Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu
SS Süleyman Soylu

Dinlediklerim

Sabahat Akkiraz | Bergüzar
Bergüzar

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Dienstag, 5. September 2006

...

Muhterem babacığım,

Sıkıntılı bir yolculuktan sonra Lübnan'a nail olduk. Ata uçağı tirbülans yaptı, kustum. Hosteslere ziyadesiyle ayıp oldu, yerler kirlendi. Sen temizletirsin ama yerler biraz kokacak galiba.

Neyse Lübnan'a geldik. Beni Hariri ailesinden bir zevat karşıladı. Telekom'un imzalanması gereken evrakları varmış, onları getirmiş. Kurye ile yolluyorum. İlgilenirsen burada beni rahat ettirirler. Nitekim alıp beni doğruca Hil-ton'daki koğuşa götürdüler. Buralar sıcak baba, çok sıcak. Tamam, 'vatan sana canımız feda' ama Hilton'daki eğitim havuzumuz olmasa halimiz haraptı.

Şimdilik bana Hilton Oteli'nin 11. katındaki gözcü süitini ayırmışlar. Oradan bu İsraillilere dikiz atmamı istiyorlar. Ben de sadece İsrail tarafına doğru bakıyorum. Pek bir şey göremiyorum. Gözlerim bozulabilir baba, tamam, "vatan sana canım feda" ama baba bakıyorum bakıyorum gözlerim bozulacak diye korkuyorum.

Korku demişken, babacığım burada hiçbir şeyden korkmuyorum. Geçen gün karavanada falafel getirmişler. Hepsini yedim. Ne getirirlerse yiyorum. Hiç yemek ayrımı yapmıyorum. Arap mutfağı aynen bizimkine benziyor. Garsonlar biraz kirli ama ne gam! Memleket hizmetinde gözümüz hiçbir şey görmüyor.

Baba,

Aslında şu 'bedelli' işini bir kez daha düşünse miydik? Tamam, "vatan uğruna canım feda" ama orada da işler aksıyor. Yani, bir kanunluk işti. Buradan çok telefon parası yazıyor. Hariri Ailesi'ne de sitem ettim. Bakalım cep telefonu hediye edecekler mi?

Ha, aklıma gelmişken yepyeni bir proje geliştirdim: "Sponsorlu askerlik." Askere gidiyorsun, her türlü ihtiyacını sponsorlar karşılıyor. Donuna kadar. Nasıl ama! Okul harcamalarını tekstilci ağabeyimiz karşılamıştı. Askerliği de karşılayacak birilerini buluruz herhalde. Böylece cebinden hiç para çıkmadan 'bedelli' işini hallederiz. Nasıl ama!

Dün, İsrail'in bombaladığı bölgelere gittim. Bu mersedeslerin pencerelerini dar yapıyorlar, pek bir şey göremedim. Şoför, "anneniz tembih etti, başını belaya sokmayacakmışsınız" dedi. Camınım, Siirt usulü dolmalı biberini nasıl da özledim.

Tamam, "vatan uğruna canımız feda" ama babacığım burada yalnızım baba, çok yalnız. Bize İmam hatipte öğrettiklerinden bambaşka bir Arapça konuşuyorlar, hiçbir şey anlamıyorum. Allahtan garsonlardan biri Türk. Bizim oralı. Seni de çok seviyor. İmam hatibi bitirdikten sonra buralara gelmiş. Çok okumuş, sana sormadan "gel seni Zonguldak'a il kültür müdürü yaparız" dedim. Umarım kızmazsın.

Baba,

"Çıkarsa tezkere Bilal gitsin askere" diyenlere inat Lübnan'dayım. "İşte geldim buradayım, ben bu işte ustayım" diyorum. Ama Akif abi hâlâ beni arayıp bu işi basına duyurmadı. Aslına bakarsan geldiğimden komutanlarımın da haberi yok. Yoklamada kaçak çıkmış olabilirim.

Babacağım,

Benim için yapsana bir kıyak.

Yaparsan kıyak,

Bilal sana minnettar!

(Nasıl kafiye ama!)

Rıdvan Akar ridvanakar@birgun.net

Mehmet 21 yaşındaydı ve askere gidecekti...

Geceydi... Mehmet balkonda oturuyordu... Gökyüzünü, uykuya yatmış şehrini, ardında uzanan dağları belki de son kez seyrediyordu. Mehmet gece ışıklarını seviyordu. Önce gökyüzüne baktı. Yıldızlar gece ışığıdır, dedi. Yıldız ışıkları çapkındır, işte mütevazı mavi ışıkları her daim göz kırpıyor ve durduk yere insanı filozof ediyor. Sonra Mehmet uykuya dalan şehrine baktı. Çarşı tarafında neonlar vitrinlerde fingirdeşiyor, kocaman caddeleri gündüz gündüz şakıyordu. Titrek lambalar evlerin mahremiyetinden firar etmiş, pencere pencere sokaklarda geziniyordu. Şehir ışıkları, diye düşündü Mehmet, insanı kendine kul ettiğine göre, demek ki medeniyet tanrıçasıdır. Birkaç saat önce, aynı balkonda havai fişekleri de seyretmişti Mehmet: Harcı alemdiler, rengârenk, şımarık, gürültülü ve saniyelik ömürlerinde yıldızlara eşlik etmişlerdi. Nedense, Mehmet'in aklına kısacık ömrü geldi, hüzünlendi.

Mehmet bu kez dağlara baktı. Dağlarda tek tek yanan çoban ateşleri de gece ışığıdır, dedi. Hepsi münzevidir ve mutlaka birer şiir dizesidir. Ve illa ki ateş böcekleri, diye devam etti. Balkondan eğildi baktı, bahçedeydiler, tabiat ananın geceleri teftişe gönderdiği bekçileriydiler. Mehmet de vatanı bekleyecekti, sırası gelmişti, askere gönderilecekti. Aklına gazete haberleri geldi. Dağlardaki çatışmalarda, pusularda, pusulası olmayan Kürt ve Türk makineli tarakalarından fışkıran alazları hatırladı; ve bir de televizyondaki akşam haberlerinde, yani Ortadoğu savaş alanlarında gökyüzünü tutuşturan bombaları... Evet bunlar da gece ışıkları, diye düşündü Mehmet. Gece ışıklarını hakikaten sevdiğinden, yine hüzünlendi.

21 yaşında Mehmet, Mehmetçik adayı Mehmet, gece ışıklarını seviyordu. Biliyordu, gece ışıkları, sadece ışıdıkları yeri aydınlatabiliyordu. Gecenin tamamını aydınlatmaya asla güçleri yetmiyordu. Lakin en siyah bir karanlıkta olsa bile, Mehmet bu ışıkları görebiliyordu ve en siyah karanlıklarda üstelik, gece ışıklarını daha da berrak seçebiliyordu. Mehmet'in aklına geldi: Aydınlıkta yıldızları, çoban ateşlerini, sokak lambalarını değil, sadece yangın yerlerini fark edebiliyoruz ve sadece havan toplarından ve bombalardan fışkıran ölüm alevlerini... Demek ki bunlar gündüz de görülüyorlar ve gece ışıkları değildirler, dedi Mehmet ve sevindi.

Zaten, dedi Mehmet, ortalık aydınlıkken bir yıldız olmanın ne anlamı var ki? Yıldızları göremesem de, biliyorum, oradadırlar, vardırlar; ateş böcekleri aydınlıkta da yaşarlar. Gece ışıkları, diye düşünmeye devam etti Mehmet; sadece Güneş'e saygılıdırlar. Elbet kimi zaman Güneş de tutuluyordu; ama bu kozmik bir olay, anlık bir olay diye kendini ferahlattı Mehmet.

Peki ya akıl tutulursa? Mehmet 21 yaşındaydı ama yaşadığı memlekette tam bir akıl tutulması yaşanmakta olduğunu fark edecek denli de akıllıydı. Akıl tutulması, kozmik değil, toplumsal, siyasal, yani trajik bir olaydı. Mehmet kısa ömründe şunu çok açık görmüştü: Akıl tutulunca, gündüzler de hep karanlıktır; gündüzleri esir alan bu kahpe karanlık karşısında gece bile mahcup kalır. Mesela, dedi Mehmet, mesela bugünlerde Lübnan'da gündüzler bilhassa karanlıktır. Gündüz karanlıklarının savaş yangınlarıyla tutuşturulması, diye devam etti 21 yaşındaki henüz Mehmetçik olmamış gencecik Mehmet, lanetlenmiş bir aydınlıktır.

Vakit gece yarısını çoktan geçmişti ve Mehmet hâlâ balkondaydı. Yarın 5 Eylül diye hatırladı. Mehmet, evet, kısa süre sonra askere gönderilecekti ve yarın Meclis'ten de bir karar çıkacaktı. Ya akıl tutulacak, ya da insanlar akla tutunacaktı. Mehmet, yarın Meclis'ten karanlık bir karar çıkmasın diye, barış barış barış diyen gece ışıkları da sokaklara çıkacak, unutma; dedi kendine. Çünkü Mehmet biliyordu; aydınlıkta yıldızlık taslamak anlamsızdı; ama akıl tutulmasında, sadece ışıdığı yerde görülse bile, mutlaka yıldız olmak lazımdı. Yarın keşke herkes birer gece ışığı olsa, dedi Mehmet. Ama sakın ha, birer şarapnel alevi, makineli yalazı olmasa, hakiki birer gece ışığı olabilse... İster bir ateş böceği, ister bir çoban ateşi, ister bir yıldız. Ama asla kayan bir yıldız da olmamalı dedi Mehmet. Yıldız olmalı, ama artistlik yapma hevesinde olmayan şöhretsiz birer yıldız olabilmeli ve illaki yumruklarını sıkmalı. Bunları söylemeliyim herkese, dedikten sonra Mehmet, içine bir kurt düştü: Peki ama, ya beni romantik bulurlarsa? O zaman derim ki, diye cevabını buldu Mehmet; o zaman, düpedüz trafik lambası olmalı, ama hep kırmızı yanan, asker göndermeme kararı çıkana kadar ve dahi çıksa bile bu kararı iptal ettirene kadar hep kırmızı kırmızı yanan...

Mehmet 21 yaşındaydı, askere gitmeden önce, kırmızı yanmak için barış meydanına koşacaktı... Yazar, Mehmet'e hak verdi: "Kırmızı güzel renktir, bilirim ve yemin ederim!" dedi.

Melih Pekdemir

Freitag, 1. September 2006

Yeni Yemen türküleri istemiyoruz

Kaleden indirdiler / Kır ata bindirdiler / Üç günlük güvey iken / Yemen'e gönderdiler / Olur mu böyle / Kara gözlüm derdini söyle.

Bir İzmir türküsüdür bu. Sarı Zeybek albümümde yorumlamıştım bu türküyü.

Ege'de buna benzer türküler çoktur. Milas, Bodrum, Yatağan yöresinde askere giden gençleri uğurlarken, davul zurna ile Cezayir ve Halep adlı türküler çalınır. Yürek dağlayan bu ezgiler ile ağlaşır analar, bacılar...

Osmanlı'nın son yıllarında Arabistan çöllerinde çok sayıda Anadolulu genç can vermiştir. Gidip de dönmeyen bu çocuklar için ne çok ağıt yakılmıştır Anadolu'da. Analar, kardeşler, yavuklular...

Yemen Yemen şanlı Yemen / Toprakları kanlı Yemen / Ben yemene dayanamam / Nazlı yardan ayrılamam.

Ama ayrılmıştır yarinden garibim. Ayırmışlardır birilerinin kişisel hırslarından ötürü. Padişah hareminde gerneşe gerneşe keyif sürsün diye harcanmıştır küçücük fakir köylü çocukları. Zenginin çocuğu gitmemiştir Yemen'e. Osmanlı'da bedel vermek diye bir sistem vardır çünkü; bastırırsın parayı gitmezsin askere.

Yemen yolu çukurdandır / Karavanam bakırdandır / Zenginimiz bedel verir / Askerimiz fakirdendir.

Yine can istiyor Osmanlıcı kafa yapısı. Aydınlanmayı, çağdaşlaşmayı Anadolu insanına lüks sayan padişahlık özentileri, Ortadoğu batağına sürüklemeye çalışıyor ülkeyi. ABD'li ve Avrupalı ağabeyleri öyle istiyor diye, gencecik çocuklarımızı elalemin topraklarında, elalemin çıkarlarını koruyalım diye öldürtmek istiyorlar. Yeni ağıtlar, yeni feryatlar istiyorlar. Analar oğulsuz, yavuklular yarsız kalsın istiyorlar.

Ağamı yolladılar Yemen eline / Çifte tabancalar takmış beline / Ayrılmak olur mu taze geline / Tez gel ağam tez gel dayanamırem / Uyku gaflet basmış uyanamirem / Ağamın öldüğüne inanamirem.

Ben de tüm bu türkülere rağmen hâlâ Ortadoğu Batağına asker gönderme kararına inanamirem değerli okurlarım. ABD, İngiltere ve İsrail'in düştükleri bataklığa bile bile girmeye inanamirem.

TBMM de CHP'nin birinci tezkereden bu yana sürdürdüğü kararlı tavrı sonuna kadar destekliyorum. Aynı zamanda meclis dışındaki tüm sivil toplum kuruluşlarının, sendikaların, sanatçıların, öğrenci örgütlerinin bu tavır doğrultusunda eylemler düzenleyerek, asker gönderme kararının uygulamaya geçmemesini sağlamaları gerekmektedir.

Askerimizi 'Barış Gücü' adı altında bölgeye göndermek istiyorlar. İsrail bölgede kalıcı bir barış için ne yapmıştır da, bizden barış gücü istemektedir? Yıllardır Filistin halkına karşı uyguladığı insanlık dışı uygulamalarına rağmen başarıya ulaşamayınca, girdiği bataklığa bizi de çekmeye çalışıyorlar. ABD icazetli yöneticiler de bu isteğe 'olur ağabeycim, sen iste yeter ki' deyip, gönüllü olarak bataklığa girmeye hazırlanıyorlar.

Yok öyle yağma!...

Kara çadır is mi tutar / Martin tüfek pas mı tutar / Ağlayanım anam bacım / Elin kızı yas mı tutar.

Çok istiyorlarsa ABD'li, İngiliz ya da Avrupalı yavuklular yaksın bu tür ağıtları.

Bu halk yeni Yemen türküleri yakmak istemiyor artık!..

Tolga Çandar

Dienstag, 29. August 2006

Sen de korkasın küçüğüm sen

"Sen de korkasın küçüğüm sen/ Her şeyden önce insansın çünkü/ Sevmekten, kaybetmekten ya da ölümden/Görünmez ihanetin o kara yüzü/Doğaldır küçüğüm korku insana/Kabul edilmeli böyledir gerçek/ Ama yiğitsen, sağlam bir inancın varsa/Elindedir bunu belli etmemek/Yiğitlik korkmamak değil küçüğüm/ Korkuyu inançla yenebilmektir/Kolay çözülmeyen bir düğüm/Ve eğilmez bir baş olabilmektir/ Unutma yarınların umudu sende/ Korkuyu yen/ boyun eğme düşmana/Yiğit olmalısın ölürken bile/Çünkü yakışanı budur insana"

Mustafa Özenc

Freitag, 25. August 2006

Vefasız sevgili

Bizden önceki Osmanlı ve Cumhuriyet kuşakları durmadan ülkenin nasıl kurtulacağını tartıştı.

İstibdat, hürriyet, doğu, batı, din, laiklik tartışmalarında yüz binlerce makale yazıldı, milyonlarca sohbet edildi.

Bu sohbetler genellikle; “bizim gibi millet görülmemiştir” ile “biz adam olmayız” yargıları arasında gidip geldi.

Biz de farklı bir şey yapmıyor ve kendi ömür dilimimizde aynı konuları düşünüp, tartışıp duruyoruz.

Yüz yıl önce tartışılan konular bugün de gündemde.

Korkarım böyle de gidecek.

Çünkü çözemediğimiz sorunlar, yavaş yavaş bizi çözüyor.



***

Kahvehanelerimiz, aile sohbetlerimiz, arkadaş buluşmalarımız Türkiye hakkında vecizelerle doludur.

Duyunca hepsine de hak verirsiniz.

İşte bunlardan birkaçı:

“Türkiye’de işler hiçbir zaman umut ettiğin kadar iyi ve yine hiçbir zaman korktuğun kadar kötü gitmez.”

Buna bağlı gibi görünen bir başka görüş de şu:

“Türkiye’de hiçbir şeye fazla sevinip, fazla üzülmeyeceksin.”

Umutlar ve korkularla yaşanan yüzyıllardan sonra bazı insanlar şu yargıya varmış:

“Türkiye bir sala benzer; hiçbir zaman batmaz ama altı da hep ıslak kalır.”

Rahmetli Metin Toker bu konuda dermiş ki:

“Burası Türkiye.

Burada Türkler yaşar.

Onlar da böyle yaşar.”

Bu öyle bir söz ki geçerliliği hiç bitmez, tedavülden kalkmaz ve her konuya uygulanabilir.


***

İsveç’te tanıdığımız bir Macar profesör vardı.

Büyük bir kimyacı olan bu adam 1956’da Sovyetler’e başkaldıranlar arasındaymış. Kaçıp Türkiye’ye gelmiş.

Klasık hikâye: Türkiye bu bilim adamının değerini bilmediği için adamcağız evde maytap yapıp, bayramlarda sokakta satarak geçinmiş.

Sonra onu İsveç’ten istemişler ve üniversitede bölüm başkanı olmuş.

Onun Türkiye gözlemi çok ilginçtir.

Bize derdi ki:

“Türkiye vefasız bir sevgiliye benzer. Sürekli olarak sana ihanet eder ama sen hep onu sevmeye devam edersin.”


***

İttihat Terakki, Meşrutiyet, Meclis-i Mebusan, Mütareke, Kurtuluş, Cumhuriyet, çok partili rejim, ihtilaller, AB, ekonomik kriz falan derken herkes bu kargaşa içinde devrini tamamlayıp gidiyor.

Geriye böyle zekice yapılmış şakalar kalıyor.

Geminin rotasını değiştiremeyeceğini bilen yolcuların hafif hüzünlü ve kırgın şakaları.

Zülfü Livaneli Vatan Gazetesi

Montag, 21. August 2006

İndirdi mi, indirdi mi?

Karadeniz'in dağ köylerinden birinde köylüler namazı üç vakit kılıyorlarmış. Bir süre sonra üç vakit namaz kendilerine zor gelmeye başlamış. Temel'i görevlendirip vakitler azaltılabilir mi diye sormak üzere il müftüsüne yollamışlar. Müftü, Temel'i dinledikten sonra kızmış. "Hiç üç vakit namaz olur mu? Beş vakit kılacaksınız," diye kovalamış.

Akşam köylüler yamaca birikip aşağıdan gelecek Temel'i gözlemeye başlamışlar. Temel yokuşun altında belirince sabırsızca bağırmışlar: İndirdi mi, indirdi mi?

Temel yanıtlamış: Bindirdi... Bindirdi!

Allah'ın Partisi

Mark Twain'in bir hikâyesinde, iki çocuk insan kılığındaki şeytanla karşılaşırlar. Şeytan bir yandan çocuklarla konuşurken bir yandan da yerdeki çamurdan bir minyatür kale ile parmak boyunda insanlar yapar. Bu minik insanlar şeytanın bir işareti ile canlanıp kaleyi onarmaya başlarlar.

Çocuklar bu inanılmaz manzarayı izlerken, surların üzerindeki iki minik işçi kavgaya tutuşurlar. Şeytan kısa bir süre izledikten sonra kavga eden iki çamurdan işçiyi parmakları arasında eziverir. Çocuklar üzülürler. Şeytan "üzülmeyin. Bir değerleri yoktu zaten" der.

Geçenlerde, çevrildiği yıllarda dünyaya dehşete düşüren "The Exorciste" filmi bir TV kanalında yeniden gösterildi. Filme o zaman küçük olan iki çocuğumla gitmiştim. Doğal olarak korkmuşlardı. (Ben de tabii) Onları sakinleştirmek için, "Şeytan gibi Allah'la yarışan bir güç tüm insanları, Mark Twain'in himayesindeki gibi iki parmağı arasında ezebi-lecekken.bir küçük kızın bedenine girip sa-ğı-solu korkutmaya çalışır mı hiç?" dedim. Akıllarına yattı. Bir daha şeytandan korkmadılar.

Bunları şunun için anlatıyorum. Allah'ın evrenleri var eden gücüne iman edeceksiniz. Dilediği an, nasıl yarattıysa tüm evreni yok edebilecek "kahhar" gücüne boyun eğeceksiniz. Sonra da O'nun adına insanları yola getirmek için bir siyasal parti kuracaksınız. Adına da "Hizbullah", yani "Allah'ın Partisi" diyeceksiniz.

İşte bunun adı "dalalef'tir. Yani sapkınlıktır. Allah'ı insanların koruyabileceği, dahası koruması gereken bir derekeye indirmektir.

Gerçek müminler, Allah'ın tüm iletilerini peygamberleri ile insanlara ilettiğine, son Peygamber Hazreti Muhammed'den sonra da başka peygamber gelmeyeceğine inanırlar. Şimdi nasıl oluyor da Allah'ın, kullarını yola getirmek için bir partiye ihtiyaç duyduğuna, bunun başına da Nasrallah'ı (Allah'ın yardımcısı demekmiş) getirdiğine inanılır? Adamın adı bile dalalet. Allah'ın bir yardımcıya ihtiyacı mı var?

İnsanların sapkın inanışları uğruna birbirlerini amansızca katlettiği ortaçağdan sonra, 21. yüzyılda Allah adına, Yahova adına, İsa adına insanları öldürenlerin, Tanrının gözünde de "sapkın" olduklarını artık din adamlarının yüksek sesle söylemeleri gerekiyor.

Aksi halde, başta bizim Diyanet İşleri Baş-kanlığı'mız olmak üzere "ulema" sınıfı Allah'ın "kadiri mutlak" gücüne inanmıyorlar, O'nu yardıma muhtaç, bir parti örgütüne gereksinim duyan, sıradan insanların kendisi uğruna ölüp-öldürmelerini bekleyen bir insani kavram olarak algılıyorlar demektir.

İnananlar yüksek sesle söylemeli:

"Hizbullah dalalettir. Allah'ın partiye ihtiyacı yoktur!"

Uğur Cilasun

Asker göndermek

Lübnan'a asker gönderme konusu dış politikanın en önemli sorularından biri haline gelmiş durumda. Aslında "asker gönderme" konusu bizim hiç de yabancısı olmadığımız bir konu. Bütün tarihimiz başka topraklara asker göndermek, ardından da "Yemen Yemen kanlı Yemen" diye ağıtlar yakmakla geçmiş. Kore'ye, Afganistan'a, Somali'ye, Bosna'ya "davet" üzerine, Kıbrıs'a, Kuzey Irak'a "dış politikamız" gereğince asker göndermeye devam etmişiz, şimdi de Lübnan'a asker gönderip göndermemeyi tartışıyoruz.

Türkiye, jeo-stratejik anlamda dünyanın en kritik bölgelerinden birinde yer alıyor. Temel çatışma alanı haline gelen Ortadoğu'yla sınır komşusu, şimdi kısmen durulmuş olan Bal-kanlar'la ve eski Sovyet topraklarıyla da sınır komşusu. Üstelik bu bölge dünya enerji kaynaklarının önemli alanlarından, dolayısıyla emperyal çıkarların sıcak çatışmaları kışkırttığı bir "yangın yeri" görünümünde. Sorun Lübnan'a asker göndererek bu "yangın"a dahil olup olmama sorunu, basit ve sembolik bir "barış gücü" sorunu değil.

1 Mart teskeresinin reddedilmesiyle Ortadoğu'da sürüp giden savaşın kıyısında durmayı başaran Türkiye'nin ne kadar doğru bir tutum takındığı ortadayken, yeniden batağa sürüklenmesi, etkileri yıllarca sürecek bir hata olacaktır. Bush yönetiminin Irak işgali öncesinde ileri sürdüğü her şey, öngördüğü her senaryo yalanlanmış durumdadır. ABD, Irak'ta bir batağa saplanmış ve bölgesel düzeyde bütün hesapları yanlış çıkmıştır. Bugün Ortadoğu demokratik rejimlerin egemen olduğu, barışın hüküm sürdüğü bir bölge değildir. Tam tersine İran-Suriye-Hizbullah ekseninde gelişen Amerikan karşıtı Şii İslamcılık giderek güç kazanmaktadır. Irak hızla bir iç savaşa sürüklenirken, İsrail bütün militer gücünü devreye sokmasına karşın "başarısız'Mık batağına batmış durumdadır. ABD yanlısı Arap rejimleri ise bırakın "demokratikleşmeyi", giderek kendi içlerinde gelişen radikal akımlar karşısında iktidarlarını sürdürmekte zorlanmaktadırlar.

Türkiye'nin vereceği karar bu açıdan önemlidir. Tarihsel olarak Osmanlı İmparatorluğumun egemen olduğu bölgede önemli bir "güç" olmak için, her çatışma alanında askeri olarak var olmaya çalışmanın dış politikanın temeli yapılmasını öneren "neo-Osmanlıcı-lık" hem bir hayal hem sonu tehlikeli bir maceradır. Kendi içinde Kürt sorununu çözememiş bir ülkenin Kuzey Irak'ta çözüm araması, kendi içinde ekonomik, sosyal ve siyasal istikrarı yakalayamayan bir ülkenin bölgeye "istikrar" getireceğini iddia etmesi hayaldir.

Kişi başına 3.500 dolar milli gelirle, dünya ticaretinden binde 3 pay alarak, son derece köklü ekonomik ve sosyal sorunlara sahip bir ülkenin bölge gücü olabilmesi mümkün değildir. Dış politika, ulusal gücün ne kadarsa uluslararası gücün de o kadardır katılığının hâkim olduğu bir alandır. Ulusal gücünün üstünde "askeri" üstünlüğe bağlı bir güç arayışı, sonuçta militer bir toplum haline dönüşmeyi ve daha büyük bir askeri güç karşısında ya yenilgiyi ya da teslimiyeti getirir.

Bütün bu nedenlerle Türkiye, Lübnan'a asker gönderme gibi maceralardan uzak durarak 1 Mart tezkeresiyle elde ettiği pozisyonu de-ğiştirmemelidir. Bölgede güç kazanmanın daha etkili yolları vardır.

Örneğin kendi içinde Kürt sorununu demokratik yöntemlerle çözmek, ekonomisini stratejik bir politikayla düzenlemek, demokrasisini derinleştirmek, birtakım boş böbürlenmelerle değil, gerçekten güç sahibi bir ülke haline gelmek... Ve aynı zamanda savaştan değil barıştan medet uman, bunun için çaba gösteren onurlu bir ülke olarak tarihte yerini almak. Yapılması gereken budur

Bülent Forta

bulentforta@birgun.net 20/08/06

Sonntag, 13. August 2006

Can Yücel'den..

EN uzak mesafe ne Afrika'dır,
Ne Çin,
Ne Hindistan,
Ne seyyareler
Ne de yıldızlar geceleri
Işıldayan..
En uzak mesafe iki kafa arasındaki
Mesafedir
Birbirini Anlamayan.

Samstag, 12. August 2006

Dertliyim efkarlıyım

Dertliyim kederliyim
Her ne desa ağlarum
Gülmedum bu dünyada
Hem söyler aylarum
Gülmedum bu dünyada
Garip garip ağlarum

Üzülme sevduceğum
Ben hep böyle ağlarum
Yazmayile tükenmez
Ha bu benum dertlerum

Gökteki yıldızlari
Sayardum elli elli
Bu dünyadan fayda yok
Öteki da şüpheli

Volkan Konak (Mora albümün den..)

Montag, 7. August 2006

ABD'yi ve İsrail'i durdurabiliriz!

Bu hafta İsrail terörü hakkında yazacaktım, arkadaşım Bülent Aydın tam da benim hissettiklerimi kaleme almış. Bu yüzden Bülent'in ÖDP İletişim'e gönderdiği yazısını burada aynen yayınlıyorum:

***

Bu savaş ve işgal, ben ona karşı sesimi yükseltmezsem durmaz. Bu hep böyle oldu. Bütün savaşlar ve alçaklıklar bir yerlerde birileri ona karşı çıktığı ve sesini yükselttiği için durdu.

Uzaklardan değil, ben kendimden örnek vereyim.

12 Eylül döneminin en karanlık yıllarıydı. Şimdi bile nelerin yaşandığı bilinen cezaevleri, sorgu evleri her zaman düzenin kara delikleri oldu bu ülkede. Ülkenin zaten kapkaranlık olduğu günlerde buralar sanki başka bir gezegende kurgulanmış birer cehennemdi.

Direnmek gerekiyordu, dayanmak gerekiyordu. Kendi cılız bedenlerimiz, yenilgi ile örselenen bilincimiz ve acılarımızdan başka da kimse yoktu etrafımızda. İşkence etme ve öldürme yetkisiyle donanmış muktedirler bu yalnızlığın verdiği güvenle, sınırsız, saatsiz, sonsuz ve umarsız saldırırlardı bizlere.

En çok bağırdığımız zamanlarda bile sesimiz karşı duvarlardan yankılanır, işkencecilerimizin kahkahaları ile birlikte tekrar bize dönerdi. Acınızın ve çaresizliğinizin feryadını cellatlarınızdan başka hiç kimsenin duymaması ve hiç kimsenin sesinize ses katmaması korkunç bir yalnızlık duygusudur.

Cezaevlerinde önce kendi seslerimizi birleştirdik, bedenlerimizi kenetledik. Acılarımıza en yakın olanlar, ailelerimiz sesimizi yükseltti. Derken cızırtılı zula radyolardan haberler duymaya, yırtık gazete kupürlerinden anlamlar çıkarmaya, uzak diyarlardan selamlar almaya başladık.

Hayır yalnız değildik! Bizim faşizme karşı direnişimiz, muktedirlerin çizmeleri altında ezilen bedenlerimizden yükselen cılız sesler, darağacında asılırken, dağda ölürken söylediğimiz son sözler taa nerelerden duyuluyor ve değişik iklimlerde, ışıltılı kentlerde dilini bile bilmediğimiz birilerini sokağa çıkarıyor, zulme karşı çıkarıyordu.

Bu haberler ilk gelmeye başladığında yaşadığımız sevinci ve neşeyi, yüklendiğimiz umudu dün gibi anımsıyorum. Yıllarca daha devam etti karanlığın zulmü. Ama suçlarını heybelerine yüklenip kanlı çizmelerini çıkarıp gittiler sonra.

Dünyanın neresinde bir alçaklık olsa, oradaki kurban yapayalnızdır. Yalnızlık acıyı büyütür. Dünya, mağdurun sesini duyar acıyı paylaşırsa acı azalmaz ama dayanışmanın gücü direnişi büyütür.

Bizi yenmişlerdi, yenildik. Bizi öldürdüler, öldük. Bizi insanlıktan çıkarmak istediler. Çıkmadık. Umudu öldürmek istediler, bece-remediler. Bizim en güçlü silahımız dünya atlasıdır. Bilemiyorum ne kadar gerçekçi ama, ben bugün hâlâ insan ve hâlâ ayakta isem, o uzak diyarlardan bana ve acılarıma sahip çıkan hiç tanımadığım insanlara da borçluyum...

Bu cehennem sıcağında Lübnan'da, Filistin'de, Irak'ta sönen hayatlara umut olmak için, bombaların silahların sesine karşı seslerimizi birleştirelim, işi gücü bırakıp savaş karşıtı gösterilere katılalım.

ABD'yi ve İsrail'i durduralım. Bunu daha önce yaptık, yine yaparız!

Melih Pekdemir Birgün gazetesi

Montag, 31. Juli 2006

Yengec

Genç bir yengeç, bir sardalye balığına âşık olmuş. Ne var ki, sardalye balığı kentli bir ailedenmiş ve çarpuk çurpuk yürüyenlerden nefret edermiş.
Genç yengeç, düzgün yürümek için uğraşa savaşa bir akşam sardalye balığının kapısını çalmış:
- Bak, demiş; öğrendim düzgün yürümesini. Bu da aşkımı kanıtlamıyor mu sana?
***
Sardalye balığı, yengecin gösterdiği başarıdan o kadar etkilenmiş ki, yanına almış kendisini ve çılgın bir aşk gecesi yaşamışlar.
Ama ertesi sabah uyandıklarında, sardalye bakmış ki yengeç, tüm yengeçler gibi yine yan yan yürümekte...
Büyük bir düş kırıklığı içinde bağırmaya başlamış:
- İşte yine çarpık çarpık yürümeye başladın. Beni hiç sevmemiş olduğun anlaşılıyor.
Genç yengeç, boynu bükük, sardalyeye dönmüş:
- Hiç sevmez olur muyum, çok seviyorum seni, demiş. Ne çare ki, akşam olduğu gibi, sürekli sarhoş kalamıyorum. Sarhoşluğum geçince de, yine kendim gibi başlıyorum yürümeye...

Bilmiyorum...

Vaktiyle kendisini halkımızın eğitimine adamış, Cumhuriyet'in idealist öğretmenlerinden biri; Üsküdar'a geçmek için, Beşiktaş'tan bir sandala binmiş.
Sandalcı, akıntıları geçmek için sık sık ayağa kalkarak küreklere asılırken, karşısında oturan öğretmen soruyormuş:
- Sen çarpım cetvelini biliyor musun?
Kan ter içindeki sandalcı:
- Bilmiyorum, diyormuş.
Öğretmen:
- Öyleyse, diyormuş; hayatının 3'te 1'ini kaybettin... Peki, coğrafya biliyor musun?
Sandalcı yine:
- Bilmiyorum, diyormuş.
- Öyleyse hayatının 3'te 1'ini daha kaybettin... Peki, tarih biliyor musun?
Gıcırtısı artan bir yanıt geliyormuş:
- Bilmiyorum...
***
O sırada karşılıklı geçen iki vapurun da dalgalarını yiyince, sandal devrilivermiş ve bu kez sandalcı sormuş, çırpınmaya başlayan öğretmene:
- Hey hemşerim, yüzme biliyor musun sen?
Öğretmenin, sularla dolu ağzından boğuk bir ses çıkmış:
- Bilmiyorum...
- Öyleyse sen, tümünü birden kaybettin hayatının...

Freitag, 28. Juli 2006

Bir söz...

Adnan Yücel bir şiirinde diyor ki: Birgün yolunuz uzaklara düşerse/ Sakın türküsüz çıkmayın yollara!...

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren