Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu
SS Süleyman Soylu

Dinlediklerim

Sabahat Akkiraz | Bergüzar
Bergüzar

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Sonntag, 18. Juni 2006

Birarada yaşamak

Geleneksel sol yaklaşım açısından bakarsanız, mevcut düzeni kökten değiştirme iddiasındaki devrimci sosyalist bir partinin, sistemin içine girdiği krizlerin derinleştirilmesi ve düzenin çatlaklarının daha da açılması doğrultusundaki bir siyaset çizgisi izlemesi beklenir.

Oysa Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) bir süre önce sol yanımızdaki kimi ezberleri bir kere daha bozarak "Birarada Yaşamayı Savunalım" adı altında bir kampanya başlattı.

Katıldığım toplantılarda bazen sorulduğu gibi, biz yoksa bu şekilde ulusların kaderlerini tayin hakkını inkâr mı ediyoruz? Yoksa her geçen gün ülkenin bütün kurumlarında kadrolaşmasını yoğunlaştıran, özgürlükçü demokrat ilerici çalışanlara karşı baskılarını arttıran AKP'ye ve onun temsil ettiği gericiliğe karşı mücadeleden vaz mı geçiyoruz; yoksa düzeni değiştirmekten artık vaz mı geçtik?

Ülkenin bazen devlet güçleriyle bağlantılı olduğu ileri sürülen, bazen onunla mücadele içinde olduğu kabul edilen örgütlerce orada burada patlatılan bombalarla, esrarengiz suikastlarla, cumhurbaşkanlığı ve erken seçim tartışmalarıyla giderek yoğunlaşan bir Kürt- Türk, Laik- Anti laik çatışmaları içerisine girdiği bir dönemde, bu tür sorular kuşkusuz pek çoğunuz gibi bana da pek anlamlı gelmiyor.

Zaten bu çağrının özellikle yıllardır baskı altında tutulmuş toplumun genişçe kesimleri tarafından da ciddi bir destek bulması ülkemizdeki sağduyu sahibi insanların hiç de az olmadığını gösteriyor.

UKTH konusunda bitip tükenmek bilmez tartışmalara yol açan ezberleri hakikaten bir yana bırakarak düşünelim. Ülkemizdeki gerçekten ciddi bir toplumsal sorun olan Kürt meselesini kim içinden çıkılmaz hale sokuyor ve bu kangren haline gelmiş gerginlikten yararlanarak kimler kendilerine eşi bulunmaz bir egemenlik alanı sağlamaya çalışıyor?

Daha kısa bir süre önce Ege bölgemizde sadece doğuştan edindikleri etnik özelliklerinden dolayı, dili, kültürü, ırkı farklı diye kendilerinden olmadığını düşündükleri için taşlarla, sopalarla kovalamaya çalıştıkları ve "biz ne yapalım, orada yaşayamadığımız için, bir Türk olarak yaşayalım diye buraya geldik, buradan nereye gidelim?"di-ye çığlık atan insanların televizyon ekranlarına yansıyan görüntüleri gözümün önünden gitmiyor.

Irkçı faşist bir zihniyet ülkede kızıştırılmak istenen bir düşmanlık ortamından çıkar sağlamaya çalışıyor. Kimileri de böyle bir ortamdan yararlanarak siyasi iktidar üzerinde etkinlik sağlama peşinde koşuyor.

Keza emperyalizmin halklar arasındaki etnik ve dinsel farklılıklar üzerinden çatışmalar çıkarmaya, kendi kontrolü altındaki yeni uydu devletçikler kurmaya çalışarak yürüttüğü politikalar da gözler önündedir.

Kürt toplumuna da bu konuda ciddi sorumluluklar düştüğü ortada. Adeta bir arada yaşama olanağını ortadan kaldırmayı hedefleyen eylemlerin her iki taraftan da tertipleniyor olması uyarıcı olmalıdır. PKK eylemlerinin yetmediği yerde karşı tarafın aynı tür eylemleri düzenlemesinde-ki maksadın iyi okunması gereklidir. Yüzyıllardır acı içinde yaşatılmış bu yoksul halk Abdullah Öcalan'ın da uyardığı gibi, bölge hakimiyeti için çatışan güçlerin oyunlarına alet edilerek daha fazla ezdirilmemelidir.

Bir arada yaşayalım kampanyası her şeyden, önce ülke çapında geliştirilen bu ırkçı faşist zihniyetlere karşı bir tavır olarak anlaşılmalı, kampanyanın sivri ucu bu hedefe yöneltilmelidir. Bu yüzden Susurluk karşısındaki bir dakika karanlık eylemi gibi, bu kampanyanın da içeriğinin boşaltılarak saptırılmasına, amaçsız bir "karışalım barışalım" şenliğine dönüşmesine de izin verilmemelidir.

Ülkede yaratılan bir başka gerginlik konusunun Laik / Anti laik çelişkisi olduğu doğrudur. Ancak, AKP iktidarına yaslanarak geliştirilen ge-ricileşme olgusunun da bugün ülkemizdeki önemli sorunlardan biri olduğu da unutulmamalıdır. Ülkenin bütün kurumları içinde baskıcı bir anlayışla kadrolaşma politikaları yürütüyorlar. Küçücük çocukların başlarını türbanlara sararak özgürlükçü bir geleceğe yönelmelerinin önünü ta baştan kesiyorlar.

Birilerinin üstelik kendilerinin eseri olan bu meseleyi bahane ederek, kendi baskıcı gerici yönetimlerini geliştirmek istiyor olmaları, bu meselenin önemini ortadan kaldırmamalı. Bugün ülkede AKP iktidarı altında yürütülen neoliberal uygulamalarla birlikte gelişen gerici politikalara karşı tepkileri, özgürlükçü bir dünya görüşü doğrultusunda içermeden etkin bir siyaset geliştirmek mümkün değildir.


Oğuzhan Müftüoğlu

www.birgun.net

Diger yazilar icin bakiniz

http://www.birgun.net/archive.php?view_author=49

Sonntag, 11. Juni 2006

Özgür, Eşit, Demokratik bir Türkiye'de Birarada Yaşamı Savunalım

biraradayasam

10. kuruluş yılımızda programımızı ve tüzüğümüzü yeniledik… Emperyalizme ve kapitalizme karşı emek güçlerinin siyasi iktidarını kurma mücadelemizdeki kararlılığımızı ve azmimizi bir kez daha vurguladık… Yeni bir eylem kılavuzu oluşturduk.

Şimdi artık yürümenin, sesimizi yükseltmenin, özgürlük ve eşitlik türkülerimizi yeniden daha yüksek söylemenin zamanıdır. Şimdi bu ülkenin, bu memleketin bizim sesimize ihtiyacı var. Milliyetçiler ve neo-liberallerin sesi ülkemizi boğdu, halkımızı yoksullaştırdı insanımızı insanlıktan çıkardı. Dayanışmacı bir kültürün yerine rekabetçi bir kültürü egemen kıldı. Farklı olana, farklılığını ifade edene dair hoşgörüyü yıktı.

Buna neden olanların sesi karanlığın sesi; hükümranlıklarının devamı ise karanlığın kendisidir. Devrimcilerin sesi, barışın, kardeşliğin, dayanışmanın sesi; gelecek ufukları ise aydınlığın kendisidir. Şimdi bu sesi ve isteği yükseltmenin tam zamanıdır. İnsanı kişiliksizleştiren, sömüren, ezen, yoksullaştıran, tek tipleştiren, yabancılaştıran bu düzene boyun eğmeyi reddedenlerin artık yeni bir yaşamı örmeleri gerekiyor.

ABD emperyalizminin Büyük Ortadoğu Projesi tüm bölge ve ülkemizi etnik çatışmaların kanın, gözyaşının, acının merkezi haline getiriyor. 11 Eylül saldırıları sonrası dönemin “güvenlikçi” söyleminden nemalanmak isteyenler milliyetçi şoven çevreler şimdi de kardeş kavgasını körüklüyorlar. Türkiye’yi etnik milliyetçilik ve linç kültürünün hakim olduğu bir şiddet sarmalının içine çekiyorlar.

Bugün Türkiye toplumu giderek bir iç çatışma sürecine evriliyor. Kürt sorununda ortaya çıkan çözümsüzlük ve yeniden başlayan çatışma ortamı bu süreci besliyor. Bu çatışma hali Türkiye toplumunda bir arada yaşama duygusunu zayıflatıyor.

Bugün bu çatışma ortamına dur demek, toplumu eşitlik ve özgürlük talepleri etrafında bir araya getirmek, özgür, eşit ve demokratik bir Türkiye’de bir arada yaşamı savunmak en devrimci ve insani görevdir. İnsanım, demokratım, devrimciyim, sosyalistim diyen her yurttaşın milliyetçi, şoven ve neo-liberal güçlerin toplumu parçalayan politikalarına karşı toplumu eşitlik ve özgürlük temelinde birleştirme görevinden kaçabilme şansı yoktur.

Ne sermaye düzeninin AKP’si, ne CHP’si, ne DYP’si, ne ANAP’ı, her biri diğerinin varlık gerekçesi, özde aynı politikaların uygulayıcısı gerici, ırkçı, şovenist, neo-liberal bu güçler eşit ve özgür bir ülke yaratamazlar.

Şimdi bu güçler önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı ve genel seçim öncesinde halkımızı sahte kutuplara ayırıyor. Kırk satır mı, kırk katır mı diyor. Toplumu geriyorlar. Türban, Kürt sorunu, Kıbrıs ve azınlık meseleleri üzerinden iktidar kavgası yürütüyorlar. Onların bu kavgasından özgürlük, eşitlik, adalet ve barış çıkmaz.

Hem eşitlik, hem özgürlük için var olduğumuzu göstermeliyiz. Bugün bu oyunları bozmanın toplumu parçalayan siyasetlerin önüne geçmenin en önemli ayağı Kürt sorununun bugünkü evresinde yeni bir siyaseti dillendirmektir.

Bu sorun ne devletin, ne PKK’nın, ne de bölgede hegemonya kavgası sürdüren emperyalistlerin “diplomasisine” terk edilemez. Şimdi çözümsüzlüğü ve beraberinde parçalanmayı yaratan bu seslerin karşısında başka bir sese ihtiyaç var.

Kürt sorunu yeni bir aşamaya evrilmiştir. 2005 Newroz’u yeni sürecin miladı dır. Mersin’de Türk bayrağının yakılma girişimi ve sonrasında geliştirilen linç psikolojisi, çatışmaların yeniden başlaması, Şemdinli vakası, Diyarbakır olayları, Şemdinli iddianamesini hazırlayan savcının görevden alınması, sorunun tekrar bir asayiş sorunu olarak değerlendirilmesi, yeni Terörle Mücadele Yasası’nın hazırlanması, TSK’nın sınır ötesi operasyon için sınır bölgelerine asker sevkıyatı arada verilen küçük muhtıralar ve siyasette ordunun artan rolü ve iktidar ilişkilerindeki kayma bu sürecin özet görüntüleridir.

Bu süreç yönetenler ve PKK bakımından, karşılıklı olarak birbirini besler hale gelmiş çözümsüzlük siyasetinin geliştiği bir süreçtir. Bu çözümsüzlük siyaseti özellikle batıda Kürtler’le iç içe yaşanan yerlerde toplumsal çatışmalara yol açacak bir durum yaratmaktadır.

Bugün çözümsüzlüğü aşacak barışçıl, demokratik çözümün olanaklarını yaratmaya ihtiyaç vardır. Bunun bir yanı yaşadığımız-çalıştığımız her yerde bu çözümsüzlükten beslenen ve provoke edilen gerilimlerde tahammülü, anlamayı, konuşabilmeyi, tartışabilmeyi hakim kılacak müdahaleleri geliştirmek ise diğer yanı da barışçıl, demokratik siyaset olanaklarının artırılması ve bu alanın geliştirilmesidir. Bunun ilk ve önemli adımı ise “seçim sistemi, siyasi partiler yasası ve seçim barajları”dır.

Çözüm olanaklarının yaratılacağı yerler öncelikli olarak çözümsüzlüğün en çok tahribat yaratacağı yerlerdir. Şimdi yapılması gereken mahallelerde ve sokaklarda Türk- Kürt çatışmasına karşı barışı ve bir arada yaşamayı örgütlemektir. Ortak inisiyatifler oluşturmak, bu inisiyatifleri güçlendirmektir. Karşılıklı ön yargıları giderecek, ortak paylaşma ve dayanışma zeminlerini oluşturacak işleri çoğaltmaktır.

ÖDP işte bunun için: “Özgür, Eşit, Demokratik bir Türkiye’de Birarada Yaşamı Savunalım” başlığında bir siyasal faaliyet başlatıyor. ÖDP bu faaliyet kapsamında birarada yaşama programını ilan edecek, bu programı bütün halkımızla paylaşacak, mahallelerde ve sokaklarda birarada yaşamı savunma inisiyatiflerini geliştirmeyi ve bu inisiyatiflerin önünü açmayı hedefleyecek, 25 Haziran’da İstanbul’da Özgür, Eşit, Demokratik Bir Türkiye’de Birarada Yaşamı Savunanlarla büyük bir buluşma gerçekleştirecek, 26 Haziran’da ise illerden temsilcilerle, illerde hazırlanmış Halkın Dosyalarını gerekli yerlere iletecektir.

TOPLUMU PARÇALAYAN
MİLLİYETÇİLİĞE VE NEO-LİBERALİZME TESLİM OLMAYACAĞIZ!

ÖZGÜR EŞİT DEMOKRATİK BİR TÜRKİYE KURACAĞIZ!
BİRARADA YAŞAMI SAVUNACAĞIZ!

17 Mayıs 2006

Donnerstag, 25. Mai 2006

Gericilik, laiklik ve devrimcilik...

Şimdi bütün emperyalist gerici güçlerin, Kürt - Türk çatışması temelindeki etnik çelişkilerle birlikte, bu laik anti-laik çelişkisi üzerinde oyunlar oynamakta olduğu Türkiye'nin, en çok ihtiyacı olan ve Özbilgin'in cenazesine katılan on binlerin duymak istediği ses, bütün tereddütlü ve ikircimli yaklaşımları bir yana bırakan bir devrimci sesin yükseltilmesinden başka bir şey değildir.
Danıştay'a yönelik saldırı Türkiye'nin içinde bulunduğu karmaşık güç ilişkilerini açığa çıkaran bir turnusol rolü oynadı. Saldırıda hedef alınan Danıştay, türban kararının yanı sıra, özelleştirme konusundaki yürütmeyi durdurma kararlarıyla da hükümetin başını ağrıtan bir kurumdu.

Olay günlerdir değişik yönlerden analiz ediliyor. İlk günlerdeki bulanık hava dağılmış gibi görünmesine karşın, henüz işin arkasının arkasında ne olduğu hâlâ büyük ölçüde bir muamma olarak ortada duruyor.

Olayda soru işaretlerini akla getiren pek çok özellik vardır.

Saldırıyı gerçekleştiren kişinin kimliği ve tuhaf ilişkileri ortadayken, yakalanma olasılığı neredeyse yüzde yüz bir konumda işlenmiş olması dikkat çekicidir. Bu husus saldırının, olayın kaynağına dair arkada bilinçli olarak iz bırakarak adres gösterecek şekilde tertiplendiğini düşündürmektedir.

Hükümet kanadının daha ilk anda "sürprizlere hazır olun" diye haber verdiği) bu izlerden giderek neredeyse olayı kendi iktidarlarına karşı, "cumhurbaşkanlığı seçimini engellemeye ve erken seçimi öne aldırmaya yönelik (asker kaynaklı) bir tertip" olarak göstermesi de çok kolay olmuştur.

Bu durumu yalnızca emniyetin bir başarısı veya ilgili kişilerin vurdumduymazlığı olarak değerlendirmek olayı fazlaca basite indirgemek olacaktır. Bu durum, saldırıda kullanılan kişi etrafında ortaya çıkarılan görüntünün arka planında pek çok soru işaretinin olduğunu gösteren bir husustur.

Başka birilerince yapıldığı süsü verilen suikast ve cinayetler düzenlemek (ABD mahreçli) kontrgerilla taktiklerinin en çok bilinenlerinden biridir. Bu ülkede bunun çok örneklerini gördük.

Olayda açığa çıkmaları istenerek kullanılan kişilerin nitelikleri de bunu gösteriyor.

Ne yapmalı?

Olayın karmaşık niteliği büyük ölçüde, Türkiye'de yaşanan ve küresel emperyalist güçlerin Ortadoğu siyasetleriyle bağlantılı yoğun müdahaleleriyle gelişen sürecin karmaşık yapısından kaynaklanıyor. Bu karmaşık ve bilinmezlerle yüklü yapının çoğu kez "aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık" türünden ikilemlere yol açtığı da doğrudur.

Bugün toplumda AKP iktidarına yaslanarak geliştirilen yaygın bir muhafazakârlaşma ve aynı doğrultuda yoğunlaşan kadrolaşmayla birlikte, buna karşı laiklik temelinde yükselen yaygın tepkiler var.

Bu gün Türkiye'de gericiliğin ve muhafaza-kârlaşmanın geniş bir taban bulabilmesin bir nedeni, ona karşı devrimci bir seçeneğin gelişme koşullarının 12 eylül den bu yana sistemli olarak ortadan kaldırılmış olmasıdır.

Gericiliğin ve muhafazakârlığın alternatifi, şimdi bir askeri müdahale veya ulusalcı seçeneklere yönlendirilmeye çalışılan laiklik olamaz. Tersine bu doğrultudaki zorlamalar gericiliğin ve muhafazakârlığın, son örnekte de görüldüğü gibi toplum indinde meşruiyet kazanmasına yardım eder.

Bir dünya görüşü temelinde gelişen muhafazakârlığın ve gericiliğin tek seçeneği laikliği kendi özgürlükçü dünya görüşünde içeren bilimsel devrimci dünya görüşüdür; tek kelimeyle devrimciliktir.

Şimdi bütün emperyalist gerici güçlerin, Kürt - Türk çatışması temelindeki etnik çelişkilerle birlikte, bu laik anti-laik çelişkisi üzerinde oyunlar oynamakta olduğu Türkiye'nin, en çok ihtiyacı olan ve Özbilgin'in cenazesine katılan on binlerin duymak istediği ses, bütün tereddütlü ve ikircimli yaklaşımları bir yana bırakan bir devrimci sesin yükseltilmesinden başka bir şey değildir.

Oğuzhan Müftüoüğlu

Halk Sarmaşığını Programlaştıralım

İddiamız ’11, tezimizde’ yani Marks’ın mealen söylediği üzere ‘artık dünyayı yorumlamak yetmiyor bunu değiştirmek lazım’ şeklindeki ‘tek yol devrim’ anlayışında yetmiyor mu?
ÖDP’nin hali hazırda yıl önce kaleme alınan bir programı var. Ama bana göre yeni program güncelleştirme ihtiyacının da ötesinde bir muhteva taşımalı, özellikle özgürlükçü sosyalizm denince muradamız nedir? İşte program bunu ikna edici biçimde, ‘sosyalizmi yeniden inanılır bir dava kılma’nın vesilesi haline getiren bir çabanın ürünü olabilecek mi? Mesela sorun tam da program ve özgürlükçü sosyalizm kavramları birlikte telefuz edildiğinde ortaya çıkıyor. Zira bunun karşısına hemen ‘kitlesel bir sol partiden vazgeçilecek mi’ şeklinde gayet meşru bir soru dikiliyor. Çünkü kendisine ‘özgürlükçü sosyalist’ demeyi tercih etmeyen solcularında böyle bir partide yer alması lazım. Ancak özgürlükçü sosyalizm tanım gereği kendisinden olmayanı yasaklamayan bir zihniyetin ürünü olacağından ‘biz’ ve ‘öteki’ çatışmasına meydan verilmeyeceğini şimdiden söyleyebiliriz.

Yasak Koymayı Yasaklamak

ÖDP’nin programı söz konusu olduğunda, bunu diğer siyasi partilerle aynı kulvarda ve onların bir seçeneği olarak tasavvur etmek, yada eski tür sol partilerin programlarını günümüz koşullarına uyarlamak denli yanlış bir tercih düşünülemez. Orta yere bir vaatler kataloğu konulduğunda, ‘biz iktidara gelirsek sorunlarınızı çözeriz’ anlayışına takılıp kalındığında, reel politikanın çıkmaz sokağına girilmiş demektir. Çünkü kanımca, özgürlükçü sosyalizmde çözümlere dair vaatler bulunamayacaktır; bunun yerine ‘kendi sorularımızı kendi cevaplarımızı birlikte bulacağız’, ‘çözümü birlikte kotaracağız’ şeklinde verilmiş bir SÖZ yer alacaktır. İddiamız ’11, tezimizde’ yani Marks’ın mealen söylediği üzere ‘artık dünyayı yorumlamak yetmiyor bunu değiştirmek lazım’ şeklindeki ‘tek yol devrim’ anlayışında yetmiyor mu? Cennet vaat etmemeliyiz, lakin cümlemize cinnet gitirten şu cehennem gezegenindeki en makul itirazlardan birisi olduğumuzu da yeterince dile getirebilmeliyiz. Bu anlamdaki özgürlükçülük ise (felsefi bakımdan anarşizmin çıkmazına girmeden) ‘yasak koymayı yasaklamak’ kuralında ifade edilirse, böylesi sanırım iyi bir başlangıç olabilir. Yasaklamak yerine bu kavrama konu olan fiileri ve zihniyetleri geçersizleştireceğimiz ve gereksizleştireceğimiz bir başka dünya tasavvurunu ete kemiğe büründürmek şartı ile elbetti.

Özgürlüğümüzü yeniden üretebileceğimiz gezegen, mekanik zihniyet üzerine yükselen, sanayi devrimi ve onun evladı olan kapitalizm karşısındaki itirazların da yeniden üretilmesinin zorunlu hale geldiği farklı bir iklime büründü. Dolayısıyla, özgürlükçü sosyalizm programına, mekanik kapitalizm yerine geçen digital kapitalizm karşısında bilişim devriminin nimetlerinden yararlanabilen yeni bir devrimci zihniyetin ‘paradigmanın’ damgasını vurması kaçınılmaz. Kuşkusuz bu bağlamdaki derdimizi ifade edebilmek için, yeni bir ‘dil’ lazımdır; yani yeni kavramlar icat etmek anlamında değil, kimi yerde yeni gramer kurallarıyla kimi yerde vurguları daha belirgin hale getirecek yeni bir aksanla, derdimizi eğip bükmeden anlatabileceğimiz, yeni bir ‘söylem’… Mesela, sosyalizmin tarihsel bir dönemini yıllar önce geride bırakmış olmamıza rağmen yeni bir tarihsel dönemi hakikaten başlatabilmek için ‘devletçi sosyalizm’ töhmetinden kurtulabilmek nasıl mümkün olacak. Devlet vurgusunun olduğu yerde, kaçınılmaz şekilde ‘millet’ vurgusu da yapılıyor ve siyaset sahnesinde ‘ulusal solcular’ at koşturmaya başlıyor.

ÖDP’nin programı, özgürlükçü sosyalizm tahayyülü nasıl inanılır kılınacak sorununun çözümü düzleminde de ele alınabilir. Bu düzlemde zihniyet ya da ideolojik bakımdan modernite-postmodernite ikilemini aşmak zorunlu. Modernist paradigmanın, solun bir önceki tarihsel dönemine damgasını vurduğu aşikar; kuşkusuz solun da moderniteye yönelik eleştirileri oldu ve bu şekilde sol da moderniteyi kimi zaman etkiledi. Peki günümüzde modernite ile kurulan ilişkinin tamamen kopartılıp bu kez postmodernite ile benzer bir ilişkinin kurulması mı gerekiyor? Kimi zaman feminist, ekolojist, anti-militarist sıfatları taşıyan ‘yeni toplumsal hareketler’ toplumsal sınıf yerine toplumsal kimlikler yapılan vurgular postmodern bir paradigma çerçevesinde değerlendiriyor. Açıkça konuşmak gerekirse özgürlükçü sosyalizmi savunanlarda bir ayağı modernitede diğer ayağı postmodernitede bir görünüm sergileyebiliyor. Sınıf mücadelesine atıfta bulunurken, ezilen sınıfların sorunlarını ela alırken, kimlikler dünyasına giden yeni yollar da keşfedilebiliyor. Toplumu kimliklere göre sınıflandırıp, toplumsal sınıfları (devre dışı bırakmaz söz konusu olmasa da) ‘alt kimlik’ düzeyinde ele almak gerekir mi? Ya da özgürlükçü sosyalizm bakımından bir ‘üst kimlik’ ihtiyacı var mıdır?

Özgürlük ve Eşitlik

Modernite döneminin de bir ürünü sayılabilen ‘devletçi sosyalizm’ töhmetinden kurtulabilmenin ilk şartı, özgürlükçü sosyalizmi, toplumsal muhalefet bileşenlerini birleştiren bir ‘aidiyet’ haline getirebilmektir. Günümüzde toplumsal muhalefetin bileşenleri kendilerini kimlikleri ile sınırlayarak, solculuğa ikame ettikleri başka davalar güdüyor. Öyle ki her bileşen kendi aslına, ‘kimliğine’ vücu edebiliyor. Bu kimi zaman din-mezhep davası, kimi zaman milliyet davası olabilirken, toplumsal sınıf bazında ‘alan ideolojisi’ ile sınırlı bir muhtevada tezahür edebiliyor. Alan ideolojisi ise feminist, ekolojist vb. ‘yeni toplumsal hareketlere’ özgü tercihlerin ötesinde, emek ekseninde de muhalif öğretmen için öğretmen davası, işçi için işi davası şekline kendini dayatabiliyor. Demek ki, dünyayı değiştirmeye ve bunun içinde yaşadığı ülkedeki sömürü düzenini değiştirmeye ahdetmiş bir solculuk noksan olduğu ölçüde bu bileşenleri ‘birleştiren’ başka tür bir aidiyet öne çıkabiliyor…O halde sorun toplumsal muhalefetin nasılı olup da kendini yeniden solculuğa ve sosyalizme ait hissedebileceği ise, burada, solculuğun ‘bilinen’ bütün tanımlarını şimdilik bir kenara bırakıp onun ‘hakkaniyet’ anlayışının ‘olmazsa olmaz’ı olan iki parametrenin altını çizmekte yarar vardır: özgürlük ve eşitlik.

Bir: özgürlükler bir bütündür; birisi olmayınca diğerleri de var sayılmaz. İki: özgürlükler izafidir; kendi dışındakilerin köle olmasına zemin hazırlayan bir özgürlük kabul edilemez. Üç: özgürlük böyle bir çerçevede, eşitliğe tabi olmalıdır. İnsanlara ve topluluklara eşit haklar ve imkanlar tanımayan bir özgürlük anlayışı, biri eli kolu bağlı, diğeri serbest iki kişinin yemek yemekte özgür bırakılmasındaki sonucu doğurur. Dört: özgürlük, bütüncül ve izafi ve eşitliğe tabi bir zihniyetin ürünü olabildiği ölçüde çoğulcu olabilir. Böyle bir çerçevede her birey özgürce kendi geleceğini tasarlayabilir; sınıfsal, dinsel, ulusal her topluluk kendi çıkarlarını özgürce savunarak kendi kaderlerini özgürce tayin edebilir.

Partimizin niteliğini ifade ettiğimiz ‘dayanışma’ iddiamız da işte böyle bir özgürlük ve eşitlik zemininde hayata geçirilebilir. Sol cenah, oldum olası, savunuculuğunu yüklendiği emekçilere ‘doğru’nun ne olduğunu göstermekle kendini yükümlü kılmıştır. Oysa, mesela, siyasal İslamcılar neyin doğru olduğuna inanıyorsa, bunu önce hayat tarzı haline getiriyor ve ‘yoksullara’ bu hayat tarzını tebliğ ediyor. Yani biz de onlara önerdiğimiz bir hayat tarzını ‘paylaşmaya’ davet etsek, daha doğru olmaz m? Elbet, önce paylaşılacak türden bir ‘kendi’ hayatımızın olması lazım ve üstelik buna da imrenilmesi lazım. Aksi halde, yani paylaşmanın, dayanışmanın olmadığı bir halde, solcuların ‘dışardan’ seslendiği yoksullar, mazlumlar kendileri sürekli ‘yardıma muhtaç olma’ pozisyonunda hissedecektir. Solculuk ve halkımız arasındaki eşitsiz ilişki ve yabancılaşma ise sürgit devam edecektir.

Zaten ‘komünist’ ne demektir ki? ‘Komün’-ist, yani komüncü olma değil mi? Komünist en kısa tarifiyle eşit ve özgür ilişkiler kurarak ortaklaşarak, dayanışarak yaşamak… Demem şu ki, mesela öncelikle iktisadi sorunların (geçim derdini!) beraber çözebilenler, diğer sosyal ve kültürel dayanışmanın çeşitli biçimlerine de dört elle sarılma alışkanlığını edinirler. Bu komüncü alışkanlıkla mahalledeki cenaze, düğün, şenlik gibi her topluluksal olayın içinde de en önde yer alabilirler. Siyaset yaptıklarında da inandırıcı olurlar. Çünkü durdukları yerde sosyalleşmişlerdir; benciliklerini törpülemişlerdir. Bu yüzden ÖDP’nin en önemli kongre kararlarından birisi olan ‘halk sarmaşığı’ politikası, ÖDP programının ekseni ve mutlaka yol gösterici bir anlayışı olarak yeniden formüle edilmelidir.

Melih Pekdemir

Mittwoch, 24. Mai 2006

TÜRKİYE’NİN GELECEĞİNE SAHİP ÇIKMALIYIZ

AKP tarafından uluslar arası sermaye güçlerinin çıkarları doğrultusunda yürütülen politikalara kararlılıkla karşı çıkan, sermayenin yeni sağ liberal ve milliyetçi politikaları karşısındaki en geniş çevreleri destekleyen, bu güçleri Türkiye’nin geleceğine devrimci bir anlayışla sahip çıkmak temelinde birleştirmeyi hedefleyen bir politik hat izlenmelidir.

Başka türlü bir Türkiye mümkün iddiasını somut ve ciddi bir iddia haline getirebilmek, başka türlü mümkün olamaz.

Ancak bu şekilde kazanma umudunu toplumun en geniş kesimleri içinde yeniden ateşleyerek umutsuzluk sarmalını kırabilir, hayatın içindeki çalışma ve örgütlenmelere ayağını sağlamca basabilen bir devrimci hareketi geliştirebiliriz.

Bunun için Türkiye’nin geleceğine sahip çıkmalıyız!

Özgürlük ve Dayanışma Partisi, Türkiye’nin uluslar arası sermayenin yeni küresel yönelimleri doğrultusunda yapısal bir değişim sürecine girdiği dönemde, solun ve emek güçlerinin bu sürece madahil olma ihtiyacının da bir ifadesi olarak kurulmuştu. Bir yandan 12 Eylül yenilgisinin diğer yandan dünya sosyalist hareketinde yaşanan gerilemenin etkisiyle güçsüz ve dağınık durumdaki sol hareket açısından bu proje aynı zamanda bir yenilenme projesi olarak da kabul ediliyordu.

Aradan geçen on yılın sonunda karşımıza çıkan Türkiye tablosuna bakarak, o dönemde ülkenin politik hayatına yönelik böyle bir müdahale çabasının ne kadar erekle veya ereksiz olduğu ve ÖDP pratiğinin amaçlara ulaşmada ne kadar başarılı olduğunu, artıları ve eksileriyle birlikte tartışmak kuşkusuz mümkündür.

Ama bu, artık tarihçilerin işi sayılması gereken ayrı bir konudur. Bu gün siyaseten yapılması gereken şey, koşullarda meydana gelen değişimleri doğru olarak saptamak ve politik hedefleri yeniden belirlemektir. ÖDP’nin kuruluşundan bu yana, Türkiye büyük bir hızla, küresel emperyalist sistemin yeni düzenine entegrasyon doğrultusunda büyük bir mesafe almış durumda. Bu gün artık ülkemizin ekonomisinden idari yapısına, hukukundan siyasetine kadar her şey büyük ölçüde ABD’nin başını çektiği uluslar arası sermaye düzeninin gereklerine göre yapılanıyor.

Aralarındaki bazı nüanslara karşın, bugün, uluslar arası sermaye ile bütünleşmiş sermaye kesimleri ve oları temsil eden siyasi partiler tarafından esas olarak benimsenmiş olan bu politika, AKP hükümeti tarafından daha bir kararlılıkla sürdürülmektedir ve Türkiye’nin resmi devlet politikası haline gelmiş durumdadır.

Mevcut/eski düzenden ve devlet yapısından memnun olmayan geniş toplum kesimleri, ‘yenileşme’ adına sürdürülen bu sağ liberal değişim sürecine umut bağlıyor. Bu politikalara karşı oluşan toplumsal tepkiler de, milliyetçi muhafazakar eğitimlere yöneliyor.

Ülkenin siyaset zemini de bu yönelimler etrafında sağ liberal ve milliyetçilik temelindeki iki ana kampa ayrılmıştır. Devrimci siyaset de, aslında ikisi de kapitalist düzenin farklı almaşıklarından ibaret olan bu iki karşı dalga arasında sıkışıp kalmış durumdadır.

Geleneksel sol çevrede yer alan önemli bir kesim, devletin ve mevcut sistemin karakteri karşısında, (küreselleşmenin ve aynı doğrultudaki AB sürecinin eski bürokratik yapıları dönüştürmeyi hedefleyen) bir “demokratik gelişmeye” tekabül etmesi nedeniyle yeni sağ liberal değişim süreci doğrultusundaki politikaları benimseme eğilimindedir. Sosyalist hareketin son çeyrek yüz yılda yaşadığı yenilgi ve gerileme nedeniyle oluşan yaygın umutsuzluk da bu eğilimleri besliyor, bir ehveni şer mantığıyla olumluyor. Bu çerçeve içinde kalan solda, AKP’nin Türkiye’yi sermayenin yeni küresel düzenine eklemleme doğrultusundaki sağ liberal politikalarına, insan hakları ve demokratikleşme alanlarındaki nispi gelişmelere endekslenmiş, bazen açık, bazen dolaylı bir onay tavrı yaygın bir eğilimdir.

Buna karşı gene azımsanamayacak bir kesim, emperyalist devletlerin yönlendiriciliği ve baskısı altında gelişmekte olmasının da etkisiyle bu liberal değişim sürecine karşı milliyetçi ve devletçi bir çizgiye savrulmuş durumdadır.

Genel olarak solun ve devrimci siyasi faaliyetlerin ülkede ciddi bir devrimci siyasi güç haline dönüşememesinde, bu ideolojik temelden kaynaklanan güç kaymalarının, tereddütlü eğilimlerin belirleyici rolü vardır.

Bu koşulların bir sonucu olarak sol, ülkenin geleceğine ilişkin herhangi bir iddia sahibi olmaktan uzaklaşmıştır. Genel olarak sol yapılara hakim olan tarz, kendi içine dönük (kendisi için) siyaset yapmaya ve kendi gücünü konsolide etmeye endekslenmiş siyaset tarzıdır. Bu anlayışların egemen olduğu bir ortamdan yeniden devrimci bir siyasetin geliştirilmesi mümkün olmayacaktır.

Aslında bütün dünyada olduğu gibi bizim ülkemizde de özelleştirmeler yoluyla kamusal alanı ortadan kaldıran, sosyal hakları tasfiye eden, işsizliği ve gelir dağılımındaki adaletsizliği toplumdaki eşitsizlikleri daha da arttıran neo liberal politikalar karşısındaki tepkiler büyük bir potansiyel güç oluşturmaktadır.

Zaman zaman bu tepkiler değişik alanlarda güçlü direniş hareketlerine de dönüşmektedir.

Ancak bu direnişler mevzii savunma anlayışı içerisinde kendi alanlarıyla sınırlı ve etkisiz kalmakta ve süreci tersine çevirebilecek siyasi kanallara akmamakta, dolayısıyla sonuç alıcı politikalara yönelememektedir. Toplumdaki çaresizlik ve umutsuzluk ortamını besleyen bu durum, sonuçta neo liberal politikalardan yaşamları olumsuz etkilenen ve gidişattan hoşnutsuz olan kesimlerin ve milliyetçi veya dinsel tepki kanallarına savrulmasına, ya da siyaset dışı bir pasiflik ve teslimiyet çizgisine çekilmesine sonuç olarak toplumda sağın daha da güç kazanmasına yol açmaktadır.

Bu koşullar altında, milliyetçi ve sağ liberal politikalar karşısında ülkenin geleceğine, ÖDP’nin savunduğu emekten yana özgürlükçü sol düşünceler temelinde sahip çıkan bir politika daha büyük bir kararlılıkla ve iddiayla hayata geçirilmelidir.

AKP tarafından uluslar arası sermaye güçlerinin çıkarları doğrultusunda yürütülen politikalara kararlılıkla karşı çıkan, sermayenin yeni sağ liberal ve milliyetçi politikaları karşısındaki en geniş çevreleri destekleyen, bu güçleri Türkiye’nin geleceğine devrimci bir anlayışla sahip çıkmak temelinde birleştirmeyi hedefleyen bir politik hat izlenmelidir.

Başka türlü bir Türkiye mümkün iddiasını somut ve ciddi bir iddia haline getirebilmek, başka türlü mümkün olamaz.

Ancak bu şekilde kazanma umudunu toplumun en geniş kesimleri içinde yeniden ateşleyerek umutsuzluk sarmalını kırabilir, hayatın içindeki çalışma ve örgütlenmelere ayağını sağlamca basabilen bir devrimci hareketi geliştirebiliriz.

Bunun için Türkiye’nin geleceğine sahip çıkmalıyız! ÖDP’nin kuruluş gerekçesinin özü de kısaca budur.

Oğuzhan MÜFTÜOĞLU (BirGün gazetesi )

Dienstag, 23. Mai 2006

Bu filmi gördük

Önce Cumhuriyet Gazetesi'nde arka arkaya patlayan bombalar, ardından Danıştay baskınında işlenen cinayet, bir gerilim döneminin kapısını araladı. Yıllardır aynı film durmaksızın vizyona sokuluyor. Danıştay'a yönelik kanlı baskının tetikçisi, daha önce yaşadığımız cinayetlerin tetikçileriyle benzer bir özgeçmişe sahip. Ülkücü, Hizbullah bulaşığı, emekli bir subayla ilişkili, Sedat Peker'in avukatının yanında staj görmüş vb. Öyle görünüyor ki; Mehmet Ali Ağca, Kartal Demirağ gibi benzer cinayet ya da suikast zanlılarıyla Alparslan Aslan aynı akıbeti paylaşacak. ABD ya da İran bağlantısı üzerine teoriler geliştirilecek; cinayetin arkasında El Kaide gibi örgütlerin, TİT gibi "kontrgerilla"yı çağrıştıran ne olduğu belirsiz yapıların olduğu üzerine tefrikalar yayınlanacak, bazı gizli servislerin adamı olduğu iddia edilecek ama biz hiçbir zaman gerçeği bilemeyeceğiz.

Belki de tek gerçek, yüzyıldır bu topraklarda boy vermiş olan siyasal kültürün Alparslan Aslan'lar yaratmaya uygun bir iklime sahip olmasıdır. Siyasal farklılıkların her zaman siyasal cinayetlere, insanlık dışı katliamlara dönüşme potansiyeli taşıdığı bir ülke burası. Her türlü toplumsal gerilimin çözümünü taraflardan birinin yok edilmesinde, bastırılmasında gören; demokrasiyi toplumsal hayatın temeli olarak değil, rejim düşmanlarının gelişmesine olanak tanıyan bir zaaf olarak algılayan bir "yönetme tarzı" hemen hemen her toplumsal hareketin üzerinde hemfikir olduğu tek uzlaşma noktası gibi.

"Katil Başbakan" diye bağıran kalabalıkların tepkisini sürekli kılmasından söz eden bir Genelkurmay Başkanı, cinayetten Başbakana sorumlu tutan bir ana muhalefet lideri, ana muhalefet partisi liderini bir "komplo"nun parçası olmakla suçlayan Başbakan herhalde dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde rastlanmayacak tuhaflıklardır. Bu sert üslupların tanıklık ettiği şey ise karşı karşıya olduğumuz krizin derinliğidir.

AKP hükümetinin, TBMM'de yeterli sayıya sahip olsa da, ülke genelinde bu "sayısal çoğunlukla" uyumlu bir siyasal çoğunluğa sahip olmadığı açık. Buna karşın bir iktidar açlığı içinde, devlet içindeki bütün önemli noktaları ele geçirmeye, bunu Cumhurbaşkanlığı makamıyla taçlandırmaya çalışması gerilimin ana kaynağını oluşturuyor. Türban çekişmesinin ardında yatan da esas olarak bu "güç savaşıdır".

Cumhuriyet rejiminin seçkinci elitleriyle, giderek onlara benzeyen siyasal İslamcıların güç savaşı çok açıktır ki geniş halk kitleleri açısından olumlu bir sonuç yaratmayacaktır.

Türkiye'nin modernleşme sürecine karşı çıkışın bir simgesi haline dönüştürülen "türban" aslında inançlarına göre yaşamak isteyen kadınların değil, Türkiye'nin temel sorunlarının örtüsü haline dönüşmüş durumdadır.

AKP iktidarı altında ülkenin hiçbir temel sorunu çözülmedi. IMF politikalarıyla ayakta tutulan ekonominin ne denli kırılgan bir dengede olduğu; AB'nin baskılarıyla gündeme alınan "reform paketlerinin" bir türlü uygulama alanına geçemediği apaçık ortada. Bir de buna dış politikada ABD'nin dümen suyundan gitme hevesi eklendiğinde, çok daha vahim bir tabloyla karşı karşıya olduğumuz görülecektir.

Cinayetlerin gölgesinde yürütülen bir <>"iktidar oyununda" belki AKP hükümetinin devrilmesi mümkündür, ama tarih göstermektedir ki, bu şekilde bir gidişin her zaman bir geri gelişi olmaktadır. Türkiye'yi demokrasinin askıya alındığı bir rejime sürüklemek isteyenlerin hesaba katması gereken en önemli nokta, siyasal İslamın 12 Eylül ve 28 Şubat'ın toprağında büyüdüğü gerçeğidir. Aslında formül çok basit. Laikliğin tek güvencesi özgürlüklerin ve demokrasinin geliştirilmesi, siyasetin halkın karar alma süreçlerine katıldığı bir çerçeveye kavuşturulmasıdır.

Bülent Forta bulentforta@birgun.net

Dienstag, 16. Mai 2006

Hayatınızdaki Tüm Annelere...

21 senelik evlilikten sonra "aşk ışıltısını" canlı tutmanın yeni bir yolunu buldum. Bir süre önce, başka bir kadınla çıkmaya başladım ve bu aslında eşimin fikriydi. Bir gün eşim, beni çok şaşırtarak:

"Biliyorum ki onu seviyorsun" dedi .

Şiddetle itiraz ettim: "Ama ben seni seviyorum!!!"

"Biliyorum ama aynı zamanda onu da seviyorsun. Ona da zaman ayırman gerekiyor"

Karımın, ziyaret etmemi istediği "öbür kadın", 19 yıldır dul olan annemdi. İşimin yoğunluğu ve üç çocuğumun beklentileri sebebiyle annemi görme fırsatım pek olamıyordu. O akşam annemi yemeğe ve ardından sinemaya davet ettim. Endişelendi ve hemen "İyi misin, her şey yolunda mı" diye sordu.

Annem de geç saatte gelen bir telefonun veya sürpriz bir davetin mutlaka kötü bir anlamı olacağından şüphelenen tipte kadınlardandı.

"Seninle beraber ikimizin biraz zaman geçirmemizin güzel olacağını düşündüm" diye yanıtladım. Sadece ikimiz mi?" Biraz düşündü ve "Çok isterim" diye cevap verdi.

O Cuma, iş çıkışı onu almaya giderken kendimi biraz gergin hissediyordum. Eve vardığımda fark ettim ki o da, randevumuzdan ötürü hafif gergin görünüyordu. Kapısının önünde, paltosunu çoktan giymiş bir şekilde bekliyordu. Saçlarını yaptırmıştı ve üzerinde babamla kutladıkları son evlilik yıldönümlerinde giydiği elbise vardı.

Bana melekler kadar ışıltılı bir yüzle gülümsedi. Arabaya bindiğimizde "Arkadaşlarıma oğlumla dışarı çıkacağımı söyledim ve gerçekten çok etkilendiler" dedi. "Randevumuzun nasıl geçtiğini duymak için sabırsızlanıyorlar."

Gittiğimiz restoran, çok şık olmasa da sevimli, sıcak ve servisin kaliteli olduğu bir mekândı. Annemse, bir kraliçe edasıyla koluma girdi. Yerimize oturduktan sonra ona menüyü okumam gerekmişti, çünkü küçük yazıları göremiyordu. Ben daha menünün ortalarındayken annemin nemli gözlerle ve nostaljik bir gülüşle bana bakmakta olduğunu fark ettim:

"Eskiden, sen küçükken, menüleri okuyan bendim, sense meraklı bakışlarla beni dinlerdin" dedi. Ben de gülümsedim: "O zaman, şimdi senin rahat rahat oturma sıran ve ben de okuyarak borcumu ödeyebilirim" dedim.

Yemek boyunca muhabbetimiz çok güzeldi, sıra dışı hiçbir şey olmadı ama eskilerden ve hayatlarımızdaki yeniliklerden bahsederek kaybettiğimiz zamanın birazını telafi etmeye çalıştık. O kadar çok konuştuk ve eğlendik ki film saatini kaçırdık. Akşam annemi bırakırken; "Seninle tekrar çıkmak isterim ama ancak bu sefer benim seni davet etmeme izin verirsen" dedi ve bir akşam tekrar buluşmakta karar kıldık.

Eve geldiğimde eşim yemeğin nasıl geçtiğini sordu: "Çok güzeldi" dedim. "Düşünebileceğimin çok üstündeydi".

Birkaç gün sonra annem aniden ciddi bir kalp krizi sonucu vefat etti. Bu o kadar ani gerçekleşmişti ki onun için bir şey daha yapma şansım olmamıştı. Birkaç zaman sonra evime, annemle yemek yediğimiz restorandan, ödenmiş iki kişilik bir yemek faturası ve üzerine iliştirilmiş bir not yollandı: "Oğlum, bu faturayı önceden ödedim, çünkü seninle kararlaştırdığımız randevu gününe gelemeyeceğimden neredeyse yüzde yüz emindim. Yine de iki kişilik bir yemek ayarladım çünkü bu sefer eşinle beraber gitmenizi istiyorum. Seninle olan o günkü randevumuzun benim için ne anlam ifade ettiğini bilemezsin. Seni Seviyorum."

O esnada, "Seni Seviyorum" demenin ve hayatta değer verdiğimiz insanlara hak ettikleri zamanı ayırmanın önemini anladım. Hayatta hiçbir şey ailenizden daha önemli değildir. Onlara hakları olan zamanı ve ilgiyi verin çünkü böyle şeyleri erteleyebileceğiniz "başka bir zaman"ı her istediğinizde yakalayamayabilirsiniz.



HAYATINIZDAKİ TÜM ANNELERE...


Berrin Karasıklı ..?

Mittwoch, 3. Mai 2006

Test...

536 imam hatip lisesinin 327'sini tek başına açarak, erişilmesi imkânsız bir rekor kıran devlet adamı kimdir?
a) Boris Yeltsin.
b) Papa II. Jean Paul.
c) Danyal Topatan.
d) Süleyman Demirel.

"Bir demokrasi ülkesinde din ve vicdan hürriyeti, eğitim hürriyeti kişinin temel hak ve hürriyetidir. Hâkim kılınacak olan şeyler, İslam'ın getirdiği ana kaidelerdir. Sünneti Seniyye'dir" diyen hürriyet abidesi kimdir?
a) Sünnetçi Kemal Özkan.
b) Ernesto Che Guevara.
c) Roberto Carlos.
d) Süleyman Demirel.

"İmam hatip liseleri, imam yetiştirsin diye açılmadı. Dinini bilen doktorlar, avukatlar, mühendisler olsun diye açıldı" diyen toplum mühendisi kimdir?
a) Mao Zedung.
b) Temel Reis.
c) Michael Jordan.
d) Süleyman Demirel.

"Yüzde 99'u Müslüman olan bir ülkede, dinini bilen insanlardan neden korkuluyor" diye soran mütedeyyin isyankâr kimdir?
a) Alexandr Sergeyeviç Puşkin.
b) Haile Selasiye.
c) Zagor Tenay.
d) Süleyman Demirel.

"Türkiye, laikliği dinsizlik olarak anlamış... Hâkim kılınacak olan Kuran'ın hükümleridir" diyen felsefe adamı kimdir?
a) Memati.
b) Aristoteles.
c) David Copperfield.
d) Süleyman Demirel.

Türkiye'de şu anda takunyalılar cirit attığına göre, Türkiye'de laikliği savunacak belki de en son kişi kimdir?
a) Antonio Banderas.
b) Luciano Pavarotti.
c) Kaptan Kirk.
d) Süleyman Demirel.

Yilmaz Özdil (Sabah)

Montag, 1. Mai 2006

Bir veda mektubu

dundar
"Şiir yazmak benim için her geçen gün zorlaşıyor" diyordu 1956'da Nâzım Hikmet, "Moskovalı Dostlara" başlıklı makalesinde:
"İlham mı gelmiyor yoksa yaşlılık belirtisi mi? Kim bilir belki de söyleyecek şeyim kalmadı. Halkımla bağımı yitirmiş olmamdan kaynaklanabilir mi? Bence neden bu değil. Peki öyleyse?"
Ona göre bu "ifade arayışı"ydı.
Oysa beklenen ilham çok yakında gelecek ve yine gürül gürül yazmaya başlayacaktı.
O halde niye yazamıyordu 1956'da?..
Cevabı kendisi de biliyordu aslında:
Âşık değildi.
***
Doktoru Galina Kolesnikova ile birlikte yaşıyordu Nâzım...
Galina'nın (ya da kısaca "Galya"nın) anıları "Nâzım'la 7 Yıl", geçen hafta Halkevleri Yayınları tarafından yayımlandı.
Usta şairin mahrem bir sandığının daha kapağı aralandı.
Nâzım, eşi Münevver'le oğlu Memet'i Türkiye'de bırakıp Moskova'ya kaçmıştı. Galina onun sadece doktoru değil, hemşiresi, sekreteri, tercümanı, mihmandarı, aşçısı, şoförü, muhasebecisiydi. Kendisini 4 kez Azrail'in elinden almıştı.
Peki sevdiği kadın mıydı?
Sanmıyorum.
Bunu iki şeyden anlıyoruz:
Ona hiç şiir yazmamasından...
Ve bu kitapta ilk kez yayımlanan mektuplardaki hitaplarından:
"Galuşka", "Hazin hazin öten kanaryam", "Güllü Hanım, a benim canım, sultanım, güzelim, şekerim"...vs...
Sevdiğiniz sizden "O çok iyi bir insandır", "Bende yeri başkadır" diye söz etmeye başladıysa dikkatli olun.
Nâzım çok değil, birkaç yıl sonra âşık olduğunda, sevdiği kadına şöyle hitap edecektir:
"Seviyorum seni,
ekmeği tuza banıp yer gibi/
geceleyin ateşler içinde uyanarak/
ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi..."
***
Nâzım 55 yaşındayken, 23'lük bir kıza sevdalanmıştı.
"Buna kalbin dayanmaz. 3 yılda ölürsün" demişti doktorlar.
Şair dostu Voznesenski'ye "Aşksız 10 yıl mı yaşayayım, aşkla 3 yıl mı?" diye sormuştu.
Cevabı kendisi vermişti bile:
"Aşkla 3 yıl yaşa"yacaktı.
Galina'ya şu mektubu bıraktı:
"Galya, merhaba. Bugün gidiyorum. Sağlığım fena sayılmaz. Çalışıyorum. Şiir yazdım. Münevver'e para gönderdiğin için teşekkür ederim. Ben senin sadık bir dostunum. Sen de benim kızımsın. Öpüyorum. Annene selam söyle. Güzel süveter için teşekkür ederim. Nâzım Hikmet."
***
Galina'nın anılarında ilk kez yayımlanan bu kısa mektuptaki hissiz cümleler, her kadın için yaralayıcı olsa gerek:
"Bugün gidiyorum"daki soğukluk...
"Şiir yazdım"daki keskin ima...
"Münevver'e para gönderme" teşekkürü...
"Kızımsın" itirafı...
Ve asıl beni vuran, o "güzel süveter..."
Nâzım, birlikte yaşadıkları evden pijama-terlik kaçtıktan sonra Galina o süveteri Şair'in özel şoförü ve arabasıyla birlikte yollamıştı ardı sıra; üşütüp hasta olmasın diye... İlaç, para, portakal, limon ve tıbbı talimatlarla birlikte...
Belki de bu şefkat yüzden Nâzım'ın Galina'ya "Beni affet" dediği son mektubu, şu hitapla başlıyordu:
"Canım, kızım, anam, yoldaşım, bacım, Memet'im, Münevver'im, Galyam!"
"Her şeyim" anlamı taşır gibi görünse de bu hitap aslında Nâzım'ın "terk ettiği her şey"in listesidir. Listeye son eklenen "Galya" olmuştur.
Nâzım şefkate sırt çevirip aşkın peşine koşmuştur.
Sonrası malum: Sevdayla birlikte şiire, sonra Galina'nın yasakladığı sigaraya, içkiye, uzun seyahatlere başladı Nâzım; Küba'ya, Tanganika'ya uçtu.
Ve doktorların tahmin ettiği gibi 3 yıl sonra öldü.
***
Galina'nın anılarının sonunda birbiri peşi sıra terk edilmiş iki kadının buluşma sahnesi var.
Nâzım'ı gömdükten sonra Galina, Münevver'le buluşuyor. Ona eski eşinin vasiyetnamesini teslim ediyor.
Gerisini Galina'dan okuyalım:
"Onun bütün bu yıllar zarfında çektiği sıkıntıları bildiğimi söyledim. 'Nâzım bana sizin ve Memet'in mektuplarını okurdu' dedim. Kır evine sizin ve oğlunuzun fotoğraflarını birlikte asmıştık. Çalışma masasında sizin fotoğraflarınız ve renkli İstanbul kartpostalları dururdu. Nâzım'ın ricasıyla size bizzat ben para gönderiyordum. Nâzım'la birlikte size elbise, Memet'e de bisiklet ve oyuncaklar almıştık.'"
***
Birlikte yaşadığı kadına, karısının adıyla seslenen bir erkek... O erkeğin karısına hediye alan, para yollayan bir kadın...
"Nâzım'la 7 Yıl" sadece bir şairin iç dünyasına değil, kadın-erkek ilişkisinin karanlık mağaralarına da ışık tutan bir fener:
Hem şaşırtıcı, hem öğretici...

can.dundar@e-kolay.net

Sonntag, 23. April 2006

Kendi içine dönmek

Türkiye halkın politik angajmanlarının güçlü olduğu; ancak tartışmaktan düşünce açıklamaktan daha çok "taraf" olma güdüsünün galebe çaldığı bir ülke. İslamcısından, radikal cumhuriyetçisine; milliyetçisinden sosyalistine uzanan politik kümeler esas olarak kendi toplumsal etkinliklerini artırmak için ülkenin genel ve son derece önemli sorunları karşısında düşünce geliştirmek yerine ayırdedici fikirlerine vurgu yapmakla yetiniyorlar.

Bu durumun sürüp gitmesi ise bitmek bilmeyen bir politik çekişme sürecine yol açıyor. Kürtler için "kimlik sorunu", islamcılar ve radikal cumhuriyetçiler için "laiklik sorunu"; milliyetçiler için "bölücülük", sosyalistler için "sermaye-emek çelişkisi" liberaller için "sermaye" en önemli konu. Kuşkusuz her politik düşüncenin dünyayı algılamaya ilişkin temel kavramlara sahip olması bu kavramlar ışığında politik mücadelesini kurgulaması anlaşılabilir bir durumdur. Yadırgatıcı olan ülkenin politik arenasında önemli aktörler olarak yer alan bu kümelerin politikayı sadece ve sadece bu temelde yürütmeleridir.

Örneğin "ulusların kaderini tayin hakkı" konusunda önemli bir tarihsel deneyime ve teorik mirasa sahip olan sosyalistler Kürt sorunu konusunda konuşmayı Kürt hareketlerine bırakmayı tercih ederler, laiklik konusundaki tartışmalara dahil olmak ise adeta bir "ayıp" gibidir; bu konu radikal cumhuriyetçilerle islamcılara aittir. Benzer bir bakış açısıyla "sermaye birikim rejimi" esas olarak liberallerin kafa yorması gereken bir durumdur.

Diğer taraftan örneğin islamcıların "sermaye birikim rejimi" hakkında ne düşündükleri, Kürt sorununu nasıl ele aldıkları ya da emek-sermaye ilişkileri hakkında nasıl bir yorum getirdikleri son derece meçhuldür. Bu durum diğer düşünce kümeleri içinde aynen geçerli sayılmalıdır.

Oysa bu ülkenin son derece köklü sorunlarına çözüm üretmeden sadece kendi ilişkilerini mobilize ederek herhangi bir politik hareketin toplumsal etkisini derinleştirip yaygın-laştırabilmesi mümkün değildir. O nedenle de 70 milyonluk bir ülkede bir siyasi parti ıo milyon kişinin oyunu almasına karşın muazzam bir parlamento gücü elde edebilmekte, ancak bir türlü gerçek manada iktidar olamamaktadır.

Gelir eşitsizliğinin üst boyutlarda olduğu, yeterli enerji kaynaklarına sahip olmayan, sermaye birikimi açısından tarihsel olarak gecikmiş; nüfusu hızla artan bir ülkede hangi sanayileşme stratejisiyle, kişi başına düşen milli gelirin artırılması ve gelişmiş ülkeler seviyesine çıkartılması mümkündür? Bölgeler arası eşitsizlikler, gelir dağılımındaki bozukluklar nasıl ve hangi yolla ortadan kaldırılacaktır? Türkiye'nin öncelikli sektörleri hangisidir? Bu sektörlerin "katma değer" yaratabilmesi için ne tür kaynaklar sağlanacaktır? Sorular çoğaltılabilir.

Bu soruların tek bir yanıtının olmadığı ortada, ancak ülkenin kaderinde söz sahibi olmak için politik arenada yer alan hiçbir siyasal kümenin bu temel sorunlara yanıt aradığına ilişkin bir belirti ortada görünmüyor. Genel olarak "aktüel politik" çekişmelerin içinde üretilen siyaset ise geniş halk kitleleri açısından inandırıcı olamıyor.

Mevcut düzenin sürmesinden yana olan diğerlerinin yaptıkları bir yana solun kendi içine dönen düşünsel dünyasının kabuğunu kırması gerekiyor. Sol kendini ülkenin ve dünyanın sorunları üzerinden değil de; kendi iç polemikleri üzerinden kurmaya devam ettikçe yeni yeni bölünmeler ve giderek geniş kitlelerden kopan bir "tarikat" görüntüsü varlığını sürdürmeye devam edecek. Solun toplumsal güçsüzlüğü ise sadece ona inananlar açısından değil bu ülke açısından da büyük bir handikap. Değişimin öncüsü olan bir siyasal akımın, etkili bir güç olmaktan çıkması değişimin de ertelenmesi demek; oysa şu anda en çok buna ihtiyacımız var.

Bülent Forta bulentforta@birgun.net 2006-04-17 - 12:18:00

Freitag, 21. April 2006

Fazla acilmak

İhtiyar balıkçı, Karayibler´de 85 gün olta salladıktan
ve eve eli boş döndükten sonra bir gün iyice açılıp
´büyük balık´ı yakalar.

Lâkin kıyıya dönerken, yedeğine aldığı, teknesinden
yarım metre daha büyük olan bu kılıç, yol boyu kan
kokusuna gelen canavar köpekbalıklarınca didik didik
edilir. Bu korkunç mücadeleden elinde kala kala
dev balığın iskeleti kalmıştır.

Kan revan içinde, uykusuz ve bitkin sahile yanaşırken
´Beni adamakıllı yendiler... Hem de ne yeniş.´ diye
geçirir içinden. Sonra silkinir ve yüksek sesle şunu söyler:
´Yenilmedim aslında, belki biraz fazla açıldım, o kadar...´

Hayat yolculuğumuz da öyle değil midir?
Kimi için güzel bir kadındır ´büyük balık´, kimi için
zengin bir damat... İyi bir hayat... Hayırlı evlat...
Ya da müstakil ev, son model araba, sınırsız servet...

Kimi, ´büyük balık´ı hiç göremeden ölür. Kimi, bir kez
tuttu mu, bir daha açılmaz hiç... Onunla gömülür.

Kimi ise; yaşam denilen, şakaya gelmez deryanın dalgalarında
yalpalana yalpalana arar büyük balığı bir ömür boyu...

Açıldıkça bulma şansıyla birlikte artar, yitirme ihtimali...
Zor bulanlar, çabuk yitirir bazen...
Acımasızca yağmalanır ve sonuçta elde bir kılçıkla kalakalırlar.

Yenilgi değildir onlarınki aslında...
Olsa olsa biraz fazla açılmışlardır.

Ama insanlık, kısmen de, onların fazla açılması sayesinde ilerler

Can Dündar hikayeleri burada

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren