Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu
SS Süleyman Soylu

Dinlediklerim

Sabahat Akkiraz | Bergüzar
Bergüzar

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Samstag, 8. September 2007

ÖDP’ye Sahip Çıkma Zamanı!

Türkiye’de sol önemli bir dönemecin eşiğinde bulunuyor. Sol, 1990’lı yıllarda gelişen toplumsal muhalefet dinamikleri üzerine inşa edilen mücadele örgütlerinin güç yitirmesi ve aynı zamanda yaşanan ideolojik savrulmanın da etkisi ile genel bir kriz hali yaşıyor. Seçim sonuçlarının da bir kez daha ortaya koyduğu bu durum karşısında, solun yeniden yapılandırılmasına dair çeşitli tartışmalar da yürütülmeye başladı

Böylesi zor bir dönemde, ÖDP seçimler öncesi yaşanan tartışmalarla kendi içinde de bir krizle karşı karşıya kalmıştır. Ancak bu kriz salt bir iç kriz olarak gelişmemiş, ÖDP dışında süren tartışmalar krizin ortaya çıkmasında ve sürdürülmesinde etkili olmuştur. Bu nedenle önümüzdeki dönemde gerçekleşecek olağanüstü kongre ÖDP tarihinin kritik kongrelerinden birisi olacaktır. Bu kongrede parti salt genel başkan seçmeyecek bunun ötesinde kendi geleceğini de belirleyecektir.

1

Sol hareketin yoğun liberal/milliyetçi savrulma altında kaldığı bir dönemde Türkiye devrimci mücadele tarihinin birikim ve değerleri üzerine kurulan ÖDP, devrimci siyaset anlayışı, ideolojik-politik tutumu ve 11 yıldır sürdürdüğü mücadelesiyle önemli bir boşluğu doldurmuştur. Ancak bugün yaşanan gelişmelerin bir sonucu olarak ÖDP ciddi bir kriz ve kırılma noktasına sürüklenmiş durumdadır.

Partiyi bu şekilde ciddi bir tartışma ve ayrışma içine sürükleyen sorun, genel seçimler öncesinde “bağımsız adaylık” konusunda partinin yetkili karar organının kararlarını tanımayan genel başkan Ufuk Uras’ın DTP tarafından kendisine yapılan adaylık önerisini kabul etmesiyle başlamıştır. Bugün de seçimler öncesi ortaya çıkan krizi derinleştirmeye yönelik tutum alışlar sürdürülmektedir. Aynı zamanda kimi çevrelerin de parti içerisindeki tartışmalara gönderme yaparak yaşanan krizi derinleştirmeye çalıştığı görülmektedir.

Yaşadığımız krizden çıkış ise bu dönemde ortaya çıkan tüm konuların örgütte açıklıkla tartışılmasıyla olanaklıdır. ÖDP’nin temelini oluşturan bütün devrimci dinamikler karşı karşıya bulunan sorunu derinliğine tartışarak kendi gelecekleri konusunda kendileri karar vermelidir. ÖDP’nin örgütsel bütünlüğü ile birlikte kendi bağımsız devrimci çizgisinin korunabilmesi, ancak böyle bir sürecin işletilmesi ile mümkün olabilecektir.

Partide sürecek bir tartışmayı bir parçalanma korkusu yaratarak önlemeye çalışan anlayışlar, gerek seçim öncesi gerekse de seçimler sonrasındaki tutumları ile partide ikili bir hayatı açığa çıkarmıştır. Bu ikili hayata son verilmesinin yolu da tüm üyelerin aktif katılımı ile gerçek bir tartışma sürecinin ilçelerden başlayarak sürdürülmesi ve ÖDP’nin geleceğinin bu tartışmalar ışığında belirlenmesidir.

2

Bağımsız adaylık konusunun önemli bir tartışması asıl olarak DTP’nin seçimlere bağımsız adaylarla katılmasının kesinleşmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu günkü barajlı anti demokratik seçim yasası karşısında bağımsız adaylık taktiğine başvurulması elbette her zaman mümkündür. Bu durumda Kürt hareketinin de baraj sorununu aşabilmek için bağımsız adaylarla seçimlere katılması kendi açılarından doğru hatta belki de gecikmiş bir karar olarak değerlendirilebilir. Keza ÖDP’nin bu konudaki değerlendirmelerini de eksik ve yetersiz bularak eleştirmek de mümkündür. “Bağımsız adaylık” tartışmalarında sorun teşkil eden nokta ise başkadır. Kürt hareketinin bugün sahip olduğu sayısal çoğunluktan hareketle ÖDP’nin yetkili kurullarını devre dışı bırakacak bir yol izlenmiş olmasıdır.

Bu şekilde, hiç de şık olmayan bir yöntemle yürütülen “bağımsız adaylık” sürecinin Partimiz içinde yarattığı tartışma ve sorunlar çarpıtılarak istismar edilmektedir. ÖDP’nin Kürt sorunu konusundaki bağımsız devrimci duruşuna karşı öteden beri sürdürülen “duyarsızlık, milliyetçilik vb.” biçimindeki çirkin suçlamalar bu tartışmalarda da bu süreçte yeniden gündeme getirilmiştir.

Bu gün bütün Türkiyeli emekçiler gibi, Kürt halkının da çıkarı Türkiye toplumu içinde özgürlükçü devrimci bir hareketin gelişip güçlenmesindedir. Ancak bu sayede doğrudan demokrasi anlayışıyla yerinden yönetim ilkelerinin, eşitlik ve kardeşlik temelinde geliştirilmesine dayanan gerçek bir çözüm tesis edilebilir. Bunu da ancak bu irade ve kararlılığa sahip devrimciler kendi güçleriyle başarabilir. Kürt hareketine destek olacak unsurların desteklenmesiyle ortaya çıkacak oluşumlar ise asla bağımsız özgürlükçü bir devrimci siyasi hareketin yerini tutamaz. Bunu anlayabilmek için yalnızca daha yakın zamanda ülkede yükseltilen ırkçı-şoven-faşizan rüzgâra karşı ÖDP tarafından yürütülen ‘Bir arada Yaşamı Savunalım’ kampanyasının ülkede yarattığı etkilere bakmak yeterlidir.

3

Seçimlerden sonra, bağımsız adaylık konusunun basit bir seçim taktiği olmanın ötesinde ‘solu yeniden yapılandıracak bir ittifak’ tartışmasına dönüştürüldüğü görülmektedir. Bilindiği gibi ÖDP içerisinde bağımsız adaylık konusunu savunanlar tarafından da sadece bir seçim taktiği olarak sunulmuş ve savunulmuştur. Ancak bugün gündeme gelen konular bağımsız adaylığın bir taktik olarak ele alınabilecek kadar sade olmadığına da ortaya koymaktadır Örneğin seçimlerden sonra yapılan DTP PM’si seçim değerlendirmesinde “EMEP, ÖDP ve SDP ile ittifak temelinde seçime girmiş olmamıza rağmen ÖDP’den gerekli desteği göremedik” biçiminde bir eleştiride bulunulmaktadır. Oysa ÖDP organlarında DTP ile ittifak tartışması yapılmamıştır. Bu ittifak kararını kim almıştır, hangi ilkeler ve koşullar altında alınmıştır? Genel başkan basında yer alan açıklamalarında bu konuda bir taahhütte bulunduğunu ifade etmektedir. Bu taahhüt kendi adına mı parti adına mı yapılmıştır, parti adına ise partinin hangi organlarında tartışılarak verilmiştir. Bütün bunlar yanıt bekleyen sorulardır.

Bu gün şüphesiz solun yeniden yapılanması doğrultusunda çeşitli çevrelerin tartışma yürütmesi bu konuda öneriler ortaya koyması doğaldır. Küreselleşme çağının sorunları etrafında sol çeşitli kırılmalar yaşamaktadır. Türkiye’nin bugün AKP eliyle küresel kapitalizme eklemlenme doğrultusundaki politikalar ve bunların rejim içerisinde yarattığı kırılmalarla gündeme gelen saflaşmalar, solun da pozisyonunu etkilemektedir. Bu anlamda sol kendi inşasının fikri temellerini tartışmalıdır. AKP karşısında solun ciddi bir muhalefet ortaya koyamamasının, AKP yönelimli politikaları destekleyen liberal tavrın sol içinde güçlenmesinin ideolojik-politik nedenleri yaşanan kafa karışıklığının ortaya konulması bakımından önemlidir.

Önümüzdeki dönemde solun içerisinde bulunduğu güçsüzleşmenin örgütsel ve politik eleştirisini gerçekleştirerek, yeni bir yol haritası çıkarma zorunluluğu ortadadır. Böyle bir haritanın taslağının 11 yıllık ÖDP fikriyatı zemininde bulunduğuna da inanmaktayız. Kuşkusuz Türkiye solunun en önemli aktörlerinden olan ÖDP’nin bu tartışmaların dışında kalması düşünülemez. ÖDP, kuruluşundan itibaren emekten ve demokrasiden yana ortaya koyduğu mücadele deneyi ile birlikte solun ideolojik-politik inşasına ve eşitlikçi ve özgürlükçü bir sosyalizm arayışına yönelik tartışmaları da yürütmüş, bu konuda önemli bir birikim de açığa çıkarmıştır.

Bu gün ÖDP dışında özellikle CHP’nin sağ / milliyetçi bir çizgiye savrulması karşısında solda ciddi bir boşluğun doğduğu bilinmektedir. Ancak, bu boşluğu doldurma adına ÖDP’nin tabanı ve yetkili organları dışında tepeden inme emrivakilerle AB/Türkiye projesini temel alan sol liberal bir yönelime sürüklenmesine izin verilemez. Böyle bir yönelim “solda yenilenme” adına emperyalist sermaye güçlerinin temel yönelimleri doğrultusunda solda yeni bir AKP karikatürü yaratma çabasından başka bir şey olmayacaktır.

ÖDP’nin seçimler boyunca bağımsız adaylık üzerinden yaşadığı tartışmanın temelinde de bu yatmaktadır. Bağımsız adaylık konusunu savunanlar sürekli olarak ÖDP’yi aşan bir dalgadan söz etmekle birlikte bu dalganın politik içeriğine dair bir tartışmayı yürütmemiştir. Partinin yaşadığı örgütsel zaafları gerekçe göstererek yapılan bu değerlendirmeler ÖDP’nin 11 yıldır ortaya koyduğu politik iddiaları da hiçe sayan bir girişim haline gelmiştir. Solun bir yandan sağ/milliyetçi çizgiye çekilmeye çaba harcandığı diğer yandan da AB/Türkiye projesi eksenindeki politikalara yedeklenmeye çalışıldığı bu dönemde, ÖDP’nin eşitlikçi ve özgürlükçü sol düşünceler temelinde ortaya koyduğu iddianın korunması ve güçlendirilmesi solun yeniden inşasının temel noktası olarak ele alınmalıdır. AKP eliyle geliştirilen muhafazakârlaşmaya, neo-liberalizmin tahribatına ve onun karşısındaki milliyetçi/faşizan çizgiye karşı, üçüncü bir seçeneğin yaratılabilmesinin yolu da budur.

4

Önümüzdeki dönemde solun yeniden yapılandırılmasına ilişkin tartışmalar birçok farklı çevre tarafından yürütülecektir. Sistemin de solun AKP’sine duyduğu ihtiyaç ve bu yönde arayışları da bilinmektedir. Bu nedenle önümüzdeki dönemde yürütülecek tartışmalarda “nasıl bir sol?” sorusununa verilecek yanıt önemlidir.

Bugün ÖDP’nin siyaset anlayışı ve savunduğu özgürlükçü sol düşünceler temelinde, toplumun tüm devrimci-demokrat birikimini kapsamaya ve solun emekçiler ve yoksullarla siyaset yapma zeminlerini geliştirmeye dönük bir devrimci siyasi çizginin korunarak geliştirilip güçlendirilmesi Türkiye solunun yeniden ve devrimci bir anlayışla güçlendirilmesinin temel yoludur.

Bu anlayışla biz aşağıda imzası bulunan ÖDP üyeleri olarak, ÖDP’nin 11 yıllık birikimiyle geliştirdiği demokratik kültür ve hukukuyla, devrimci siyaset anlayışına sahip çıkma ve ÖDP’nin bağımsız devrimci bütünlüğünü koruma kararlılığında olduğumuzu kamuoyuna ve bütün ÖDP üyelerine duyurmayı gerekli görüyoruz.

Dienstag, 4. September 2007

Başarının tanımı değiştirildi

ÖDP kurucularından ve eski PM üyesi Melih Pekdemir ile, seçim sürecinde ÖDP açısından öne çıkan sorunları konuştuk. Pelcdemir, özgürlükçü sol kavramının önemine değindi ve bağımsız bir sol politikanın Kürt hareketinin 'bağımsızlaşmasına da katkı saklayacağını belirtti.

»Türkiye'de İslamcılık ve laiklik çekişmesi yaşandığı düşüncesi var. Sizce böyle bir çekişme karşısında üçüncü bir seçenek var mı? Bu noktada ittifak yapmanın sınırlan ne olabilir?
Birinci ve ikinci seçeneklerde, yani İslamcılık ve laiklik seçeneklerinde öne çıkan kimlikleri dikkate almak, bugün siyasette söz sahibi olabilmenin önemli bir ölçütü... İttifaklar denilince ise, yeni moda, yatay kesen özellikler ve dikey kesen özellikler akla geliyor. Ya da bir ÖDP'li olarak şöyle söyleyeyim: 'Gökkuşağı' politikası ya da 'bir arada yaşamı savunalım' anlayışı. Yatay kesen özelliklere önem verince hemen farklı kimliklerle karşılaşırız ve sosyolojinin alanına girmiş oluruz. Dikey kesen özelliklere önem verince de hemen farklı sınıflarla karşılaşırız ve siyasetin alanına girmiş oluruz. Kabaca söylersem: Önce dikey keseceksin, sonra yatay keseceksin. Yani önce dikey kesen özellikleri belirginleştireceksin. "İşte" diyeceksin "sağ tarafta ezenler var, sol tarafta ezilenler var." Tamam, böyle derken, sınıf indirgemeci de olmayalım. Ama önce safımız belli olsun. Görünüşte, yatay kesince, belki "çoğulcu" oluyorsun. Mesela "biz Türkler" dediğinde işin içinde Alevi emekçi Mehmet, Sünni memur Aysel, Koç da yer alıyor, Sabancı da. Ya da "biz Kürtler" dediğinde, Amerika muhibbi Talabani ve Barzani'yi de savunmak zorunda kalıyorsun.

»Siyasetin kimlikler üzerinden yapılmasına dair kaygılarınız var anlaşılan. Bağımsız adaylar çalışmasını bu açıdan değerlendirirsek...
Bu kimlik takıntısı, malum, postmodern zamanların bir marifeti... Ezber bozmak moda olunca, eski ezberleri reddiye postmodern ezberlerle telafi ediliyor. Postmodern siyaset tarzı düzleminde AKP söylemiyle sol liberal söylemin paralelliği şaşırtıcı değil. Bu sayede AKP'nin icraatiarından liberalizasyon, demokratikleşme çıkarmak da zor olmuyor. Mesela Ferhat Kentel, "Baskın Oran aday olmasaydı oyumu AKP'ye verecektim" demişti. Zaten Baskın Oran da, BirGün'deki köşesinde "oyumu AKP'ye veririm" diye yazmıştı. Ölümle tehdit edilince sıtmaya razı olmak, Hamas'a filan bakıp AKP'ye şükretmek, demek ki mümkünmüş. Peki ama ılımlı bir İslam sahiden de mümkün mü? İslamiyet'le az çok ilgilenenler, muhkem ayetlerden, müteşabih ayetlerden haberdar olanlar, bunun imkânsızlığının mutlaka farkındadırlar... Tamam, AKP henüz Hamas filan gibi değil. Ama aynı AKP hayatın her alanında dinsel motiflerle boy göstermeyi ve İslami yaşam tarzını ısrarla savunmayı bir yana bırakmış değil ki... Hele bir de 'merkez partisi' olunca herkesi ve her şeyi kendi eksenine göre tanımlamayı, pekâlâ seçimle gelmiş bir hükümetin demokratik uygulaması olarak gösterebilir. Dolayısıyla özgürlükçü solun, AKP'yi şirin görmeyi filan bir yana bırakıp yoksul Müslümanlarla, elbette onların inançlarını yok farz etmeden, ama Müslümanlık dışı ve seldiler bir ilişki, dikey kesen eksende bir ilişki kurabilmesi şart... Bu ve benzeri konularda ÖDP'nin n yıllık bir fikri birikimle oluşturduğu yol haritası var. ÖDP fikriyatı, pek çok Avrupalı sol partinin fikriyatından epey öndedir. Bizde eksik olan, fikirlerimize uygun zikirlerdir. Yol haritası tamam da, birlikte yürüyecek yolcu, yani yoldaş eksikliğimiz var hattı zatında...

»'Özgürlükçü sol' terimini kullandınız. Bunu biraz açar mısınız. Nasıl bir politik çizgidir bu ve reel politika ile ilişkisi nasıl olabilir?
Özgürlükçü sol politika her şeyden önce reel politika değildir. Kim söyledi hatırlamıyorum ama güzel bir söz var: İlk denemede başaramazsan o zaman başarının tanımını değiştir! İşte seçimlerden sonra, hezimet ve zafer, yani solun külliyen hezimetiyle birlikte bir milletvekili kazanma zaferi, tam da böyleydi... Başarının tanımı, elde ediliş tarzı değiştirildi. Reel politik kaygılarla, "Fırsatlardan yararlanalım, hele bir kazanalım da gerisi kolay" anlayışı benimseniverdi. Ve hatta "Olan oldu, ama ÖDP'nin ismini Meclis'te ve medyada duyuracak bir temsilcimiz var işte" noktasına dahi gelindi. Korkum şudur ki bu tarzı içselleştirdik mi, reel sosyalizme geri döneceğiz. Ki bu da, belki farklı ve 'yeni' denilen tercihtir. Özgürlükçü sol kavramını ÖDP ortaya koydu. Ama ÖDP içinde farklı görüşlerin yanı sıra farklı sınıfsal kökenler ve farklı kimlik duruşları dahi var. Hem bir işveren derneğinin üyesi hem de il başkanı ya da yönetici konumunda ÖDP'liler de var. ÖDP'de işçi haklarını, işveren derneğinde işveren haklarını savunabiliyorlar. Kitle partisi olan ÖDP çoğulculuğu buna dahi imkân tanıyor. Yani reel politikanın zemini hiç yok değil.

» Seçim süreci ÖDP'nin iç hayatını da etkiledi. Pek çok kesim bu noktada ÖDP'de yaşanan tartışmaları izliyor. Peki ÖDP bu türden sorunlarla mücadele edebilecek niteliklere sahip mi?
Aslına bakarsanız ÖDP şeffaf bir parti olmakla övünür. 'Kol kırılıp yen içinde kalsın' demek bu partide siyaseten ayıptır. Buna rağmen son günlerde can sıkıcı bir durum yaşanıyor. ÖDP gibi bir partide, sözlerine "Esirgeyen ve bağışlayan Ufuk'un adıyla" diye başlayıp, "Ufuk nereye giderse biz de oradayız" diyenleri dinler hale geldik. Bunu söyleyince, eminim ki, kişi üzerinden siyaset yapmakla suçlanacağım. En hoşlanmadığım uyarı da budur; "Aman kişileri tartışmayalım, siyaset tartışalım, o onu demiş bu bunu demişle ilgilenmeyelim". Ama o onu diyor ve siyaset yapıyor, bu da bunu diyor ve siyaset yapıyor! Siyaset fikirler ve zikirler üzerinden yapılır. Sadece özel hayat hakkında dedikodu yapmak ayıp sayılmalı.

» Ufuk Uras'ın kişisel konumu çok ön plana çıktı mı diyorsunuz?
Uras'ın şimdi milletvekili dokunulmazlığı var. Ama sanırım ÖDP üyeleri karşısında dokunulmaz sayılmamalı. Çünkü Uras hakikaten eskiden böyle değildi ve böyle konuşmuyordu, böyle de siyaset yapmıyordu. İletişim yayınlarından yeni çıkan 'Sol' adlı hacimli bir kitapta, Uras, 'ÖDP Siyasetnamesi Üzerine' başlığıyla yazdıklarında, parti içindeki ayrılığı değerlendirirken "Organ kararları bağlayıcı olmalıydı" diyordu; kendi konumuyla ilgili olarak çok mütevazı bir üslupla, "İç hayatımız böyle değildi ama toplumla kurulan ilişkide, parti, diğer partilerde olduğu gibi genel başkanla özdeşleştirildi" sözleriyle özeleştiri yapıyordu; PKK - Kürt sorunu değerlendirmesinde "Kürt sorunu ekseninde, soyut barış çağrılarıyla yetinmeyen, siyasi şiddeti eleştiren, ezen-ezilen ilişkisinde ezenlerin yöntemlerinin asla mazlumlarca kullanılmaması gerektiğinin altını çizen" bir politika izlendiğini vurguluyordu; "Başkan merkezli geleneksel siyaset yaklaşımlarının geîişme sınırlarını" ortaya çıkaran, "Genel başkanları tarafından yönetilmeyen bir PM mekanizması" oluşturan ÖDP'nin PM ve genel başkanlık anlayışında sola yeni bir soluk kazandırdığını anlatıyordu. Sadece bunlar da değil...

Uras 10 Aralık Hareketi tartışmalarında da, Truva atı rolüne itiraz etmiş ve parti faaliyetinde 'free lance' solculuk (kendi hesabına solculuk) tarzını eleştirmişti. Peki şimdi ne oldu? Ufuk Uras kendisini mi yeniledi? Hakikaten tuhaf bir gelişim seyrine tanık olduk. Şubat ayında kendisine yapılan genel başkanlık adaylığını ısrarla reddetti. Sonra ne oldu bilmiyorum, son anda kürsüye çıkıp adaylığını ilan etti. Sonuçta az bir farkla seçildi ve partinin başına geçti.

22 Temmuz sürecine girildiğinde, seçim çalışmaları için Mersin'e de gelmişti. Partinin seçim politikasını anlattı... Bağımsız adaylıktan hiç söz etmedi. Birkaç gün sonra gazetelerden okuduk ki Bin Umut adayları arasında... Diğerlerini bilmem ama ben resmen kendimi aldatılmış hissettim. PM onun adaylığına itiraz edince "siyasi hayatınızda başarılar dilerim" deyip toplantıyı terk etmiş. Kısacası parti organlarını hiçe sayıp bağımsız adaylığını emri vakiyle ilan etmiş... Bunlar çok konuşuldu, ayrıntısına girmeyeyim. Kabul etmek lazım, başarılı bir seçim kampanyası sürdürdü. Çünkü başarının tanımını değiştirmişti.

» Nasıl değişmiş oldu başarının tanımı?
Bir ÖDP üyesi olarak, DTP ile ittifak yapılıp yapılmadığını bilmiyorum. Sanırım ÖDP'nin kendisi de bilmiyor. Bilseydi, mesela en azından Adana, Mersin ve İzmir'de ÖDP seçimlere katılmazdı, katılmaması lazımdı. Ama DTP ittifak yapıldığını iddia ediyor. Bizler, ÖDP üyeleri ise, olup biteni ilmek ilmek çözmeye çalışıyoruz. DTP PM kararında "EMEP, ÖDP ve SDP ile ittifak temelinde seçime girmiş olmamıza rağmen ÖDP'den gerekli desteği göremememiz toplantımızda eleştirilen bir konu olmuştur" deniyor. Ayrıca DTP tarafından verilen desteğin "ön şartı olarak adayın Meclis grubu içinde kalması iç yapımızda kararlaştırılmıştı" ifadesi de yer alıyor. İşin tuhafı, DTP tarafından söylenilenleri ciddiye alıp tekrarladığınızda bir vaveyla kopuyor ve pişmiş aşa su katmakla suçlanıyorsunuz. Ama bu suçlamayı yapanlar nedense dönüp de DTP çevresine, "Yahu arkadaşlar bunları da nereden çıkarıyorsunuz, böyle bir şey ne zaman oldu? Ne zaman konuşuldu?" diye hiç itiraz etmiyor.

Ayrıca bir de şu var: İstanbul birinci bölgedeki tabloyu Türkiye'ye uygulamak, tam da İstanbullu tarzıdır. Yani İstanbul gazeteleri, ne zaman İstanbul'a karyağsa, "Türkiye kara kışa teslim!" diye manşet çeker... Elbette coşkulu bir seçim kampanyası olmuş, çok önemli tecrübeler ve ilişkiler kazanılmış ve bazı ilkelerden de vazgeçilmiştir. Vakti zamanında 'siyasi şiddeti' eleştiren, 'ezen-ezilen ilişkisinde ezenlerin yöntemlerinin asla mazlumlarca kullanılmaması gerektiğinin' altını çizen Uras, seçim çalışması döneminde bu konuya reel politik içgüdüyle hiç değinmedi; zira adaylığının DTP tarafından açıklanmasından önce bu konuya değinmiş olan Baskın Oran'ın ismi derhal çizildi. Her neyse, sanırım asıl karışık iş, çözülmesi gereken ciddi bir siyasi düğüm olarak hâlâ orta yerde duruyor: Uras'ın gerektiğinde DTP grubuna katılacağını açıklamış olması, DTP sayesinde seçilmiş olmasının bir kabulüdür. Ayrıca, DTP grubuna geçmeye ihtiyaç duymasa bile, demek ki bunda sakınca da görmeyen bir siyasetçidir. Yani ÖDP'nin siyasi çizgisini terk edip DTP siyasetini benimsemekte bir tuhaflık görmüyor. Oysa özgürlükçü solculuğun bağımsız siyaseti, 'bağımsız adaylık' sayesinde seçilmiş olmaktan daha önemli olsa gerektir. Ve şu günlerde, özellikle Kürt sorununun çözümü bakımından bu hassasiyet çok daha hayatidir.

Özgürlükçü sol politikanın iddiası, DTP'ye endeksli olamaz

» Özgürlükçü solun Kürt hareketi ile ilişkisi nasıl olmalı sizce?
Birkaç hafta önce BirGün'de de yazmıştım: DTP elbette bölücü bir parti filan olarak görülemez. Çünkü Türkiye ancak ABD isterse 'bölünebilir'! Kürt cenahından Talabani ve Barzani, malum, alenen ABD himayesi altındadır... Bu iki Kürt siyasetçinin, Türkiye'deki Kürtlerin bir bölümü üzerinde etkisi olduğu biliniyor. Bunlar miting-lerdeki konuşmalarda bile dile getirildi. Demek ki soruna sadece PKK düzleminden bakınca tablo artık tam olarak görülemiyor. Askeri Cezaevi İmralı ve hukuken Amerikan işgal bölgesindeki Kandil dağı elbette önemli stratejik basınç merkezleri; ama tanım gereği buralardan da 'bağımsız' bir Kürt tercihi beklemek safdilliktir. İşte DTP, devlet baskıları bir yana Kürt orijinli bütün bu siyasi, manevi, etnik basınçların da altında ayağa kalkmaya çalışıyor. Şimdi gün, DTP'ye yardımcı olma günüdür. Peki bu yardım nasıl olacak? Son günlerde 'PKK siyasallaştırılsın' şeklindeki bir argüman, özellikle ABD tarafından sö-nümlenmeye bırakıldı. Kuzey Irak'taki PKK'liler (sayıları binlerle ifade ediliyor) Barzani ordusunda peşmerge yapılmaya başlandılar. Yani ABD, askeri bir operasyon düzenlemeden, PKK'lileri bu şekilde 'tasfiye' etmeye ya da 'konuşlandırmaya' ya da PJAK adıyla İran'a karşı bir başka cepheye sevk etmeye girişti. Belki de ilk kez PKK basıncından kurtulma potansiyeli taşıyan sivil bir Kürt siyasi tercih imkânı söz konusu. Siyaset sahnesinde DTP'nin Meclis'te grup kurmasıyla artık sadece halkın seçtiği siyasi temsilcilerin görüşlerinin öne çıkması, önemli bir dönüm noktası.

» Bu imkân nasıl geliştirilebilir DTP dışarıdan bu kadar basınç altındayken ve devletin saldırıları da bu kadar yoğunken?
Bu imkân elbette Kürtlerin olduğu kadar Türklerin de ikna edilmesi gereken bir süreçte anlamlı olabilir. Böyle bir dönüm noktasında hem Türklerin hem Kürtlerin ikna edilmesinde DTP'ye kesinlikle endeksli olmayan, bağımsız ve özgürlükçü sol bir iddiaya dört elle sarılmak, bunu çoğaltmak lazım. Oysa, Uras örneğinde olduğu üzere, DTP grubuna 'katılabilirim' dediğin noktada, kendi siyasi bağımsızlığını berhava etmiş oluyorsun. Çünkü, Kürt toplumu içinde kimlik arayışı öne çıksa bile, Türk emekçilerin (etnik kimliklerinin ötesinde) ikna edilmesi sadece Kürt çözümünde değil, dikey kesen eksendeki daha sınıfsal bir zeminde yatıyor. Bu zemin özenle korunmalı. Çünkü bu DTP'yi dışlamayan ama ona endeksli de olmayan bir siyaset zeminidir ve sadece Kürt emekçilerinin değil özellikle Türk emekçilerin de ikna edilebileceği bağımsız bir siyasi imkân sunmaktadır. Üstelik, DTP zeminiyle de bir arada yaşamı savunabilmek çağrısı, ancak ondan bağımsız bir siyasi çizgi üzerinde yapıldığında ikna edici olabilir. ÖDP bu konudaki bağımsız siyasi çizgisini koruduğu sürece, DTP-PM'nin değerlendirmesinde yer alan 'Çatı örgütü veya yan yana nasıl yürüneceğine dair tartışma'da anlamlı ve etkili bir rol üstlenebilir.

» ÖDP bu rolü oynayacak mı, oynama doğrultusunda bir irade mevcut mu partide?
Söylediklerim ve söyleyeceklerim elbette sadece şahsımı bağlar. Bir iki ay içinde ÖDP Kongresi toplanacak. Kongre delegeleri, ÖDP'nin geleceğine karar verecekler. Mesela "19+1 denkleminde DTP grubunda yer alabilirim" diyen bir siyasi figürün ısrarla ÖDP'ye yeniden genel başkan olmak da istemesi, aslında başlı başına bir ironi. İşte bu kadarını şahsen kaldıramam! Zaten ÖDP Kongresi de bu yönde bir karar verdiği anda, bana göre, genel başkanının istediği zaman partisinden gitmesine izin vermiş, kendi bağımsız siyasi çizgisini terk edip DTP'ye endekslenmiş bir parti olacaktır. Bu durumda, Ahmet İnsel'in emeklilik evrakıma mühür basmasını beklemeden, çevreme verdiğim rahatsızlıktan dolayı özeleştirimi verir, istifamı basar ve köşeme çekilirim. Yüzde 1'lik solun seçmeni olarak, bu yüzde 1'lik topluluk içinde de yüzde 1 ya da binde 1 arasında sayılsam, ne gam. 'Aykırılığımla bin yaşarım' deyip avunurum!

Melih Pekdemir:

Reel politika ve reel İslam

Artık "12 Eylül yüzünden sol bir türlü belini doğrultamıyor" gerekçesini bir yana bırakalım. Sol, özellikle 1994'ten bu yana büyük bir atılım gösteren siyasi İslam'dan dolayı soluk alamıyor. AKP artık sadece hükümet değil; iktidar olma yolunda önemli bir adım attı. "Ilımlılık" siyasetiyle, kelimenin gerçek anlamıyla rejimin zirvesine de oturdu. Neredeyse bin yıldır şu coğrafyada kökleşmiş, toplumun tüm hücrelerine nüfuz etmiş olan siyasi İslam, sol ile kıyaslandığında elbette maça bin sıfır önde başlamış oluyor. Solculuk karşısındaki sağcılık, bu ülkede hakikaten önce Müslümanlık olarak anlaşılıyor.

Türkiye'deki siyasi İslam'ın özgürlükçü solculukla kıyaslandığında, ikinci büyük avantajı reel politikayı içselleştirebilme kabiliyetidir. Oysa solculuk, reel politikadan medet umduğu anda tarihsel bir dönemine kendi elleriyle son vermişti. Sovyetler ve Doğu Avrupa'daki "reel sosyalizm" (really existing socialism) diye bilinen uygulamalar, bu tarzın solculuk bakımından intihar olduğunu kanıtlamıştı. Öte yandan reelpolitik kavramını 19. yüzyılda ilk kez kullanan Alman yazar Ludwig von Roc-hau'dan çok çok önce, bu tarzın tıpkısı olmasa da benzeri İslam coğrafyasında ve siyaset kültüründe "takiyye" adıyla bilinmekteydi.

Şimdi bakıyoruz; AKP siyasette yeri geldiğinde iktisadi ve siyasi konularda derhal İsla-mi ilkelerden geri adım atabiliyor. Çünkü reelpolitika, inançların ve ahlaki ilkelerin önüne, kısa dönemli çıkarları geçirebilme marifetidir. AKP de öncelikle gündelik sorunların üstesinden gelebilmeyi gözetiyor. Reelpolitik, kelime değil bir "kavram" ve "katıgerçekçilik" diye de çevriliyor. Ve bu kavram, malumunuz genellikle pejoratif (aşağılayıcı) bir niteleme olarak kullanılıyor. İşin içine rahatlıkla, cebir, üç kağıt, Makyavelcilik filan girebiliyor. Bu tarzda mesela, "Yahu niye çer çöp gibi deliğe süpürüyorsunuz, kullanın!" demek bile mümkün... Ayrıca bu tarz güçler dengesini büyük bir titizlikle değerlendiriyor. Güçlünün yanında yer alıyor. Bükemediği eli hemen öpmeye teşne... Erbakan bu kuralı ihlal ettiğinde, yani "kanlı mı olacak kansız mı?" diye pervasızca konuştuğunda kendi ipini çekmişti. AKP reel politiğinde ise bu tür patavatsızlıklara fırsat verilmiyor.

Haklı olarak bugüne dek "ne şeriat ne darbe" diye bağırıp durduk. Ama aklımızda öncelikle darbeye karşı çıkmak vardı. İşte şimdi bu slogandaki "şeriat" ihtimali karşımızda ve hatta tepemizde duruyor! Biz, asıl biz itiraz etmediğimiz sürece, bu ihtimal darbeyle de CHP'yle de etkisiz hale getirilmeyecek. Zaten ordu filan müdahale ettikçe, sorun kangrenleşiyor, bir süreliğine uykuya yatırılıyor belki, ama sonra daha diri ve tepkisel şekilde ayağa kalkıyor. Peki, reel politikanın üstesinden bir başka reel (ve sol!) politikayla gelinebilir mi? Vakti zamanında Baykal bunu da denemişti; Anadolu solculuğu, Edebali vecizeleri ve güzellemeleri de bir şey değiştirmedi. Sadece tereciye tere satmaya kalkmış oldu. Buna benzer şekilde kimlik solculuğu yapmak, siyasi İslamcılarla şuna-buna karşı post modern ittifaklar arayışında olup onun icraatlarından liberalizasyon ummak bir başka büyük aymazlık...

Bu bağlamda, önümüzdeki dönemde "sivil anayasa" tartışmasıyla yeni bir sınavdan geçeceğiz. İktidar yalakalığına mecbur merkez medya, AKP'nin attığı adımlara muhtemelen liberalizasyon adına alkış tutacak. Eleştiriler ise anında darbecilik filan diye bastırılacak. Ancaaak... Üniforma yerine cübbe giyince sivil olamıyorsunuz efendiler! Bu toplumda sivil deyince asker olmayan anlaşılır ama, siyaset bilimindeki anlamı açıktır: Yurttaşlık! Mesela tarikatçılar, sivil yani yurttaşlık hakları yerine "biat etmeyi" tercih edenlerdir. Özgürlükçü sol ise, AKP ile "ortak" noktalarını değil farklılıklarını tüm açıklığıyla ortaya koymalıdır. AKP "neo liberalizmi" kelime anlamıyla "yeni özgürlükçülük" şeklinde pazarlamakta ve üstüne "Vay be amma da özgürlükçüymüş" diye alkış beklemektedir. Che tişörtüyle Radikal gazetesine manşet olan Tayyip Erdoğan gelmiş geçmiş en büyük kontr-politikacıdır, bu da böyle bilinmelidir.

Özgürlükçü solun AKP'yi şirin filan görmeyi bir yana bırakıp yoksul Müslümanlarla, Müslümanlık dışı ve seküler bir ilişki kurabilmesi şart; çünkü AKP ancak sınıf mücadelesiyle köşeye sıkıştırılabilir. Bugün AKP iktidarına, bunun için de ılımlı İslam adıyla yaşanılan "geçiş süreci"ne itiraz etmeden bu memlekette sol ayağa kalkamaz. Üstelik yakında Abdullah Gül'ün beşuş çehresinden (maskesinden) dolayı, ılımlı yerine "güler yüzlü" İslam da gündeme getirildiğinde apışıp kalır. "Yaşasın AKP Hamas gibi olmayı tercih etmedi, bakın işte merkez parti oldu" diyenlere de döner şöyle der: "Evet artık merkezde biz varız, yani artık normal olan AKP'li gibi olmaktır, normal olan AKP'liler gibi türban takmaktır; öyleyse anormal olan türban takmamaktır!"

Duydunuz mu başı açık gezen özgürlükçü solcu kadın arkadaşlar!

Melih Pekdemir 03/09/07

Donnerstag, 30. August 2007

Yeni bir yol haritası gerekli

Türkiye sosyalist hareketinin önderlerinden biri olan Bülent Forta ile, alırlıkla seçim sonrası oluşan politik tabloyu konuştuk. Merkez sağın göbeğine AKP'nin oturduğunu söyleyen Forta, sosyalist solun önünde de yeni olanakların açıldığını belirtiyor.

»Öncelikle bir seçim değerlendirmesi yapmakta fayda var. Bu seçimin en önemli üç sonucu nedir?
AKP'nin elde etmiş olduğu meşruiyet ve merkez sağın göbeğine oturması en önemli sonuç. Bunun bir ordu muhtırasının arkasından olması, kısmen demokratikleşme açısından önemli. İkincisi, CHP'nin muhalefet tarzının, yani sadece cumhuriyeti kollama üzerinden yapılan muhalefetin sonuna gelinmesi. Üçüncüsü, toplumda çok yükseldiği iddia edilen milliyetçiliğin beklenen padamayı yapamaması. Yani o kadar itibar edilen bir düşünce haline gelmemesi...

»AKP'nin bugünkü ideolojik duruşu geleneksel merkez sağla örtüşüyor mu, farklılıklar var mı?
Merkez sağ genellikle devletle çok iç içe bir siyasi oluşumdu. Şimdi yaşanan, biraz daha aşağıdan, yani kıyıda kalmış bir kesimin sağın merkezine oturması. Yukarıdan aşağı bir merkez sağ iktidar yerine, modernleşmenin başka bir kolu olarak AKP'nin Türkiye'nin mevcut yapısıyla daha uyumlu bir merkez sağ olduğu kanısındayım. AKP hakikaten Türkiye'nin li-berizasyon politikasının taşıyıcısı. Bunun siyasal islam orijinli bir partide olması bir bakıma pozitif bir şey. Türkiye'de islam liberalleşmeden demokrasi imkânı çok azdı. Hizbullah'ı, Hamas'ı düşünün... Bu tür bir İslamcılığın merkez sağın içinde erimesi gibi bir sonuç yaratacağı için, pozitif. Ama başka bir açıdan negatif. Bütünüyle dünyadaki küresel sisteme entegre edilen bir ülke manasına geliyor bu.

» Seçimler sol açısından ne tür sonuçlar üretti?
Sol açısından tek sonucu 'bir musibet bin nasihattan iyidir' durumu... Halkın yüzde 47'si ülkeyi küreselleşme sürecine entegre eden partiye, yüzde 15'i milliyetçi tepkiye oy vermiş. Kalanı da cumhuriyeti kollama adına, MHP'lileşmiş, sosyal demokrat denemeyecek bir partiye... Solun yükselebileceği zeminin boyutları da yüzde ı'lerde. Matematik bu. Ama, CHP'de somutlaşan milliyetçi, devletçi, seçkinci muhalefet anlayışının sol kabul edilmesinin de sınırları ortaya çıktı. Süreç, sola zemin yaratacak bir boşluğu getirecek. Bu boşluğu kim doldurabilir, önümüzdeki dönemin sorusu bu.

Şimdi AKP'yi sadece cumhuriyet rejimiyle çekişmesi etrafından eleştirmeyecek, küreselleşme mağdurları üzerinden muhalefet edecek bir sol zemin var. Bu zemin büyük oranda CHP'ye oy verenlerden de çözülerek gelenleri, hatta AKP'ye konjonktürel olarak oy vermiş ama bu parti küreselleşme yönünde yürüdükçe oradan kopacak olanları da kapsayacak bir durum ortaya çıkardı. Bu musibet, bugüne kadarki teorik nasi-hatlardan daha reel bir durum yaratacak.

»Bu seçim sonuçları ortaya çıkmadan önce, yani yüzde ı'lik dramatik tablonun öncesinde, sol bunu öngöremiyor mu? Nerede hata yapılıyor?
Hata birkaç noktada... Tabii bunların bir kısmı hata, bir kısmı siyasal konjonktürün yarattığı şeyler. Biri şu; yıllardır Kürt hareketinin var olan çekim alanı özellikle batıda sol için olumlu yankılar yaratmıyordu. Konjonktür, sola çok alan bırakmıyordu. Ne söylersen söyle, Kürt hareketiyle aynılaşmış bir sol görüntüsü vardı. Bir toplumsal hareket sonuçta çeşitli konjonktürlerin bileşkesinde ya güç kazanıyor ya da güç kaybediyor. Bugüne kadar o bileşkeler solun aleyhine işledi. Şimdi durum biraz daha farklı. Türkiye'nin küreselleşmeye entegrasyonu sadece politik bir mevzu değil, bütün toplumsal hayatı etkiliyor. AKP, hegoman-yasını 'bu entegrasyon hepinize yarayacak' diyen bir politikanın üzerinden kuruyor. Ama biz biliyoruz ki, küreselleşmeye entegrasyon hiçbir ülkede toplumun bütününe refah getirmez. Bazı sektörler çöküyor, bazı işkolları ortadan kalkıyor, eski alışkanlıklarını sürdürmeye çalışan birçok insan üzerinde yıkıcı etialer yapıyor. Burada sola bir alan var, bu alan merkez solla doldurulamaz.

»Bunlar biraz da bizim dışımızdaki etkenler... Ya içimizdeki edcenler?
Solun iç nedenleri çok daha farklı. Yüzde ı'lik bir topluluk içinde bile çok keskin bir kavga sürüyor; devrimcisin, liberalsin falan... O kadar defansif bir noktadaki sol, kendi içerisinde hiçbir yenilenmeyi hayata geçirecek durumda değil. Her yenilenme bir tür ihanetle özdeşleşiyor.

Toplumsal bağlarını bir türlü kuramamış olması da var. Aslında sol potansiyelin, verilen oylarla özdeşleştirilmesi de doğru değil. Solun hareket zemini hiçbir siyasal sol partinin potasına aktarılamıyor. Diyelim ki yüzde 3'lük, 4'lük bir zemin olsa, sol kendi yenilgisini bitirebilir belki, bir moral güçle donanabilir. Ama temel teorik problem şu: Küresel kapitalizmin eleştirisi üzerinden yükselen bir sol yok.

» Son seçimlerde bağımsız aday kampanyasıyla birlikte ortaya çıkan potansiyelin kişiler etrafında örülmesi, uzun vadede Türkiye'de solun mücadelesi açısından sorun teşkil etmiyor mu?
Bağımsız aday süreci diye ifade edilen şeyin kilit açıcı bir kavram olarak kurgulanmasını doğru bulmuyorum. Altı üstü 1.5-2 aylık bir pratikte çok güzel işler yapıldı. Değişik nedenlerle seçilmiş bir taktikti; barajı aşmak için filan... Aslında bağımsız adaylıkla ilgili taktiği sadece sol kullanmadı. Muhsin Yazıcıoğlu da barajı aşamayacak bir parti lideri olarak girdi ve bağımsız oldu. Mesut Yılmaz ve Kamer Genç de... Ama buradan hareket ederek bir örgütle ilişkili olmayı reddetmek düşünülemez. Mesela Ufuk Uras'ı bir tek kişi olarak görebilir miyiz? 11 yıllık ÖDP mücadelesinin ortaya çıkarttığı bir kişilik. Seçime girdiği sırada ÖDP genel başkanıydı.

Şimdi bunu böyle teorileştirmeye çalışan yazılar yazılmaya başlandı. Hatta Baskın Oran kampanyası sırasında sanki hiçbir örgüte girmemiş olmanın bir erdem olarak sunulduğu bir bireysel hal de ortaya çıktı. Hiç abartmaya gerek yok. Seçim taktiği olarak barajı aşmak için bir bağımsız aday çıkarttın ve bu bağımsız aday seni temsilen parlementoya girdi. Onun ötesinde herşey, olup biteni kavramamaktır bence.

»Partili mücadeleyi gölgede bırakma tehlikesi yok mu? Bundan sonraki süreç, "partiyle olmuyor bu iş" gibi bir sonuca götürmez mi insanları?
Eğer bir parti, bu ÖDP olur veya başka bir parti olur, bunu bir partili mücadele olarak kurgulamayı başarırsa, bu fikrin itibar göreceği kanısında değilim. Baskın Oranla Ufuk Uras'ın kampanyalarını analiz edersek; Kürt hareketiyle Türkiye'deki sosyalist hareketin, pratikte problemleri olsa bile, ilk defa eşit koşullarda temas ettikleri bir girişim görürüz. Hatta Baskın Oran kampanyasında temas da edemedi ama bir diyalog sürdü. Bunları pozitif görüyorum.

Şu olsaydı, -ki oraya çekmek isteyen, süreci öyle okuyan arkadaşlar da var- DTP'nin desteklenmesiyle sınırlı bir siyasal programı olan birinin aday gösterilmesi şeklinde olsaydı, bu, hayatın gerçeği tarafından reddedilirdi. Kadıköy bölgesini alalım. Çok farklı sınıfsal kümelenmeler var. Kartal, Maltepe tarafı Alevi ağırlıklı. Sarıgazi, Ümraniye'de Kürt ağırlığı var. Kadıköy'de üst ve orta sınıf diyebileceğimiz bir kesim var. Türkiye gibi; bütün etnik, dinsel çelişkiler var, sınıf farklılıkları var. Bir sosyalist adayın bu farklılıklar içinde solcu, devrimci kesimleri kapsayabilecek bir program ortaya koyabilmesi ve böyle bir kampanya yürütmesi, şans. Bu temasın kendisinde bir güven tazelenmesi ihtimali var, bir ortak pratik ihtimali var, karşılıklı geçişkenlik ihtimali var. Peki bu sürdürülebilir mi? Her konjonktür böyle denk gelmeyebilir ve sürdü-rülemeyebilir ama eğer solu büyütmeyi düşünüyorsak, bu, hesaba katılması gereken bir şeydir.

»Bağımsız aday meselesi ÖDP içerisinde önemli tartışmalara yol açtı. Bir parça ÖDP'nin yaralandığından sözetmek bile mümkün. Bu nasıl aşılacak?
Bence, ÖDP'yi yöneten kurullar, bu seçimde siyasal öngörü açısından eksi not aldılar. Bağımsız adaylık imkânı ve bunun yaratacağı politik hareketlenme öngörülebilirdi. ÖDP bunun üzerinden taktik geliştirebilir, bağımsız aday çıkmasını isteyen sol çevreler içinde güç oluşturabilirdi. Gidip DTP'ye, "Siz de bağımsız aday çıkartıyorsunuz, biz de... Kesişme alanlarında ortak hareket edelim" diyebilirdi. Kendi genel başkanları dışında birçok toplumsal örgütün başkanını da sürece dahil edebilirdi ve süreçten güçlenerek çıkardı. Parti kurulları daha önceki bağımsız aday deneyimleriyle bu konjonktürü karıştırdı.

Taktiksel hadiseler üzerinden gelen sorunları ideolojik ayrılığa dönüştürmemek lazım. Parti hukuğu üzerinden yapılan tartışmalarla bir ayrışma yaşamanın da manası yok. Uras'ın seçilmiş olması pozitif bir şeydir, bir manivela olarak kullanılabilir. Bunu avantajlı hale getirmenin yolu, önümüzdeki üç dört yıla ilişkin politik bir yol haritasının ortaya çıkartılmasından geçer. Buradan ayrışma olursa da, şeriatın kestiği parmak acımaz. Ama şu koşullarda yaşanacak ayrışmanın kimseye faydası yok.

»İki kişiden birinin AKP'ye oy verdiği Türkiye'de ayrışma için daha hakiki nedenlere ihtiyaç var galiba...
Evet, ayrışılacaksa da bu gerçeğin karşısında oluşturulacak politikalar üzerinden ayrışılmak. O onu dedi, bu bunu dedi üzerinden bir tartışmanın manası yok. Bu, hiç kimsenin hesabını veremeyeceği sonuçlar yaratır. Biliyoruz ki, bütün ayrılıklar böyledir. Yani önce böyle spekülatif zeminde mayalanır, sonra ona ideolojik, teorik kılıflar uydurulur. Solun artık bu dersi öğrenmiş olduğunu varsaymak istiyorum.

ÖDP, görünen gücünün ötesinde önemli bir parti. Solda yaratmış olduğu kültürle, toplumsal hareketlerin içinde yer alış tarzıyla... 11-12 yıllık pratiğin biriktirdikleri küçümsenecek şeyler değil. Hiç kimsenin bundan kuşku duymasına da gerek yok. Parti, hayatını normalleştirmek zorunda. Sonra da önümüzdeki dört beş yıla ilişkin bir yol haritası çıkarmalı. Bu yol haritasının ideolojik köşe taşları, taktik adımları üzerine ayrışma olacaksa da, bir taraf partinin içinde iktidar olur, bir taraf muhalif kalır ve parti hayatı bu çoğulculuk içerisinde yürür. Kimin payına ne düşüyorsa bunu sindirmeyi göze almak zorunda.

»Solun birliği bir zaruret mi? Solun önünde aşılması gereken böyle bir sorun var mı?
Bugün sosyalist solun 'birlik' diye bir problemi olmadığı kanısındayım. Belki ÖDP kurulduğu zaman bir problemdi ama bugün itibariyle sosyalist solun birliği, eski sosyalist yapılardan bugüne evrilmiş olanların bir araya gelmesi gibi şeyler üzerinden yapılan politikanın hiçbir manası yok. Bugün, program sorunu, birlik sorunundan çok daha önemli.

* * *
Soğuk savaş döneminin dili terkedilmeli

»Halk uzun zamandır sola neden rıza göstermiyor?
Bu çok köklü ve zor bir soru. Hakikaten, bunu bilsen politikanın anahtarını rahatlıkla kullanabilirsin. Ama biliyoruz ki geçmişte böyle değildi. Öte yandan geçmişin koşullarıyla bugün arasında doğrudan bir çizgi olduğu kanısında da değilim. Ciddi bir soğuk savaş solculuğu, silahlı çatışma ortamı üzerinden gelişmiş bir sol vardı. Yeni döneme geçildiği zaman, sol bunun üstesinden gelemedi. Bizim dönemimizin üç hareketine bakalım: Milli Görüşçülük vardı biz üniversitedeyken, bizden daha güçsüz bir hareketti. Ya da bize yakın bir toplumsal gücü vardı diyelim; Akıncılar teşkilatı! Şimdi o insanlar o damarı dönüştüre dönüştüre, toplumsal ilişkileri kura kura, iktidarın merkez partisi haline geldiler. Ülkücülük vardı; şimdi yüzde 14-15'e varan bir MHP... Bir de, CHP tarafından temsil edilen değil, hakikaten devrimci sol bir birikim vardı. Azala azala bugün geldiği noktaya bakarsak; toplumla bağı son derece zayıflamış.

Yani halen "gün gelecek ve biz solun asr-ı sa-adetindeki yöntemlerle, mücadele araçlarıyla yürüyüp gideceğiz"i bekleyen, bekledikçe de hayattan soyutlanan, toplumsal köklerini ortadan kaldıran bir sol... Solun bu soğuk savaş dönemi solculuğundaki argümanlarının sorgulanması gerekiyor. Sol, bugünün küresel kapitalizminin nasıl eleştirileceğini bilmek zorunda. Ama sol genelde ideolojik tartışmaları üç beş kavram üzerinden yapıyor. Üstelik bunlar ciddi şekilde sorgulanmış değil; kadroları oluşmuş değil. Her mücadele kendine özgü kadrolarla yapılabilir. Bunlar ÖDP için bağımsız aday süreçlerinden çok daha önemli.

* * *
Etno-kimlik politikası tükeniyor

»Büyük ölçüde DTP oylarına yaslanarak da olsa parlamentoya birini gönderelim, onun yarattığı rüzgârla toplumsal muhalefete ulaşalım gibi bir düşünce vardı. Bir de, yapmamız gereken esasen kendi adayımızı Meclis'e gönderecek bir toplumsal muhalefeti inşaa etmektir türü bir yaklaşım var. Ne dersiniz? DTP'nin, yani Kürt etno-kimliği üzerinden yükselmiş olan hareketin bu kadar monolitik değerlendirilmemesi gerekir. Bunun bütün göstergeleri bu seçimde çıktı. Yani etno-kimli-ğe vurgu yapan DTP, sonuç olarak AKP'ye de büyük oy kaybetti. Bu aslında DTP'nin o etno-kimlik üzerinden yaptığı politikanın da sürdürülebilir olmadığını gösteriyor. Her iki kampanyada da, esas olarak DTP'nin oylarına yaslanarak bir sonuç ortaya çıktığı düşüncesi gerçekçi değil. Elimizde oyların analizi var. DTP adayının 45 bin oyu var, Baskın Oran'ın 33 bin. Uras'ın Kadıköy'de 20 bine yakın, E-5'in üstünde 20 bine yakın oy var, bunun içerisinde Alevi oyu var...

»DTP oyu yok mu?
DTP oyu Diyarbakır'da ne kadar kaydıysa birinci bölgede de o kadar kaymıştır. Birinci bölgede daha önce 98 bin DTP oyu vardı, şimdi 82 bin Ufuk Uras oyu var. Ufuk Uras'ın, en azından bu oyların yarısını Aleviler'den ve sol cenahtan aldığı kanısındayım. DTP oylarında yarıya yakın bir azalma var. Bu aslında ciddi bir sınıf mücadelesi. Yani DTP'nin oradaki kampanyasında AKP'ye gitmesi muhtemel 45 bin oyu, bağımsız adaya gitmiş. Bunlar aynı zamanda Kürt hareketinin en şehirleşmiş, sosyal taleplere eğilimli olan kesimini oluşturuyor. Bu bana göre hayırlı bir geçişkenlik. Kürt hareketinin biriktirdiği bir toplumsal kümeyle, sol hareketin biriktirdiği bir toplumsal kümenin bir araya geliş hali. Siyasal partilerin iradesine rağmen olmuş bir şey değil tabii. Ama "O bizim öz gücümüz değil" gibi bir sonuç çıkarılması da doğru olmaz.

»Yani Ufuk'un Meclis'e gitmesinin gerisinde toplumsal muhalefet yok demek yanlış olur.
Kesinlikle toplumsal muhalefet var. Türkiye'de milli bakiye sistemi olsa ÖDP genel başkanının Meclis'e gitmesi anasının ak sütü gibi helal değil mi? 300 bin kişi bile olsa bu ülkede, iyi bir seçim sistemiyle bunun temsiliyeti parlementoya yansısa, bunu haketmiyor mu sol hareket? Tarihiyle hakediyor, birikimiyle hake-diyor, 12 Eylül'den sonraki direngenliğiyle hale ediyor. Burada herkesin emeği var.

Bülent Forta

Mittwoch, 18. Juli 2007

Çok oy alacak çok

TAYYİP Erdoğan en az yüzde 30 oy alır diyorlar.

Alır...

Dünyanın hiçbir medeni yerinde; her gün yoksul aile çocukları dağlarda terör örgütünün kurşunları ile öldürülürken, oğlu rapor alıp askere gitmemiş birisini başbakan yapmazlar.

*

Yüzde 35 alır diyenler de var.

Alabilir...

Dünyanın hiçbir çağdaş yerinde; bir seçim öncesi televizyonda insanların gözünün içine baka baka "dokunulmazlıkları kaldıracağım" diyen, ama beş yıl tek başına iktidarda kalıp en çok kendisinin ve bakanlarının yararlandığı dokunulmazlıkları kaldırmayan ve üstelik (önceki gece NTV’de) dokunulmazlığı savunan birisini yeniden iktidara getirmezler...

*

Diyorlar ki; yüzde 40 da alır...

Alması lazım.

Dünyanın hiçbir uygar yerinde; borsada faiz toplayan yabancı sermayeyi, şaibeli ihalelerle kamu varlıklarını satmayı başarı saya saya ülkesini zenginleştirdiğini söyleyen... Ama 2 milyon yoksul-aç aileye yiyecek, kömür dağıtarak oy almayı uman bir insanın peşinden gitmezler...

*

Bence yüzde 45 oy da alır...

Almalı...

Çünkü dünyanın hiçbir adam gibi yerinde; kızlarını ABD’de okutmak için "bir arkadaşından burs" aldığını söyleyen bir siyasetçinin oğlu, babasının beş yıllık iktidarı sonunda gemi almışsa, o siyasetçinin yüzüne dönüp bakmazlar...

*

Sizce yüzde kaç oy alır, 50, 60, 70?...

Alır mı alır...

Dünyanın hiçbir adam gibi yerinde; Mustafa Kemal gibi bir evrensel önderin çok kan ve gözyaşı ile kurduğu laik cumhuriyeti alıp gerisin geriye götüren... Ülkesini beş senede Arabistan’a çeviren, ortaçağ yaşamını savunan bir politikacıyı başlarına taç etmezler...

*

Ama burası Türkiye’dir a dostlar...

Bu yoksulluğun, bu geri kalmışlığın, bu sürünmenin, bu güvensizliğin, bu üçüncü sınıf ülke olmanın bir sebebi vardır.

Bu açlık, bu kan, bu umutsuzluklar durduk yerde olmuyor.

Elbette Tayyip Erdoğan çok oy alacaktır.

Size-bize dizimize vurmak düşer...

BEKİR COŞKUN - Hürriyet 18.07.2007-

Montag, 9. Juli 2007

Barış ve Selahattin ve Hatice

Barış Akarsu, gencecikken toprağa düştü... Belli ki ismiyle müsemma bir gençti... Belli ki yüzüne bakınca hep akla huzur getirdi; sürmeli gözlerine değen gözlere hep ışıltı verdi. Şu gezegende 1945'ten bu yana yalnızca 28 gün savaşsız, yani barış içinde yaşanabilmiş: "Bizim" Barış da, kendisiyle barışık, yalnızca 28 yıl yaşayabildi işte...

"Şöhretli" bir müzisyen... Ayrıca son dönemde çok izlenen bir dizinin de yıldızıymış. Hiç izlemedim. Cem Karaca ezgilerini söylediğinden, televizyonda rastladığımda ara sıra kulak kesilirdim, adını dahi bilmezdim. Meğer sürmeli gözlü bu çocuk, bizim de Barış'ımızmış... Sadece televizyon yıldızı değil, yardım konserlerinde sahneye çıktığı lösemili çocukların, bir başka dünya imkanı peşinde koşan Barışarock inisiyatifinin, Küresel BAK'ın da yıldızıymış, yani aktivistiymiş... Bizimkilerle beraber heyecanlanır, sokaklara çıkar ve haykırırmış...

Her sevgiyi, her aşkı, her heyecanı, her duyguyu meta haline getiren, piyasalaştıran, kısa sürede tüketime sunup tüketmek, tükettirmek pespayeliğiy-le alesta bekleyen Medya canavarının elinden çekip almamız gereken bir evladımızdır bizim Barış...

Çünkü sıradan ve sahici insanlar tapınsınlar diye medyanın ilahlaştırdığı kimliklerin ötesinde, bizatihi kendisi sıradan ve sahici bir insan olarak yaşamış bizim Barış... Bunu da ancak öldüğünde öğrenebildik... "Medyatik şöhret" Barış'ın ötesinde kendi Barış'ımızı yeni keşfedebildik... Bu da Barış'ın şanından olsa gerek; ve asıl şan şöhret de böylesi olsa gerek...

Peki, neden "bizim" Barış? Çünkü bizim kuşaktan ve bizim yaşantılarımızdan bir anne-babanın, işçi Hatice ile işçi Selahattin'in çocuğu, yani bizim de evladımız Barış... Zaten babası, öylesine değil bilerek ve seçerek vermiş "Barış" ismini oğluna: "Başın sıkıştığında ismini hatırla, her sorununda çözümün ismindir evladım, unutma" demiş, bizim Selahattin. Ruhi Su ile müziği sevdirmiş ve bize dair pek çok şeyi ve dahi sıradan ve sahici bir kimlikten asla vazgeçmemeyi... İşte bu yüzden, renkli ekranlardan, sanal-yalan dünyalardan firar edip geldiği Amasra kumsallarındaki bir şöhretsiz Barış'ın şöhretsiz kankalarıyla kafa çekip gitar tıngırdatması, bir başka dünyada, kendi dünyasında yaşayabilmesi mümkün olabilmiş. Ve dahi Barış medyatik dünyanın ikon metalarından gayri bir dünyanın, Hatice ile Selahattin'in başka dünyasının da mümkün ve makbul olduğunu hep bilmiş... Melodisini kumsal kenarındaki çalılıklardan gelen cır cır böceklerinden araklayan bir bıçkın delikanlı kalmayı bilinçli olarak tercih etmiş. İşte bu yüzden şarkı söylemekten öte, asıl maharetin, söylediği şarkıları yaşayabilmek olduğunu da keşfedebilmiş.

Görmedim, anlattılar, okudum: "Tepede beyaz bir saray / Sarayda soytarı bir kral / Kara haber onun işi sıra kimde / Kanlı resimler ressamı / Sergide insan mezarı / Satılık olan karanlıktır çerçevede..." diyen şarkılarını haykırmış, 2005 yılında Barışarock'ta. Ve bu ezgileri barış işareti yaparak kendisine eşlik eden binlerce akranıyla tekrarlamış. Haykırışının klibini çekmişler; fondaki savaş görüntüleri ve gözbebekleriyle açız diye haykıran Afrikalı bebelerle birlikte haykırmış aynı şarkısını...

Selahattin ve Hatice, son sözüm ikinizedir: Kısa süreliğine de olsa bize böyle bir Barış bahşettiniz, müteşekkiriz. Şimdi Barış'ımızı toprağa verdiniz. Ve dileyelim, toprağından Barış yeşersin...


MELİH PEKDEMİR - Birgün

Freitag, 6. Juli 2007

Vatan haini

karikb

Montag, 2. Juli 2007

Bizim Taner Akçam

Hayatta hiç beceremeyeceğim bir şey Taner Akçam hakkında resmi ve asık suratlı bir yazı yazmak. Sonunda bu da başıma geldi işte... Taner'i bir üçüncü bir şahıs olarak işaret edip hakkında bir şeyler söylemek çok zor, yani öylesine içselleştirmişim bu adamı. Belki de ömrümüz boyunca başımıza gelen işlerde hep birbirimizi azdırdığımızdan ve sorunlarımızın da hep benzer nedenlerden kaynaklandığındandır...

Şimdi Taner'i göz göre göre hedef haline getirdiler. Üç beş gündür okuyup duruyoruz: Gazete manşetlerinde katline ferman yazıyorlar. "Ferman büyük medyanın, fikir özgürlüğü bizimdir" deyip bir kenara çekilemiyoruz. Üstelik bugün bir de Hrant Dink'in mahkemesi var. Garibimin, "sireli yeğpayris"imin zaten hep "mahkemesi" olurdu. Ama bu kez katillerinin mahkemesi... Avukatı Fethiye Çetin, "gizlilik" kararı alınan hazırlık soruşturması sırasında birçok delilin yok edildiğini açıkladı ve "Hazırlıksoruşturması, sadece Pelitli beldesine takılıp kaldığı için bu organize yapıyı ortaya çıkarmakta eksik kalınmıştır" dedi.

Delilleri ne kadar yok ederlerse etsinler, iz bırakıyorlar işte... Evet, Hürriyet gazetesinin Taner Akçam hakkındaki manşetinden söz ediyorum. Hrant Dink cinayetini görmüştük, katillerini biliyorduk. Şimdi delilleri yok etseler bile, bir yandan da elimize yeni deliller veriyorlar. Azmettiricilerin bugünlerde de işleri başından aşkın, yine işbaşındalar.

Olup biten hakkında Taner'le irtibata geçtim, şöyle diyor: "İnternet ortamında benimle uğraşan bu adamınki [Holdwater] gibi onlarca ve yüzlerce site var. Hiç ilgilenmedim de herifin sayfasıyla... Sonuçta sıradan cahil bir cazgır, neresini ciddiye alayım? Ama işi şahsıma yönelik zarar verici bir kampanyaya çevirdiklerinde, 'Çık ortaya, kimsen yapacağını açıkça yap, bak ben buradayım!' demek zorunda kaldım. Kampanya yapıldığından beri ciddi olarak çalışamıyorum. Zaten amaçları da bu... Psikolojik gerilim, endişe yanı sıra akademik kariyerim, işim, her şeyim ama her şeyim tehdit altında..."

Amerikan yetkililer Taner'den bu problemi halletmediği sürece Amerika dışı seyahatlerini iptal etmesini istemişler. Taner de İngiltere, Hollanda, Almanya ve İtalya'da hem kitabıyla ilgili hem de bilimsel amaçlı 5 ayrı konferansı iptal etmek zorunda kalmış. ABD'de bile katılması gereken toplantılara sıkı güvenli önlemleriyle gidiyormuş. Birçok yerde polis Taner'i havaalanında karşılayarak tüm toplantı boyunca koruma altında tutuyormuş.

Bir de Hürriyet gazetesi yaptığı habere tüy dikmiş, Taner Akçam hakkında "ortadan kayboldu" diye yazmıştı. Oysa bu iddianın aksine, haberle ilgili olarak gazete tarafından hiç aranmamış. Taner, bunun üzerine Ertuğrul Özkök'e (elbette yayınlanmayan) şu mesajı geçmiş:

"Yazarınız, 23 Haziran'da gazetede benim için, 'ortadan kayboldu' demiş. Ben, bir gazeteci arayınca hazır kuvvet bulunması gereken emir kulu muyum? Sorun yazarınıza, University of Minnesota'yı aramış mı? History Depart-ment'ı aramış mı? Center for Holocaust and Genocide Studies'! aramış mı? Buraları aramış da mı beni bulamamış? Bana buralara not mu bırakmış? Bu ne saygısızlık, bu ne terbiyesizlik Ertuğrul Bey? Benim email adresim yok mu Üniversite sitesinde? Bu soruşturmaların hiçbirisini yapmadan, internetten kolayca bulunacak telefon numaralarını çevirmeden ve email-le haber bildirmeden, birisi için nasıl 'ortadan kayboldu' dersiniz? Sanki ben bir suç işlemişim ve kaçıyorum. Ayıp değil mi bütün bunlar?"

Taner işin etik yanıyla ilgileniyor hâlâ... Am-maa... Yahu sizde de aynısı oluyor mu bilmiyorum, ne zaman Ertuğrul Özkök'ün fotoğrafına baksam, tuhaf bir çağrışım, aklıma hemen Kurtlar Vadisi - Pusu dizisinde Zafer Algöz'ün canlandırdığı "genel yayın yönetmeni Yalçın Yıldız" karakteri geliyor. Niye ki?

MELİH PEKDEMİR - Birgün

Sizden gelenler..

BİR HÜZZAM ŞARKI

Deniz görkemiyle kükrer
Gün gelir inan aslan
Bozkırların yüreğinde
Ağaçlanır üçfidan

Can tadında yemişleri emzirir
Kan renginde çiçekler
Gün gelir
Arınır mayıslar utançlarından
Bir hüzzam şarkıyla
Tüter sigaram

"Böyle mi esecekti
son günümde bu rüzgâr"

Dillenir ağaçlarım
Ses verir üçyürekten

"ömrümüzün son demi
İlkbaharımız bizim"

AĞLAMAK İNSANCA

Kara kin utanca gebe
Gencin sancısı dilsiz
Engerekler ağzında
Soysuzluğa çekilmiş
Üç ayışığı hançer
Üç kez yırtılır karanlık
Kıyısında üç al ışık

Ölümü ürkütürken
Yusuf Hüseyin Deniz
Akbabalar tünemişse
Mayısın göklerine
Ve de insan iseniz
Ucundan kenarından
Bir de adı varsa
Ağlamaların
Göz yaşı mevsimidir
Yoldaş olun bulutlara
yoldaşlar

Bilal KAYABAY

Dienstag, 19. Juni 2007

Psikoloji bozma savaşları

17/06/07
Şimdi de gündemde ABD'deki Hudson Enstitüsünde tartışılan "Türkiye felaket senaryoları" var. Zaten bir takım senaryoların yürürlükte olduğundan kuşku duymadığımız bir ortamda bu tür spekülatif değerlendirmeler psikolojimizi fena halde bozuyor. Uzun bir süredir, tam teşekküllü bir psikolojik savaşa maruz kalmaktayız, hem de dört bir yandan: İçeriden ve dışarıdan, sağdan ve soldan... Psikolojik savaş Niyazileriyiz... Bilgi, haber, tevatür, yorum kirlenmesiyle kafalar cacık halde; belli ki her odak seçimlerden hükmen galip çıkma peşinde ve her yol mubah...

Malumunuz, ticarette reklam, siyasette propaganda, askeriyede psikolojik savaş hep aynı kaygıyla devreye girer: Hedef kitleyi ikna etmek ve rakipleri bertaraf etmek. Psikolojik savaşın en önemli silahı ise zihinleri felce uğratmak, bu amaçla dehşet ve korku salmak ve hatta bunun için terörün her türlüsüne başvurmaktan geri kalmamaktır. Kadim çağlardan beri durum şimdikinden farklı olmamış... Elbette gazete, radyo, televizyon ve bilhassa internet gibi tekno-ideolojik aygıtların gelişmediği çağlarda, maksada ulaşmak için daha "harbi" yöntemler kullanılırmış. Mesela Moğollar bu işin erbabıy-mış: Cengiz Han'ın leşkerlerinden önce, onların uyguladığı vahşetin korkusu gidermiş istila edecekleri memlekete. Cengiz Han miting yapıp katılımcıların sayılarını abartmayı henüz akıl edemediğinden, gece akınlarında at üstündeki her askerin eline üç meşale verirmiş ya da gündüzleri atların arkasına bağlattığı çalı çırpıyla öyle bir toz bulutu kaldırırmış ki, askerinin miktarı üç beş misli fazla görülürmüş... Cengiz Han'ın torunlarından Timurlenk ise Delhi kuşatmasında, şehrin önüne 90 bin kadar insan kellesinden bir piramit yaptırmış ve şehri böyle korku salarak teslim almış. Bazen de kuşattığı şehir surları üzerinden mancınıkla insan kellesi fırlattırır-mış. Tarihimizde Kazıklı Voyvoda diye bilinen Kont Drakula da önüne gelen Osmanlı'yı kazığa oturtarak yarattığı dehşet ortamı sayesinde, Romanya'ya yapılacak seferin iptal edilmesini dahi başarmış.

Bu türden korku salma yöntemlerinin modern çağda elbette bütünüyle terk edildiği söylenemez; mesela 40 yıl önce Vietnam'daki psikolojik savaş sırasında CIA, Phoenix Programı adıyla yürüttüğü bir dehşet kampanyasında işkenceyle katlettiği her Vietnamlının ağzına bir poker kâğıdı bırakarak imza atmayı huy edinmişti. İşte Irak'ta yediği haltlar da apaçık ortada, Ebu Gureyb Cezaevi'ni hatırlamak bile yeterli. Ama korku salmak isteyince bu iş artık radyonun, televizyonun devreye girmesiyle hitabet, muhtıralar vb. yoluyla daha fazla yaygınlaşabi-liyor. Hitler'in bu konuda ne denli cazgır olduğu biliniyor. Kitlelerin gözünün içine bakarak yalan söylemek ve bu yöntemle terör estirmek ya da Hudson Enstitüsü'ndekiler türünden felaket senaryoları kaleme almak, mancınıkla kelle fırlatmaktan daha az etkili değil. Yani yalanla dolanla beyin yıkamak yanı sıra, andıçlamak, internet imkânlarından yararlanmak, psikolojik savaşa post modern bir hava da katıyor.

Her kesimin seçim stratejisi, haliyle, sayısalın siyasalını yakalayıp siyasalın sayısalına sahip olmak ise gerisi boş laf... Seçim kampanyalarının start almasıyla, siyasi partiler de propagandalarını korku üzerine oturtarak seçmenden oy istedikleri, bir nevi psikolojik savaş olarak sürdürüyorlar. Baykal'ı dinliyoruz, AKP iktidar olursa başımıza gelecekleri öğrenip dizlerimizin bağı çözülüyor. Erdoğan'ı dinliyoruz keza tersten ama aynı felaket tellallığı. Bahçeli'nin homurtularından ne dediğini pek anlayamıyoruz ama yürek ferahlatmadığını kestirebiliyoruz.

Sonuç olarak kimi dinlersek, psikolojimiz bozuluyor. Neyse ki memleketimizde her derde deva var. Mesela ben bu sıralar unvanları arasında "gazeteci, yazar, şair, ressam, bilim adamı, araştırmacı" sıfatları bulunan "Adana bağımsız ve bağlantısız milletvekili adayı" Abdurrahman Boztaş'a meftunum. Muhteşem bir sloganı var: "Biz fırıldak değiliz!" Tarifi imkânsız bir propaganda videosu çektirmiş. İnterneti olan mutlaka izlesin: http://www.habermeydani.com/haberoku.asp?id=4350 Ne yalan söyleyeyim, kendimi siyasi inançlarıma, ideolojime ters düşmüş halde hissetmesem ve seçim bölgemde olsa, oyumu derhal bu bağımsız ve bağlantısız adaya verirdim... Gerçi laf aramızda, bu furyada oyumu hangi adaya verirsem vereyim, hiçbir "değere" ters düşmüş filan sayılmam ki...

Montag, 4. Juni 2007

Sağ-sol

BJalans ayarı", "rot ayarı" derken anlaşılan o ki siyasetin "dingil"i yerinden çıkıverdi. Şimdi dört teker de "sağa sola sallanıp duruyor." Türkiye süratle son derece önemli bir viraja girerken umarım "araba devrilmez". Anormal bir dönemden geçiyoruz. 27 Nisan muhtırasının gölgesinde gündeme gelen seçim süreciyle birlikte bütün alışılmış kavramlar yerinden oynamış durumda. Sağcıların sol, solcuların sağ partilerin listesinden seçime girmesi bu "ideolojik depremin" görünen yüzü.

Kafa karışıklığı o denli ileri boyutlardaki, İdris Küçükömer'in "Türkiye'de sağ soldur, sol da sağdır" şeklindeki ünlü teorisi yeniden moda oldu. CHP'nin Baykal ve ekibi tarafından milliyetçi-devletçi bir çizgiye geri döndürülmesi; Demirel'le kol kola girmesi ve Rahşan Ecevit'in "ulusalcı" politikalarıyla birleşmesi bunun en önemli nedenlerinden biri. CHP-DSP ittifakanın solla, solculukla en ufak bir ortaklığının görünmemesi sanki İdris Küçükömer'in teorisinin doğrulanması gibi algılanıyor.

Bir de madalyonun öteki yüzü var. Çok partili hayata geçtiğimizden beri hep sağ partilerin iktidarda oldukları dönemlerde demokrasiye ara verilmiş olması; Menderes'in, Demi-rel'in ve Recep Tayyip Erdoğan'ın askeri darbe ya da müdahalelerle karşılaşması bu yargıyı pekiştiriyor.

Oysa tarihsel olarak ne Menderes'in, ne Demirel'in ne Özal'ın ne de Recep Tayyip Erdoğan'ın solculukla, solun değerleriyle en ufak bir ortak noktası yoktur. Sağın bu dört lideri de kendi dönemlerinde esas olarak dünya sisteminin kendilerine yüklemiş olduğu misyonun taşıyıcısı olmuşlardır. Menderes'in soğuk savaş sonrasında ABD'nin kuyruğuna takılan ekonomi politikaları, Demirel'in "ithal ikameciliği" Özal'ın "ihracata dönük sanayileşme" hamleleri ve en son durumda Recep Tayyip Erdoğan'ın IMF programına dayanan uygulamalarının solun ekonomi politikalarıyla ne ilgisi olabilir?

Aynı durum siyaset açısından da geçerlidir; Menderes'in 27 Mayıs darbesine dayanak oluşturan anti-demokratik uygulamaları; Demirel'in "bana sağcılar cinayet işliyor" de-dirtiremezsinizle başlayan, MC hükümetleriyle devam eden tutumunu, Özal'ın, Recep Tayyip Erdoğan'ın "ekonomik liberalizmlerine eşlik eden siyasal otoriterliklerini düşündüğümüzde bunun solla solculukla bir ilişkisinin olmadığı ortaya çıkar.

Sol en basit değimiyle, "eşitlik, özgürlük ve kardeşlik" demektir; buna bir de hayata ezilenlerden yana olmak, sınıf gerçeğine ve sınıf çıkarına göre hayata bakmak eklenebilir. CHP ve onun tarihsel çizgisi de, DP-AP geleneği de bu kriterlerle bakıldığında "sol" sıfatını hak eden akımlar değildirler. Ama CHP sol değil diye örneğin bugün AKP'de sol değerler bulmak anlaşılabilir bir durum değildir.

AKP eşitlikçi midir? Hem boğazına kadar neo liberal politikalara batmak hem de eşitlikçi olmak mümkün müdür? AKP özgürlükçü müdür? Beş yıl iktidarda kalıp 12 Eylül Anaya-sası'na karşı köklü bir tavır almayan, siyasal partiler yasasını ve seçim sistemini gündeme getirmeyen; hak arayışlarının bastırılmasını temel iktidar anlayışı haline getiren, tarikatlarla iç içe bir partinin özgürlükçü olduğundan söz edilebilir mi? AKP apaçık ve net bir şekilde belirli bir sermaye grubunun partisi iken onun emekçi sınıflardan yana bir parti olduğu düşünülebilir mi? Muhtıra karşısındaki durumuna bakarak AKP'yi "sol" bir parti varsaymak büyük bir kafa karışıklığıdır.

Apaçık bir ordu müdehalesine karşı çıkmak için sol/sağ gibi sıfatlara gerek yoktur. Bugün her ne gerekçeyle olursa olsun bir askeri darbe bu ülke için felaket olacaktır. Ama bunun böyle olması, ordu darbesine karşı çıkan herkesin "sol"cu olduğu anlamına gelmez. Sol kendi çizgisini ortaya koymayı beceremeyip, CHP-DSP çizgisi sol olarak görüldükçe sanırım bu karışıklıktan kurtulmak mümkün olamayacak.

Bülent Forta

bulentforta@birgun.net 03/06/07

Dienstag, 29. Mai 2007

Siyasette keklik öyküsü...

Çocukluğumda dağların ardını hep merak ederdim. Bu dağın, bu dağların arkasında neler var diye kendi kendime sorardım. Ve merakım büyüdükçe büyürdü. Uçakla uçmaya başladığım günden beri bu merakım kalmadı. Dağların, tepesini de ardını da görür oldum...

Doğanın seyrinden bana kalanlar; doğa içindeki dokuları, renkleri, oluşumları bir arada tutma, koruma ve yaşatma becerisine sahipti. Bu seyrine doyulmaz tanıklık bir süre sonra tutkuya dönüştü. Gülle, kaktüs, yabani otlarla, her tür çiçek bir arada açıyor; arı ile kelebek uçuyor, kurtla kuzu yaşıyor, tilki de tilkiliğini yapıyor.

Kuşkusuz doğanın da kuralları var. O kuralları, doğa ile yaşarken; tanımak, bilmek ve korumak gerekir. Çünkü doğa yaşamın hiçbir alanında boşluk tanımıyor. Boşluklar en kısa zamanda dolduruluyor...

Siyasi yapı içinde yer almadan önce liderleri merak ederdim. Onlarla tanışınca, buluşunca, çalışınca meraklarım yerini; kimin de tanışmanın sevincine, örnek almaya, kimin de temkinli olmaya kiminde de düş kırıklığına dönüştü...

Yine de siyaset içinde yer almalı, olmayan siyaset okulunu siyasi çalışmalarla yaratmalı, profesyonel olmayı hedefleyip, amatör bir özle etkinlikleri sürdürmeli. Yoksa dünyanın en güzel yönetme sanatı olan siyaset, çirkinliklerden güzellikler yaratabilir mi?

Siyasetin de kuralları var ve olmalı. Doğa kurallarını koruyarak, tüm varlıkların bir arada yaşamına olanak veriyor. Siyaset de doğası gereği konumlandığı ülkede çokkültürlülüğü yaşatmaya özen göstermeli...

Kuşkusuz siyaset etnik ve inançsal yapıları siyasallaştırarak yapılamaz ama var olan renkler, özgünlüklerle bir arada yaşam mücadelesi adına sorunlar birlikte çözülmeli. Etnik yapılar üzerinde siyaset yapmıyoruz diyerek içinden çıktığı yapıya yabancı, sorunlardan habersiz unsurlarla yürümek hangi siyasi yapıya ne kazandırır ki? İnançsal temel üzerinde siyaset yapmıyoruz ama 'demesinler bizde de yok' örneğinde olduğu gibi inancını söylemekte kekeme olanlarla yürümek, ne denli sağlıklı ve saygın?

Anadolu'da hep bir keklik öyküsü anlatılır. Soyuna ihanet eden keklik öyküsü. Keklik pazarında dolaşan keklik alıcısı pahalı kekliğin hünerini sorar. Satıcı başlar anlatmaya: "Bu keklik öyle bir öter ki, tüm keklikler toplanır. Avcı da onları avlar." "Öyle mi?" Pahalı kekliği satın alan akıllı, kimlikli, soyuyla barışık ve korumaya özenli biri 'soyunu satan, gün gelir beni de satar' diyerek satın aldığı kekliğin yaşamına son verir. Bu öykü soylu ve erdemli olma adına örneklerle en çok da seçim dönemi anlatılır.

Ne yazık ki, bu dönem keklikler de keklik öyküsü anlatmaya başladı...

Siyasette çağdaş açılımları düşleyen, öngö-rülü liderler 'keklik soylu' olanlarla siyaset yapmak yerine; özüyle barışık, özgün, çağdaş, üretken, tüm insanları sevgiyle kucaklayan, özü, sözü bir olan bireylerle siyasette çağdaş açılımlar yaratabilirler.

Yoksa kendi kaderini değiştirmeyi hedefleyenler, toplumun kaderini değiştirebilir mi? Ya da bireysel yoksullukları gidermeye kilitlenmiş insanlar, geniş kitlelerin yoksulluklarını çözecek projeler yaratabilirler mi?

Yaşar Seyman
yasarseyman@birgun.net 28/05/07

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren