Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu
SS Süleyman Soylu

Dinlediklerim

Sabahat Akkiraz | Bergüzar
Bergüzar

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Freitag, 25. Mai 2007

Birgün 4.yasinda

Freitag, 18. Mai 2007

Sen dostumdun benim

Sen dostumdun benim gülünce günesler acan
bulutlara ruzgara asarim suretini her aksam
her akşam bir mektup yazarim daglar kadar
kayip bir adresten geliyor sesin simdi ,üsüyorsun
Unutma, dostumsun sen, nerdeysen orda ölmek isterim....

AHMET TELLI

Sonntag, 13. Mai 2007

Pat iyidir

12/05/07
Cumhurbaşkanı seçimi beklendiği gibi bir uzlaşmayla sonuçlanmadı ama iki egemen sınıf kutbu arasındaki mücedelede şimdi bir "pat" (berabere) durumu söz konusu.

Bugünkü koşullarda ancak taraflardan birinin kazanmasıyla sonuçlanabilecek olan bu kriz'in devam etmesi anlamına gelen bu "pat" durumu sanılanın aksine o kadar kötü bir şey değildir.

Bu tür "nisbi denge" durumları, bir tarafın kesin hâkimiyetiyle sonuçlandığı durumlara oranla, görece daha demokratik, daha özgür bir ortama yol açabiliyor. Şu anda krizin demokrasi cephesini oluşturduğu varsayılan AKP bu görüntüsünü bile karşıtlarının kendi üzerinde kurduğu baskıya borçludur. Onların kesin hâkimiyet kurabildikleri anda neler yapabileceklerini, (İran gibi) başka ülkelere gitmeye de gerek yok, Sivas'tan Malatya'ya kendi ülkemizin yakın tarihindeki marifetlerinden çıkarabilirsiniz. 1 Mayıs 07 en taze örnektir. Ötekilerin ne yapabileceklerini ise, 12 Mart'ta, 12 Eylül'de yaşadıklarımızdan biliyoruz. O nedenle, bizim berabere kalmalarınıtercih etmemiz normal sayılmalıdır. ***

Şimdi bu söylediklerimizden kalkılarak bizi darbecileri desteklemekle, muhtıraya karşı çıkarak demokrasiyi savunmamakla suçlayanlar olabilir. Darbeye, muhtıraya karşı çıkarken, "Şeriat'a da" diyerek dengecilik yapmamak gerekir deniyor. Ben de doğrusu sol AKP yandaşlarının serzenişleri bir yana, ilkesellik adına soldan da savunulan bu mantığı anlamakta zorlanıyorum. Çünkü aslında bu şimdi eşit, özgür ve demokratik bir Türkiye için üçüncü cepheye çağrıdan başka bir şey değildir.

Bugün gerçekten ortada 12 Eylül gibi, 12 Mart gibi bir darbe ortamı söz konusu olmuş olsa, söylendiği gibi, AKP'yi, şeriatı şunu bunu bir yana bırakarak darbeye karşı şimdiki gibi sınırlı da olsa demokrasi için mücadele etmek en önemli iş haline gelebilirdi. Ama, daha önce de birkaç kez "darbe de yok şeriat da" diyerek yazdığım gibi, bugün koşullar böyle bir faşist darbe için uygun olmadığı gibi, sözcüğün ifade ettiği anlamda bir şeriat tehlikesi de söz konusu değildir.

Evet, bayrağı kapıp koşmanın saçmalığı ortada ama, Cumhuriyet Mitingleri'ndeki "görülmemiş" diye tanımlanan kalabalıkları, kur-gulayıcılarının niyeti ne olursa olsun, faşizmin kitle tabanı olarak görmek de bir o kadar yanlıştır.

Zaten bakın şimdi maç uzatmaya gitti ve sandığa havale edildi. Şimdi ne yapacağız? Darbecilere karşı çıkmak için AKP'nin bu sefer kahir ekseriyetle kazanması için uğraşamaya-cağımıza, ya da "şeriat tehlikesinden kurtulmak için" daha şimdiden "küreselleşmenin zamanımızın inkâr edilmesi mümkün olmayan bir gerçekliği olduğunu" tesbit ederek piyasa ekonomisine uyacaklarını ve AB sürecinin devam edeceğini ilan eden Baykal'ın CHP'sinin kazanmasına çalışamayacağımıza göre, ne yapacağız?

Bu yüzden hiçbirinin kazanamadığı bu "pat" hali iyidir diyorum. Hiç değilse şimdilik.

Egemen sınıf güçleri arasındaki hâkimiyet krizleri, taşıdıkları risklerin yanı sıra, muhalefet güçleri için kendilerini daha net çizgilerle tanımlayarak geliştirebilmeleri için önemli imkânlar da barındırır. Bugün yaşanan kamplaşmanın da olumsuz etkilerinin yanı sıra bir üçüncü cephenin gelitirilmesi için sunduğu olanaklarda vardır.

Ancak bu "olanaklardan faydalanma" konusu, şu fındık reklamında söylendiği gibidir:

O da, doğal olarak, ancak "yerseniz" iyi gelirmiş!

Donnerstag, 10. Mai 2007

Biz ne istiyoruz?

Biz deyişim lafın gelişi. Biz kimiz, kaç kişiyiz ki?
Azınlığız, bu belli!
Nezvat Çelik'in dediği gibi: "Çok olmadığımız kesin / Çok olan tarafta değiliz / Türkiye'de Kürt olacağız / Kürtlerde Ermeni / Ermenilerde Süryani / Gidip Almanya'da Türk olacağız/ Hollanda'da Surinamlı / Fransa'da Cezayirli / İran'da Azeri / Amerika'da zifiri zenci olacağız / Çoğalan zencide mutlaka Kızılderili, / İsrail'de Filistinli / Köpeğin karşısında kedi / Kedinin karşısında kuş olacağız / Kuşun karşısında börtü böcek / Hakemler hep karşı tarafı tutacak / Ve biz hep yedi kişiyle tamamlayacağız maçı / Çiçeklerden kamelya olacağız / Az kolumuzun tarafında / Solda olacağız".

dogantilic@birgun.net

Yazinin devami

http://www.birgun.net/bolum-73-yazar-9.html

Sonntag, 6. Mai 2007

İDAM EDİLİŞLERİNİN ÜZERİNDEN 35 YIL GEÇTİ

denizler
Mare Nostrum

En uzun koşuysa elbet Türkiye'de de Devrim,
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak...
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi...
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!

Can Yücel

Donnerstag, 3. Mai 2007

Hayatın ironileri

03/05/07
Geçmişte yaşananların gölgeleri, gözlerimizin önüne çekilmiş ince bir perde gibi, yaşamakta olduğumuz zamanın üstüne düşüyor. Geçmiş bu şekilde bazen yaşadıklarımızı anlamakta yardımcı olduğu gibi, çoğu zaman da şaşırtıyor bizi.

Daha bir hafta önce yalaka basına göre Başbakan tarafından mükemmel yönetilen Cumhurbaşkanı seçim süreci, araya bir "sanal muhtıra" da sıkıştırarak hepimizin başını döndürecek zik zaklar çizerek devam ediyor.

12 Mart ve 12 Eylül'ün anıları bu kadar tazeyken elbette darbeye hep birlikte karşı çıkıldı ve Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararının da katkılarıyla darbe tehlikesi savuşturulmuş oldu. Şimdi herkes Baykal'ın uzun süredir hükümete karşı bir koz olarak kullandığı 367 şifresinin, hükümet için bir kurtuluş kapısı açtığında hemfikir.

Malum basın, Erdoğan'ın seçim kartıyla inisiyatifi bir kere daha ele geçirdiğinden söz ediyor.

***

Bütün yaşananlar sahnede oynanan bir oyun gibi. Sahnenin her değişmesinde ekranlardaki yorumcuların araştırıp üzerinde durduğu konular bugün yaşadığımız hayatın bir yüzünü gösteren şifreler gibiydi.

"Erdoğan, eşi türbansız birini işaret edecek" sinyali geldiğinde endeksin ucu yukarı kalkıyor,

"Gül sürprizi" ortaya çıkınca piyasalar biraz dalgalanıyordu.

Darbe olasılığı ortaya çıkınca en önemli mesele piyasaların bunu nasıl karşılayacağıydı.

Eğer yüksek mahkeme 367'ye göre iptal kararı verirse borsa rahatlayabilir, aksi halde yabancıların buna karşı nasıl hareket edeceği kestirilemezdi.

Bir yetkili, borsadaki yatırımların yüzde yetmişinin yabancılara ait olduğunu bildirdi. Diğer yüzde otuzun çok büyük bir kısmını da büyük yatırımcılar teşkil ediyordu. Borsada artık küçük yatırımcı yoktu.

Babacan en kritik günde sahneye çıktı ve "Allah göstermesin", demokrasiye yapılacak bir müdahalenin borsa ve tahvile 60 milyar dolar yatırmış olan yabancı yatırımcıları çok olumsuz etkileyeceğini açıkladı. Çünkü yabancı yatırımcılar, Türkiye'nin yüzü Avrupa'ya çevrildiği için geliyordu. Çocuklarımızın geleceği için bu çok önemliydi.

***

Bizim çocuklarımızdan birinin adı Eylem.

Yirmi yaşlarında bir genç kız. Bir özel sağlık kuruluşunda çalışıyor.

Bu konuları çok iyi biliyorum ya, "şimdi ne olacak" diye sordu. Erken seçime gidilip gidilmeyeceğini merak ediyordu. 'Niye merak ediyorsun, borsada hisse senetlerin mi var,' 'yoksa dolara mı yatırım yaptın' diye sordum, şakayla. 'Ne borsası abi,' dedi. Onun hayatının şifreleri başkaydı. Üç kere KPS'ye girmiş. Şimdi tayin beklerken, seçim olursa tayin işinin gene yatacağından korkuyordu. Bir arkadaşları varmış, işsizlikten ve çaresizlikten, (mütedeyyin!) birini bulunca, inançlarına uymadığı halde, hemen o da örtünmüş! 'Durum bu kadar kötü' dedi.

Şimdi bir kere daha 'yabancıların' hayatlarına ait şifrelerle kodlanmış bir erken seçim daha yapılacak.

Tamam, darbeye de şeriata da karşıyız da, bu konuda bizim şifremiz ne olacak şimdi?

Eylem'lerin, Deniz'lerin, Ulaş'ların hayatlarına ve geleceklerine dair...

Oğuzhan Müftüoğlu

oguzhanmuftuoglu@birgun.net

1 Mayis

1mayis2007

Montag, 30. April 2007

Asker kışlaya, siyaset sandığa, toplumsal muhalefet sokağa!

Aslında bugünün "tavrı" bakımından tek cümle yeterlidir: Askerin siyasete müdahalesi kabul edilemez... AKP'ye elbette karşıyız... Şeriat tehlikesinden dolayı elbette endişeliyiz... AKP'nin iktidardan gitmesi için yüzlerce gerekçe ileri sürebiliriz. Ama askeri bir darbeden yana olabilmek için aklımıza tek bir gerekçe bile gelmez. Gelseydi zaten, sanırım aynaya bakamazdık. Çünkü dörtte bir seçmen oyuyla, dörtte üç seçmenin iradesini hiçe sayan AKP'nin demokrasiyi temsil etmediğini biliriz ama Hükümetin Darbesine karşı yapılmak istenen Devlet Darbesinde sadece demokrasiden yana taraf olabiliriz.

Neler oluyor? Aylardır "rejim krizi" nüksetti diye yazıyorum ya; artık adını da koyabilirim: 27 Nisan, tarihe 28 Şubat'ın nüksetmesi olarak geçecek. 27 Nisan gecesi www.tsk.mil.tr sitesinden "BA- 08 / 07" kayıt numarası taşıyan muhtırayı okudum. Sabahı zor ettim. Zira esas olarak ABD açıklamasını merak ediyordum. Onu da okudum: "Laik demokrasi"den yanayız diyordu Amerikalılar ve "Taraf değiliz" diye ekliyorlardı. ABD'nin eski Ankara Büyükelçisi Morton I. Abramowitz de "Ne darbe olur ne şeriat gelir" demişti. Eveeet... Öyleyse "büyük fotoğrafa bir kez daha bakmalıydık. Irak'tan çekilmenin yollarını ve Ortadoğu'nun yine yeni bir dizaynını tartışan Amerikan yönetimi, TSK'yı karşısına almaya niyetli değil. Ama şu konjonktürde AKP hükümetine de her istediğini yaptırıyordu. Öte yandan demokrasinin "motoru" sayılan AB cenahı ise şimdilerde askerin siyasete müdahalelerini "meşrulaştıran" bir yerde duruyordu: Asker, "ne geldiyse başımıza zaten AB yüzünden geldi" argümanıyla toplum indinde giderek ikna edici bir pozisyona sahip olmaktaydı.

Peki şimdi neler olacak? Aslında Muhtıranın ardından neler olabileceği yine muhtırada yazıyor: "Türk Silahlı Kuvvetleri ... gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır." AKP'nin icraatları ve türbanlı Hayrünnisa hanımın eşi Abdullah beyin adaylığı ilk adım için "yeter şart" sayıldı; seçilmesinin ise ikinci adım için "gerek şart" olduğu anlaşılıyor. Yani Abdullah bey seçilirse "gereken" yapılacakmış... Önce "Ordu kılıcını attı", hemen ardından "Hükümet de kılıcını attı." Şimdi soluklarımızı tuttuk, ikinci adımı kimin atacağını bekliyoruz. Sıra askerde mi? Asker, gece yarısı muhtırasıyla, belirleyici olanın Anayasa Mahkemesi'nin değil kendisinin olduğunu vurgulama ihtiyacını mı hissettirdi?

Kötümser soru şöyledir: "Mahkemeye düşen" demokrasi, açık ve net bir şekilde askeri cezaevine mi konulacak? Bu soruya "evet yahu öyle oldu" cevabını, demek ki, bu sütunlardan veremeyeceğim, üzerinde mutlaka "görülmüştür" damgası olan mektuplardan, ezop diliyle eşe dosta yazabileceğim... İyimserliğimizi korursak: "Açık ve net bir şekilde" ortaya konulacağı söylenen "tavır ve davranışları" gerekli görülmediği, yani gidişat klasik bir darbe yönünde olmadığı takdirde, bu kez, anti demokratik Muhtıra sayesinde (!) "demokrasi çarkı" dönecek, erken seçimler yapılacakmış. Biz de "sadece çarkımıza tü-kürdüler" deyip sineye mi çekeceğiz?

Haldeki durumda, Askerin Muhtırası ve hükümetin aynı sertlikteki cevabı ile "durum 1-1" diye okunabilir. Yapılacak erken seçim belli ki bir referandum havasında geçecek. Lüzumsuz bir kehanet gibi görülebilir ama AKP bu referandumu muhtemelen kaybedecek; tıpkı 28 Şubattan sonraki ilk seçimde, yani 1999 seçimlerinde Refah Partisi'nin kaybettiği gibi... Ve böylece Muhtıra kısa vadede (ama kısa vadede!) hedefine ulaşmış sayılacak. Yani skor bu haliyle 1-1 yazsa bile, asker hükmen galip çıkmış olacak. Refah Partisi mağdur ve korkak olarak tarihe geçmişti, bu yüzden AKP mağdur ve kahraman olma peşinde... Ama IMF'ye, ABD'ye, reel siyasete, entrikaya teslim haldeyken bu şansını zaten kaybetmişti. Şimdi yenilen sadece AKP değil elbette, tepeden vesayet demokrasisini içine sindiremeyen bütün güçler...

Böyle ileri geri yazıp duruyorum ama ya Pazartesi günü, yani bugün sizler bu yazıyı okurken borsa çökmüş, sıcak para kaçmış, ekonomi felç olmuş bir haldeyse? Böyle bir enkazın sorumluluğunu yüklenen hangi darbe hükmünü sürdürebilir? Bunu bilemem, bunu yapanlar bilir... Ama mesela yabancı sermayenin kaçmasıyla ekonomik krizin tetiklenmesi ise "büyük fotoğrafın bir kez daha öne çıkması anlamına gelir, bunu iyi bilirim.

Aslında daha 2006 Kasım ayında bu konuda diyeceğimi demiştim: "Sesi en çok çıkan Devlet, alttan almaya çalışan ise Hükümet olduğuna göre, bu kriz ağırlıkla bir Devlet krizi görüntüsü veriyor. Seyircilerin kendilerinin yazıp yine kendilerinin rol aldığı bir başka senaryo sahneye konmadığı sürece, bu krizi ya ABD ya AB çözecektir; çünkü bu iki faktör ya da aktör, devletin asıl sahibinin (sermayenin!) sahibidirler."

Devlet onların olsun, biz kendimize, yani toplumun geleceğine sahip çıkalım: "Ne şeriat ne darbe, özgür demokratik Türkiye!"

melihpekdemir@birgun.net 29/04/07

Montag, 23. April 2007

Cumhurbaşbakanı!

22/04/07
Hepimiz biliyoruz ki, Cumhurbaşkanlığı seçimi bir bahane... Çünkü Cumhurbaşkanlığı rejimle özdeş-leştirildi. Çünkü rejim krizi nüksetti ve siyasi gelişmeler şirazesinden çıktı. Artık olağan davranış ve konuşmalar yadırganıyor; olağanüstü davranış ve konuşmalar sürpriz sayılmıyor. Herkes her an her şeyin olabileceği beklentisi içinde... Rejim krizi muhtemelen Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra hafifleyecek ya da sertleşecek; ama belli ki çözülmüş sayılmayacak. Çünkü tahterevalli misali bir şeriat tehlikesi bir bölücülük tehlikesi krizi ka-şıyanların gerekçesi olmayı sürdürecek.

Rejim krizi her konjonktürde farklı bir çehre sergilemiştir. Şimdi "hükümet" ile "devlet" mi karşı karşıya? Hükümete sorarsanız, "toplum ile devlet" karşı karşıya getirilmiştir; devlet katındakilere sorarsanız, "toplum ile hükümet"... Bu tespitlerin ortak paydası, toplumda bir kutuplaşma olduğu, oluşturulduğudur. Mevcut kutuplaşma, bazen de "dindar toplum ile laik devlet" şeklinde okunuyor, okutuluyor... Oysa "dindar toplum" hem tarihsel olarak zaten mevcut, yani yeni bir şey değil; hem de yıllar boyu kapitalizm lehine komünizm tehlikesine karşı devlet ve bilhassa ABD eliyle tahkim edildi. Söyleyin "Allah aşkına", din-siyaset ilişkisinde Demokrat Parti'den bu yana iş başına gelen her sağcı hükümet, yani 12 Mart öncesinde AP, 12 Eylül öncesindeki MC'ler, sonrasındaki Özal hükümetleri ve koalisyonlar ideolojik bakımdan AKP'den esas olarak farklı bir tercih içinde miydi? 28 Şubat'a gelene dek, bu tür tercihler rejim için bir tehlike olarak görülmüyordu. (28 Şubat'ın ise basit anlamda laiklik savaşı olmadığı, devletin ve toplumun yukarıdan aşağıya yeniden yapılanması doğrultusunda bir toplum mühendisliği ya da devlet müteahhitliği olduğu biliniyor...) Şimdi ne oldu da böyle oldu?

Bu soruya sivil bir cevap bulabilmek için, ADD'nin de tarikat ve cemaatlerin de kesinlikle birer sivil toplum örgütü olmadığını bilmek gerekir. Sosyolojik olarak devlete tabi olan ADD modeli ile modernite ve sekülerleşme sürecinin dışında yer alan otoriter tarikat, cemaat yapıları sivil toplum konseptiyle uyuşmazlar. Demokratikleşme, bu tür model ve yapıların ötesindeki toplumsal arayışların ürünüdür. Ama işte bu model ve yapıların yaslandığı toplumsal zemin ise elbette bir olgudur ve "neden böyle oluyor?" sorusunun cevabına buradan da başlamak gerekir.

Daha önceki yazılarımda, bu memlekete şeriat gelecekse bunu getirecek İslam devriminin objektif ve sübjektif koşullarını, mevcut yapı bünyesindeki çelişkileri ve dinamikleri çözümlemek gerekir, demiştim. Objektif koşullar, ülkenin sosyo-ekonomik yapısı, sınıf ilişkileri vb nedenlerle kendiliğinden olgunlaşabilir. Bu olgunluk yeterli görülmediği anlarda, koşullar iradi müdahalelerle olgunlaştırılmaya, kıvamına getirilmeye de çalışılır. Objektif koşulları, en özet haliyle sanırım sosyolojik ve iktisadi koşullar alt başlığında toplayabiliriz. Sosyolojik koşullar, toplumsal mobilizasyonun kapitalizmin rasyonellerini de aşan bir ivmeyle yaşanmış olmasıdır. Kırsal kesimin bütün değerleri, inançları, çarpık kentleşmeyle birlikte kent kültürünü de ele geçirince, kapitalizmin se-küler dünyasında şizofrenik hayatlar hüküm sürmeye başlamıştır. Bu yatay mobilizasyondaki (göç olgusu) artış yanı sıra, dikey mobilizasyondaki daralma (toplumsal refahın eşitsiz dağılımı, gelir uçurumlarının derinleşmesi), dünya nimetlerinden mahrum kalanlara tek çıkar yol olarak ahiret nimetleri seçeneğini bırakmaktadır.

Ama öte yandan bu dinsel değerler kapısından geçince, sadece manevi değil maddi nimetlerden yararlanma imkanlarını yakalayanlar da söz konusudur, ki bu da iktisadi koşulların çerçevesini oluşturmaktadır. Türkiye iktisat tarihinden haberdar olanlar, uzun bir süre devlet eliyle burjuvazi yetiştirildiğini bilirler; emperyalizmin devreye girmesiyle tekelci bir nitelik kazanan Türk burjuvazisi işbirliği içinde olduğu elit bürokrasiyle birlikte moderniteyi temsil etmeye soyunmuş, laik devletten nemalanırken, elinde tuttuğu sağcı partilerin dinsel ar-gümanlarıyla da halkın geri kalan (moderniteyi pek umursamayan) kısmıyla barış içinde bir arada yaşamış; bütün toplum ortak düşman komünizme karşı teyakkuz halinde tutulabilmiştir. Ancak modern burjuvazi 12 Mart döneminde, bu konuda kendisine yardımcılık ve yatak-çılık yapan kapitalizm-öncesi toprak ağaları, tefeciler vb. de artık ihtiyaç duymadığından, bunların iktisaden ve siyaseten tasfiyesini devletten talep etmiş; ve bu kesimler oligarşik yapı arzeden egemen ittifakın dışına sürülmüştür. Tasfiye edilen bu kesimlerin torunları yıllar sonra, küreselleşmenin sunduğu yeni imkanlar sayesinde, sisteme yeniden entegre olmanın, egemen ittifak çeperinde bir yer tutunmanın fırsatını yakalamışlar, "post modern burjuvalar" olarak tekrar sahneye çıkmışlardır. Egemen ittifak içinde, toprak ağası, tefeci filan gibi arkaik sınıfsal kimlikleriyle değil, paranın dini imanı olmaz ilkesini de ispat kaygısıyla, yeni kapitalist tercihleriyle ağırlıkları kadar yer sahibi olmak arzusundadırlar. Bu doğrultuda, Cumhuriyet kurulduğundan itibaren bir tampon mekanizma olarak mütedeyyin kitleleri sistem için ikna etme misyonlarından farklı olarak kendilerini doğrudan temsil ve ifade haklarının olduğuna da inanmaya başlamışlardır. İşte bütün patırdı burada kopmakta, bunların laiklik yerine şeriat getireceği, rejimi değiştireceği söylenmektedir. İşin vahim tarafı kendilerini ifade etmelerinin, yani hayat tarzlarını "masum" şekilde sürdürmelerinin ötesinde, bunu giderek topluma empoze edeceklerinden de haklı olarak kuşku duyulmaktadır, çünkü bu konuda temiz bir sicile sahip değillerdir. Haliyle kendileri niyet etmese de, İslam devrimine niyet etmiş olanlar bakımından sübjektif koşullar da bu şekilde olgunlaştırılmış olacaktır...

Cumhurbaşkanlığı seçiminde AKP'nin dayatmaları, egemen sınıf ittifakına yeniden eklemlenmeye çalışan bir post modern burjuva hareketidir. Çünkü halen devlet (silahlı ve silahsız bürokrasi) tarafından dışlanmakta, TÜSİAD benzeri muhkem burjuvazi tarafından horlanmaktadırlar.

Bu süreçte, üretim araçları bir sınıfın elinden bir başka sınıfın eline geçmiş olmayacak, üretim ilişkileri değişmeyecektir; ama sermaye ve mülk sahibi sınıflar içinde post modern burjuvalar, tarihsel ve manevi bağları olan mütedeyyin kitlelerin desteğiyle egemen ittifaka eklemlenmeye çalıştıkça ortaya çıkacak yeni gerilimler, rejim krizini yeniden üretecektir. Sermaye ve mülk sahibi sınıfların bünyesindeki bu transformasyon, bazen milliyetçilik ve ulusalcılık, bazen siyasi İslam adına toplumsal gerilim haline getirilmekte ve bu sayede her iki kesim kendi elini güçlendirdiğine inanmaktadır.

Süreç kimin seçilmiş ya da seçilmemiş olmasıyla bitmeyecektir. Bilek güreşini AKP (post modern burjuvazi) kazanırsa oyun şiddetlenecek; kaybederse, bu sefer AKP'nin "yeni" kozları ortaya serilecektir. "Aslında neler oluyor?" sorusunun cevabını verebilmek, zaman kipini "Aslında neler olacak?" diye değiştirmekle mümkün. Tayyip Erdoğan işte bu nedenle kararsızdır. Ne serden ne yardan geçmek istiyor. Başbakan kalıp Cumhurbaşkanlığını birisine emanet edebilir. Cumhurbaşkanlığına çıkmayı göze alıp Başbakan gibi hüküm sürmeyi kafasına koymuş olabilir..

Ama Özal da böyle olsun istemişti...

Melih Pekdemir

Samstag, 21. April 2007

14 Nisan darbesi

21/04/07
Her ne kadar ben önceki haftalardaki yazılarımda "bugünkü koşullarda darbe mar-be olmaz" diye yazmışsam da, düzenleyicileri arasında adları darbeciye çıkmış asker emeklilerinin bulunduğu ve hemen herkesin "Cumhuriyet tarihinin en büyük mitingi" olduğunu söylediği 14 Nisan mitinginin bizatihi kendisi bir "14 Nisan darbesi" olarak gerçekleşti!

Bu değerlendirmede genelde bir mutabakat bulunmasına karşın, 14 Nisan'ın kimi "darp"ettiği konusunda farklı yaklaşımlar var. Darp edildiği düşünülenler arasında AKP hükümeti ve Tayyip Erdoğan'ın yanı sıra (bizimki de dahil!) medya kuruluşları, mitinge katılmayan kitle örgütleri ve sol kuruluşlar da var.

Mitingi olumlayan pek çok yazar mitingin "kürsü"süyle "meydan" arasındaki ayrıma işaret etti. Yurtdışında televizyon yayınlarından izlediğim kadarıyla mitingin olumlanabilecek yanlarından biri, (Malatya'da işlenen cinayetlerden sadece üç beş gün önce!) ülkedeki misyonerlik faaliyetlerinden şikâyet edilen kürsünün koyu bir milliyetçi, devletçi söylemle donatılmış çağrılarının yüz binlerle ifade edilen meydanda hemen hiç yankı bulmamış olmasıydı. Bence bu da, 14 Nisan'ın kürsüdeki darbecilere pek de farkedilmeyen darbesiydi!

Buna karşı başta Cumhuriyet yazarı Mustafa Balbay ve Milliyet yazarı Melih Aşık gibi yazarlar kürsü cenahından konuşanlar safında yer aldılar. Onlar, adları darbeciliğe çıkmış eski subayların çağrılarına temkinli bir yaklaşım gösteren ve yıllardır o meydandaki yüzbinle-rin haklarını savunmak için amansız bir mücadele yürütenlere darbe vurmaya çalışıyorlar.

Bizi ya milliyetçi-devletçi laik kampta ya da liberal-dinci kampta yer almaya, yanında saf tutmaya zorluyorlar! Hep aynı ikilem. **•

Temcit pilavı gibi durmadan yazmaktan usandım: EceTemelkuran'ın Milliyetteki "değişeceğiz" başlıklı güzel yazısından -özetleyerek- aktarayım:

"Aydınlar ve bilhassa sol aydınlar epey bir zamandır iki kampa bölündü. Memleketin en ciddi sorununun milliyetçilik olduğunu düşünenler İslami çevrelerle yakınlaşıp özgürlükler meselesini "inanç özgürlüğü" çevresinde ve bununla sınırlı olarak algılama eğiliminde oldular. Birincil sorunu muhafazakârlaşma ve İslamileşme olarak görenler, giderek sertleşen bir biçimde ulusalcı kampı oluşturdular. Birinci grup bütün yasaklara karşı çıkar gibi görünmekle birlikte en büyük ve en derin yasakları getiren dini sorgulamayı kendilerine yasak saydılar. Üstelik dinin insanlara ve bilhassa kadınlara getirdiği yasakları, özgürlükler adına cansiperane savunurken, kendi gündelik hayatlarının bundan hiç etkilenmediğini ama mesela Adıyaman'daki on üç yaşındaki bir kızın kendileri gibi ayrıcalıklı bir hayat yaşamadığını, muhafazakârlaşma karşısında hiçbir gücünün olmadığını düşünmediler.

Aydınlardan ulusalcı kampı oluşturanlar ise enternasyonal sol değerleri bir hışımla lanetleyip Türkiye'yi dünyanın dışında tek başına bir ülke olarak tanımlamaya gidecek şuursuzluğa vardırdılar işi... Sonuçta Hran-t'ın cenazesinde ve Ankara mitinginde gördük ki memleket hem aşırı milliyetçiliği hem de hayatın ve siyasetin İslamileştirilmesini aynı oranda tehdit olarak görüyor... Oysa onlar Malatya'da saldırı yapanların ve benzerlerinin hem "Vatan için yaptık" hem de "Din düşmanlarına ders olsun" dediğini görüyor. Tehlikenin hem milliyetçi hem dinci olduğunu biliyor."

Durum aslında kısaca bundan ibarettir.

Ancak ne kadar haklı olursanız olun, var olan duruma karşı sadece itiraz etmek yetmiyor. İtirazın hayatın içinde kendini somut bir seçenek olarak, ortaya koyması gerekir.

Sorun da burada.

Bugün gericiliğin "ilerici" bir misyon takınarak karşımıza çıkartıldığı ve eskiyle yeninin bir çatışması gibi gösterildiği bu ikilem aslında söz ve fikri düzeyde kalan devrimci bir misyonun yaşanan hayatın içinde somut olarak, bir eylem hattı ve hayat tarzı olarak henüz kendisini ortaya koyamamış olmasından kaynaklanan boşluktur.

Bu anlamda 14 Nisan darbesi biraz da bu boşluğa karşıdır.

Oğuzhan Müftüoğlu

oguzhanmuftuoglu@birgun.net

Donnerstag, 19. April 2007

Ruhi Su

logo
"Sanatçı da, tıpkı bir çiftçi gibi, demirci gibi işini anlatabilmelidir. Hem diliyle, hem de hüneriyle. Bir başka deyişle, kendi toplumu içinde sanatıyla ekmek yiyebilmelidir. 'Beni bu halk anlamaz' demek, en azından, boş bir kendini beğenmişliktir. İnsan kendini beğenmede bile yalnız kalmamalı. Halkın sanattta anlamadığı bir yer olabilir, sanatçı bunu umursamazlık edemez. Çünkü tüketicisi olmayan bir üretim yaşamaz. Hani hükümet zoruyla da yaşamaz demek istiyorum. Elli yıllık değil, yüz elli yıllık deney var önümüzde. Bazı sanat kurumlarının gittikçe yozlaşması, kuruyup gitmesi bundandır. Halktan kopuk hiçbir işten, hiçbir insandan hayır gelmez."

- Ruhi Su

Müziği Düşünen Adam
Yaptığı müziğin yapısı ve işlevi üzerine, halk müziğinin estetik ve sosyolojik temelleri üzerine, ülkemiz sanat yaşamında türkülerin ifade ettiği anlam, açabileceği ufuk üzerine çok düşünen, düşüncelerini her fırsatta; yazılarında, söyleşilerinde, öğrencileriyle yaptığı çalışmalarda dile getiren bir sanatçıydı Ruhi Su. Müzisyenliğinin yanısıra, bir düşünür olarak da kültür dünyamızda etkinliği olmuştur. İşini bilinçle,felsefeyle yoğuran bu müstesna sanatçıyı tanımanın en doğru yolu, onun kendi sözlerine kulak vermek olacaktır. Ruhi Su’nun sanatıyla, müziğiyle ilgili görüşlerinden seçtiğimiz dikkate değer örnekler, onun yaptığı işin büyüklüğünü ve değerini gerçek anlamda kavramak isteyenler için çok önemli bir kılavuz niteliği taşıyacaktır.



Aldı Ruhi Su... bakalım neler söyledi:



>“ Garbın şan tekniği bizim için iyi bir idealdi, aldık ve onunla şarkı sesimizdeki pısırıklığı atmaya çalışıyoruz. Bu tekniği yalnız ecnebi şarkılarını söyleyebilmek için aldığımız düşünülemez. O halde, başka sahalarda olduğu gibi, garbın şan tekniğini de, şarkılarımızın karakterini belirttiği nisbette sesimizde kullanalım. Bu karakteri bozmasına müsaade etmeyelim. Mesela Ulvi Cemal Erkin’in, “Yayla gülünün dikeni bol olur” diye başlayan bir şarkısını “alafranga” söyleyeceğim diye, enerjik ve katı bir sesle, adeta dinleyiciyi azarlar gibi söylemeye lüzum yok. Esasen bizim şarkılarımızın çoğu böyle köşeli ve kırık tonlara müsait değildir. Ekserisi lirik ve pastoral bir tonla söylenmek ister.

(...) Halk şarkılarımızı, bir saz şairinin yayık ve disiplinsiz sesiyle değil, fakat şehirli bir muganninin ağzıyla da değil; halk şarkılarımızı garp tekniği içinde, halk gibi, fakat halktan ayrı olarak söylemeliyiz.



Varlık, 1.1.1940



>“ (...) Bu sebeple, bizi de çok sesli müziğe götürecek en sağlam yol, esasında zaten polifonik bir karakterde olan halk müziğimizin yoludur diyorum. Müziğimizin bu yolda bir adım atabilmesi ise, yalnız kompozitörün değil, kompozitörle birlikte bütün icracılar topluluğunun işidir.

İyi bir icracı, kullandığı enstrümanın bütün imkanlarına sahip olan kişidir. İnsan sesi de bir enstrümandır. Bir şarkıcının da şarkı söylemeye başlamadan önce uzun bir teknik eğitim görmesi, sesine bu imkanları kazandırması lazımdır.



(...) Türkülerin bir kısmı şarkı anlamına gelen lied, bir kısmı arya, bir kısmı da resitatif karakterindedir. Bunlara sahip olmakla bizim şarkı sesimiz, birtakım cilveli oyunlardan, ağlamaklı, miyavlamaklı olmaktan kurtulabilir. Çünkü bunların hepsi ne üsluptan, ne de müziğin kendisinden gelir. Bütün bu oyunlar bilgisizlikten, sesteki yetersizlikten, yani sesin kendisi ile elde edemediğini birtakım trüklerle elde etmek istemesindendir.



Halk türküleri donmuş bir müzik olmadığından, her söyleyen insanla değişen, her söyleyişte değişen, daima bozulup yeniden kurulan bir sanat olduğundan, onu içeriğine göre yorumlayıp icra etmek, hem en doğru yol olur, hem de en doğru yol olduğundan halkın lehine olur. Çünkü halk bütün bu dediklerimi elde etmek için yapıyor bunları. Ayrıca, halkını seven insan, halkın yetişmesi diye bir şeyin de var olduğunu bilir.”



Yeditepe, 16-31 Ağustos 1961



>“ (...) Toplumun düzeni zaten dayanılır gibi değilken, bir de inanç boğuşması...Artık toplumun düzensizliği mi bu inanç boğuşmasına gitmiş, inanç boğuşması mı toplumun düzenini bozmuş, toplumbilimciler çıksın içinden. Halkını sevenlerin her zaman başı derde girmiştir. Ve her zaman, bir rahatsızlığın kökünü dışarıda aramak yöneticilerin kolayına gelmiştir. “Güvendiğin padişahın, o da bir gün devrilir” derken, Pir Sultan Abdal’ın aslında ne şahla ne padişahla bir ilgisi vardır. Zamanının dili ile, onun sadece toplumun bir huzursuzluğunu söylediğini bugünün aydını bilir. Anadolu insanı bugün bile “Allah” demeden “of” diyemez. Pir Sultan Abdal olsun, Yunus olsun, ya da bugün yaşamakta olan Ali İzzet olsun, Kul Hasan olsun, zamanlarındaki düşünce yolu ne ise, dertlerin çözüm yolu da o olmuştur. Hepsindeki, bir barış ve huzur özlemi : Laiklik dendi mi aklıma hep bunlar geliyor. Yeryüzünde laik bir devlet olmanın kadrini sanırım bizim bu halk kadar bilecek çok az insan kalmıştır. Çünkü dünyada bu mesele söz konusu olmaktan çoktan çıkmıştır.”



Yeni Ufuklar, Aralık 1963



>“ (...) İyi yorum, iyi icra, kullanılan enstrümanın (insan sesi de bir enstrümandır) bütün yeteneklerine sahip olmakla yapılabilir. Bir kompozitör keman için, piyano için ya da ses için bir eser yazsa, bunları en iyi icra edebilecek ( çalabilecek ya da söyleyebilecek) o kompozitörün kendisidir diye bir şey söylenemez. Bir eser hangi saz için yapılmışsa, ancak o sazın bütün güçlüklerini yenmiş bir insan o eseri olumlu bir şekilde icra edebilir. Çünkü bestelemek ayrı iş, icra etmek yine ayrı bir iştir. Halk da bir besteci olarak bu kuralın dışında değildir.

İşte bundan dolayı, “Halk gibi söylemek” sözü de yerinde bir söz değildir. Ne halk diye belirli bir kişi var, ne de halk bütününü ifade edebilecek belirli bir söyleyiş var. Aşık Veysel var, Aşık Hasan var, Ahmet var, Mehmet var, biz varız. Biz hepimiz halkız. Halkın birimleriyiz. Her birimiz sesimiz ve kültürümüzün şartları içinde derece derece birtakım ayrıntılarla bu türküleri söylüyor ve değerlendiriyoruz. Eğer kültürümüzle birtakım imkanlar kazanmışsak, illa da bu imkanlardan mahrum insanlar gibi söylemeye neden özenelim? Olacak iş mi bu? Daha ilerinin daha geriyi taklit ettiği nerede görülmüş? Bunun altında sahte bir halk sevgisi, gelenekçi bir tutum sezilmiyor mu?



Folklore ’64,İstanbul American Colleges, Mart 1964



>“Batı müziği, bizim halkımızın çoğunluğunca daima bir yabancıdır, anlaşılması güç bir dildir. Kültürümüzün kökleriyle başka dünyalarda oluşumuz bunun nedenlerinin başında gelir. Bizim geleneğimizde çok seslilik yoktur. Biz bu aşamaya batı kültürüne yöneldiğimiz bir anda geldik. Batı kültürüne yönelişimizin tarihi de iki yüzyılı bulur. Yalnız müzik değil, bir uygarlık yaratılabilirdi bu süre içinde. Demek ki, giysilerin ya da faydası kolayca anlaşılan diğer araçların değiştirilmesi gibi kolay olmuyor müzikte değişiklik. Onun gelişebilmesi daha köklü dönüşümlerle ilgili.Bir toplumun müziği, konuştuğu diil kadar hayatına bağlıdır. Ve bundan dolayı da konuştuğu dil kadar kendisine anlamlı ve sıcak gelir. Bunda ayıplanacak bir şey yok: İnsan, tamaıyla yabancılaşmadıkça ne dilinden, ne de müziğinden kopabilir. Toplum ileri bir toplumsa, müziği de ilerlemiş, gelişmiş olur. XIII.-XIV. Yüzyıl batı müziği, bizim bugünkü alaturkadan daha yeterli bir müzik değildi. Bugünkü batı müziği ise, bilimde ve teknikte Rönesans’la uzay çağı arasındaki gelişme ile orantılıdır. Bilimin ve tekniğin yalnız ürünlerini alıp da dünyada uygar olabilmiş bir toplum yok. Marifet, bu ilerletici bilimin ve tekniğin içinde olabilmekte.

Armoni, batı müziğine bugünkü gücünü kazandırmış olan çokseslilik kurallarının bilimidir. Armonize etmek, mevcut bir melodi çizgisini çoksesli bir hale getirip zenginleştirmek demektir. Çokseslilik nedir bilmeyen bizim gibi bir toplumda bunun, halkı da, sanatçıyı da yetiştirici iki yönlü bir faydası vardır. Çoksesliliğe kendi türkülerinin eşliğinde girmesi hem halka daha ilginç gelir, hem de sanatçıya bu kurallar içinde kendi diliyle düşünmeyi öğretir. Gerçi sadece türkülerin armonize edilmesi batı müziği, ya da bir müziğin geleceği demek değildir ama, bu anlamdaki bir müziğe hem yolunu açan, hem kişiliğini kazandıran bir çabadır. Zira bir sanat, kural ve teknik yabancı ya da yabancılaştırıcı bir unsur olmaktan çıktığı zaman kişiliğini bulur. Yalnız kişiliğini değil, kişiliğinin kurallarını da bulur. Edebiyatımızdaki gelişmeyi düşünelim: Destandan, masaldan, halk hikayelerinden ve halk şiirinden bugünkü batı romanına, batı hikayesine ve batı şiirine geçerken, batıdan neler aldığımızın bir okuyucu olarak farkında mıyız? Batı tekniği ile işlenmiş müziğimizi dinlerken de kendi dilimizi ve kendi yaşantılarımızı bula bula çoksesliliğin tadını anlamaya alışacağız ve böylece batı müziği içerisindeki yerimizi alacağız.”



Orkestra , Mayıs 196



>“ (...) Müziğimize bir bakalım. Tartışma şu: “Alaturka mı? Alafranga mı?”

Bir ucu yüz elli yıl gerilere kadar giden bu tartışmanın en olumlu sonucu “alaturka” sözcüğünün yerine “Türk müziği”, “alafranga” sözcüğünün yerine de “Batı müziği” sözcüklerinin gelmesi oldu. Bunun arkasından alaturka dediğimiz müziğin Türk müziği olup olmadığı çıktı ortaya. Özü ile bu yine aynı tartışmanın bir devamıdır. Alaturkanın Türk müziği olmadığı, halkın çoğunluğu tarafından söylenen halk türkülerinin Türk müziği olduğu söyleniyor şimdi. Bu kanı, divan şiirinin Türk şiiri olmadığı, ancak halk şiirinin Türk şiiri olduğu kanısı kadar tutarsızdır. Alaturkanın bugünkü Türk toplumunu ifade edemediğini düşünürken, işi alaturkanın Türk olup olmadığına kadar götürmek yanlıştır. Bütün bu yanlışlıklar, halkı hesaba katmadan halkın hesabına düşünmüş olmaktan çıkıyor. Halkın hangi koşullar içinde olduğu bilinse, birtakım doğrular bu kadar yozlaştırılmamış olur sanıyorum. Gerçekte, halk türküleri gibi, alaturka dediğimiz müzik de bu koşulların ürünüdür. Kısacası ikisi de Türk müziğidir. Sanatın her dalında olduğu gibi müzik de toplum düzenine ve hayat şartlarına sıkı sıkıya bağlıdır. Bu sebeple gerçek bir aydın, bugünkü Türk müziğinin Türk halkını ifadeye yetmediğini söylerken, bugünkü düzenin ve hayat şartlarının Türk halkını ifadeye yetmediğini de söylemiş olur. Hiç değilse, “ Bir halkın müziği, ana kanunları ile birlikte değişir.” Diyen Yunan filozofları kadar ciddi olabilmeliyiz bu konularda.”



Sahne Kapısı , Ağustos 1965



>“Türkü söylemenin kolay görünmesi, türkülerin erişilmez sadeliğinden ve sağlamlığından gelir. Bundan dolayı da, nasıl söylenirse söylensin, yine de bir şeyler kalır türkülerden. Bu hal bir umursamazlığa, sanki aslında da türkülerin böyle söylendiği ve böyle söylenmesi gerektiği gibi yanlış bir yargıya götürebilir insanı. Yorum ve üslup ancak entellektüel bir faaliyet olan sanata, sanat müziğine hasmış gibi gelirse 6de, bunun bir kuruntudan ve bir kendini beğenmişlikten ileri geldiğini sanıyorum. İlkel çağlara gittikçe, türkülerin sihir ve kehanete karışması, ozanların vecde gelip kendinden geçmesi, herşeyden önce yorumla, karşısındakini etkileme çabasıyla ilgili görünüyor.Türküler de tıpkı operalar ve lied’ler gibi çeşitli konularda vedeğişik biçimlerde olduğundan, onlar gibi renkli ve değişik bir icrayı zorunlu kılar. Bunun da bir yetki, bir hüner işi olduğu açıktır. İnsan sesi çalgıların en soylusudur. Hiçbir çalgı insan sesinin anlatım gücüne sahip değildir. Fakat insan sesi de dahil,kullandığı çalgının yeteneklerinden yoksun kişi, hem kullandığı enstrümanı, hem de o enstrümanla yaptığı işi yozlaştırır.Şarkı söylemelyi meslek olarak seçen bir insan için, bu – en azından- bir klasik eğitim, bir ses eğitimi, sözün kurallarına göre bir şarkı söyleme eğitimi ve sonsuz bir insan sevgisi demektir. Türkü söyleyen bir sanatçı ise, bunlarla beraber halkını ve bu türküleri meydana getiren koşulları da iyi bilmeli. Bunların olmadığı yerde, iş herkesin kolayca yapabileceği klişe bir icraya yönelir ki, bizim memleketimizde genellikle şarkı söyleme sanatı böyle olagelmiştir.Bazılarının “Halk gibi söyleyiş” dediği de budur. Eğer bir sanatçı bu yeteneklere sahipse, halk gibi söyleyeceğim diye, bunlardan yoksun insanlara özenmesi ya da özendirilmesi, bilgiye ve hünere karşı saygısızlıktır. Acaba Sümmani halk gibi söyler miydi? Söylese “Sümmani tavrı” diye bir şey kalır mıydı? “Halk gibi” diye gösterilebilecek bir örnek tip yoktur. Sümmani, Veysel, Ayşe, Fatma, Mahsuni, Ruhi vardır. Biz hepimiz halkız.Hepimiz kendi görgümüz ve bilgimiz içinde birtakım katkılar ve ayrıntılarla söyleriz bu türküleri. Türküler yaşayan bir varlık gibi iyisine ya da kötüsüne, bu kişisel katkılarla her an bozulup yeniden doğar. Bu bizim elimizde olan bir şey değil. İmzalı bir sanat eseri gibi donduramayız bu türküleri. İyi ki elimizde olan bir şey değil.Çünkü türküler o zaman yeniye karşı daima açık olan aslını ve otantik gücünü yitirirdi.

Bana, “Sen bu türküleri nasıl söylediğini anlat” dedikleri zaman, bunlardan başka söyleyecek bir şey gelmiyor aklıma. Kısacası, “Bu benim terbiyem icabıdır.” diyemiyorum.



İmece Plakları Takım II kitapçığı, 1968



>“ (...) Halk türkülerinin bu diriliği ve uyanıklığı karşısında bir de dolmuşlarda, sokaklarda, gazinolarda, yatak odası seslerini, sevgili kavgalarını yansıtan “müziğimiz”in halyine bakın. Gerek ses, gerek çalgı düzeni (orkestrasyon) bakımından Hint, Arap ve hafif batı müziği etkisinde, artık iyiden iyiye tarihi Türk müziğinin yerini almış yeni bir alaturkaya tanık olmaktayız ki, kuşkusuz bu da halkımızın karşı karşıya bulunduğu bir gerçektir. Bugün bu yoz “müzik”, Tarihi Türk Müziği dediğimiz Türk Sanat Müziğine göre daha geniş halk kitlelerine inmiş olmasına rağmen, demek ki “yenileşmek” her zaman için “ileri” olmak anlamına gelmiyor.”



Köken, Mayıs 1974



>“(...) Bir toplumun sanatı, o toplumdaki gelişmelere uygun olur. Olmamak elinde değildir. Çünkü o gelişmeleri hazırlayan öğelerden biri de sanattır. Bu sorulara gelen cevaplar arasında “sosyalist sanat”, “kapitalist burjuva sanatı” gibi deyimlere rastladım. Bunları okuyan bir sanatçıyı, “Demek ki ben bilmeden nesir konuşuyormuşum !” diyen adamın durumuna düşürmemek için, daha doğru tanımlar bulmalıyız. Sosyalist toplumdan önce de sanat olduğuna göre ve sosyalist kişi bunları toptan reddetmediğine göre, “gerçekçi sanat”, “gerçeküstü sanat” deyimlerini daha tutarlı buluyorum. Sözgelişi, Bach’ın müziğine “kralcı” ya da “kapitalist müzik” demek ne kadar doğru olursa, Şostakoviç’in ya da Haçaturyan’ın müziğine sosyalist müzik demek de o kadar doğru olur ancak.”

Ant, Nisan 1968 (Osman Arolat’la söyleşi)

>Benim anladığım anlamda iyi türkü söyleyebilmek için kişinin bir ses eğitimi, müzik eğitimi görmesi şart. Bu eğitimi gören her insan da iyi türkü söyleyemez. İyi türkü söyleyebilmek için, içinde yaşadığı halkı tanıması, sevmesi gereklidir. O türkülerin nasıl ve ne koşullarda çıktığını, sonra o türkülerin dilini, yani Türkçemizi iyi kullanmayı bilmesi gereklidir. Bütün bunlar birleştiği zaman insan iyi türkü söyleyebilir. Bunlar olmadan da halkın, halk sanatçılarının içinde iyi türkü söyleyenler vardır ama, o benim açımdan yeterli bir söyleyiş biçimi değildir. O söyleyiş, ancak o söyleyişin geldiği geleneği sürdürmeye yetebilir. Ama o kültürü, o kültürün yaşayan kısımlarını daha ileri bir kültüre aktarmaya yetmez. Daha ileri kültüre, yani kendi toplumumuz için gerekli olan kültüre, ancak dediğim eğitimden geçmiş ve o ileri kültürü anlayan bir sanatçı aktarabilir. Hem kendi geleneğini, hem de daha ileri kültürün dilini bilir. Ondan dolayı, gelenekte var olan kültürü, özlemi çekilen kültüre daha iyi aktarabilir.”

The Bosphorus Chronicle, Nisan-Mayıs 1978 (Söyleşi)

http://www.ruhisu.org.tr

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren