapanlar mıdır?) Vatandaşla diyalogunu "Lan terbiyesizlik yapma" diyerek sürdüren Başbakan; çiftçinin "İki senedir anamız ağlıyor" şeklindeki yakınmasına karşılık, önce "Hadi ananı..." demiş ve durmuş ve ardından "al da git" diye cümlesini tamamlamıştır. (Türkiye'de yaşayan herkes, bu duraksamadan sonra neyin kastedildiğini algılayacak ferasete sahip değil midir?)

Durumdan hep askerler vazife çıkaracak değil ya, işte bugün, hepimiz için, birer vatandaş olarak durumdan vazife çıkarma günüdür. Bu vazifeyi yerine getirmezsek, birey olarak vatandaşıyla bu şekilde konuşan bir şahıs, oturduğu makamdan da tüm ülkeye, "Lan vatandaşlar kafamı bozmayın" diye hitap etmeyi bir alışkanlık haline getirebilecek ve bu da geri dönülmez bir içtihat yaratacaktır. Başbakanı eleştirenler ise, "terbiyesizlik" yaptıkları gerekçesiyle, muzır kurulu tarafından cezalandırılacaktır. Terbiyesizlik yapmayı beceremeyen sanatçılar, Kültür Bakanlığı tarafından görevlerinden alınacaktır... En vahimi, artık bu içtihada göre herkes önüne gelene "Hadi ananı..." şeklindeki bir hitap tarzı kullanabilecek ve cümlesinin sonunu "sinemaya götüreyim" diye bitirse bile, ortalık kan revan içinde kalacaktır. (Skytürk'te yapılan röportajdan öğrendiğimize göre hadisede adı geçen çiftçi, Başbakanın iki koruması tarafından bir karakola götürülmüş, kendisine küfredilmiş, ayağı zedelenmiş ve böbrek kısmına darbe almıştır.)

Son olarak buradan, durumdan asıl vazifeyi çıkarması gereken avukat arkadaşlarıma sesleniyorum: Lütfen bu duruma el koyunuz! Kendisine "Kıvırtıyorsun!" diyen CHP'li Haluk Koç'u dava eden Erdoğan, bu sözle Başbakanlık makamına hakaret edildiğini ileri sürmüştü ya; aralarında benim de bulunduğum milyonlarca müvekkiliniz adına Recep Tayyip Erdoğan adlı şahsın, başbakanlık makamındaki yetkilerini kötüye kullanarak, Yargıtay içtihatlarına da geçmiş olan bir suçu işlemiş olmasının gereğini yerine getiriniz. Aslında, siz avukatlar müdahale etmezseniz, birer vatandaş olarak bizlerin dağarcığında, çiftçi vatandaşın hakkını korumak babından söylenecek okkalı laflar elbette bulunmaktadır. Mesela Engin Ardıç muhtemeldir ki, bu tartışmaya, "lan deme lan babam kızıyo lan" diye katılabilecektir.

Ancaaaak.. Ah ulan ah.... 301 Nolu madde, çiftçi Kemal ve yazar Melih karşısında durdukça; "Canın sağ olsun Başbakan", işte verilebilecek tek cevap olmaktadır.

14.2.2006
Melih Pekdemir

Donnerstag, 26. Januar 2006

Say ki acılar masaldı

"Bir Eyüp sabrıyla bekledim/
Sabahı olmayan gecelerde/
Gül dalları yerine demir çubuklar vardı/
Münzevî-münzevî pencerelerde..."



Eminim artık, adım gibi biliyorum:
Ölmüyor kötüler...
Pencereler gül dalları yerine demir çubuklarla bezendiğinden beridir, ölen sadece iyiler...
Kuşunun ardından gözyaşı döken oyuncu, uykusunda sırtından bıçaklanıyor.
Hayatını solun birliğine adamış bilge, hayalini kurduğu buluşmayı cenazesinde sağlayabiliyor.
"Oğul"larımız, kızlarımız öksüz...
Biz, kötülerle yaşamaya hükümlüyüz.
* * *
Kan püskürtüyor, ocaklar yıkıyor ocak... tabutlar taşıyor, allı yeşilli, vakitli, vakitsiz...
Şiirin, hitabetin, zarafetin ustalarını, bilgelerini gömüyoruz, kuşsuz bir kışın kardan mezarına...
Baharı özlüyoruz.
Ve teselliyi, tiyatrocumuzun ses verdiği son şiirin son mısralarında buluyoruz:
"Öğrenme, istemem/
bir Eyüp sabrı nedir/
torunlarımın torunu.../
Say ki dedelerin bir masal yaşadı/
Say ki acılar masaldı/
Öttür ölümsüzlüğe doğru borunu!"

Can dündar'in Say ki acılar masaldı adli yazisindan

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren