Hem kızdım, hem güldüm halime.
Sonra dedim ki,
Söz ver kendine!
Denizleri seviyorsan,
Dalgaları da seveceksin.
Sevilmek istiyorsan,
Önce sevmeyi bileceksin.
Uçmayı seviyorsan,
düşmeyi de bileceksin
Korkarak yaşıyorsan,
Yalnızca; hayatı seyredersin...
NIETZSCHE
arasorbul - 3. Apr, 11:35
Hep bir yerlere, bir şeylere yetişme telaşındasınız değil mi?
Hiç vaktiniz yok,
"Fast live", "Fast food", "Fast music", "Fast love"...
Dikte ettirilen "yükselen değerler", "in" ler, "out" lar...
Buna benzer bir odada, şanslıysanız gökyüzünü görebilen bir pencere ardında bitecek hepsi.
Dostluğu klavyelerinde, yaşamı monitörlerinde arayanlar, Size sesleniyorum!
Hangi tuş daha etkilidir ki sıcacık bir gülüşten ya da hangi program verebilir bir ağaç gölgesinde uyumanın keyfini?
Copy-paste yapabilir misiniz dalgaların sahille buluşmasını?
İçinizi ısıtan gün ışığını gönderebilir misiniz maille arkadaşlarınıza?
Sevgiyi tuşlarla mı yazarsınız?
Öpüşmek için hangi tuşlara basmak gerekir?
Ya da geri dönüşüm kutusunda saklanabilir mi kaybolan zaman?
Doğayı bilgisayarlarına döşeyenler, neden görmezsiniz bahçedeki akasyanın tomurcuklandığını?
Ve ıslak toprak kokusu var mıdır dosyalarınız arasında?
Koklamak, duymak, dokunmak, yok mu yaşam skalanızda?
Bilgi toplumu oldunuz da, duygu toplumu olmanıza megabaytlarınız mı yetmiyor?
Müşfik KENTER
arasorbul - 3. Apr, 11:35
Şu deneyi belki siz de duymuşsunuzdur: Beş maymunu bir kafese yerleştirirler. Kafesin tepesinde iple asılmış bir kangal muz, altında da bir merdiven... Maymunlar merdivene tırmanarak muzları almak istediğinde üzerlerine soğuk su sıkılır. Sadece merdivene çıkana değil, diğerlerine de... Hepsi buz gibi suyla sırılsıklam hale gelir. Bir süre sonra da içlerinden biri muzları almak için tekrar hamle ettiği takdirde diğer maymunlar onu engeller, hatta bir güzel pataklar. Deneyi yapanlar suyu kapatırlar. Islanmış maymunlardan birini kafes dışına alıp yeni ve kuru bir maymunu içeri salarlar. Haliyle yeni gelen maymun muzları almak için hemen merdivenlere tırmanmaya çalışır. Ancak diğer dört maymun buna müsaade etmez ve üstelik yeni maymuna bir de dayak atarlar. Daha sonra ıslanmış maymunlardan biri daha kafes dışına alınır ve yerine yenisi getirilir. O da merdivene hamle ettiğinde muz yerine dayağını yer afiyetle. Onu en gayretli şekilde döven maymun ise ıslanmış olanlardan biri değil de, daha yeni dayak yemiş olanıdır. Kafeste ıslanmış maymun kalmayana kadar maymunlar teker teker bu şekilde değiştirilir ve her yeni gelenin önce diğerlerinden dayak yemesi de sürer. Kafeste artık ıslanmış maymun kalmadığı halde, yeni gelenler dayak yemeye devam eder, kafestekilerin yeni gelen her maymunu niye dövdükleri konusunda hiç bir fikirleri yoktur ve tepelerinde o bir kangal muz hâlâ asılıdır ancak hiçbiri merdivene yaklaşmamaktadır...
Bu deney, Pavlov'un hani şu köpekler üzerinde yaptığı deney sayesinde ünlenen "şartlı refleks" tespitinin türevi. Zaten Seligman adlı bir psikolog da bu tespiti geliştirme çabasıyla 1960'larda bu tür deneyler yapmış ve adını da "öğrenilmiş çaresizlik (learned helplessness)" koymuş.
Ama burada bence maymunlar değil de kafese suyu sıkanlar önemli.. Sistem, müesses nizam da böyle değil mi? Yurttaşları sürekli "kontrol edemediği" bir çevreye ve olaylara maruz bırakıyor ve hiç kimsede mevcut durumu değiştirebileceğine dair bir inanç kalmıyor. İnsanlar sonuç olarak olayları değiştirme gücüne sahip oldukları ortamlarda bile edil-genleşiyor ve kendilerini çaresiz, umutsuz hissediyorlar. Çünkü müesses nizamı ilga edemezsiniz... Kim ilga edebilir? Soğuk su hortumunu ellerinde tutanlar! Bu memlekette ortalama her on yılda soğuk su hortumu tutuluyor üzerimize; darbe marbe yapılıyor, yapılmadığı zamanlarda da andıcı ya da tevatürü bile yeterli oluyor. Merdivene hamle edenin pataklanacağı ispat ediliyor.
Öğretilmiş ve böylece öğrenilmiş çaresizlik, toplumun kendi aynasında kendisini ipnotize etmesidir; işte Cumhurbaşkanlığı seçimi vesilesiyle bir kez daha ayyuka çıktı. "Bize bir şey olmaz abi" pervasızlığından kolayca "ben zaten her acının tiryakisi olmuşum" teslimiyetine geçiveren toplumsal bir apati ortamında, her dönemeçte öğretilmiş olan "böyle gelmiş böyle gider" çaresizliğiyle nokta konuluveri-yor. Zira müesses nizam, "the establishment", bu memlekette derin devlet namıyla korku salmıştır. Derin devlete çekirdek devlet de deniyor ve halkımıza bunu katiyen çitlen-meyeceği gösteriliyor.
Öğretilen çaresizlikten kurtulmanın tek çaresi elbette "maymunluktan" kurtulmak, yani akıllı olmak, fikirli olmak, bilinçli olmak... Tamam, bu memlekette cumhurbaşkanına "devlet başkanı" diyorlar. Ama "Cumhur" hakikaten "Halk" demek ise; peki niye hiç "halkın başkanı" olmuyor? Geçen hafta cumhurbaşkanı adayımız bile yok demiştim. (Meral Çakıcı adlı arkadaşımdan da bir güzel zılgıt yedim!) Oysa bu konuda bir "fikrimiz" var elbette.. Fikrimiz dedim de, aklıma geldi: "Ben ne yaptımsa halkımla birlikte yaptım," demişti birisi... "Beton duvarlara, demir parmaklıklara mecbur edildiğim için hiç ama hiç üzüntü duymuyorum. Vatansever olduğumu bugün söylediğim gibi yirmi beş seneden bu yana her yerde söyledim. Bunun için kavgalara girdim. İşkence gördüm, zindanlara atıldım... Eğer bir ülkede vatan, İsviçre Bankalarında gizli hesap defterleri ve Amerikan doları olarak görülüyor ve bu insanlar da yönetimi ellerinde bulunduruyorsa vatan için da-rağaçlarını omuzlayanlar elbette 'vatan haini' ilan edileceklerdir," diye sürdürmüştü sözlerini. Adı Fikri'ydi mesleği terzilikti.. Ve Tayyip Erdoğan gibi o da bir vakitler belediye reisiydi. Yirmi beş yıl önce, maymun olmayı reddediyor, merdivene tırmanıyor diye onu bir güzel patakladılardı. Şimdi dayak yemekten korkmayan, çünkü cüzdanıyla midesiyle değil, gönlüyle aklıyla fikriyle bu memleketi seven bir adayımız yok mu şu memlekette? Bir değil binlerce vardır mutlaka... Gelin biz de kendi adayımızı ilan edelim, hiç olmazsa fikrimizi söyleyelim: Maymunluktan insanlığa geçiş evrimle değil devrimle oluyor!
01/04/07
Melih Pekdemir
arasorbul - 2. Apr, 11:26
Uzunca süredir bir hayli seferi bir hayat yaşıyorum. Bu nedenle gündeme ilişkin tartışmaları yakından takip edemiyorum. Zaman zaman yazılarımda eski yazılarıma gönderme yapmamın nedeni biraz da bu. Bazen farklı anlamlandırmalara da yol açabiliyor ama, önceki bir yazımda da aktarmıştım Mevlana'nın deyişini: (galiba şöyle bir şeydi: "Ne kadar bilirsen bil, anlatttığın şey, dinleyenin bildiği kadardır."
Bugün de öyle bir gün işte. Yazacaklarımın çoğu bana gönderilmiş yazı veya notlardan oluşuyor:
Yaşadığımız zamanın bozucu özelliklerinden birinin bireyciliğin kutsanması olduğunu söylemek mümkün. Oluşturulan yeni hayat tarzının esası bir bakıma bu kavram üzerine kuruldu. "Hayat kısa keyfine bak diyorlar." Neoliberaliz-min yaratmak istediği toplum, haksızlığa, eşitsizliğe ve zulme itiraz etmek yerine, kendilerini "kurtarmaya" çalışan ve kendi başlarına gelmedikçe sorunlara seyirci kalan insanlardan oluşan bir toplumdu. Başlangıçta garipsenen "Dayanışma" kavramının parti adına eklenmesi bu bakımdan önemliydi. İlk bölüm bu konuda:
"Öteden beri insanın kendi çıkarını her şeyin önüne almasının ve 'ben' kavramının bir tür 'bencilliğe' varmasının "doğal" olduğu varsayılır ve bu konuda doğadan örnekler verilir. Bu konuyla ilgili olarak şöyle bir deney aktarılır:
Bir maymunu yavrusu ile birlikte bir kafese kapatmışlar ve sonra kafesin iletken olan zeminini ısıtmaya başlamışlar. Zemin ısındıkça iki maymun da önce zıplamayarak ayaklarını yanmaktan kurtarmaya çalışmışlar. Isı biraz daha artınca anne maymun önce yavrusunu kurtarmak için kucağına almış. Ama sıcaklık dayanılmaz hal alıp artık ayaklarını iyice yakmaya başlayınca, yavrusunu yere koyup üstüne çıkmış.
Bu şekilde bireyin kendi çıkarını temel almasını haklı çıkarmak için verilen örneklere karşı, yaban kazlarının veya kargaların kendi içlerindeki dayanışmayı gösteren örnekler de var.
Bir yaban ördeğinin yumurtaları arasına keklik yumurtası da karışmış. Kuluçkaya yatan ördeğin yumurtalarından birçok yavru çıkar ve ördek, onların arasındaki kekliği de sahiplenir. Hep birlikte kırda dolaşırken, yavrulardan birini kapmak isteyen tilkinin saldırısıyla karşılaşırlar. Ama anne ördek, yavrulardan hiç olmasa birini, belki keklik yavrusunu vererek kendi canını kurtarabilecekken, tilkiye karşı koymaya çalışır. Bir tek yavrusunu feda etmektense kendi canını ortaya koyar."
İnsanın atasının maymun olduğu söyleniyor. Ama bakarsanız yaban ördeği olmak bile maymun olmaktan iyi gibi görünüyor!
İkinci aktaracağım yazı bölüm felsefeden: Sizce herşey bölünebilir mi? diye başlıyor:
"Bölünemez derseniz, söyleyeyim, Elea'lı-lar da sizin gibi düşünüyordu. Bazı şeylerin bölünebilir bazı şeylerin bölünemez olduğu fikrini de kabul etmiyorlardı. Parçalara ayrıla-mayan birşey, parçalardan yapılmış olamayacağından bu iki türün tek kökeni olamaz demişlerdi. Herşeyin ardında tek töz varsa, mantıksal olarak değişme saçmalıktır diyordu Ele-alı Parmenides (M.Ö. 510). Bölünür derseniz, yandaşlarınız arasında Tales'i (M.Ö. 600), Pi-tagoras'ı (M.Ö. 525/500), Herakleitos'u (M.Ö. 500) bulacaksınız. Onlarsa, her şeyin başka tek şeyden doğduğunu, tek temel töz bulunmasına karşın şeylerdeki çeşitliliğin kaynağının bu olduğunu, Tek'in çok olduğu sürecin değişme süreci olduğunu ileri sürüyorlar. Par-menides'in öğrencisi Zeno (M.Ö. 489), dünya çoğuldur ve birimlere bölünebilir iddiasını saçmaya indirgeyerek değişmenin olmadığını anlatabilmek için hareket problemini bakın nasıl ele almış.
Bir yarış kulvarı düşünün; uzunluğu x olsun. Herşey bölünebilirse, yarış kulvarı da bölünebilir. Koşucu sonraki noktaya varabilmek için önceki noktayı geçmek zorundadır. Öyleyse kulvarın sonuna, tam yarısındaki noktayı (x/2) geçmeden ulaşamaz; kalan uzunluk da ikiye bölünebilir, benzerlikle kulvarın 3X/4 mesafesinin bitim noktasını geçmeden bitişe ulaşamaz. Kalan mesafe gene ikiye bölünebilir. Her yarılamadan sonra geride bir kalan vardır ve bu kısımda bölünebilir olduğundan bölme işlemi sınırsızdır (x/2+x/4+x/8+ ....). Demek ki yarışçı koşuyu tamamlayabilmek için sonsuz sayıda noktayı geçmek zorundadır. Koşucunun bitiş noktasına vadığını hepimiz bildiğimize göre bunu sonlu sayıda anda (moment), t gibi bir sürede yapmştır. Sonsuz sayıda nokta sonlu zaman miktarında nasıl aşılabilmiştir? Buna dayanarak Zeno, hareketin dolayısıyla değişmenin açık bir tanımının bulunmadığını, çokçu dünya anlayışının çözümsüz saçmalıklara indirgendiğini ileri sürüyor. Elea, okulunun iddia ettiği gibi hareketin bir yanılsama olduğunun kabul edilebileceğini söylüyor.
Hegel'in, "diyalektik Zeno ile başlar" dediği ve Engels'in Anti-Dühring'te "hareket çelişkidir" diye yazdığı dikkate alınırsa problem üzerinde önemle düşünmeye değer."
Oguzhan Muftuoglu
arasorbul - 11. Mär, 12:52
arasorbul - 7. Mär, 11:57
arasorbul - 6. Mär, 11:51
Yarın, Sabahattin Ali'nin 100. yaş günü...
"Başın öne eğilmesin" tembihiyle iki kuşaktır yere devrik gözlerimizi ufka çeviren yazarın asrını kutlayacağız yarın...
Seneye de 60. yıldönümü, yargısız infazının...
* * *
Düşünen beyinleri kurşunlama âdeti neredeyse demokrasiyle yaşıttır bizde...
Demokrasi 1946'da geldi; ilk yargısız infaz 1948'de...
O yıllarda da "gece, ümitsizlerin kalbinden karanlıktı".
Tedirgindi Sabahattin Ali de sokaklarda gezinen ürkek bir güvercin gibi...
Çıkardıkları "Marko Paşa" dergisi yüzünden hedef haline gelmişti.
Aziz Nesin'in imzasız bir yazısını sahiplenmiş, arkadaşının adını vermemek için hapse girmişti.
Daha bir sürü dava sıradaydı.
Duruşmalarını sağcılar basıyor, olay çıkarıyorlardı. Gazetenin binasına saldırıyorlardı.
Sabahattin Ali, üzerindeki baskının etkisiyle, kaygılar içindeydi. Bunları yatıştırmak için içki içiyor, tebdili kıyafet geziyor, arkadaşlarının evinde kalıyordu.
"Şehirler ona bir tuzak/ insan sohbetleri yasak"tı
Artık böyle yaşayamayacağını anlamış, kaçmayı planlamıştı.
* * *
"İki üç gece kuşu ötüşürken derinde/ Hayaletler uçuştu bu
yangın yerlerinde..."
Kaçtı Sabahattin Ali; bir peynir kamyonuyla aştı Edirne sınırını... Yanında kendisine yardımcı olsun diye muavin aldığı Ali Ertekin vardı. Sınırda mola verdiler.
Ertekin sinsice arkasında durdu.
Ve şiddetle Sabahattin Ali'nin beynine vurdu.
"Görüldü bir vücudun yerinde sallandığı...
Uzakta kaybolurken hızlı koşan adımlar,
Kucakladı kanlı bir vücudu kaldırımlar..."
* * *
Sabahattin Ali, o an hissettiklerini yıllar önce şiire dökmüştü zaten:
"Ölümün korkusudur şimdi beynini yakan.
Bir ıstırap nehridir ağzından dökülen kan.
Gözleri deli gibi fırlamış çanağından."
* * *
41 yaşındaki Sabahattin Ali'nin cesedi aylar sonra tanınmaz halde bulundu.
Katili Ali Ertekin ise sonradan bir kaçakçılık davasından yakalandı. Cinayeti "milli duygularla" işlediğini itiraf etti.
2 yıl sonra genel afla salıverildi.
Öykü tanıdık geldi değil mi?
Türk demokrasisi 60 yaşına geldi, ama Sabahattin Ali'den Hrant Dink'e kadar hiçbir şey değişmedi.
"Milli duygular"la kurşun sıkanlar...
Muhalif gördüğünü arkadan vuranlar...
Cinayetleri devlete hizmet sayılıp affa tabi olanlar... hiç eksilmedi.
* * *
Sabahattin Ali'nin 100. doğum yıldönümüyle birlikte, onun öldürülmesi üzerinden, yargısız infazların 60. yıldönümünü de idrak ediyoruz.
Kirli film "tekmili birden" yeniden vizyona giriyor. Kaldırımlar yeni kanlı vücutları kucaklıyor.
Kaçan kaçıyor; kaçamayan belalı bir tarih kitabının kayıp sayfalarına nakşoluyor.
Kulağımızda Sabahattin Ali'nin dizeleri çınlıyor:
"Hey anavatandan ayrılmayanlar
Bulanık dereler durulmuş mudur?
Dinmiş mi olukla akan o kanlar?
Büyük hedeflere varılmış mıdır?"
can.dundar@e-kolay.net
arasorbul - 25. Feb, 01:14
ÖDP'NİN 5. BÜYÜK KONGRESİ'NDE YENİDEN GENEL BAŞKAN SEÇİLEN UFUK URAS: Sokakların partisiyiz dedik yeniden sokağa çıkacağız
Özgürlük ve Dayanışma Partisi ÖDP'nin Kurucu Genel Başkanı Ufuk Uras, 2003'teki kongrede devrettiği göreve, geçtiğimiz hafta sonu düzenlenen beşinci kongrede yeniden getirildi. Kongre gününe kadar adaylığı kesinleşmeyen Ufuk Uras'la adaylık kararım, ÖDP'yi, yükselen ırkçılık, büyüyen ve derinleşen yoksulluk karşısında sol siyasetin yapması gerekenleri konuştuk. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim üyelerinden Ufuk Uras'a göre solun masa başı tartışmalarını bir an evvel bir yana bırakıp toplumun ihtiyaçlarına ceimp verecek politikalar üretmesi gerekiyor
Yazinin devami
http://www.birgun.net/bolum-95-haber-35668.html#haber_basi
arasorbul - 18. Feb, 22:08
Bugünkü hayat içinde izi kalmayan, yani artık yaşamayan tarih, ölüdür.
Türkiye yetmişli yıllarda büyük ve çalkantılı bir dönem geçirdi. Hâkim güçlerin ekonomik ve siyasi nedenlerle ülkeyi yönetmede ciddi sıkıntılar yaşadıkları bir dönemdi. 12 Mart döneminde aldıkları "önlemler" yeterli olmamıştı. Yönetim düzeyindeki sorunlarını Demirel'in başkanlığındaki MC hükümetleriyle aşmaya çalıştılar. Altmışlı yıllarda ABD'nin soğuk savaş stratejilerinin bir gereği olarak geliştirilen sivil faşist hareketleri, kontrgerilla örgütlerini yoğun ve pervasız biçimde kullanarak muhalefet hareketlerini ezmeye çalıştılar. Bu politikalar Türkiye'yi bir iç savaş ortamına sürükledi.
Bu, gerçekte ABD emperyalizmin Türkiye'ye karşı (bu gün de sürüp giden) dolaylı bir müdahalesiydi. İçerdeki özel faşist kuvvetlerini kullandığı, özel yöntemler uyguladığı bir müdahale.
FATSA devrimcilerin bu faşist işgal ve iç savaş stratejisine karşı yurt sathında yürüttüğü devrimci direniş mücadelesinin bir ürünüydü.
Bu direniş stratejisinin özü halk kitlelerini teslim almayı hedefleyen faşist saldırılara karşı aktif mücadeleyle birlikte, halk içindeki direniş eğilimlerini güçlendirmeye ve örgütlemeye, mücadelenin geliştiği ve faşist güçlerin bölgesel etkinliğinin kırıldığı her yerde iktidar gücünü halka devretmeye dönük politikaları içeriyordu.
Fatsa direnişi yurt çapında yürütülen bu direniş mücadelesinin bir parçası olarak, Fatsa halkının ve Fatsalı devrimcilerin o mücadeleyi en ileri boyutlara ulaştırdığı bir örnekti.
Bugün geriye dönüp baktığımızda birçok hatamızın olduğu kadar, çok güzel şeyler de başardığımızı söyleyebiliyoruz.
Başarabildiğimiz en güzel şeylerden biri belki de en önde geleni kuşkusuz Fatsa'dır. Fatsa belki ciltler dolusu kitaplarla anlatamayacağımız şeyleri anlatan güzel bir öyküdür.
1979 yılında Fatsa'da halkın kendi kendini yönetmeye başlaması, sorunlarını elbirliğiyle çözmesi, bütün Türkiye bir kan gölüne dönerken bu küçük Karadeniz kentinin bir huzur ortamına sahip olması, devrimciler için bir başarı, yönetenler içinse bir korku kaynağıydı.
Faşist güçlerin saldırılarıyla yaratılan iç savaş ortamı bütün Türkiye'de hayatı bir karabasana çevirmişken Fatsa'da Terzi Fikri ve arkadaşları o kan denizinin içinde bir umut çığlığı gibiydi. Kan davalarını, karaborsayı ve kısa bir süre sonra tank paletlerinin işgal edeceği yolların çamurunu yok etmişlerdi. Orada kötülüğe direnmenin ve haksızlığa aman vermemenin, yeni bir hayatı yaratmanın yolunu açtılar.
Bu yüzden bir avuç sömürücü adına ülkeyi despotlukla yöneten ve eğer kendileri olmasa halkın kendi kendisini asla yönetemeyeceğini iddia edenlere karşı en zor koşullar altında yaratılarak tarihe düşülen muhteşem bir manifestodur Fatsa.
Devrimci Fatsa, halkın kendi kendini çok iyi yönetebileceğini gösterirken, hem var olan sistemden ayırıyordu kendini; hem de dünya genelinde sosyalizm diye gösterilen yanlış uygulamalardan. Bu yüzden, Fatsa, aynı zamanda, reel sosyalizm denen anlayışın devrimci bir eleştirisiydi de.
Evet, bugünkü hayat içinde izi kalmayan, yani artık yaşamayan tarih, ölüdür.
Fatsa gerçeği, bize bugün en çok ihtiyaç duyulan şeyleri hatırlatırken, paranın, baskının, haksızlığın, adaletsizliğin, medyanın, yozlaşmanın esiri olmuş bir toplumda, her türden gericiliğin ortalığı boğucu bir duman gibi sardığı ülkemizde, umut ışıkları gönderiyor bize.
Dayanışmanın, kardeşliğin, dostluğun, arkadaşlığın, adaletin, vefanın, fedakârlığın, alçak gönüllülüğün, bir arada yaşamanın geçerli olduğu o güzelim yıldızlar ülkesinin ışıklarını...
En güç, en zor koşullarda bile doğru bir siyasetle neler yapılabileceğini gösteren Fatsa'nın, "Terzi Fikrilerin" hikâyesi, bugünkü burjuva siyasetinin bütün çirkinliklerine karşı, o ışıkları çoğaltmaya bir çağrıdır şimdi.
(*) Bu yazı Pertev Aksakal tarafından hazırlanan "FATSA GERÇEĞİ" isimli kitap için yazılmıştır.
oguzhanmuftuoglu@birgun.net
arasorbul - 18. Feb, 21:50
Hayatınızın kadını ya da erkeğiyle karşılaştığınız anın zamanı, mekânı, ve o an orada bulunan her tür nesne, kişi, durum, o karşılaşmanın kutsallaşmasına hizmet eden ayrıntılara dönüşür. Bu karşılaşmayla birlikte duygularınız ve hayata bakışınız değişmiş, güzel olan her şey gözünüze daha güzel, çirkin olan her şey gözünüze daha çirkin gelmeye, dünyanın acılarını ve sevinçlerini daha yoğun bir biçimde yaşamaya başlamışsınızdır.
Aşk, yakanıza yapıştıktan sonra, mantığınız rüzgârda uçan bir tül gibi avuçlarınızın arasından kaybolup gitmiş, yerine riskler de alabilen duygularınızla içice geçebilen başka bir mantık yerleşmiştir. Bir şarkı sözünde olduğu gibi yürüyüşünüz bile değişmiştir artık. En azından benim için, eşim Çağlar'la karşılaşmak böyle olmuş ve hayatımı topyekün değiştirmişti. Onunla karşılaşmak, ona aşık olmak, kendi iç devrimimi de gerçekleştirecek bir gücü ortaya çıkarmış, ruhumu özgürleştirmişti. Ama bunu aşkta tam tersi bir biçimde yaşayanlar da yok değil. İnsanın aşkla karşılaşması, kendisini köleleştirip iç dünyasını bir yağmanın içine atmasına da neden olabilir. Bir insanın aşka dair beklentileri, hayata bakışıyla ilişkili bir durumdur ve bir insanın karakteri, onun kaderidir olarak karşımıza çıkar, yaşamda ve yapıtlarda.
Bugün 15 Şubat, yani sevgililer gününden bir gün sonra. Gazetelerin ya da televizyonların çoğu sevgililer gününe uzun uzun yerler ayırıyordu günlerdir. Hatta sevgililer günü için gazeteler özel ekler vermiş, televizyonlar özel programlar yapmış, mağazalar sevgililere alacakları hediyeler için özel indirimler yapmıştı. İnsanları aşka değil de, aşkı araçsallaştırarak tüketmeye yönelik tüm bu çabalar, çoğu kişinin midesini bile bulandırmış olabilir. Ama madem böyle bir gün var, neden kutlamayalım diyenlerin de, tüm tüketim kışkırtmalarına aldırmaksızın bugünü kendi olanaklarınca değerlendirmesi de mümkündü ve ben de açıkçası öyle yaptım.
Eski Roma'dan bu yana kutlanan sevgililer günü, ilk zamanlar bir karnaval havasında yaşanıyormuş. Lupercalia Bayramı'nda Roma'da büyük bir karnaval düzleniyor, genç aşıklar karnaval süresi boyunca özgürce birlikte oluyor, hatta karnaval sonrası evleniyorlarmış.
Ama bu durum, Roma İmparatoru II. Claudius'u rahatsız etmiş, aşık olan erkeklerin savaşa gitmek istememeleri ve evlenerek ordudan uzaklaşmaları, savaşa gidenlerinse aşık oldukları için dikkatlerini savaşa verememeleri, II. Claudius'u bu karnavalı yasaklamaya, hatta nişan ve evlilik törenlerini bile yasaklama ya da izne bağlamaya sevk etmiş. Aziz Valentine, Aziz Marius'la birlikte, bu yasağa karşı çıkarak gençleri evlendirdikleri için, İmparator tarafından idam cezasına çarptırılmışlar. Aziz Valentine, 14 Şubat'ta dövülerek öldürülmüş ve ismi sev-gililler günüyle birlikte anılır olmuştur.
Aziz Valentine'in bu trajik hikâyesi, çoğu kişi tarafından farklı şekillerde bilinen bir hikâye. Ama bu hikâyede çarpıcı olan nokta, militarist bir öz taşıyan tüm iktidarların, aşka ve hazlara yaklaşımının bu örnekle birlikte bir kere daha görünürleşmesi. Toplumlarda aşktan daha çok asker ve kölelerin sayısını arttırmak için üremeye dayalı evliliğin özendirilmiş, haz almaya yönelik cinsel hayatın çoğu zaman bir suç ve günah olarak görüldüğüne tanık oluyoruz.
II: Claudius gibi imparatorlar, din adamları, örgüt liderleri, devlet adamları, kendi konumlarını ve ideal toplum beklentilerini tehlikeye düşürdüğü için hazza yönelen insanlardan ve özellikle aşktan korkutmuşlardır. Özgür aşk, yozlaşmayla, ahlaksızlıkla bir tutularak katı cezalarla kuşatılmıştır.
Çünkü insanlık tarihi, felsefesi, siyaseti, her zaman için ölümden yana iktidarlarla, yaşamdan yana iktidarların savaşımıyla şekillenmiştir, Foucault'nun, Spinoza'nın değindiği gibi. Bir tarafta idealler, ülküler, bu ülküler uğruna ölmek öldürmek, ölesiye çalışmak varken, diğer tarafta hazlar, eğlenceler, özgürlükler vardır. Haz, eğlence, özgürlük gibi şeyler, ölümden yana iktidarların denetlemeye çalıştıkları, zaman zaman yok ederek kendilerini oluşturdukları tehlike arz eden konular olmuştur her zaman.
Peki aşkın doğası, ölümden yana iktidarlarla yaşamdan yana iktidarların savaşımından nasıl etkilenmiştir. Aşk ve ölüm arasındaki ilişki, edebiyatın sevdiği, sık sık ele aldığı bir konudur. Halk hikâyelerinde bile aşıkların birbirlerine kavuşamamasının propagandası, acaba insanlara aşkın tehlikelerle dolu bir alan olduğu bilgisini vererek onları aşktan uzaklaştırmak için midir, diye düşünebiliyor insan. Aşık olan kişi, çoğu zaman yaşadığı topluma başkaldıran bir karakter olarak karşımıza çıkar edebiyatta. En bilinen örnekleriyle, Anna Karenina, Romeo ve Juliet, Ferhat ile Şirin'in hikâyeleri dimağımızda böyle bir yer edinmiştir.
Orianna Fallaci'nin 'Bir İnsan' adlı romanında, "aşk, suç ortaklığıdır" der romanın karakteri. Ve Ece Ayhan'ın bir dizesinde söylediği gibi "aşk, örgütlenmektir abiler" der.
Öyleyse sevgililler için, aşk denilen suçu işlemek için örgütlenenler mi demeliyiz? O zaman aşkta örgütlü suç işleyenlerin günlerini, bir gün sonra ve her gün suç işlemeye devam etmeleri temennisiyle kutlamak düşüyor bana. Ve tabii kendi suç ortağımın da...
Bülent Usta
arasorbul - 15. Feb, 10:09
SUNUŞ
İç ve dış siyasette zor bir süreçten geçen Türkiye'de 2007 yılı yakın gelecek açısından büyük önem taşıyor. Avruva Birliği ile ilişkiler, Kıbrıs, Kürt ve Ermeni sorunlarnda resmi söylemin egemenliği sürüyor. Barış süreci için bir fırsat olan ateştes çağrısı yanıtsız kalıyor, Sosyalistlerin, aydınların çağrılarına kulak tıkanıyor. Yaklaşan cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler nedeniyle gerginleşen ve kamplaşan Türkiye'de sağduyulu çağrılar yine yanıtsız kalıyor. Irkçı -milliyetçi-faşişt söylem ve örgütlenmelerin yarattığı iklimin Hrant Dink'i katletmesi bu kaosun daha da artacağının ipuçlarını veriyor. BirGün bu kritik süreçte tüm bu sorunlar için çözüm üreten, ancak seslerini duyuramayan, parlamentoda temsil edilmeyen sosyalist partilere mikrofon uzattı. Bu dizide, ÖDP, SDP, EHP, DSİP, EMEP, TKP, ÎKP partilerinin genel başkanlarının bu süreci nasıl değerlendirdiklerini ve neler önerdiklerini okuyacaksınız.
http://www.birgun.net/index.php?sayfa=57&dizi=181
arasorbul - 15. Feb, 09:05
Alman Der Spiegel dergisi, "Öldürücü milliyetçilik" başlıklı yazısında "Türkiye'de eleştirel tavır takınan yazar ve gazetecileri hedef alan savaş kültürünün yoğunlaştığını" belirtti.
Polisin katillere kahraman muamelesi yapabildiğini, hükümetin ise yükselen "gerici hissiyat"a karşı bir şey yapamadığını yazdı.
* * *
Bu milliyetçi yükselişin çok nedeni var:
Amerika'nın bölgedeki saldırgan politikaları ile Avrupa'nın çifte standartlarının yarattığı öfke ve hayal kırıklığını en başa koyabiliriz.
Kürt ve Türk milliyetçiliği birbirine sürtündükçe keskinleşen bıçaklar gibi kıvılcım saçıyor.
Yarın umudunu yitiren kitleler, maziye, köklerine sığınarak güç buluyor.
İçe kapanan, farklılığa tahammülsüz bir toplum çıkıyor ortaya...
Milliyetçilik, yer yer kafatasçı bir şekle bürünüyor.
Silah üzerine Türklük yemini eden Kuvvacılardan, katliam çağrıları yapan "sol" namlı dergilere, katilleri öven ırkçı sitelerden partileşmiş linç tahrikçilerine kadar büyük bir koalisyon, gerçek anlamda "bölücü bir faaliyet"e girişmiş durumda...
Bu saldırganlığın kışkırtılmasının ne sonuçlar verebileceğini 6-7 Eylül'de Beyoğlu'nda da gördük; Sivas'ta Madımak Oteli'nde de...
* * *
Peki, nasıl gelişti bunlar?
Geçen haftaki Neden'de Nuri Gündeş önemli bir hatırlatma yaptı:
"Devletin polisinin güçlü olduğu zamanda, Ülkü Ocakları'ndan MHP'den bazı kişiler polise yardımcı oldular. Bunlar zamanla devletten aldıkları gücü kendi emelleri için kullandılar. Çek-senet mafyaları çıktı ortaya..."
Sonrasını hatırlayalım:
10 yıl önce, 1997'de Susurluk skandalının yankısı sürerken toplanan Milli Güvenlik Kurulu (MGK), Türkiye'nin tehdit önceliklerini sıralayan "Milli Güvenlik Siyaset Belgesi"nde (MGSB) önemli bir değişiklik yaptı.
"Aşırı sol tehdit"in yumuşamakta olduğunu saptadı.
Yeni tehdidi ise "ırkçılık" olarak açıkladı:
"Türk milliyetçiliği bazı kesimlerce ırkçılığa dönüştürülmek istenmektedir. Ülkücü mafya bundan yararlanmak istemektedir. Bu da bir tehdit unsuru oluşturmaktadır" dedi.
Bu, ilk kez oluyordu.
Soğuk Savaş'ın bitmesiyle komünizm tehdidinin azaldığını hisseden devlet, yıllar yılı solculara karşı "gayrimeşru bir ilişki" içinde olduğu sağcılarla İslamcıların işine son veriyordu.
Nitekim, derin kalkan ve mali destek kalkınca bu oluşumların nasıl kısa sürede tasfiye olacağı hemen görüldü.
* * *
MGK, ilk uyarıdan 8 yıl sonra 2005'te MGSB'yi yeniden yazdı:
Bu kez "aşırı sol"u iç tehdit sayarken, "aşırı sağ"ı tehdit unsuru olmaktan çıkardı. Oysa manzara tam tersiydi:
Sol, can çekişirken ırkçılık tırmanıyordu.
MGK'nın bu teşhisinin "ırkçılığı, mafya liderlerini, linç girişimlerini cesaretlendireceği" o dönem söylendi.
Nitekim de öyle oldu.
Bakalım önümüzdeki MGK, son gelişmelerden yeni bir tehdit unsuru çıkaracak mı?
* * *
Yazımıza "Öldürücü milliyetçilik" diye başlamıştık.
"Yaşatıcı insanlık"la bitirelim:
14 yaşındaki, cumhuriyet yurttaşı Yorgo Kutruli trafik kazasında öldü 10 gün önce... Babası organlarını bağışladı. Şimdi onun kalbi, karaciğeri, böbrekleriyle 4 ayrı insan, belki farklı bir açıdan, Yorgo'nun penceresinden bakıyor dünyaya...
Bir de bu Türkiye var:
Başkalarına kin saçan değil, başkalarıyla yüreğini paylaşan güzelim insanların ülkesi...
"Savaş kültürü"nü yenecek olan, bu insanlık işte...
can.dundar@e-kolay.net
arasorbul - 13. Feb, 11:12
HİÇBİR şeye bu kadar çok heveslenmediler.
Ancak "Ogün Samast" olmaya heveslendiler. Maçlarda binlercesi "Hepimiz Ogün Samast’ız" diye bağırıyorlar.
Demokrasi mücadelelerini sevmediler.
Gericiliğe ve irticaya karşı tepki göstermeyi sevmediler.
Temiz toplum istemeyi sevmediler.
Soygunlarla-hırsızlıkla kavga etmeyi sevmediler.
Bir tek gün olsun yoksulluk için, açlık için ağızlarını açmadılar, güçsüz yoksullar adına haykırmayı sevmediler.
Ama "birer Ogün Samast olmaya" bayıldılar.
Hafta sonları tribünlerde "Hepimiz Ogun Samast’ız" diye bağırıyorlar avaz avaz.
Ogün Samast; katil...
"Hepimiz Ogün Samast’ız" diyorlar.
Ve ne kadar da çoklar.
Bin, iki bin, üç bin, on bin, yüz bin...
*
Biz geri zekálılar da "derin devlet"i, "katil kim"i, "dış mihraklar"ı, "gizli örgütler"i, "cinayetin arkasındaki sır"rı tartışıyoruz.
Oysa gerçek orada bağırıyor:
"Hepimiz Ogün Samast’ız..."
Kimisi katilin beyaz beresinden bulup kafasına dahi geçiriyor, daha da iyi benzemek ve daha da onun gibi olmak için...
Her taraf onlarla dolu, etrafınıza bakın.
Ben kimi zaman onlarla karşılaştığımda "birazdan bağıracak" diye beklerim. Zaten o da "bağırsam mı?" diye etrafına bakınır, anlarım.
Bu tribünlerde gördükleriniz bağırma olanağı bulanlar.
Birer "Ogün Samast" olduklarını haykırıyorlar.
Ogün Samast; katil...
Donanımlı, kültürlü, akıllı, bilinçli, birer iyi vatandaş olmak... Ülkelerinin ve ailelerinin gurur duyacağı birer kimlik sahibi olmak için hiçbir zaman tepkileri yok.
Adam olmak için bir gün olsun bağırmış değiller...
İnsan olmak umurlarında değil...
"Ogün Samast olmak" istiyorlar.
Ve bağırıyorlar hep birlikte:
"Hepimiz Ogün Samast’ız..."
İyi haltsınız...
Bu ülkeye barışın, sevginin hiçbir zaman gelmeyeceğinin gür sesidir o, dinleyin...
Kan sesi...
Bekir COŞKUN
bcoskun@hurriyet.com.tr
arasorbul - 6. Feb, 18:12