Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu
SS Süleyman Soylu

Dinlediklerim

Sabahat Akkiraz | Bergüzar
Bergüzar

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Dienstag, 30. Januar 2007

Hepimiz Ermeni miyiz?

Pazar günü Malatya'da oynanan Malatyaspor-Elazığspor maçı...
Tribündeki Elazığsporlu taraftarlar "Ermeni Malatya" sloganı atıyor. Çünkü Hrant Dink Malatyalı...
Ardından bir pankart açılıyor:
"Ne Ermeniyiz, ne Malatyalıyız. Biz Elazığlıyız. Türkiye sevdalısıyız."
Bunun üzerine Malatyasporlular "PKK dışarı" diye bağırıyor.
Küfürleşme, arbedeye dönüşüyor.
Sonuç:
3'ü polis 10 yaralı...
***
Aynı günün gecesi Pop Star Alaturka programı...
Bülent Ersoy yarışmacılardan birini fırçalıyor. Fırçalarken sivri dilini ırkçılık kavanozuna batırıp çıkarıyor:
"Öyle bir söyledi ki, Ermeni üstüme geliyor zannettim" diyor.
Sonra da Dink'in cenazesinde atılan "Hepimiz Ermeniyiz" sloganını eleştiriyor. Eleştiri cümlesi şu:
"Ben elhamdülillah Müslümanım! Bedenim teneşire de gelse 'Ermeniyim' demem."
***
Dink'in cenazesinde "Hepimiz Ermeniyiz" sloganı atanların anlatmak istediği, karşı çıktığı şey tam da buydu işte:
Bazıları "Ermeni" sözcüğünü küfür niyetine kullanıyor. Bu ırkçı yaklaşıma karşı Ermenilerin yanında saf tutmak; onların hassasiyetini paylaşmak, bir insanlık görevi...
Eminim aynı topluluk, ASALA Türk diplomatlarını kalleşçe vurduğunda "Hepimiz şehit ailesiyiz" diye yürürdü; çünkü burada asıl mesele "Ermeni olmak" değil, mağdurun yanında durmak...
***
Şimdi milliyetçilik bayrağı altında Ermeni düşmanlığı yapanlara şunu sormak isterim:
"Malazgirt Savaşı'nı Türklerin Ermenilerle birlikte kazandığını biliyor muydunuz?
"İstanbul'un alınmasında Ermenilerin yaptığı kahramanlıklardan haberiniz var mı?
"Çanakkale'de Mustafa Kemal'in yanında savaşan Ermeni askerlerin adlarını biliyor musunuz?
"Atatürk'ün bugün kullandığımız alfabeyi Ermeni dil bilgini Agop Martayan'a hazırlattığını ve sonra ona Dilaçar soyadını verdiğini biliyor muydunuz?"
Son bir soru:
Bir Ermeni dostuna bu soruları soranın, Alparslan Türkeş olduğunu biliyor muydunuz?
O Türkeş'in, 600 yıllık Türk-Ermeni dostluğunu diriltebilmek için Ermenistan Devlet Başkanı Petrosyan'la buluştuğunu, Ermeni askerlerin Azeri topraklarından çekilmesi şartıyla Ermenistan'la diplomatik ilişki kurulmasını savunduğunu ve 1915'te ölenlerin anısına, Türk-Ermeni sınırına bir anıt dikilerek Ermenistan'a bakan yüzüne Türkçe, Türkiye'ye bakan yüzüne Ermenice "Verdiğimiz acılardan dolayı üzgünüz" diye yazılmasını bile düşündüğünü biliyor muydunuz?
Bu tavırdan bugünün milliyetçilerinin alacağı bir ders yok mu?
***
Bir daha yazalım:
Bizler "Türkler, Ermeniler, Kürtler, Süryaniler, Aleviler" diye ayrılmıyoruz birbirimizden...
Bizler "vicdan sahipleri" ve "vicdansızlar" olarak ayrılıyoruz.
Bir yanda ırkçı, duyarsız, vicdansız Türkler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Müslümanlar, Hıristiyanlar...
Öte yanda komşusunun acısını kendi acısı bilen, onun yarasına merhem süren, vicdan sahibi Türkler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler ve diğerleri...
Tasnifi böyle yapmazsak, sonunda hepimiz kaybederiz.

can.dundar@e-kolay.net

Samstag, 27. Januar 2007

Reşat Altay'ın yazılmamış anıları

Trabzon Emniyet Müdürü Reşat Altay merkeze alındı dün...
Malumunuz, Altay, sürekli linç, suikast, cinayet haberleriyle gündeme gelen Trabzon'daki güvenlik zaafını izah ederken, suçu reform yasalarına atmış, "Avrupa Birliği uyum kanunları istihbaratı zayıflattı" demişti.
Demokratikleşme hevesi Emniyet'te zaaf yaratmasa, polisin elinde yetki olsa, hiç bunlar başa gelir miydi?
Dilerim Altay, Trabzon'daki ağır mesai günlerinden sonra Ankara'da boş vakit bulur; anılarını yazar.
Biz de Türkiye'nin son 30 yılının hikâyesini onun kaleminden okuruz; okudukça sürekli baş sayfaya dönen kanlı bir tarih kitabı gibi...
***
Mesela o kitap 30 yıl öncesinden bir sahneyle başlayabilir:
16 Mart 1978 Perşembe günü...
Öğleyin...
İstanbul Üniversitesi çıkışında 100 kişilik öğrenci grubunun üzerine bomba atılıyor.
7 ölü, 47 yaralı var.
Esmer, kısa boylu, hırkalı bombacı, TNT'yi solcu grubun üzerine atıp üniversitenin merdivenlerinden kaçmaya başlıyor. Öğrenciler kaçışırken Beyazıt Kütüphanesi önünden de otomatik silahlarla yaylım ateşi açılıyor.
Gençler de polis de yere kapaklanıyor.
Ayağa kalktıklarında polis ateş açan saldırganları takip için fırlıyor.
Arkadan bir ses:
"Geri dönün" diye bağırıyor.
Polis geri dönüyor. Katiller kaçıyor.
Geri dönen polislerden biri Yahya Gergin...
Olayın ayrıntılarını yıllar sonra 32. Gün'den Rıdvan Akar'a anlatıyor. Meğer normalde 30-40 polisin görev yaptığı kapıda o gün sadece 9 polis görevlendirilmiş. Failleri kovalarken kendilerine "Geri dönün" diye bağıran amiri de merak edip araştırmış.
O komiser yardımcısının adı Reşat Altay'mış.
***
Belki o günü yazar Altay anılarında...
Sonra bandı 14 yıl ileri sarar:
Nisan 1992...
Çiftehavuzlar'da bir örgüt evi... 3 Dev-Sol militanı kıstırılıyor. İstense beklenip teslime zorlanabilirler. Ama hayır; polis evi basıyor ve 3'ünü de öldürüyor.
Bu yargısız infazın ardından 22 polis hakkında "kasten adam öldürmek" suçlamasıyla dava açılıyor.
Daha sonra "Zor kullanma yetkilerini kullanmışlardır" diye beraat eden sanıklar içinde ileride Susurluk davasında tanıyacağımız isimler var:
İbrahim Şahin gibi... Ayhan Çarkın gibi...
Tanıdık bir polis daha var:
Reşat Altay.
***
Ne kadar renkli anılar bunlar...
4 yıl daha geçiyor... Sayfalar çevriliyor...
3 Kasım 1996...
Susurluk skandalı patlıyor. Kazada ölen Abdullah Çatlı'nın bütün ilişkileri ortaya seriliyor.
Çatlı'nın telefon kayıtları incelemeye alınıyor. Ve şaşırtıcı sonuç ortaya çıkıyor:
Kırmızı bültenle aranan Çatlı, İstanbul Emniyet Müdürlüğü, Terörle Mücadele Şubesi'nin müdürüyle 5 kez telefonla görüşmüş.
Kim var şubenin başında?
Doğru tahmin ettiniz:
Reşat Altay...
***
Altay anılarını yazsa, bu ilişkileri anlatsa, bütün bunlara rağmen nasıl sürekli terfi edip Gaziantep'e, Bursa'ya, Trabzon'a emniyet müdürü olduğunu izah etse, biraz da Trabzon'daki örgütlenmelerden bahsetse iyi olmaz mı?
Türkiye'nin son 30 yılının hikâyesini onun kaleminden okurduk böylece; ilerledikçe hep baş sayfaya dönen kanlı bir tarih kitabı okur gibi...

can.dundar@e-kolay.net

Mittwoch, 24. Januar 2007

Güle güle Hrant

hranticin

Montag, 22. Januar 2007

Sireli Yeğpayris Hrant!

Cinayeti seyrettik. Bizi bir arada yaşatmıyorlar. Sireli yeğpayris, sevgili kardeşim Hrant artık yaşamıyor! Ama sizler, sizler hep yalan söylüyorsunuz! "Düşünce özgürlüğüne sıkıldı bu kurşun" diyorsunuz. Düşünceyi üreten beynimize sıkıldı bu kurşun, daha ne istiyorsunuz? Sizin düşüncelerinize hiçbir şey olmaz. Artık tek kale maçlarda özgürce kısıtlarsınız düşüncelerinizi. Telaşınıza, anınıza vahınıza hiç gerek yok. Bakın borsanız bile yerli yerinde... Korkmayın. Sizin uluslararası itibarınıza da hiçbir şey olmaz. Zaten hep "böyle" ün yapıyorsunuz ve bunu en iyi siz biliyorsunuz.

İstediğiniz kadar kendinizi savunun. "Ama Hrant Dink koruma istememişti" deyin. Biz de inanalım öyle mi? Hrant'ın istihbarat örgütleri tarafından adım adım izlenmediğine, telefonlarının asla dinlenmediğine, evinden çıkınca nereyi gittiğinin, Agos'tan çıkınca ne ettiğinin bilinmediğine, peşinde resmi görevlilerin dolaşmadığına inanalım; ve hatta tetik çekilirken onu izlemekte olan güvenlik kameraları dışında resmi gözlerin olmadığından da emin olalım! Şimdi sizler yoksa bunlara da inanmamızı mı istiyorsunuz? "İnanmalısınız, kural böyle, kurallara uyun" diyorsunuz. Ama kuralları da siz koyuyorsunuz. Vallahi bu yüzden hep siz yaşıyorsunuz ve hep biz ölüyoruz, Hrant da ölüyor. "Adaletimize güvenin" diyorsunuz. Merak etmeyin sizin adaletinize bir şey olmuyor. Kerinçek koruyor onu. Arkadan hançerlenmelere karşı teyakkuzda olan bakanınız koruyor...

Siz, bizi bize bırakın, en iyisi oturun "işin aslını" araştırmaya devam edin. Acaba kim yaptırdı sorusuna riyakâr cevaplar arayın... Hrant'ı öldürttükten sonra cevaplarınızın önemi yok artık! Provokasyon deyin. Menfur cinayet deyin. Hatta cinayeti manidar bulun. Mesela TBMM'de Kerkük müzakeresinden hemen önce, bu cinayetin işlenmesiyle bir mesaj verilip verilmediğini sorun. Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilişkisini merak edin. Sonra yine korkutun, "yeni cinayetler de olabilir ama..." deyiverin. Sonra bu cinayetten kim nasıl nemalansın, onun hesabını, kavgasını yapın. TC'nin AB'ye girmesini istemeyen Avrupalılar ve yerli işbirlikçileri, Amerika, borsa, hükümet, asker, medya, sağdaki ve "soldaki" milliyetçi partiler... herkes kendine yontsun. Bu kavga sizin kavganızdır artık, bizim değil. Sonra kameralar önüne çıkın. "Yakaladık katili işte" diye zafer naraları atın. "Olur böyle vakalar Türk polisi yakalar" sözünü ispat ettik, daha ne istiyorsunuz vatan hainleri deyin. Şemdinli'deki-leri de yakalamıştık; ama onlar tesadüfen oradaydılar. Danıştay cinayetini işleyen katili de yakalamıştık. Ama o da bir meczuptu. Şimdi yakaladığımız Ogün Samast'ın Trabzonlu olmasıyla, mesela Veli Küçük'ün bir zamanlar Giresun Jandarma Bölge Komutanı olması da, geçen yıl papaz öldüren çocuğun Trabzonlu olması da tamamen tesadüftür deyin. Linç kültürünün, sokaktaki faşizmin bu memlekette hüküm sürmesine şaşırmış gibi yapın. Sonra çağırın bizi merkeze, Hrant'ın bu tesadüflere inanmadığı için başına neler geldiğini bir güzel anlatın.

Artık hiçbir şeyiniz şaşırtmıyor bizleri. Yakaladığınız katilinize de şaşırmadık işte. Ne yani, üst düzey bir politikacı, apoletli biri, apoletsiz bir başyazar ya da kara gözlüklü ve susturuculu bir gizli servis elemanı mı olacaktı? Yazdığınız senaryolarda katiller zaten uşaktırlar. Ve cinayetleriniz de postmodern; bunu da öğrendik. Arkaik linç kültürünüzü sinsice, parça parça yay-gınlaştırıyor ve internet kafe baskınları yaparken aslında kendinizi açığa vuruyor, kendi talimatlarınızı ele geçiriyorsunuz. Ey "sözde vatandaş" diyenler, bayrak millet üzerine her gün attığınız manşetlerle şartlı refleks üreten başyazar müsveddeleri ve medya leşkerleri, uşakların efendileri! Şimdilik siz galip geldiniz, bu memleketi şartlı refleks yöntemiyle linç kültürüne, sokak faşizmine mahkum ettiniz. Nasıl olsa bir süre sonra, buna da "sözde cinayet" diyeceksiniz ve kin kusmaya, her gelişmede sokaklara güruhları salıp solcu, Ermeni ve Kürt avlamaya, milli refleksler, vatandaş tepkileri göstertmeye devam edeceksiniz.

Bir tek Hrant'ımız vardı, sonunda onu da elimizden aldınız işte... Hrant'ımızı, sireli yeğpayris Hrant'ı öldürttünüz. Ama şunu bilin ki, bu cinayeti işlettirmekle, uzun vadede asıl siz intihar ettiniz! Bir arada yaşatmadınız. Ama yaşayacağız. Çoğalacağız. Kazanacağız. Her bir şeyin hesabını, günü gelecek, teker teker soracağız. Şimdi ister bir kere ister 301 kere kına yakın, faydası yok. Çünkü ÖDP'li bir arkadaşım gerçeği çoktan ifşa etti: "Hrant Dink (1954-1915)" dedi.

melihpekdemir@birgun.net

Sonntag, 21. Januar 2007

Ne mutlu Türküm diyene!

Sevgili Hrant, Seni gözbebeğimiz gibi kollamamız gerektiği halde, beceremedik, sana kıymalarını engelleyemedik.

Agos'un önünde sana kalkan olmaya çalışan aydınlara inat, faşistler, gazete önündeki eylemlerinde "Bir gece ansızın gelebiliriz," dediler ve dediklerini yaptılar, gecenin karanlığına sığınmaya bile gerek duymadılar.

Senin katilin 301'dir, milliyetçiliktir desem, belki soyut kalacak ama biliyorum öyle. Mahkeme koridorlarında, "İşini bitireceğiz," "Kafanı koparacağız," diye tehdit edenler, şimdi arkandan şiddete nasıl karşı olduklarını anlatıp, bizlerle alay ediyorlar.

Valilikte ayağını denk almanı söyleyenler, şimdi suçüstü yakalanmanın paniğini yaşıyorlar.

Linç girişimlerini, "Vatandaş tepkisi," olarak görüp, onaylayan Baykal, konunun milliyetçilikle ilgisi olmadığını söyleyip, "Milliyetçiler bana cinayet işliyor dedirtemezsiniz," masalını tekrarlamaktan hiç utanmıyor. "Cenazeye katılacak mısınız?" diye sorduklarında, hiç sıkılmadan "Programıma bakacağım, partime danışacağım," diyebiliyor.

"Kurtlar vadisi" dizleri gibi, insan olmayı değil de kurt gibi olmayı gençlerimize telkin edenler, şimdi kına yakabilirler.

Hrant'ı ve aydınları hedef olarak gösterenlerin siyasi sorumluluğu ortada, onu koruması gereken devletin ağır sorumluluğu var. Bir avuç Ermeni'ye tahammül edememek, nasıl bir akıllara ziyan durumdur? Azınlık mülklerini talan edenler, sahiplerine hiç dayanamıyorlar.

Diyeceksiniz ki mahkemelerde onu doğru dürüst koruyamayanların, niye böyle bir niyeti, derdi olsun? Belki de haklısınız.

Bayezıt'ta haberi duyduğumda, kendim 15 dakikada Agos'ta olabilirken, Cumhuriyet Başsavcımız bir saatin sonunda teşrif edebiliyorsa, daha ne konuşuyoruz ki?

Senin çokkültürlü ve çok kimlikli Türkiye özlemini paylaşamayanlar tetikçi bulmakta hiç zorlanmadılar. Bu ülkede nefret ekenler, seni hemen ilk fırsatta biçebildiler.

Kadıköy'de "Birarada yaşamı savunalım" mitinginde alanda dolaşırken ne kadar umutluydun.

"Bu ülkede güvercinlere dokunmazlar," diyen yazını okuyunca, keşke dedim, keşke yaşasaydı da, hafta sonu buluşmamızda onu yine uyarsaydım.

Bayezıt meydanında hızla arabasını sürüp bir güvercini öldüren adamın umursamazlığının hikayesini seninle paylaşsaydım ve deseydimki sana, "Sevgili Hrant, bu memleket, bu İstanbul, artık senin yurttaşlarının terk ettiği eski İstanbul değil."

Sevgili kızının dediği gibi, "Alçaklar seni ancak arkadan vurabilirlerdi." Önüne çıkmaya cesaret edemediler. Fikrinin karşına, fikir inşa edemediler.

Sen her davada ölüyordun zaten, her kem söz seni bitiriveriyordu zaten. Hep toplumun kendisiyle ve tarihiyle yüzleşmesini istedin. Yüzsüzlüğün alıp başını gittiğini görmek istemedin.

Faşist güruhlar seni öldürdüklerini sanıyorlar. Halbuki sen onları nefretleriyle başbaşa bıraktın.

Kulağımda eşinin, "Keşke gitseydik bu memleketten, keşke sözümü dinleseydin," feryadları... Canım çok sıkkın; siz aldırmayın bu yazdıklarıma ve her gün bağırmaya devam edin: "Ne mutlu Türküm diyene," diye.. Eğer gerçekten kendinizi mutlu hissediyorsanız...

Ufuk Uras

Daha önce neredeydiniz?

Nasıl bir ülkede yaşıyoruz biz? Bu nasıl bir zaman? Sonunda Hrant'ı da vurdular, göz göre göre. Şimdi herkes katilleri lanetliyor. Bu kurşunlar hepimize diyorlar. Kusura bakmayın. Sormak istiyorum: Daha önce neredeydiniz?

***

Kimdi o manşetleri atanlar?

Bir iki çocuk bayrağı yere attı diye,

Ermeni konferansı ertelenirken,

İnsanlar fikirleri yüzünden sokaklarda mahkeme kapılarında linç edilmek istenirken,

İnsanları milliyetçi hezeyanlara sürükleyen o manşetleri atanlar kimdi?

Şimdi gözyaşı dökenler de onlar değil mi?

Tabii, bir de sokaklardaki kışkırtılan milliyetçi hezeyana sahip çıkarak nemalanmak isteyen kimi sol siyasetçilerimiz de vardı değil mi?

* * *

Görüyor musunuz, ne kadar çok seviliyormuş Hrant, nedense hep böyle oluyor. Vurulup öldükten sonra çok seviyoruz insanları.

Keşke bu sevgiyi onlar böyle sokak ortasında vurulup ölmeden gösterebilseydik.

Ermeni milliyetçiliğindeki Türk düşmanlığını eleştirdiği bir yazısından dolayı Türk düşmanlığı yaptığı gibi saçma bir iddiayla yargılanırken gösterebilseydik.

O mahkeme kapılarında muhtemel katillerinin saldırısına uğradığında,

Bütün sevenleri ve hepimiz onunla birlikte yaşamaktan mahrum kalmadan gösterebilseydik...

* * *

Sevgili Hrant, belki görüyorsundur, ne kadar çok sevenin varmış bu ülkede.

Şimdi herkes senin bu ülkeye, bu ülkenin insanlarına nasıl büyük bir sevgiyle bağlı bir insan olduğunu anlatıyor.

Bu yüzden artık belki bağışlarsın bizi.

Tanışmıyorduk, arkadaşım değildin belki, ama arkadaşlarımın arkadaşıydın. Ve biliyorsun sen, yanındaydık her zaman.

Şimdi hepimiz arkandan gözyaşı döküyoruz birlikte.

Güle güle sevgili Hrant,

Güle güle kardeşim!

Oğuzhan Müftüoğlu

Sonntag, 31. Dezember 2006

DİN, TOPLUM, SİYASET (3) "Din, Kemalizm, darbecilik ve sol"

Küreselleşme sürecinin yarattığı sonuçlar üzerinde gelişen "laik anti-laik kutuplaşması" bu gün solun açmaza sürüklendiği önemli konulardan biri olarak karşımıza çıkıyor. "Din, Toplum ve Siyaset" konusundaki yazılarıma gösterilen (olumlu / olumsuz) tepkiler de bunu gösteriyor. Aynı duyguları paylaşan bir dostun mesajında şöyle deniyordu:

"...28 Şubat öncesinde 'ne refahyol ne hazırol mitingi'nde 50 000 kişinin toplandığını yazmıştı gazeteler. Ne yazık ki o günden bu yana din istismarcılarının kaydettiği açık mesafe ve bundan duyulan ürküntü sonucu hazırol taraftarlığı çaresizlikten dolayı daha çok güçlendi. Yani iki yanlış çözüm de daha fazla güç topladı. 3. bir ve doğru çözüm olan "ne şeriat ne darbe" şu anda seyirci durumunda..."

Üçüncü yolun 'seyirciliğinin' nedeni ise malum: Kemalist darbecilerin safına düşme korkusu!

Gerçekten özellikle AKP iktidarı zamanında daha da yoğunluk kazanan toplumdaki muhafazakâr-laşma ve dinci hareketlerin gelişimi karşısında devletin baskı güçlerine (darbeciliğe) umut bağlama eğilimleri de güçlendi.

Her yazımızda altını çize çize belirtmeye çalışıyoruz. Bu gün laik cepheyi oluşturan Kemalistler ve darbe yanlıları "laikCumhuriyeti şeriat tehlikesine karşı koruma" adına, esas olarak mevcut düzenin ve devletin, onun bütün baskı ve sömürü biçimlerinin, bütün eşitsizliklerinin savunulmasından başka bir şey yapmıyorlar. CHP'nin izlediği - solla ilgisi hiç kalmayan - çizgi de bu. Oysa baskı ve sömürü esasına dayanan bir düzeni savunarak gericiliğe karşı mücadele edilemez. Darbecilik de zaten bu güne kadar her zaman gerici güçlerin hizmetinde olmuştur. (Sözde o zamanki sağcı hükümetin anayasal reformları yapmaması gerekçesiyle gerçekleştirilen 12 Mart'ta ülkenin bütün ilerici-devrimci güçleri ezilirken, cuntacılar Erbakanı yurt dışından getirterek parti kurdurmuştu. Kahramanmaraş gibi faşist katliamlar gerekçe gösterilerek ilan edilen sıkıyönetimler yalnızca solu ve devrimcileri ezmek için kullanıldı. 12 Eylül'de de toplumda gelişen devrimci düşünceleri önlemek için okullarda din derslerini zorunlu hale getirerek dini teşvik eden önlemler alınmıştı...)

Öte yanda ülkede gelişen dinci hareketlerde bir tür ilericilik keşfedenler de var. Doğu'nun namaza durmasını bir yana bırakalım; "Dinci hareketlerin ideolojik olarak gericiliğin bir parçasıyken politik olarak ilerici tutumlarla ortaya çıkabileceği gibi" enteresan tahliller ortaya atılabiliyor. Tarihin ve ideolojilerin sonunu ilan ettiği makalesinde Hun-tigton Türkiye'ye "İslam aleminin liderliğini" önermiş, bunun için de "Kemalist mirasın köklü biçimde reddedilmesi gerektiğini" ileri sürmüştü. Şimdilerde sol adına bazen (sanki hazretin tavsiyesinin gereğini yerine getirmek için!) dinci hareketlerin Kemalist devlete karşı gösterdikleri tepkilerin desteklenmesi gerektiği söyleyenler bile çıkabiliyor. Kuşkusuz bu gün mevcut sömürü ve baskı düzenini ve onun bütün eşitsizlik ve özgürlüksüzlük biçimlerini savunan Kemalizme karşı çıkılması gerekir. Ama dinci hareketlerin Kemalizm'le karşıtlığının nedeni başkadır. Avrupa'da laiklik devletin kendisini dinden ayrıştırmasıyla gerçekleşirken, Türkiye'de tersine bir yol izleyerek Cumhuriyet'le birlikte Kemalist devletin dini kamusal alandan kişisel inanç alanına uzaklaştırmasıyla gerçekleştirilmiştir. Bu gün dinci hareketlerin Kemalist devlete karşıtlığının nedeni dini kişisel inanç alanından çıkararak yeniden kamusal alana hâkim kılmaya çalışmaktır. Bu karşıtlıkta (düşmanımın düşmanı dostumdur türünden bir ilkesiz fırsatçılık mantığıyla) desteklenmesi gereken bir ilericilik görmek ultra liberal bir şaşkınlıktan başka bir şey olamaz. Bu gün mevcut devlete, onun sömürü ve baskı düzenine karşı mücadele ederken Cumhuriyet'le ilerici ve laik kazanımlarına sahip çıkılmadan ilericilik de solculuk da demokratlık da yapılamaz.

Din temelindeki gerici siyasetler mevcut devletin özüne karşı çıkmak bir yana, her zaman mevcut düzenlerin korunmasına hizmet eder. Bugün Türkiye'de olduğu gibi bütün dünyada küreselleşmenin sosyal devletin tasfiyesine yönelen neoliberal politikaları sonucu yoksulluğa sürüklenen kitleler içinde dinci akımlar körükleniyor. Tam bir beyaz Avrupalı bakışına sahip olan şimdiki Papa da bu yüzden bütün Avrupa'yı dolaşarak dinciliğin yeniden yaygınlaşmasına çalışıyor. Medeniyetler çatışması hikâyeleri de medeniyetler kucaklaşması hikâyeleri de hep aynı kapıya çıkıyor. Türkiye'de de büyük sermaye güçlerine dayanarak iktidara gelen AKP eliyle bir yandan toplumdaki dincilik temelindeki bir muhafazakârlaşma güçlendirilirken, neo liberal politikalar geniş kitlelere sessizce benimsetilebiliyor.

Bu yüzden bu gün küreseleşmenin neoliberal politikalarına karşı mücadelenin dinsel gericiliğe karşı mücadeleden, her ikisinin de düzene karşı mücadeleden ayrılması mümkün değildir.

Tekrar edelim:

Tayyip C.B olacak mı olmayacak mı? C.B eşi türbanlı biri olabilir mi?

Türkiye'nin sorunu bu değildir.

2007 yılına girerken Türkiye'nin sorunu, hepsi dinci, milliyetçi, liberal seçenekler karşısında eşitlikçi, özgürlükçü, devrimci bir gücün sesinin yeniden yükseltilmesinden başka bir şey değildir.

*Hepimize böyle bir sesin (alanlar ve stadyumlar dolusu!) yükseleceği bir yeni yıl diliyorum.

Oğuzhan Müftüoğlu

Donnerstag, 14. Dezember 2006

KARTALIN IBRETLIK YENIDEN DOGUSU!

Kartal, kus türleri içinde en uzun yasayanidir.
70 yila kadar yasayan kartallar vardir.
Ancak bu yasa ulasmak için, 40 yaslarindayken çok
ciddi ve zor bir karari vermek zorundadir. Kartalin yasi 40'a
dayandiginda pençeleri sertlesir,
esnekligini yitirir ve bu nedenle de
beslenmesini sagladigi avlarini kavrayip tutamaz duruma gelir.
Gagasi uzunlasir ve gögsüne dogru kivrilir. Kanatlari yaslanir ve
agirlasir. Tüyleri kartlasir ve kalinlasir. Artik kartalin uçmasi
iyice zorlasmistir.
Dolayisiyla kartalin burada iki seçimden birisini
yapmasi gerekir.
Ya ölümü seçecektir ya da yeniden dogusun acili ve
zorlu sürecini gögüsleyecektir.
Bu yeniden dogus süreci 150 gün kadar sürecektir.
Bu yönde karar verirse kartal bir dagin tepesine uçar ve
orada bir kaya duvarda, artik uçmasina gerek olmayan bir yerde
yuvasinda kalir.
Bu uygun yeri bulduktan sonra kartal gagasini sert bir sekilde
kayaya vurmaya baslar.
En sonunda kartalin gagasi yerinden sökülür ve düser.
Kartal bir süre yeni gagasinin çikmasini bekler. Gagasi çiktiktan
sonra bu yeni gaga ile pençelerini yerinden söker çikarir.

Yeni pençeleri çikinca kartal bu kez eski kartlasmis tüylerini
yolmaya baslar.
5 ay sonra kartal, kendisine 20 veya daha uzun süreli
bir yasam bagislayan meshur yeniden dogus uçusunu yapmaya hazir
duruma gelir.

Kendi yasamimizda sık sık bir yeniden dogus süreci yasamak
zorunda kaliriz.

Zafer uçusunu sürdürmek için, bize aci veren eski
aliskanliklarimizdan, geleneklerimizden ve anilarimizdan
kurtulmak zorundadayiz.

Ancak geçmisin gereksiz safrasindan kurtuldugumuzda,
deneyimlerimizinyeniden dogusumuzun getirecegi
olaganüstü sonuçlardan tam olarak yararlanabiliriz.

'Geride kalanlari unutmak ve önümüzde
bizi bekleyenlere ulasmak için hedefime dogru ilerliyorum.'

Graciela

Sonntag, 10. Dezember 2006

Din, toplum, siyaset

Doğu toplumlarının Batı toplumlarının aksine şifahi (sözel) toplum özeliklerine sahip olduğu söylenir. Ülkemizde gazete, dergi ve kitap okuma alışkanlığının yetersizliğinin nedeni belki de budur.

Buna karşı batılı toplumların daha çok okur-ya-zar ve bu yüzden daha hoşgörülü olduğu söyleniyor ve bu farklılığın kaynağının Müslümanlık ile Hıristiyanlık arasındaki farktan kaynaklandığı ileri sürülüyor.

Tartışmaya açık bir önerme olsa da, bununla bağlantılı olarak, kendi tarihimizi sorgulamamız gerekir.

Bundan bin yıl önce, henüz üç-dört asırlıkken, İspanya'ya, Endülüs'e kadar yayılan İslam'ın halifesinin kütüphanesinde 400 bin cilt kitap bulunduğu söyleniyor. Aynı dönemde, Hıristiyan dünyasındaki en büyük kütüphanede bile sadece birkaç bin el yazması bulunuyormuş. Üstelik Kordoba'da-ki halife kütüphanesi, şehirdeki yetmiş kütüphaneden sadece biriymiş ve şehir pazarında, bugün adliye önlerinde oturan arzuhalciler gibi yerleşmiş yetmiş yazıcı sürekli kitap kopyalarken, Ortaçağ Avrupa'sında tam bir kitap düşmanlığı hüküm sürüyor, okumak ve öğrenmek tehlikeli sayılıyor-muş.

Peki neden aynı İslam geleneğinden gelen toplumlar sonradan gerilediler ve kendi geçmişlerinin daha akılcı, daha gelişmeye açık örneklerinden yüz çevirdiler? Bütün hayatın, dogmatik üç-beş ezber cümlesi ve Tanrı kelamıyla açıklandığı ve gerisinin günah sayıldığı bir darlığa neden düşüldü?

Batı'nın yaşadığı rönesans ve reformların toplumla birlikte esas olarak düşünme biçimlerini ve dolayısıyla dinin algılanışını da değiştirdiği biliniyor. Toplum-devlet-din ilişkisinde laikliğin egemen hale gelmesinden sonra Hıristiyanlık, hem Orta-çağ'ın bağnaz karanlığından hem de çok daha önceki, kendinden olmayanlara karşı aşırı hoşgörüsüzlükle dolu geleneklerinden uzaklaşarak mo-demizme geçişin yolunu açmıştı.

Bugün batı (emperyalist) kapitalizminin başını çektiği küreselleşme dalgası, adeta modemizmin tersinmesi (postmodern) şeklinde, dini yeniden gökten yere indirdi. İçinde yaşadığımız yüzyılın bir din çağı olacağını söylüyorlar. Bütün dünyada farklı din grupları arasındaki çatışmaları körüklüyorlar. Din, düpedüz yeni tip bir sömürgecilik olan istila hareketleri ve emperyalist politikalar için bir örtü olarak kullanılıyor.

Laikliğe ve modemizme asıl olarak Cumhuriyet döneminde yönetebilmiş olan Türkiye'de şimdi yeniden birdin dalgasını yaşıyoruz. Hıristiyan (Batı) dünyasıyla Müslüman (Doğu) dünyası arasında bir köprü olduğu söylenen Türkiye'de Doğu-Batı ikileminin gerilimleri ve din faktörünün toplumsal ve siyasal yaşamımızdaki baskısı hiç eksık olmamıştı. Şimdi batıdan estirilen bu yeni dalganın etkisiyle bütün entelektüel, toplumsal ve siyasal hayatımız, Kürt sorunu bağlamında yükseltilen milliyetçilikle birlikte siyasallaşmış bir dinsel hareketin de yoğun baskısı altında.

Din, toplum ve siyaset ilişkisine dair sorunlar yoğun bir tartışma konusu olmaya devam ediyor. Bir "Laik- Anti Laik" çatışması fırtınası ortalığı kaplamışken, solda "siyasal İslam ile ilişkiler" konusunda Hayri Kozanoğlu'nun "tehlikeli flört" olarak tanımladığı) yeni açılımlara da tanık oluyoruz.

Özellikle "türban sorunu" çerçevesindeki tartışmalarda "dine dışarıdan müdahalenin doğru olmadığı, inananların dinlerini istedikleri gibi yaşama hakkı bulunduğu" görüşü liberal bir düşünüş biçimi olarak pek çok yazar tarafından da yaygınca savunulan bir düşünce. İlk bakışta gerçekten çok da makul bir düşünce tarzı olarak görülebilir. Ama geçekten her şey bu kadar basit mi?

Basit ve düz bir örnekle devam edelim: Ku-ran'da (Nisa suresi, 34), erkeğin kadını dövebileceği açıkça belirtildiği için, buna inanan bir aile içinde erkek, karısını dövüyorsa, "İsteyen inandığı gibi yaşayabilir, buna karışılamaz" mı denilecek?

"Din, toplum, siyaset" ilişkilerinde sınırların nasıl belirleneceği ya da uzlaşma çizgisinin hangi konuda, kim tarafından ve nasıl çizilmesi gerektiği meseleleri üzerinde tartışmaya belki bu soruya verilecek yanıt üzerinden başlanabilir.

oguzhanmuftuoglu@birgun.net

DIN TOPLUM SIYASET 2

http://www.birgun.net/bolum-73-yazar-49.html

Montag, 27. November 2006

kendinde bilinç

Felsefede "kendinde bilinç" denilen bir durum vardır; böyle bir halde toplumsal bilinç en sığ insanların en derin düşünceleriyle temsil edilir. Devrimcilik ise, "kendisi için bilinç" edinme mücadelesinden başka bir şey değil. Anketlerde ve her dört yılda demokrasi adına yapılan seçimlerde, önümüze konulan seçeneklerden birisini seçmemiz isteniyor. Yani seçim hakkını bize bırakıyorlar, böylece kendimizi (kendi halindeki bilincimizde) özgür hissetmiş oluyoruz. Oysa özgürlüğümüz düpedüz onların sunduğu seçenekler kadar! Asıl özgürlük, bize dayatılan seçeneklere HİÇBİRİ seçeneğini de ekleyebilmek. Bu seçeneği ekleyince felsefi olarak kendimiz için bilinç, siyasi olarak da kendi tercih ettiğimiz siyasi çözüm düzlemine çıkabileceğiz. İşte o zaman, anketleri boş verelim, şu işsizlik ve pahalılıkla nasıl baş edelim, diye haykıracağız.

Anket dönergeci adli yazidan alinmistir Yazinin tamami asagidaki linktedir.
http://www.birgun.net/bolum-73-yazar-67.html

Sonntag, 12. November 2006

Devlet krizi ve devlet darbesi

Cumhuriyet tarihinin ilk yıllarının, modernleşme (kapitalistleşme) ve devrim arasındaki diyalektikten dolayı, mecburen (burjuva) bir devrim sahnesinde geçtiği biliniyor. Türkiye insanı temsili demokrasi denilen siyaset ti-yatrosuyla 1950'lerde ilk tanıştığında, siyaset biliminde sınıflara, zümrelere kağıt üzerinde dağıtılmış roller de adeta birbirine girmişti. Demos-kratos'un, "demos"u yani "halk"ı tuttu seçimlerde Menderes'i iş başına getirdi. Menderes de "karşı devrim" yaptı. Böylece Menderes'in şahsında halk da karşı devrimci oldu. Tersinden söylenirse, devrim halkın karşısına geçmiş oldu. Soru işte bu ıkınmada ortaya çıktı: Halka karşı olmayan bir devrim nasıl yapılır idi?

Efendim, lafın nereye gittiğini tahmin etmişsinizdir. Bu sorunun cevabı bir türlü verilemediğinden, bu memlekette çok şeyler oldu; en son 28 şubat böyle bir cevapsızlığın ürünüydü. Ve bu süreçte atılan adımlar da işe yaramadığından, 2002 seçimlerinden sonra uykuya yatırılmıştı. AB "umudu" sarpa sarmaya yönelince, ABD bölgede pusulasız kalınca ve AKP de her iktidar gibi bir süre sonra yıpranmaya (ve üstelik AB - ABD dayanakları da sarsılmaya) başlayınca, hükümetin elindeki kozlar azaldı, siyaseten güçsüzleşti. Ama AKP'nin bu haliyle bile kostaklanmayı sürdürmesi (mesela Cumhurbaşkanlığı iddiası), demokrasi tiyatromuzun sahnesini bir kez daha hareketlendirdi ve naralar patlatılmaya başlandı. Siyaset biliminde bu tür kargaşalara çoğu kez "rejim krizi" adı verilir.

Sesi en çok çıkan Devlet, alttan almaya çalışan ise Hükümet olduğuna göre, bu kriz ağırlıkla bir Devlet krizi görüntüsü veriyor. Lafı uzatmaya gerek yok. Bir yanda seçilmemişler var, diğer yanda seçilmişler. Paradoks şuradaki, seçilmemişlere seçkin, seçilmiş siyasetçilere ise (bıçkın denilemese de) "avam" muamelesi yapılıyor. Oysa avam sayılmak, hakiki demokrasilerde etkili bir silah. Devlet bu varsayımı şimdilik dikkate almıyormuş gibi davranıyor. Temsili demokrasiler, malum, kuvvetler ayrılığı prensibine dayanır: Yasama (meclis), yürütme (hükümet) ve yargı (başta anayasa mahkemesi olmak üzere yargı kuruluşları vb). İlk ikisi seçilmişlerden, üçüncüsü seçilmemişlerden oluşur. Ama bizdeki gibi demokrasi tiyatrolarında bir de silahlı kuvvetler vardır ki cumhuriyeti ve demokrasiyi kurtarmak adına "demokratik silahı" etkisizleştirme "(y)etkisine" sahiptir, bu da biliniyor.

Peki ama mevcut devlet krizi nasıl çözülecektir? Burada can alıcı soru şudur: Devletin asıl sahibi kimdir? Yine siyaset biliminin yardımı istendiğinde, bu sorunun cevabı belli: Bir köşe yazısına sığmayacak şu şu nedenlerden dolayı, bu devlet, sınıfsal düzlemde, sermayenin devletidir. Sermaye ise bugün mesela en sıkı şekilde TÜSİAD'da örgütlenmiştir. 12 mart'ta da en son sözü söylemiştir, 12 eylül'de de ve dahi 28 şubat'ta da; yani bütün kargaşa ortamlarından, sınıfsal bakımdan tek kârlı çıkan sosyal sınıftır. İnanmayan arşivlere bakar.

İşin tuhafı, şimdi derin devlet, derin bürokrasi, su yüzündedir, mikrofonlar önündedir; devletin "asıl sahipleri" ise bu tartışmalarda gerilerdedir, derinlerdedir, hakemlik için sıranın kendilerine gelmesini beklemektedir. Peki ama bu devlet krizi nasıl çözülecektir? Bu krizin halk düzleminde "koşulları olgunlaştırıl-madığından", onun ilgi ve bilgi alanı dışındadır. Üstelik devlet cenahından hiç kimsenin yeni bir "devrim"e filan da niyeti yok. Kendi devrimlerini "muhafaza" etme derdinde göründüklerinden, bunlara devrimcilikten ziyade muhafazakarlık etiketi denk düşebiliyor. Devrim muhafızlığı yada muhafazakarlığı ise ancak karşı-"darbe" tarzıyla mümkün.

Ama bu darbe de mevcut koşullarda halka karşı yapılmış gibi olmayacak mı? İşte belki de bu yüzden bu kriz kısa dönemde çözülemez. Kriz hafifletilebilir, ertelenebilir ya da ne bileyim atlatılabilir. Mahiyeti itibarıyla bir "hükümet darbesi"yle (coup d'etat) çözülemez; ancak sürece yayılmış bir devlet darbesiyle çözülmesi gerekebilir. Ama akil olmanın en uzağındaki devlet adamları bile, mevcut koşullarda kestirme yoldan ve bildik bir darbe yapmanın, kelle keserek çürük dişi tedavi etmek benzeri bir mantıksızlık olduğunu görüyorlardı r.

Yerim kalmadı, ama bakın şuraya yazıyorum: Temsili demokrasimizin eline tutuşturulan senaryodan bir sapma olmadığı, seyircilerin kendilerinin yazıp yine kendilerinin rol aldığı bir başka senaryo sahneye konmadığı sürece, bu krizi ya ABD ya AB çözecektir; çünkü bu iki faktör ya da aktör, devletin asıl sahibinin (sermayenin!) sahibidirler.

Melih Pekdemir

melihpekdemir@birgun.net

Devrin "İleri" Gelenlerinden Biri...,

Akıl hastanesinde konuşma yapıyor,
yan gelip yatanlara, belgesi olmadan konuşanlara çatıyormuş.

Bir kişi dışında dinleyicilerin tümü konuşmacıyı alkışlamışlar.

Korumalar alkışlamayan adamı sıkıştırarak:
- Sen niye alkışlamıyorsun l.. diye sormuş.

Adam yanıtlamış
- Ben hastabakıcıyım

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren