Bayramda şeytana uydum; sakıncalı bir destan okudum.
Suçluyum.
***
Destan, Fırat Nehri kıyısında yazılmış.
Gılgameş, Sümer ülkesinin bilge kralıymış. Güçlü, yakışıklı, ama yalnızmış. Gücüne, gönlüne göre bir arkadaşı olmadığından halkını rahatsız ediyormuş.
Halk, ona gücüne denk bir dost vermesi için tanrılara yakarmış.
Gök Tanrısı, bu yakarışı duymuş. Fırat kıyısından aldığı bir avuç topraktan Gılgameş'in gücüne denk birini yaratıp kırlara salıvermiş.
***
Bir gün avcı, ormanda vücudu gibi suratı da kıllarla kaplı, insanla hayvan arası bir yaratık görmüş.
Tuzakları söküp atacak kadar güçlüymüş. Hayvanlarla arkadaşlık ediyormuş.
Avcı koşup durumu babasına haber vermiş. Bu yaratığın Kral'a arkadaş olabileceğini düşünmüşler. Yalnız onu eğitmek, insanlaştırmak gerekiyormuş. "Bunu ancak Tanrıça İnanna'nın tapınağındaki rahibelerden biri yapabilir" demiş baba...
***
Avcı hemen tapınağa gitmiş. Gördüklerini şöyle anlatmış:
"Tapınağın içi, gidip gelen rahip, rahibeler ve tanrılara kurban getiren, dua eden insanlarla cıvıl cıvıldı. Günah çıkaran rahiplerin kırmızı giysileriyle, erkeklere cinsel yaşamı öğreten rahibelerin başörtüleri göze çarpıyordu. Tanrılara sunulacak bira, şarap, süt, yağ gibi sıvılar, et, peynir, ekmek gibi yiyecekler tapınağın mutfağına götürülüyordu. Yakılan tütsülerin kokusu, uzaktan uzağa gelen lir seslerine karışıyordu."
***
Avcı hemen başrahibeyi bulup durumu anlatmış.
Başrahibe "Sana bu işi en iyi yapabilecek Şamhat'ı vereceğim" demiş.
Çok güzel ve çekici bir kadınmış Şamhat...
Üzerine, bir omzunu açık bırakan, dolgun vücudunu ortaya seren tülden giysisini giymiş, öylece ormana gidip lir çalmaya başlamış.
Müzik sesine önce hayvanlar gelmiş, sonra yaban adam...
Büyülenmiş gibi dinlemişler. Sonra hayvanlar çekilmiş, yaban adam Şamhat'ın yanına oturmuş, elini eline değdirmiş. Göz göze gelmişler. Gülüşmüşler.
Şamhat adama sarılmış.
Ona "Kırların Adamı" anlamına gelen Enkidu adını vermiş. Onu yıkamış, tıraş etmiş, giydirmiş. Adını söylemeyi, yemek yemeyi, su içmeyi, sevmeyi, sevişmeyi öğretmiş.
Sonunda vahşi bir yaratıktan, Kral'a bir arkadaş yaratmış.
***
Sonrası mı?
Bu destan asırlarca dilden dile gezdikten sonra çivi yazısıyla tabletlere işlendi.
O tabletler bulundu, sırrı çözüldü, dünya dillerine tercüme edildi.
Ve Şamhat'ın başörtüsü, 5 bin yıl sonra Türkiye'de mahkemelik oldu.
İzmirli bir avukat, Gılgameş'ı öyküleştiren Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ hakkında dava açtı. Çığ'ın "kadınların başını örtme adetinin tapınakta genel kadınlık yapan Sümer rahibelerine dayandığını" söyleyerek "kutsal değerlere hakaret ettiği" öne sürülüyor, yayıncısıyla birlikte 1 yıla kadar hapsi isteniyordu.
Böylece, Gılgameş'i yargılayan ülke olarak tarihe geçti Türkiye...
92 yaşında, saygın bir bilim kadınını yarın mahkeme huzuruna çıkaracak olmanın utancını da sırtladı.
***
Bayramda şeytana uydum, Gılgameş'i (Kaynak, 2000) okudum.
"Keşke..." dedim, "...bugünün tapınaklarında da kadınlar, sanata, bilime tahammülsüz dağ adamlarından insanlar yaratsa ve sevmeyi öğretse, nefret dolu yüreklere..."
can.dundar@e-kolay.net
arasorbul - 31. Okt, 11:37
Aslında bu sorunun üst başlığı "Ne olacak bu solun hali?" olmalı. "Ne olacak bu BirGün'ün hali?" ise düpedüz bunun bir türevi. Sorunun muhatabı kim?
Elbette BirGün'ün okurları...
Bugünlerde izlediğim kadarıyla BirGün okurları hummalı bir şekilde gazetelerini tartışıyorlar, dertlerine devalar üretme peşindeler. Hakları da yok değil. Hele benim gibi taşrada yaşıyorsanız, ikide bir hava muhalefeti nedeniyle şehrinize gelemeyen gazetenizi bekler durursunuz; gözünüz televizyonda acep İstanbul'da yarın hava nasıl? Uçağa yetiştirecekler mi? diye kaygılanırsınız. Ama herkesin bu konuda samimi eleştirileri, fikirleri ve çözümleri var. Mesela Oğuzhan Müftüoğlu işin kolayını bulmuş. Gazeteyi doğrudan eleştirse, gazete çalışanlarını gücendirmiş duruma düşecek. Ne yapıyor? İşi okur mektuplarına havale ediyor. (Bu arada bir itirafta bulunup özeleştiri yapmalıyım. Vatla bir ara bu okur mektuplarını acaba kendisi mi yazıyor diye, kuşkulanmıştım. Geçen hafta yer verdiği mektuptaki okurunun "annesi" olarak sözü edilen "Dev-Yol davasının 444 no'lu sanığı" kimmiş diye arşivimdeki evraklara baktım, belki Ab-dülkadir filan çıkar diye; ama el hak doğruymuş. Yani fesatlık bendeymiş!)
BirGün'ün durumu aslında solun durumundan farksız. Birgün'ü tartışmak ile solu tartışmak sonuçta aynı kapıya çıkıyor. Solun önemli bir kesiminin bu gazeteye yönelik "sinik" bir tavrı olduğu aşikar. Bu tavırdan, geçen hafta söz etmiştim; kusuru hep başkasında arayan, sürekli hırçınlık yapıp hiçbir somut çözüm getirmeyen bir tavır. Sorunun çözümü ise bu gazeteyi hakikaten seven ve bu gazeteye karşı sinik bir tavırdan uzak duran solcuların işbirliğinde yatıyor. "İş bitkicilik" bize uymaz, ama işbirliği sayesinde, başladığımız işi başkasına havale etmeden, bu işin gereği neyse onu yapmaktan başka da bir çözüm yok. Yani, geçen hafta Tanıl Bora'dan aktardıklarımla devam edersem, bir nevi "iyi" pragmatizm şart.
Tamam kabul, "iş bitiricilik" solculukta matah bir iş sayılmaz; bu oportünistliktir ve "kötü" pragmatizmdir. Ancak işbirliğinden uzak durup fırsatları değerlendirmeyince, taş üstüne taş koymayınca da olup bitene seyirci kalırsınız. BirGün gazetesi, buyurun işte somut bir fırsattır. Somut fırsatlar ortaya çıktıkları anda işe yararlar; demek ki fırsat yaratmak bir yana, yaratılmış fırsatları elden kaçırmamak da bir marifettir. Elden kaçırmamak ise ancak dayanışmayla mümkündür. Sahi dayanışma, zaten sol kültürün olmazsa olmazlarından değil mi?
Malumun ilanına gerek yok. BirGün okurlarının büyük çoğunluğu geçim sıkıntısı içindedir. Ama burada söz konusu olan öncelikle gazeteyle dayanışmak, onu sahiplenmektir, başka bir şey değil. Hülyamız, taş üstüne taş koyarak, devrimi de beklemeden ve devrimin yollarını dö-şeyebilmek için bugünden sisteme alternatif dayanışmacı tüketici zincirleri, dayanışma için kurulmuş dershaneler, yine bu şekilde oluşturacağımız sağlık imkânları, konut imkânları vb. yaratmak değil mi? Ve böylece öncü topluluklar oluşturmak, yani toplumun diğer ezilen kesimleri gözünde solcu olmanın sistem karşısında avantajlarını da sergileyebilmek ve bütün bunları elbette bir şeyhe bağlı mistik bir cemaat tarikatçılığı şeklinde değil; eşitliğin, özgürlüğün ve dayanışmanın hüküm sürdüğü komüncü bir topluluk şeklinde gerçekleştirmek... İşte BirGün gibi bir gazete böyle bir ütopyanın şimdiden ci-simleşmiş bir hali değil mi? Yani taş üzerine konulmuş bir taş. Tam bir medya gerillası. "Sistem" denilen iti kudurtmak üzere faaliyet gösteren pirelerin savaşı.. Daha ne diyeyim?
Dedikten sonra, bizim Kemal Dama'ya telefon ettim, aynı soruyu ona da sordum. "Çaresi vardır kardeş!" dedi. Nedir? diye üsteledim. "Forum tarzı örgütlenmek, yani kendi sorularımızı sorup kendi cevaplarımızı bulmak" dedi.
Melih Pekdemir
melihpekdemir@birgun.net
arasorbul - 30. Okt, 11:57
Yalnız Ruhi Su'ya değil, aynı zamanda emeğe, daha güzel bir dünya umuduna kendini adamış bir insandı Sıdıka Su....18 Ekim sabaha karşı aramızdan ayrıldı...
x
Ah... Sıdıka Su... Aramızdan ayrılış haberini aldığımdan beri o iki harflik sözcüğün, "ah" sözcüğünün içinden neler geldi geçti : Anılar, sevinçler, acılar, dinmek bilmeyen coşkular, endişeler, umutlar... Bir de sert gibi görünüp de içinde hem sorgulamayı, hem de sonsuz bir duyarlığı, şefkati, dayanışmayı, insan sıcaklığını barındıran bakışlar...
Kadın olmak zor zanaattır. Hele Türkiye'de kadın olmak daha da zor... Hele, hele düşünen, düşüncelerini hayata geçirmeye çalışan, bu uğurda çaba veren, bu çabası nedeniyle engellenen, cezalandırılan ama bunlara karşın yine de düşüncelerinden , dünya görüşünden hiç ama hiç ödün vermeyen bir kadınsa...
Kadın olmak zordur. Halkının gönlünde doruğa yerleşmiş bir "Dev"in karısı olmak daha da zor... Sazıyla, sözüyle, sesiyle ama aynı zamanda yaratıcı dehasıyla bunca ünlenmiş bir erkeğin , arkasında değil, önünde hiç değil ama hep yanında, hep yanı başında , hep omuz başında olmanın ve yine de kendi kimliğini, kişiliğini korumanın, birey olarak var olabilmenin güçlüğünü düşünün...
Kadın olmak zor iştir. Ah evet, çok zaman, çok emek, çok direnç tüketen bir "iştir" kadın olmak... Aş parası olmasa da, her gün sofraya bir şeyler konulacaktır, yemek yenecektir, karınlar doyacaktır; eve, çocuklara, eşe, üstlerine başlarına bakılacaktır... Ev sakinleri , kışın soğuktan, sıkıyönetimlerde tehditlerden, tehlikelerden korunacaktır... Sabahları, sokağa, okula, işe, işsizliğe uğurlarken onları, akşamları, üşümesinler diye üstlerini örterken onların, sanki her şey güllük gülistanlıkmış gibi davranılacaktır...
Sıdıka Su, tüm bu zorlukların üstünden gelebilmiş bir insandı.
İşte içime yerleşen "Ah!"ın içinden önce bunlar geçti...
Türkülerle filizlenen
Bursa'da lise öğrencisiyken, Bursa Cezaevinde ziyarete gittiği Nazım Hikmet'in etkisi olmasa yine de Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'ne yine de gider miydi? Bilemiyorum. Ama iyi ki gitmiş. Felsefe Bölümüne girdiğinde yıl 1946'dır. İyi ki girmiş diyorum çünkü fakültenin bir de korosu vardır. Koronun şefi Ruhi Su , koroda türkü söyleyenlerden biri Sıdıka Hanım...
Bir ömür boyu sürecek beraberlik, dayanışma, yoldaşlık, dostluk ve aşk, türkülerle filizlenecekti. Önceleri ikisinin de haberi yoktur ötekinin TKP'li olduğundan... Sıdıka Hanım 1942'de katılmıştır Türkiye Komünist Parti'sine. Ama günün koşullarında, baskı, yasak, gizlilik egemendir. Sonradan bir parti toplantısında karşılaştıklarında tek ortak yanlarının türkülere, müziğe aşkları değil aynı zamanda aynı siyasal mücadelenin içinde olduklarını keşfedeceklerdi...
1951 -52 Yılları... "Büyük Av"... Komünist tevkifatı... Önce Sıdıka Hanım bir sabaha karşı evinden alınıp İstanbul Sansaryan Han'a götürüldü. Birkaç ay sonra Ruhi Su, bir tiyatrocunun ihbarı üzerine opera binasından alınıp götürüldü. (O sırada Ankara Operasında solistti.) Harbiye Cezaevinde üç buçuk yıl kaldılar. (Füsun Akatlı'nın "Bir de Ruhi Su geçti" kitabında, cezaevindeki ilk görüşmelerinde , Ruhi Su'nun Sansaryan Han'daki işkenceden, tanınmaz halde olduğu belirtiliyor. Ancak bu iki insanın uğradıkları haksızlıklardan, asla kahramanlık payı çıkarmadıkları, bunları dillendirmedikleri vurgulanıyor. )
Cezaevinde resmi haberleşme dışında "gayrı resmi" haberleşme yöntemleri de vardı: Ruhi Su türkülerini kadın tutuklulara da duyurmak için daha yüksek perdeden söylerdi. (İki kadın tutuklu vardı: Sıdıka Hanım ve Sevim Belli) İki kadın , koğuştan bahçeye çıkmak için erkek koğuşunun önünden geçerken kullanılan işaret dili... Demir parmaklı pencereden pencereye yanıp sönen ışıklar... Bu ışıklı haberleşmeleri Ruhi Su, tahta kutulara, çantalara çizecek, Sıdıka Hanım bunları nakışlayıp işleyecekti...
O günlerden kalan "Mahsus Mahal" türküsünde Ruhi Su'nun "ölürüm ölürüm aklım sendedir" diye seslendiği ; " Mahsus Mahal derler kaldım zindanda / Kalırım kalırım dostlar yandadır / İki elleri kızıl kandadır kanda / Ölürüm ölürüm aklım sendedir" (...) "Dirliğim düzenim dermanım canım / Solum sağ tarafım imanım dinim / Benim beyaz unum ak güvercinim / Bilirim bilirim kardeş gelen gündedir" diye seslendiği Sıdıka Hanımdan başkası değildir.
Emeğe adanmışlık
Cezaevinde evlendiler. Cezaevinde aşklarını dostluklarını ve mücadelelerini büyüttüler... 1958'de tahliye oldular. O günden sonra sürgün gereği (biri Cumra'ya, öteki Ankara'ya sürgün edilmişti) ayrılıklarını saymazsak birbirlerinden hiç ayrılmadılar. Soğuk savaş yıllarında Türkiye hükümetleri , Ruhi Su'yu, işsizliğe, açlığa, sessizliğe , yokluğa, hiçliğe mahkum etmeye çalıştığı ama başaramadığı bütün o yıllar boyunca aileyi çekip çeviren Sıdıka Su'dur. Plaktan plağa, konserden konsere korolardan korolara Ruhi Su'nun sesini duymamızı sağlayan da odur.
Sıdıka Su deyince , ben kendini yalnızca Ruhi Su'ya adamış bir insanı düşünmüyorum. Kendini önce emeğe adamış bir insanı; daha güzel, daha aydınlık, sömürüsü olmayan bir dünya inancına kendini adamış bir insanı düşünüyorum. Ruhi Su'nun aramızdan ayrılışından sonra (1985) kurucusu ve başkanı olduğu Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı'yla gerçekleştirdikleri , bu düşüncemi güçlendiriyor.
Bugün Sıdıka Su ve Ruhi Su'ya hayatı zindan edenleri, hayatı zindan etmeye çalışanların hiç birinin esamesi okunmuyor. Ama Sıdıka Su ve Ruhi Su adları, eserleri, dünyayı yorumlama biçimleri, kuşaktan kuşağa geçiyor.
Zeynep Oral
Cumhuriyet- 20 Ekim 2006
arasorbul - 30. Okt, 11:57
DYP lideri Mehmet Ağar, Diyarbakır gezisinde "PKK'lı dağda silah tutacağına düz ovada siyaset yapsın" deyince ne yalan söyleyeyim ilk aklıma gelen "Kekliği düz ovada avlayalım" türküsü oldu.
Düşünce balonunda bu cümle onu söyleyenin mazisiyle örtüşmüyordu bir türlü...
Emniyet müdürüyken "PKK'yı Rambo'larla vuracağını" açıklayan, MİT raporunda "yeraltı dünyasını bakanlarla tanıştıran adam" olarak anılan, 7 TİP'li genci katletmek suçuyla "arandığı" dönemde Haluk Kırcı'nın nikâh şahitliğini yapan, Susurluk kazasında Çatlı'nın üzerinden çıkan silahın ruhsatında imzası bulunan, 1000 operasyonun ve derin devletin kahramanı Ağar mıydı bu sözleri söyleyen:
"Bölünme korkusundan vazgeçelim."
"Bu süreç (ateşkes) yürütülmeli."
"Her devletin geçmişinde vatandaşını affetmek vardır."
***
Yine itiraf edeyim ki, Ankara'ya dönüşünde, Diyarbakır'a uğrayıp dönen pek çok liderin, mesela daha önce "Kürt realitesi"ni tanıyan Demirel'in, "Kürt sorunu"nu telaffuz eden Erdoğan'ın yakalandığı hastalığı, yani "unutkanlık sendromu"nu da bekledim Ağar'dan...
Ama o, risk aldığını bile bile sözlerinin arkasında durdu. Hatta fazlasını söyledi.
Kendisine sert çıkan Genelkurmay Başkanı'na da karşı da alttan almadı.
Bütün partiler üstüne geldi, geri adım atmadı.
***
Neden?
Ne oldu da "silahlı çözüm"ün kararlı icracısı bugün "Askere rağmen barışçı çözüm" noktasına geldi?
Ağar mı değişti, koşullar mı?
Herhalde ikincisi...
NTV'ye konuşurken "Bu yıl 31. yılı... Dağ, bir türlü bitmiyor" dedi.
Geçenlerde milliyetçi kesimin önemli kalemi Avni Özgürel de Radikal'de isyanın kitleselleştiğini yazmış, "Ya acilen yeni politikalar üreterek yeni bir mutabakata gideceğiz ya da ABD'nin dizaynına rıza gösterip bölüneceğiz" demişti.
Aynı günlerde Amerikan büyükelçisi, hükümet-asker polemiğini "kakafoni" olarak nitelendirdi. Bu sözcük, "Amerika, ordunun şahin yaklaşımını desteklemiyor" diye tercüme edildi
Ve Ağar, tam da bu ortamda tabanını ürkütmeyi, askerle sürtüşmeyi göze alarak hem Amerika'ya hem acil çözüm arayanlara "Çözecek adam benim" mesajı verdi.
***
AP-ordu ilişkilerinin yarım asırlık anatomisini çıkaran Ümit Cizre-Sakallıoğlu (İletişim, 1993) bu hareketin bir ikileminden söz eder:
Bir yandan ordunun gözünde meşruiyet sağlayabilmek için askere mübalağalı övgüler düzer; öte yandan da tabanı itibariyle anti-militaristtir ve milli irade kavramına dayanır.
Ağar, DYP'nin başına geldiğinde "devlet kökenli" birinin "millet eksenli" bir partide zorlanacağı düşünülmüştü. Ancak Ağar, koşulları iyi okuyarak, içinden geldiği askeri-sivil bürokrasiyi karşısına alma pahasına hareketin ana damarına yaslandı; askere, "Orduyu en iyi ben bilirim. Ama siyasetin alanını da ben belirlerim" dedi.
Ümit Cizre'nin tabiriyle söylersek, "titrek muhalefet"e son verdi.
1993'te Alpaslan Türkeş'in Ermenistan Devlet Başkanı Petrosyan'la buluşması kadar önemli bir adım bu...
Savaşı ancak savaşanın bitirebileceği düşünülürse ayrıca anlamlı...
Mazideki mücadelesi Ağar'ı "hain" damgası yemekten alıkoyuyor.
Polemikler ise bu çıkışın icazetli olmadığını kanıtlamaya yarıyor.
Dilerim Ağar, sözlerini netleştirir, buradan barışa hizmet edecek bir politika geliştirir ve Türkiye'ye yeni bir açılım getirir.
Can Dündar (Milliyet)
arasorbul - 21. Okt, 14:31
"Bir sır var çözdüklerimizden başka
Bir ışık var bu ışıklardan başka
Hiçbir yaptığınla yetinme, geç öteye
Bir şey daha var
Bütün yaptıklarımızdan başka."
arasorbul - 8. Okt, 20:36
İnfaz gecelerimdeyim fikrimi aklımda tutamıyorum, meczup mahcup bir mehtap buluttan tesettüründe; klarnet ezgisiyle yanıp tutuşuyor mavi karanlık.
duyuyor musun, uzaklaşan ağıtları duyuyor musun?
çiçeğim çiçeğim, filiz vermeden kuruyor musun? hışırtıları dinle nemli nefeslerden mi geliyor? gazellere tutsak olmuş kelimelerden mi geliyor? ben her kelimede ürperiyorum tenime her değişinde.
klarnet susuyor, çiçeğim kuruyor ve gazel uzuyooooor, uzuyor, ve uzuyor mavi karanlık uzuyor, uzanıyor ellerime bir tutsam bir tutsam bir tutsam tutamıyorum mavi meczup namelerdeyim tutunamıyorum.
***
fikrim aklımdan firariydi,
aklım fikrimden geriydi.
meczubum, ya aklım?
aklım fikrimin tesettüründe.
lâl olmuş çığlıklarıma kanıp konuşuyor
sükûtum.
duyuyor musun uzaklaşan ikrarlarımı
duyuyor musun?
yüreğim yüreciğim, inkâr etmeden
susuyor musun?
uğultuları dinle kanlı iftiralardan mı geliyor?
kâbuslara tutsak olmuş itiraflardan mı geliyor?
ben her kâbusta kanıyorum,
uykuma her değişinde.
çığlık susuyor, ikrarım soluyor
ve kâbus uzuyor.
ve uzuyor sükûtum uzuyor, uzanıyor yüreğime.
bir sussam, bir sussam, bir sussam,
susamıyorum.
lâl olmuş kanlı kâbuslardayım, uyanamıyorum.
***
şimdi artık akıllıyım, ya fikrim?
fikrim aklımın tahakkümünde.
sessizliği dinle sinsi iftiralardan mı geliyor?
masallara tutsak olmuş itiraflardan mı geliyor?
ben her masalda doğuyorum, ölüme her
değişinde.
azrail'im ölüyor, masalım doğuyor
ve doğum uzuyoooor uzuyor.
ve uzuyor doğumum uzuyor, uzanıyor ölümüme
bir doğsam, bir doğsam, bir doğsam,
doğamıyorum.
bir ölsem, bir ölsem, bir ölsem, ölemiyorum.
faş olmuş sinsi masallardayım, yaşayamıyorum.
Kamuda zam oyunu Bakanlar Kurulu'nda bitiyor
Kamu İşveren Kurulu ile yetkili kamu sendikaları arasındaki toplugörüşmelerde anlaşma sağlanamaması üzerine, kamu çalışanlarına maaşlarına yapılacak zam konusunda son kararın, bugünkü Bakanlar Kurulu'nda verilmesi bekleniyor. Kamu Sendikaları ise tepkili.
Hükümetle kamu sendikaları toplu görüşmelerde 2007 yılı için yapılacak zam oranı konusunda anlaşamadı. Toplu görüşmeler sonucunda gidilen Uzlaştırma Kurulu'ndan da sonuç çıkmadı. Memur sendikaları Uzlaştırma Kurulu'nun önerilerini kabul etmedi, uyuşmazlık tutanağı tutuldu.
2007 yılında yapılacak zam oranı için de gözler Bakanlar Kurulu'na çevrildi. Bugün toplanacak Bakanlar Kurulu'nda Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin süreci özetleyecek.
HÜKÜMETİN ÖNERİSİ NEYDİ?
Hükümet memur sendikalarına ilettiği son teklifte, yüksek maaş alan memura birinci ve ikinci 6 ayda yüzde 3, düşük maaş alan memura ise yüzde 4 zam yapılmasını önermişti.
Uzlaştırma Kurulu ise, düşük maaşlı memura birinci ikinci 6 ay için yüzde 6'şar, diğerlerine ise yüzde 5 zam, ayrıca geçtiğimiz yıl için de yüzde 2.32 lik enflasyon farkı ödensin demişti.
4688 Sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanununa göre memur maaşlarına yapılacak zam konusunda son sözü, Bakanlar Kurulu söyleyecek.
TOMBUL: ALANLARA ÇIKACAĞIZ
KESK Genel Başkanı İsmail Hakkı Tombul, hükümetin yetkili sendikalarla yaptığı görüşmenin formaliteden ibaret olduğunu dile getirerek, "Toplusözleşme ve grev hakkımız vardır. Önünde hukuki bir engel yoktur. Engel siyasaldır," dedi.
Tombul, hiçbir zaman mücadele etmeden hak kazanılmayacağını ifade ederek şöyle konuştu: Türkiye'de işsizlik yüzde ıo'Iarda kronikleşti. Açlık sınırında yaşayanların sayısı arttı. Yaklaşık 1 milyona yakın insan açlık sınırının altında ücretle yaşamak durumunda kalıyor.
Tombul, diğer sendika başkanlarını da hükümetin kamu emekçisine takındığı katı tutum karşısında tepki vermeleri için göreve çağırdı.
melihpekdemir@birgun.net
arasorbul - 25. Sep, 10:19
Son günlerde siyasal hayatımız iyice renklendi. Geçenlerde Doğu Perinçek'in Hazreti Muhammed'in peygamberliğini kabul ettiğini ilan etmesi herkesin ezberini bir kere daha bozdu. Kitleleri etrafında toplamak için Mao bayrağının artık yetmediğini nihayet anlayan Doğu, herhalde bu şekilde artık kendisini kesin zafere götürecek en büyük manevrayı gerçekleştirdiğini düşünüyor olmalıdır.
D.Perinçek bu tür manevralarla gündeme geldikçe, bana onun CIA veya MİT ilişkileri konusunda ne düşündüğümü soranlar oluyor. Biz hep farklı ve zıt kulvarlarda yürüdüğümüz için ben bu konuda bir şey bilmiyorum. Doğrusu bu gibi soruları Doğu'yla uzun süre birlikte olan Oral gibi arkadaşlar daha iyi yanıtlayabilir. İlginçtir, Doğu'yla uzun süre çok yakın mesai sürdüren arkadaşlara bu tür soruları aktardığımda hiçbiri bana "yok böyle şey" gibi net bir yanıt vermedi. Bana bu hep ilginç gelmiştir. Bu konudaki en açık yanıtı Gün Zileli vermişti. Gün, örgüt anılarını yazdığı "Yarılma" isimli kitapta bu tür soruların kendisine de sorulduğunu anlatarak, 'aslında öyle resmi bir ilişki içinde olmaya da gerek yoktu, çünkü bizim kafamız zaten öyle çalışıyordu' diye yazmıştı.
Belki "artık onu kimse solcu olarak kabul etmiyor" denebilir ama her şeye rağmen Doğu'un birçok çevre üzerinde kafa karıştırıcı bir etki yaptığı da görmezden gelinemez.
Bu çevrelerden biri de EMEP çevresindeki arkadaşlar. Bu arkadaşlar bunca olup bitene karşın Doğu'nun ideolojik atmosferinden bir türlü tam olarak kurtulamıyorlar, siyasi çizgilerini saptarken adeta Doğu'yu yan gözle izleyerek hareket ediyor, onu birkaç adım gerisinden takip etmekten hiç vazgeçmiyorlar. En son Evrensel gazetesinde yayınlanan sahte Nasrullah röportajı rezaleti de basit bir istihbarat hatası değildi. Bu uyduruk röportajda güya Hizbullah liderlerinin Deniz Gezmiş'lere ve Türkiyeli devrimcilere nasıl sempatiyle baktığı hikâyesi anlatılmaya çalışılmıştı. Siyasal İslam'la flört hevesi içinde solun sempatisini doğuracak bir malzeme bulduk diye düşünmüş olmalılar. Bunu Selçuk Candansayar, Birgün gazetesindeki yazısında psiko politik yönleriyle birlikte çok güzel yorumlamıştı. Zaten sevgili Aydın Çubukçu da "Siyasal İslam'la çalışmaya alışmalıyız" mealindeki görüşleriyle bu konuda herhangi bir tereddüt bırakmadı.
Bu gibi tutumlar "düşmanımın düşmanı dostumdur" gibi bir zihniyetten de kaynaklanıyor. Oysa bugünün Türkiye koşullarında emperyalizmine karşı mücadeleyi gericiliğe karşı mücadeleden ayırmak çok büyük bir yanılgıdır.
Bu arada sağ cenahtan da bazı enteresan sesler duyuluyor. Yıllardır ABD emperyalizme karşı mücadele eden devrimcilere "Amerika gitsin de Rusya mı gelsin" diye savaş açan milliyetçi cepheden "meğer devrimciler haklıymış" diye sesler duyulmaya başladı. En son Yeni Çağ gazetesinde Hazan Demir imzalı yazıda, Efraim Elrom'un kaçırılmasından sonra yayınlanan THKP bildirisinden ABD ve İsrail karşıtı pasajlar aktarılarak "ne dersiniz, bu ifadeler bizim bugün söylediklerimizden çok mu farklı?" diye soruluyor. Bunca zaman sonra anlamışlar ki, "bugün Türkiye solunun o zaman karşı çıktığı ABD'nin çiftliği halindeymiş" ve meğer devrimciler ABD'ye karşı çıkarken gerçekten haklıymışlar!
Hani bir de devrimcilerin özgürlükçü ve eşitlikçi bir dünya için verdikleri mücadelenin de aslında haklı olduğunun anlaşılabilmesi için, kim bilir daha kaç zaman geçmesi ve daha kaç can verilmesi gerekecek?
***
Son zamanlarda sağdan soldan bu tür hidayete ermeler, yolunu şaşırmalar, bir de otuz yıllık tarih üstüne köşe kapmaca oynamalar zuhur ettikçe Osman Nuri Hoca'nın bir hikâyesini hatırlamadan geçemiyorum.
Türkiye'de sol hareketin yeni gelişmeye başladığı altmışlı yılarda üniversitelerde oldukça yoğun bir fikir mücadelesi ortamı vardı. Kendi görüşlerimizi yaygınlaştırmak için antiemper-yalist, demokrat, ilerici fikir adamlarına konferanslar verdirirdik. Bunlardan biri de özellikle kültür emperyalizmi üzerinde fikirler savunan Osman Nuri Koçtürk idi.
Osman Nuri Hoca özellikle beslenme sorunları üzerinde durur, bu arada tek yanlı ve tahıllara bağlı beslenmenin zararlarını anlatırken görüşlerini küçüklüğünde yaşadığı köyündeki mandaların intikal yeteneği üzerine örnekler vererek pekiştirirdi.
Hoca'nın köyünde bir akarsu varmış. Üzerinde bir köprü olmadığı için akarsu içindeki taşlara basa basa karşıya geçerlermiş.
Hoca bazen oyun olsun diye akarsuyun içinde yatan mandaların sırtına basa basa karşıya geçtiklerini anlatır, mandaların tek yanlı olarak sadece otla beslendikleri için üzerlerine birilerinin bastığını ancak kendileri karşıya geçtikten sonra fark edebildiklerini, ancak ondan sonra başlarını yavaşça çevirerek arkalarından baktıklarını anlatırdı. Aslı Frenkçe olan bir laf var; Türkçe "öğleden sonra sabahı şerifleriniz hayırlı olsun" manasında; öyle bir durum işte.
Oğuzhan Müftüoğlu
oguzhanmuftuoglu@birgun.net
Diger yazilar icin
http://www.birgun.net/index.php?sayfa=73&view_author=49
arasorbul - 19. Sep, 19:44
Google internetle haşır neşir olanların hemen her gün ziyaret ettikleri bir arama motoru. Daha üç beş yıl öncesinde Excite, Alta Vista, Lycos, InfoSeek gibi arkalarında muazzam bir sermaye gücü bulunan teknoloji şirketleri arasından sıyrılıp sanal dünyada ulaşılması zor bir başarı elde eden ve bütün rakiplerini geride bırakan Google'ın kurucuları henüz daha Zjo'lı yaşlarına gelmemiş iki akademisyen.
Standford Üniversitesi'nde başlayan macera biraz da Apple I Pod'la Bili Gates'in egemenliğini kıran Steve Jobs'un ya da Napster'la büyük bir başarı yakalayan Shawn Fanning'in öyküsüne benziyor. Teknolojiyi kullanarak "yeni bir alan" yaratmak ve çok kısa bir zaman dilimi içinde borsa değeri milyar dolarları bulan bir marka ortaya çıkartmak. Ardından da kapitalizmin "başarı öyküsü" katalogunda yer bulmak.
Aslında Google yaratıcılarının enteresan bir yaşam öyküleri var. Sergey Brin ve Larry Page benzer bir aile ortamı içinde büyümüşlerdi. Bir Rus Yahudisi olan Sergey Brin'in babası ve annesi bilim insanlarıydı. Aynı şekilde Larry Page'in annesi ve babası da bilgisayar alanında uzmanlık eğitimi almışlardı.
Bir önceki kuşak ise kendine özgü bir politik maceraya sahipti. Sergey Brin'in büyükannesi Chicago'da mikrobiyoloji okurken 1921'de komünistlere katılmış ve 1917 devrimiyle yeniden kurulan ülkesine dönmüştü. Baba Michael Brin ise on yıl boyunca Sovyet Merkezi Planlama örgütünde (Gosplan) ekonomist olarak çalışmıştı.
Larry Page'in büyük babası ise bir işçi direnişinin örgütleyicileri arasındaydı. Michi-gan'daki otomobil işçilerinin 1930'lu yılların sonundaki direnişleri yeni sosyal hakların ve çalışma koşullarındaki değişimlerin kazanılmasına yol açmıştı.
Brin ve Page ise yahudi köklerinin getirdiği özellikler ve politik olarak "devrimci" bir aile ortamında yetişmenin sağladığı avantajlarla gerçekten de internette bir devrime imza attılar ve onu ticarileştirmeyi başardılar. Her ikisi de internetin 2. kuşağına yetişmiş Commodore 64 döneminde çocukluklarını geçirmişlerdi. Aslında yaptıkları çok da karmaşık bir şey değildi. Bütün yazılım-teknoloji firmaları "arama moto-ru"nun ticarileşmesini mümkün görmediklerinden bu alana yönelmek kaynak aktarmak gibi konularda istekli davranmazlarken; onlar sıradan bir bilgisayar kullanıcısının isteklerini ön plana alan bir çalışma içine girmişlerdi.
Google bu nedenle internet dünyasında "fısıltıyla" ve tavsiyelerle yaygınlaştı. Hiçbir pazarlama ve reklam faaliyetine girişmeksizin en yaygın kullanılan program haline geldi. Kendi ana sayfasına reklam almayan; büyük tasarım harcamaları yapmayan geleneksel şirket yapılarından son derece farklı bir örgütlenme modeline sahip Google aynı zamanda kullanıcının ücret ödemediği bir "açık kaynak".
2005 yılı itibarıyla 79.6 milyar dolarlık bir borsa değerine sahip olan Google'ın öyküsü aynı zamanda kapitalizmin bugün gelmiş olduğu aşamayı da gözler önüne seriyor. Birinci kuşağı komünist ve işçi önderi; ikinci kuşağı bilim insanı üçüncü kuşağı ise kapitalizmin yeni döneminde dünyanın en büyük şirketlerinden birini yaratan bir "soy ağacı" Google'ı çok daha ilginç kılıyor.
Dördüncü kuşağın gözünü açtığı dünya ise artık İnternetin gündelik hayatın bir parçası haline geldiği, odalara sığmayan bilgisayarların "eser-i atika"ya dönüştüğü Google dünyası. Aslında "Google Çağı Çocukları" komünizme, işçi hareketine gönül vermiş ebeveynlerinden onların ütopyalarını gerçekleştirecekleri bir ortama çok daha yakınlar. Teknolojinin ortaya çıkarttığı imkanlar "bütün dünyanın işçilerini birleştiriyor." Sorun insanlığın bu büyük adımının kapitalizm tarafından lekelenmesi, o nedenle de özgür bir geleceğe inananların bu alanın önemini çok daha fazla kavramaları gerekiyor.
(*) Bilgiler, Google Hikayesi/David A.Vise-Koridor Yayınları'ndan alınmıştır.
Bülent Forta
bulentforta@birgun.net
arasorbul - 18. Sep, 16:12
“Efendum meta iki yönlidur. Kullanum değeri ve değişum değeri vardur. Baluk Pazarinun orada bizum uşaklari bir araya toplayup buni örneklerle açuklamak istedum. Foter Osman'i koni mankeni yaptum. 'Ula Foter Osman, 20 kilo hamsin var tamam mi?' 'Tamam Laz Marks emice.' 'Şimdi buni 20 metre kumaşla değişturmek isteyisun...' Ula bu dingil tutturdi, “ben değişturmem, hamsimi kimseye vermem'. Ula eşşeğun önde gideni, haburaya size Laz Kapital'un can damari olan bir koniyi, değişum değerini açuklayacağum, bu tutturmiş 'değişturmem' diye. Bizum örnek yatti tabii. Keşke hamsi örneği vermeseydum.
Efendum tahmin edeceğunuz gibi metayla-metayi değişturmek içun 20 kilo hamsiyi sirtuna vurup çarşu pazar gezinmek berbat bir iştur. Haydi 20 kilo hamsiyi taşidun ya 20 tane beyuk kütüğün varsa. Ula kütüğü nasil taşiyacaksun? Kütüğün değişim değerini hayata geçurmek, Asteruks ve Hopdeduks dişindaki insan evladi içun imkansuzdur.
Uzatmiyayim, soninda bütün metalarun yerine geçecek ortak bir değişum değeri bulundi; para. Böylece o zamana kadar sirtinda 20 kilo hamsiyle, 40 kilo tuzla gezinmekte olan insanluk beyuk bir zahmetten kurtulmiştur. Bakunuz, bel ve sirt ağrilari, disk kaymasi paranun bulunmasindan sonra giderek azalmiştur. Ta ki hali saha denen lanet buluşa kadar.”
Yazar: Yılmaz Okumuş
arasorbul - 16. Sep, 23:40
Merhaba,
Haçan son zamanlarda kulağıma "Laz Marks'un söyledikleri artık hikaye oldi, tarihin sonu celdi,ideoloji faian kalmadi gibi sözler geliyi...
Ula Petrus tıpalari,ula dolar manyaklari,ula pilaza kadavralari,ula sermaye kutavlari,ula pili bitmiş küresel enteller,ula Amerikan bezleri,ula kilçiğuna siçtiğumun vicdansizlari,haçan bi pokun bittiğu yoktur,asıl şimdi başlayi..
Bizum Sementa Recep vardur, iyi uşaktur. Geçenlerde yekten dedi ki, “Laz Marks emice, sen böyle konişiyisun ama kimsenun daha iyi bir dünya münya ipleduği yok. Nasil olacak bu işler?” Uşağum dedum, mütareke basini gibi konişma, bu sana gösterilen gerçek. Bir de, gerçek olan gerçek var. Körfez Savaşı'ndaki petrole bulanmış karabatağı bile “Saddam yapti” diye yutturdilar size uşağum. Tamam, kabul etmek lazım, Emperyalizum karşusinda ilk yarıyı yenuk kapattuk. Şimdi soyunma odasında yaralarumuzi sarayiruz....Şimdi ikinci yariya çikacağuz. Ara tiransferde kadroya Çavez'i ve Maradona'yi da kattuk. Kadromuz fena değildur, yürekten oynarsak bunlarla başa çikabiluruz. Ula biraz Çanakkale'yi, Settülbahir'i hatırlayun ula. İstersenuz sahaya Bandırma adlı bir vapurla çikun.Baktum bizum Sementa Recep'un yüzi güleyi, “Ne cüzel anlattun Laz Marks emice…” dedi.Eşşeğun önde gideni, maç kurgusuyla anlatmasaydum dinlemezdun ama.
Yazar: Yılmaz Okumuş
arasorbul - 16. Sep, 23:34
Eylül geldi mi bir şiir, hüzün toplar getirir, serper ruhumun üzerine...
Sonra türkü olur, dilime yerleşir:
"Çözülen bir yün yumağı/ akıp giden günlerimiz/
mezar taşlarından suskun/ sessiz sitemsiz.../
savrulan yapraklar gibi/ akıp giden günlerimiz/
cenaze törenlerinde/ sessiz sitemsiz"
Yaralı bir kuşağın diyemedikleri vardır bu şiirde; ki gücünü biraz da pikaplara düştüğü tarihten, 1980'in o kara eylülünden alır.
"Bir suçluyu aklar gibi/ akıp giden günlerimiz/
sanki bir sır saklar gibi/ sessiz sitemsiz/
bir kitaba başlar gibi/ koşarken yavaşlar gibi/arkadaşlar gibi/ sessiz sitemsiz"
* * *
Yağmur Atsız'ın şiiri bu...
1980'de Köln'de iki sürgün girmişler stüdyoya; Yağmur Atsız yazmış, Zülfü Livaneli bestelemiş.
Plak buralara geldiğinde, "karıştır-barıştır" günleriydi Mamak'ta... Ve biz, tam da şiirdeki gibi, "savrulan yapraklar gibi sessiz sitemsiz"dik.
12 Eylül'ün o dehşetli baskı günlerinde, çok uzaklardan çıkıp gelen ve gizli gizli söylenen o türkülerde direnç, umut, hayat bulduk.
Duyuyorduk; Yılmaz Güney'in "Yol"una müzik yapmış Zülfü Livaneli...
Duyuyorduk; Bedri Rahmi'nin Nâzım için yazdığı "Yiğidim Aslanım"ını bestelemiş. Uğur Mumcu gidip Paris'te dinlemiş, "Bu sadece Nâzım'ın değil, tüm demokrasi şehitlerimizin türküsü" demiş.
Duyuyorduk; Türkiye'de yasaklı iken, Yunanistan'da üne kavuşmuş Zülfü, "Kardeşin duymaz, eloğlu duyar"ı yazmış sıla hasretiyle...
El altından bulup buluşturuyor, sesini, sazını dinliyor, açık hava hapishanemizin koğuşlarına hava verilmişçesine ferahlıyorduk.
Zorlu günlerin muskasıydı o türküler; aklımızda taşıdığımız, dilimizden ayırmadığımız....
* * *
12 Eylül'ün 26. yılı bugün...
1980 darbesi hâlâ tarih olmadı.
Dünyada 11 Eylül nasıl yaşıyorsa, 12 Eylül öyle yaşıyor Türkiye'de...
Yaşıyor gerici Anayasa'sıyla, baskı yasalarıyla, yetiştirdiği apolitik kuşağın beynine zerk ettiği "Her koyun kendi bacağından asılır" zihniyetinde...
"Asmayalım da besleyelim mi" mantığında yaşıyor.
Yobazlık eğitiminde, Güneydoğu felaketinde, Susurluk çetelerinde yaşıyor.
* * *
Geçen onca yılda, biz de bir "karlı kayın ormanı"ndan geçtik.
"Bir kitaba başlar gibi, koşarken yavaşlar gibi, ölen arkadaşlar gibi" sessizliğe yenildik, sitem etmedik.
Yılmaz Güney'i o uzun "Yol"da kaybettik.
Uğur Mumcu'yu o çok sevdiği türküyle defnettik.
"Mezar taşlarından suskun"du, "akıp giden günlerimiz..."
Ayağa kalkabilenlerimiz, kaldığı yerden sürdürdü hürriyet kavgasını...
O gücü bulabilenler, Zülfü'nün türküsünü hiç düşürmedi dilinden...
Bugün darbecilerin adı ortada yokken 12 Eylül sürgünü Zülfü Livaneli gururla 35. sanat yılını kutluyorsa ondandır.
O, halkların türkülerini yazanların, yasalarını yapanlardan daha güçlü olduğunu bir kez daha kanıtladı herkese...
can.dundar@e-kolay.net
arasorbul - 12. Sep, 17:12
Geçenlerde Ankara'da yapılan bir mitingde yol kenarına durup yürüyüş kolundakileri izliyordum. Baktım ilerden 68'liler geliyor. Benden yaşça küçük oldukları için 25 yaşımdan bu yana bana "ihtiyar" diye takılan arkadaşlarımın hepsi birer istiklal savaşı gazisi gibiydiler! Ruhi "sana ihtiyar diye diye hepimiz ihtiyarladık" dedi. (Laf aramızda, etraftaki "tarafsız gözlemciler" benim onların yanında 78'li gibi göründüğümü söylediler! Ben onların yalancısıyım.)
Bilmem yanılıyor muyum, sanki eskisinden daha çok hastalanıyor ve daha çok ölüyor gibiyiz. Akın'ın da kalp krizi geçirdiğini haber verdiklerinde bir yandan doktorlara ulaşmak için uğraşırken bir yandan da "galiba artık yavaş yavaş yaşlanmaya başladık" diye düşündüm.
Bilmeyenler için, anlatmalıyım. Akın Dirik belki bu günlerde siyasetçi sayılmaz, ama o, altmışlı yıllarda başlayan Devrimci Gençlik mücadelesinde ODTÜ'den başlayarak şimdilerde herkesin sahiplenme yarışına girdiği bir büyük devrimci tarihin yaratılmasında uzun yıllar önemli görevler üstlenmiş, bütün mütevazı kişiliğine ve sakinliğine karşın, sırası geldiğinde 12 Eylül faşistlerince sıkıştırıldığı bir binanın dördüncü katından atlayacak kadar kocaman bir yüreğe sahip bir devrimciydi.
Devrimciler de siyasetçi sayılır ama onların böyle kalpleri de vardır; klasik anlamda siyasetçinin ise kalbi yoktur.
Epeyce oldu; gazetelerden birinde gözüme ilişmişti.Tayyip Erdoğan medya mensuplarıyla konuşurken gecekondu yıkım haberlerinin televizyonlardan "dokunaklı müzik"le verilmesinden yakınmış. O zaman vatandaş "bu ne hain hükümet" diye düşünürmüş! Hatırlarsınız; Erdoğan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na aday olduğunda sahip olduğu gecekonduları medya ve CHP adayı Zülfü Liva-neli tarafından gündeme taşınmış, hatta onun bu "konducu"luğu, "apartman çocuğu" rakibine karşı kazandığı zaferde ve hatta sonraki siyasi başarılarında önemli bir rol oynamıştı. İşte, siyaset ve iktidar insanın kalbini bu kadar körleştirebiliyor. "Onlardan öncekiler de işte tıpkı onların dediklerini demişlerdi. Kalpleri nasıl da birbirine benzedi!"( Bakara s. 118)
Geçenlerde bir yerde Deniz Baykal üzerine yazılan bir yazı okurken de benzer bir şey dikkatimi çekmişti. Yazar, şu an gerçekten kimdi hatırlayamıyorum, Deniz Bey'in konuşmalarında insan unsurunun eksikliği üzerinde duruyordu. Sürekli vatan laiklik bölünme vb konular üzerinde duruyormuş. Yazarın insan derken kastettiği şeyi örneklerken üzerinde durduğu şeyler, işsizlik, yoksulluk, eşitsizlik vb gibi konulardı. Sonra Sayın Baykal bir televizyon programında uzunca boylu konuşurken dikkatlice izledim. Görüşlerinin içeriği, savunduğu görüşlerin doğruluğu yanlışlığı ayrı mesele. Ama sayın Baykal konuşurken sanki kalbi yok gibiydi. Oysa bütün ezilenlerin kalbinin sesi olabilmeli.
Tarih boyunca birçok kültürde kalp hem vücudun hem de düşüncenin merkezi kabul edilmiş. (Yalnızca Asya'nın bazı bölgelerinde omurga, bazı yerlerde ise karnın alt bölgesi.) Gerçi sonradan bilim geliştikçe düşüncenin merkezinin beyinde olduğu anlaşılmış ama, kalbin insan hayatındaki önemi hiçbir zaman azalmamış.
Biraz da onun verdiği güçle insan, en büyük acılara ve hayal kırıklıklarına dayanabilme kudretini bulabiliyor. Ve kalbimiz sayesinde, aklımızın en imkânsız olanı gördüğü yerde bile umudumuzu yitirmiyoruz. Bir dönem Le-nin'in "Sosyalizm, sovyet iktidarı ve elektrifikasyondur" sözleri dillerden düşmezdi. Ama aynı Lenin'in, "Toplumları sağlıklı bir geleceğe götürecek üç şey vardır: Akıl, insaf ve dürüstlük." sözleri pek bilinmezdi.
Devrimin ve sosyalizmin, özünde, sevgiye dayandığının ve ilhamını iyi insanların kalbinden aldığının neredeyse unutulduğu bir dönemde, sol, devrimciliğin akılla kalp arasında kurduğu kopmaz bağı yeniden hatırlamalı. Sosyalizm sadece doğru fikirlerin egemen olduğu bir tür uzmanlar sistemi değil, iyi kalplerin nefes aldığı bir dünya olarak tasarlandığı ölçüde, insanlığın kayıp rüyasını yeniden var edebilecektir.
oguzhanmuftuoglu@birgun.net
arasorbul - 11. Sep, 12:05