Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan , Barış Terkoğlu
Metastaz

Dinlediklerim

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Oguzhan Muftuoglu

Montag, 11. September 2006

Siyasetçinin kalbi

Geçenlerde Ankara'da yapılan bir mitingde yol kenarına durup yürüyüş kolundakileri izliyordum. Baktım ilerden 68'liler geliyor. Benden yaşça küçük oldukları için 25 yaşımdan bu yana bana "ihtiyar" diye takılan arkadaşlarımın hepsi birer istiklal savaşı gazisi gibiydiler! Ruhi "sana ihtiyar diye diye hepimiz ihtiyarladık" dedi. (Laf aramızda, etraftaki "tarafsız gözlemciler" benim onların yanında 78'li gibi göründüğümü söylediler! Ben onların yalancısıyım.)

Bilmem yanılıyor muyum, sanki eskisinden daha çok hastalanıyor ve daha çok ölüyor gibiyiz. Akın'ın da kalp krizi geçirdiğini haber verdiklerinde bir yandan doktorlara ulaşmak için uğraşırken bir yandan da "galiba artık yavaş yavaş yaşlanmaya başladık" diye düşündüm.

Bilmeyenler için, anlatmalıyım. Akın Dirik belki bu günlerde siyasetçi sayılmaz, ama o, altmışlı yıllarda başlayan Devrimci Gençlik mücadelesinde ODTÜ'den başlayarak şimdilerde herkesin sahiplenme yarışına girdiği bir büyük devrimci tarihin yaratılmasında uzun yıllar önemli görevler üstlenmiş, bütün mütevazı kişiliğine ve sakinliğine karşın, sırası geldiğinde 12 Eylül faşistlerince sıkıştırıldığı bir binanın dördüncü katından atlayacak kadar kocaman bir yüreğe sahip bir devrimciydi.

Devrimciler de siyasetçi sayılır ama onların böyle kalpleri de vardır; klasik anlamda siyasetçinin ise kalbi yoktur.

Epeyce oldu; gazetelerden birinde gözüme ilişmişti.Tayyip Erdoğan medya mensuplarıyla konuşurken gecekondu yıkım haberlerinin televizyonlardan "dokunaklı müzik"le verilmesinden yakınmış. O zaman vatandaş "bu ne hain hükümet" diye düşünürmüş! Hatırlarsınız; Erdoğan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na aday olduğunda sahip olduğu gecekonduları medya ve CHP adayı Zülfü Liva-neli tarafından gündeme taşınmış, hatta onun bu "konducu"luğu, "apartman çocuğu" rakibine karşı kazandığı zaferde ve hatta sonraki siyasi başarılarında önemli bir rol oynamıştı. İşte, siyaset ve iktidar insanın kalbini bu kadar körleştirebiliyor. "Onlardan öncekiler de işte tıpkı onların dediklerini demişlerdi. Kalpleri nasıl da birbirine benzedi!"( Bakara s. 118)

Geçenlerde bir yerde Deniz Baykal üzerine yazılan bir yazı okurken de benzer bir şey dikkatimi çekmişti. Yazar, şu an gerçekten kimdi hatırlayamıyorum, Deniz Bey'in konuşmalarında insan unsurunun eksikliği üzerinde duruyordu. Sürekli vatan laiklik bölünme vb konular üzerinde duruyormuş. Yazarın insan derken kastettiği şeyi örneklerken üzerinde durduğu şeyler, işsizlik, yoksulluk, eşitsizlik vb gibi konulardı. Sonra Sayın Baykal bir televizyon programında uzunca boylu konuşurken dikkatlice izledim. Görüşlerinin içeriği, savunduğu görüşlerin doğruluğu yanlışlığı ayrı mesele. Ama sayın Baykal konuşurken sanki kalbi yok gibiydi. Oysa bütün ezilenlerin kalbinin sesi olabilmeli.

Tarih boyunca birçok kültürde kalp hem vücudun hem de düşüncenin merkezi kabul edilmiş. (Yalnızca Asya'nın bazı bölgelerinde omurga, bazı yerlerde ise karnın alt bölgesi.) Gerçi sonradan bilim geliştikçe düşüncenin merkezinin beyinde olduğu anlaşılmış ama, kalbin insan hayatındaki önemi hiçbir zaman azalmamış.

Biraz da onun verdiği güçle insan, en büyük acılara ve hayal kırıklıklarına dayanabilme kudretini bulabiliyor. Ve kalbimiz sayesinde, aklımızın en imkânsız olanı gördüğü yerde bile umudumuzu yitirmiyoruz. Bir dönem Le-nin'in "Sosyalizm, sovyet iktidarı ve elektrifikasyondur" sözleri dillerden düşmezdi. Ama aynı Lenin'in, "Toplumları sağlıklı bir geleceğe götürecek üç şey vardır: Akıl, insaf ve dürüstlük." sözleri pek bilinmezdi.

Devrimin ve sosyalizmin, özünde, sevgiye dayandığının ve ilhamını iyi insanların kalbinden aldığının neredeyse unutulduğu bir dönemde, sol, devrimciliğin akılla kalp arasında kurduğu kopmaz bağı yeniden hatırlamalı. Sosyalizm sadece doğru fikirlerin egemen olduğu bir tür uzmanlar sistemi değil, iyi kalplerin nefes aldığı bir dünya olarak tasarlandığı ölçüde, insanlığın kayıp rüyasını yeniden var edebilecektir.

oguzhanmuftuoglu@birgun.net

Sonntag, 18. Juni 2006

Birarada yaşamak

Geleneksel sol yaklaşım açısından bakarsanız, mevcut düzeni kökten değiştirme iddiasındaki devrimci sosyalist bir partinin, sistemin içine girdiği krizlerin derinleştirilmesi ve düzenin çatlaklarının daha da açılması doğrultusundaki bir siyaset çizgisi izlemesi beklenir.

Oysa Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) bir süre önce sol yanımızdaki kimi ezberleri bir kere daha bozarak "Birarada Yaşamayı Savunalım" adı altında bir kampanya başlattı.

Katıldığım toplantılarda bazen sorulduğu gibi, biz yoksa bu şekilde ulusların kaderlerini tayin hakkını inkâr mı ediyoruz? Yoksa her geçen gün ülkenin bütün kurumlarında kadrolaşmasını yoğunlaştıran, özgürlükçü demokrat ilerici çalışanlara karşı baskılarını arttıran AKP'ye ve onun temsil ettiği gericiliğe karşı mücadeleden vaz mı geçiyoruz; yoksa düzeni değiştirmekten artık vaz mı geçtik?

Ülkenin bazen devlet güçleriyle bağlantılı olduğu ileri sürülen, bazen onunla mücadele içinde olduğu kabul edilen örgütlerce orada burada patlatılan bombalarla, esrarengiz suikastlarla, cumhurbaşkanlığı ve erken seçim tartışmalarıyla giderek yoğunlaşan bir Kürt- Türk, Laik- Anti laik çatışmaları içerisine girdiği bir dönemde, bu tür sorular kuşkusuz pek çoğunuz gibi bana da pek anlamlı gelmiyor.

Zaten bu çağrının özellikle yıllardır baskı altında tutulmuş toplumun genişçe kesimleri tarafından da ciddi bir destek bulması ülkemizdeki sağduyu sahibi insanların hiç de az olmadığını gösteriyor.

UKTH konusunda bitip tükenmek bilmez tartışmalara yol açan ezberleri hakikaten bir yana bırakarak düşünelim. Ülkemizdeki gerçekten ciddi bir toplumsal sorun olan Kürt meselesini kim içinden çıkılmaz hale sokuyor ve bu kangren haline gelmiş gerginlikten yararlanarak kimler kendilerine eşi bulunmaz bir egemenlik alanı sağlamaya çalışıyor?

Daha kısa bir süre önce Ege bölgemizde sadece doğuştan edindikleri etnik özelliklerinden dolayı, dili, kültürü, ırkı farklı diye kendilerinden olmadığını düşündükleri için taşlarla, sopalarla kovalamaya çalıştıkları ve "biz ne yapalım, orada yaşayamadığımız için, bir Türk olarak yaşayalım diye buraya geldik, buradan nereye gidelim?"di-ye çığlık atan insanların televizyon ekranlarına yansıyan görüntüleri gözümün önünden gitmiyor.

Irkçı faşist bir zihniyet ülkede kızıştırılmak istenen bir düşmanlık ortamından çıkar sağlamaya çalışıyor. Kimileri de böyle bir ortamdan yararlanarak siyasi iktidar üzerinde etkinlik sağlama peşinde koşuyor.

Keza emperyalizmin halklar arasındaki etnik ve dinsel farklılıklar üzerinden çatışmalar çıkarmaya, kendi kontrolü altındaki yeni uydu devletçikler kurmaya çalışarak yürüttüğü politikalar da gözler önündedir.

Kürt toplumuna da bu konuda ciddi sorumluluklar düştüğü ortada. Adeta bir arada yaşama olanağını ortadan kaldırmayı hedefleyen eylemlerin her iki taraftan da tertipleniyor olması uyarıcı olmalıdır. PKK eylemlerinin yetmediği yerde karşı tarafın aynı tür eylemleri düzenlemesinde-ki maksadın iyi okunması gereklidir. Yüzyıllardır acı içinde yaşatılmış bu yoksul halk Abdullah Öcalan'ın da uyardığı gibi, bölge hakimiyeti için çatışan güçlerin oyunlarına alet edilerek daha fazla ezdirilmemelidir.

Bir arada yaşayalım kampanyası her şeyden, önce ülke çapında geliştirilen bu ırkçı faşist zihniyetlere karşı bir tavır olarak anlaşılmalı, kampanyanın sivri ucu bu hedefe yöneltilmelidir. Bu yüzden Susurluk karşısındaki bir dakika karanlık eylemi gibi, bu kampanyanın da içeriğinin boşaltılarak saptırılmasına, amaçsız bir "karışalım barışalım" şenliğine dönüşmesine de izin verilmemelidir.

Ülkede yaratılan bir başka gerginlik konusunun Laik / Anti laik çelişkisi olduğu doğrudur. Ancak, AKP iktidarına yaslanarak geliştirilen ge-ricileşme olgusunun da bugün ülkemizdeki önemli sorunlardan biri olduğu da unutulmamalıdır. Ülkenin bütün kurumları içinde baskıcı bir anlayışla kadrolaşma politikaları yürütüyorlar. Küçücük çocukların başlarını türbanlara sararak özgürlükçü bir geleceğe yönelmelerinin önünü ta baştan kesiyorlar.

Birilerinin üstelik kendilerinin eseri olan bu meseleyi bahane ederek, kendi baskıcı gerici yönetimlerini geliştirmek istiyor olmaları, bu meselenin önemini ortadan kaldırmamalı. Bugün ülkede AKP iktidarı altında yürütülen neoliberal uygulamalarla birlikte gelişen gerici politikalara karşı tepkileri, özgürlükçü bir dünya görüşü doğrultusunda içermeden etkin bir siyaset geliştirmek mümkün değildir.


Oğuzhan Müftüoğlu

www.birgun.net

Diger yazilar icin bakiniz

http://www.birgun.net/archive.php?view_author=49

Donnerstag, 25. Mai 2006

Gericilik, laiklik ve devrimcilik...

Şimdi bütün emperyalist gerici güçlerin, Kürt - Türk çatışması temelindeki etnik çelişkilerle birlikte, bu laik anti-laik çelişkisi üzerinde oyunlar oynamakta olduğu Türkiye'nin, en çok ihtiyacı olan ve Özbilgin'in cenazesine katılan on binlerin duymak istediği ses, bütün tereddütlü ve ikircimli yaklaşımları bir yana bırakan bir devrimci sesin yükseltilmesinden başka bir şey değildir.
Danıştay'a yönelik saldırı Türkiye'nin içinde bulunduğu karmaşık güç ilişkilerini açığa çıkaran bir turnusol rolü oynadı. Saldırıda hedef alınan Danıştay, türban kararının yanı sıra, özelleştirme konusundaki yürütmeyi durdurma kararlarıyla da hükümetin başını ağrıtan bir kurumdu.

Olay günlerdir değişik yönlerden analiz ediliyor. İlk günlerdeki bulanık hava dağılmış gibi görünmesine karşın, henüz işin arkasının arkasında ne olduğu hâlâ büyük ölçüde bir muamma olarak ortada duruyor.

Olayda soru işaretlerini akla getiren pek çok özellik vardır.

Saldırıyı gerçekleştiren kişinin kimliği ve tuhaf ilişkileri ortadayken, yakalanma olasılığı neredeyse yüzde yüz bir konumda işlenmiş olması dikkat çekicidir. Bu husus saldırının, olayın kaynağına dair arkada bilinçli olarak iz bırakarak adres gösterecek şekilde tertiplendiğini düşündürmektedir.

Hükümet kanadının daha ilk anda "sürprizlere hazır olun" diye haber verdiği) bu izlerden giderek neredeyse olayı kendi iktidarlarına karşı, "cumhurbaşkanlığı seçimini engellemeye ve erken seçimi öne aldırmaya yönelik (asker kaynaklı) bir tertip" olarak göstermesi de çok kolay olmuştur.

Bu durumu yalnızca emniyetin bir başarısı veya ilgili kişilerin vurdumduymazlığı olarak değerlendirmek olayı fazlaca basite indirgemek olacaktır. Bu durum, saldırıda kullanılan kişi etrafında ortaya çıkarılan görüntünün arka planında pek çok soru işaretinin olduğunu gösteren bir husustur.

Başka birilerince yapıldığı süsü verilen suikast ve cinayetler düzenlemek (ABD mahreçli) kontrgerilla taktiklerinin en çok bilinenlerinden biridir. Bu ülkede bunun çok örneklerini gördük.

Olayda açığa çıkmaları istenerek kullanılan kişilerin nitelikleri de bunu gösteriyor.

Ne yapmalı?

Olayın karmaşık niteliği büyük ölçüde, Türkiye'de yaşanan ve küresel emperyalist güçlerin Ortadoğu siyasetleriyle bağlantılı yoğun müdahaleleriyle gelişen sürecin karmaşık yapısından kaynaklanıyor. Bu karmaşık ve bilinmezlerle yüklü yapının çoğu kez "aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık" türünden ikilemlere yol açtığı da doğrudur.

Bugün toplumda AKP iktidarına yaslanarak geliştirilen yaygın bir muhafazakârlaşma ve aynı doğrultuda yoğunlaşan kadrolaşmayla birlikte, buna karşı laiklik temelinde yükselen yaygın tepkiler var.

Bu gün Türkiye'de gericiliğin ve muhafaza-kârlaşmanın geniş bir taban bulabilmesin bir nedeni, ona karşı devrimci bir seçeneğin gelişme koşullarının 12 eylül den bu yana sistemli olarak ortadan kaldırılmış olmasıdır.

Gericiliğin ve muhafazakârlığın alternatifi, şimdi bir askeri müdahale veya ulusalcı seçeneklere yönlendirilmeye çalışılan laiklik olamaz. Tersine bu doğrultudaki zorlamalar gericiliğin ve muhafazakârlığın, son örnekte de görüldüğü gibi toplum indinde meşruiyet kazanmasına yardım eder.

Bir dünya görüşü temelinde gelişen muhafazakârlığın ve gericiliğin tek seçeneği laikliği kendi özgürlükçü dünya görüşünde içeren bilimsel devrimci dünya görüşüdür; tek kelimeyle devrimciliktir.

Şimdi bütün emperyalist gerici güçlerin, Kürt - Türk çatışması temelindeki etnik çelişkilerle birlikte, bu laik anti-laik çelişkisi üzerinde oyunlar oynamakta olduğu Türkiye'nin, en çok ihtiyacı olan ve Özbilgin'in cenazesine katılan on binlerin duymak istediği ses, bütün tereddütlü ve ikircimli yaklaşımları bir yana bırakan bir devrimci sesin yükseltilmesinden başka bir şey değildir.

Oğuzhan Müftüoüğlu

Mittwoch, 24. Mai 2006

TÜRKİYE’NİN GELECEĞİNE SAHİP ÇIKMALIYIZ

AKP tarafından uluslar arası sermaye güçlerinin çıkarları doğrultusunda yürütülen politikalara kararlılıkla karşı çıkan, sermayenin yeni sağ liberal ve milliyetçi politikaları karşısındaki en geniş çevreleri destekleyen, bu güçleri Türkiye’nin geleceğine devrimci bir anlayışla sahip çıkmak temelinde birleştirmeyi hedefleyen bir politik hat izlenmelidir.

Başka türlü bir Türkiye mümkün iddiasını somut ve ciddi bir iddia haline getirebilmek, başka türlü mümkün olamaz.

Ancak bu şekilde kazanma umudunu toplumun en geniş kesimleri içinde yeniden ateşleyerek umutsuzluk sarmalını kırabilir, hayatın içindeki çalışma ve örgütlenmelere ayağını sağlamca basabilen bir devrimci hareketi geliştirebiliriz.

Bunun için Türkiye’nin geleceğine sahip çıkmalıyız!

Özgürlük ve Dayanışma Partisi, Türkiye’nin uluslar arası sermayenin yeni küresel yönelimleri doğrultusunda yapısal bir değişim sürecine girdiği dönemde, solun ve emek güçlerinin bu sürece madahil olma ihtiyacının da bir ifadesi olarak kurulmuştu. Bir yandan 12 Eylül yenilgisinin diğer yandan dünya sosyalist hareketinde yaşanan gerilemenin etkisiyle güçsüz ve dağınık durumdaki sol hareket açısından bu proje aynı zamanda bir yenilenme projesi olarak da kabul ediliyordu.

Aradan geçen on yılın sonunda karşımıza çıkan Türkiye tablosuna bakarak, o dönemde ülkenin politik hayatına yönelik böyle bir müdahale çabasının ne kadar erekle veya ereksiz olduğu ve ÖDP pratiğinin amaçlara ulaşmada ne kadar başarılı olduğunu, artıları ve eksileriyle birlikte tartışmak kuşkusuz mümkündür.

Ama bu, artık tarihçilerin işi sayılması gereken ayrı bir konudur. Bu gün siyaseten yapılması gereken şey, koşullarda meydana gelen değişimleri doğru olarak saptamak ve politik hedefleri yeniden belirlemektir. ÖDP’nin kuruluşundan bu yana, Türkiye büyük bir hızla, küresel emperyalist sistemin yeni düzenine entegrasyon doğrultusunda büyük bir mesafe almış durumda. Bu gün artık ülkemizin ekonomisinden idari yapısına, hukukundan siyasetine kadar her şey büyük ölçüde ABD’nin başını çektiği uluslar arası sermaye düzeninin gereklerine göre yapılanıyor.

Aralarındaki bazı nüanslara karşın, bugün, uluslar arası sermaye ile bütünleşmiş sermaye kesimleri ve oları temsil eden siyasi partiler tarafından esas olarak benimsenmiş olan bu politika, AKP hükümeti tarafından daha bir kararlılıkla sürdürülmektedir ve Türkiye’nin resmi devlet politikası haline gelmiş durumdadır.

Mevcut/eski düzenden ve devlet yapısından memnun olmayan geniş toplum kesimleri, ‘yenileşme’ adına sürdürülen bu sağ liberal değişim sürecine umut bağlıyor. Bu politikalara karşı oluşan toplumsal tepkiler de, milliyetçi muhafazakar eğitimlere yöneliyor.

Ülkenin siyaset zemini de bu yönelimler etrafında sağ liberal ve milliyetçilik temelindeki iki ana kampa ayrılmıştır. Devrimci siyaset de, aslında ikisi de kapitalist düzenin farklı almaşıklarından ibaret olan bu iki karşı dalga arasında sıkışıp kalmış durumdadır.

Geleneksel sol çevrede yer alan önemli bir kesim, devletin ve mevcut sistemin karakteri karşısında, (küreselleşmenin ve aynı doğrultudaki AB sürecinin eski bürokratik yapıları dönüştürmeyi hedefleyen) bir “demokratik gelişmeye” tekabül etmesi nedeniyle yeni sağ liberal değişim süreci doğrultusundaki politikaları benimseme eğilimindedir. Sosyalist hareketin son çeyrek yüz yılda yaşadığı yenilgi ve gerileme nedeniyle oluşan yaygın umutsuzluk da bu eğilimleri besliyor, bir ehveni şer mantığıyla olumluyor. Bu çerçeve içinde kalan solda, AKP’nin Türkiye’yi sermayenin yeni küresel düzenine eklemleme doğrultusundaki sağ liberal politikalarına, insan hakları ve demokratikleşme alanlarındaki nispi gelişmelere endekslenmiş, bazen açık, bazen dolaylı bir onay tavrı yaygın bir eğilimdir.

Buna karşı gene azımsanamayacak bir kesim, emperyalist devletlerin yönlendiriciliği ve baskısı altında gelişmekte olmasının da etkisiyle bu liberal değişim sürecine karşı milliyetçi ve devletçi bir çizgiye savrulmuş durumdadır.

Genel olarak solun ve devrimci siyasi faaliyetlerin ülkede ciddi bir devrimci siyasi güç haline dönüşememesinde, bu ideolojik temelden kaynaklanan güç kaymalarının, tereddütlü eğilimlerin belirleyici rolü vardır.

Bu koşulların bir sonucu olarak sol, ülkenin geleceğine ilişkin herhangi bir iddia sahibi olmaktan uzaklaşmıştır. Genel olarak sol yapılara hakim olan tarz, kendi içine dönük (kendisi için) siyaset yapmaya ve kendi gücünü konsolide etmeye endekslenmiş siyaset tarzıdır. Bu anlayışların egemen olduğu bir ortamdan yeniden devrimci bir siyasetin geliştirilmesi mümkün olmayacaktır.

Aslında bütün dünyada olduğu gibi bizim ülkemizde de özelleştirmeler yoluyla kamusal alanı ortadan kaldıran, sosyal hakları tasfiye eden, işsizliği ve gelir dağılımındaki adaletsizliği toplumdaki eşitsizlikleri daha da arttıran neo liberal politikalar karşısındaki tepkiler büyük bir potansiyel güç oluşturmaktadır.

Zaman zaman bu tepkiler değişik alanlarda güçlü direniş hareketlerine de dönüşmektedir.

Ancak bu direnişler mevzii savunma anlayışı içerisinde kendi alanlarıyla sınırlı ve etkisiz kalmakta ve süreci tersine çevirebilecek siyasi kanallara akmamakta, dolayısıyla sonuç alıcı politikalara yönelememektedir. Toplumdaki çaresizlik ve umutsuzluk ortamını besleyen bu durum, sonuçta neo liberal politikalardan yaşamları olumsuz etkilenen ve gidişattan hoşnutsuz olan kesimlerin ve milliyetçi veya dinsel tepki kanallarına savrulmasına, ya da siyaset dışı bir pasiflik ve teslimiyet çizgisine çekilmesine sonuç olarak toplumda sağın daha da güç kazanmasına yol açmaktadır.

Bu koşullar altında, milliyetçi ve sağ liberal politikalar karşısında ülkenin geleceğine, ÖDP’nin savunduğu emekten yana özgürlükçü sol düşünceler temelinde sahip çıkan bir politika daha büyük bir kararlılıkla ve iddiayla hayata geçirilmelidir.

AKP tarafından uluslar arası sermaye güçlerinin çıkarları doğrultusunda yürütülen politikalara kararlılıkla karşı çıkan, sermayenin yeni sağ liberal ve milliyetçi politikaları karşısındaki en geniş çevreleri destekleyen, bu güçleri Türkiye’nin geleceğine devrimci bir anlayışla sahip çıkmak temelinde birleştirmeyi hedefleyen bir politik hat izlenmelidir.

Başka türlü bir Türkiye mümkün iddiasını somut ve ciddi bir iddia haline getirebilmek, başka türlü mümkün olamaz.

Ancak bu şekilde kazanma umudunu toplumun en geniş kesimleri içinde yeniden ateşleyerek umutsuzluk sarmalını kırabilir, hayatın içindeki çalışma ve örgütlenmelere ayağını sağlamca basabilen bir devrimci hareketi geliştirebiliriz.

Bunun için Türkiye’nin geleceğine sahip çıkmalıyız! ÖDP’nin kuruluş gerekçesinin özü de kısaca budur.

Oğuzhan MÜFTÜOĞLU (BirGün gazetesi )

Samstag, 17. April 2004

TÜRKİYE’NİN GELECEĞİNE SAHİP ÇIKMALIYIZ

AKP tarafından uluslar arası sermaye güçlerinin çıkarları doğrultusunda yürütülen politikalara kararlılıkla karşı çıkan, sermayenin yeni sağ liberal ve milliyetçi politikaları karşısındaki en geniş çevreleri destekleyen, bu güçleri Türkiye’nin geleceğine devrimci bir anlayışla sahip çıkmak temelinde birleştirmeyi hedefleyen bir politik hat izlenmelidir.

Başka türlü bir Türkiye mümkün iddiasını somut ve ciddi bir iddia haline getirebilmek, başka türlü mümkün olamaz.

Ancak bu şekilde kazanma umudunu toplumun en geniş kesimleri içinde yeniden ateşleyerek umutsuzluk sarmalını kırabilir, hayatın içindeki çalışma ve örgütlenmelere ayağını sağlamca basabilen bir devrimci hareketi geliştirebiliriz.

Bunun için Türkiye’nin geleceğine sahip çıkmalıyız!

Özgürlük ve Dayanışma Partisi, Türkiye’nin uluslar arası sermayenin yeni küresel yönelimleri doğrultusunda yapısal bir değişim sürecine girdiği dönemde, solun ve emek güçlerinin bu sürece madahil olma ihtiyacının da bir ifadesi olarak kurulmuştu. Bir yandan 12 Eylül yenilgisinin diğer yandan dünya sosyalist hareketinde yaşanan gerilemenin etkisiyle güçsüz ve dağınık durumdaki sol hareket açısından bu proje aynı zamanda bir yenilenme projesi olarak da kabul ediliyordu.

Aradan geçen on yılın sonunda karşımıza çıkan Türkiye tablosuna bakarak, o dönemde ülkenin politik hayatına yönelik böyle bir müdahale çabasının ne kadar erekle veya ereksiz olduğu ve ÖDP pratiğinin amaçlara ulaşmada ne kadar başarılı olduğunu, artıları ve eksileriyle birlikte tartışmak kuşkusuz mümkündür.

Ama bu, artık tarihçilerin işi sayılması gereken ayrı bir konudur. Bu gün siyaseten yapılması gereken şey, koşullarda meydana gelen değişimleri doğru olarak saptamak ve politik hedefleri yeniden belirlemektir. ÖDP’nin kuruluşundan bu yana, Türkiye büyük bir hızla, küresel emperyalist sistemin yeni düzenine entegrasyon doğrultusunda büyük bir mesafe almış durumda. Bu gün artık ülkemizin ekonomisinden idari yapısına, hukukundan siyasetine kadar her şey büyük ölçüde ABD’nin başını çektiği uluslar arası sermaye düzeninin gereklerine göre yapılanıyor.

Aralarındaki bazı nüanslara karşın, bugün, uluslar arası sermaye ile bütünleşmiş sermaye kesimleri ve oları temsil eden siyasi partiler tarafından esas olarak benimsenmiş olan bu politika, AKP hükümeti tarafından daha bir kararlılıkla sürdürülmektedir ve Türkiye’nin resmi devlet politikası haline gelmiş durumdadır.

Mevcut/eski düzenden ve devlet yapısından memnun olmayan geniş toplum kesimleri, ‘yenileşme’ adına sürdürülen bu sağ liberal değişim sürecine umut bağlıyor. Bu politikalara karşı oluşan toplumsal tepkiler de, milliyetçi muhafazakar eğitimlere yöneliyor.

Ülkenin siyaset zemini de bu yönelimler etrafında sağ liberal ve milliyetçilik temelindeki iki ana kampa ayrılmıştır. Devrimci siyaset de, aslında ikisi de kapitalist düzenin farklı almaşıklarından ibaret olan bu iki karşı dalga arasında sıkışıp kalmış durumdadır.

Geleneksel sol çevrede yer alan önemli bir kesim, devletin ve mevcut sistemin karakteri karşısında, (küreselleşmenin ve aynı doğrultudaki AB sürecinin eski bürokratik yapıları dönüştürmeyi hedefleyen) bir “demokratik gelişmeye” tekabül etmesi nedeniyle yeni sağ liberal değişim süreci doğrultusundaki politikaları benimseme eğilimindedir. Sosyalist hareketin son çeyrek yüz yılda yaşadığı yenilgi ve gerileme nedeniyle oluşan yaygın umutsuzluk da bu eğilimleri besliyor, bir ehveni şer mantığıyla olumluyor. Bu çerçeve içinde kalan solda, AKP’nin Türkiye’yi sermayenin yeni küresel düzenine eklemleme doğrultusundaki sağ liberal politikalarına, insan hakları ve demokratikleşme alanlarındaki nispi gelişmelere endekslenmiş, bazen açık, bazen dolaylı bir onay tavrı yaygın bir eğilimdir.

Buna karşı gene azımsanamayacak bir kesim, emperyalist devletlerin yönlendiriciliği ve baskısı altında gelişmekte olmasının da etkisiyle bu liberal değişim sürecine karşı milliyetçi ve devletçi bir çizgiye savrulmuş durumdadır.

Genel olarak solun ve devrimci siyasi faaliyetlerin ülkede ciddi bir devrimci siyasi güç haline dönüşememesinde, bu ideolojik temelden kaynaklanan güç kaymalarının, tereddütlü eğilimlerin belirleyici rolü vardır.

Bu koşulların bir sonucu olarak sol, ülkenin geleceğine ilişkin herhangi bir iddia sahibi olmaktan uzaklaşmıştır. Genel olarak sol yapılara hakim olan tarz, kendi içine dönük (kendisi için) siyaset yapmaya ve kendi gücünü konsolide etmeye endekslenmiş siyaset tarzıdır. Bu anlayışların egemen olduğu bir ortamdan yeniden devrimci bir siyasetin geliştirilmesi mümkün olmayacaktır.

Aslında bütün dünyada olduğu gibi bizim ülkemizde de özelleştirmeler yoluyla kamusal alanı ortadan kaldıran, sosyal hakları tasfiye eden, işsizliği ve gelir dağılımındaki adaletsizliği toplumdaki eşitsizlikleri daha da arttıran neo liberal politikalar karşısındaki tepkiler büyük bir potansiyel güç oluşturmaktadır.

Zaman zaman bu tepkiler değişik alanlarda güçlü direniş hareketlerine de dönüşmektedir.

Ancak bu direnişler mevzii savunma anlayışı içerisinde kendi alanlarıyla sınırlı ve etkisiz kalmakta ve süreci tersine çevirebilecek siyasi kanallara akmamakta, dolayısıyla sonuç alıcı politikalara yönelememektedir. Toplumdaki çaresizlik ve umutsuzluk ortamını besleyen bu durum, sonuçta neo liberal politikalardan yaşamları olumsuz etkilenen ve gidişattan hoşnutsuz olan kesimlerin ve milliyetçi veya dinsel tepki kanallarına savrulmasına, ya da siyaset dışı bir pasiflik ve teslimiyet çizgisine çekilmesine sonuç olarak toplumda sağın daha da güç kazanmasına yol açmaktadır.

Bu koşullar altında, milliyetçi ve sağ liberal politikalar karşısında ülkenin geleceğine, ÖDP’nin savunduğu emekten yana özgürlükçü sol düşünceler temelinde sahip çıkan bir politika daha büyük bir kararlılıkla ve iddiayla hayata geçirilmelidir.

AKP tarafından uluslar arası sermaye güçlerinin çıkarları doğrultusunda yürütülen politikalara kararlılıkla karşı çıkan, sermayenin yeni sağ liberal ve milliyetçi politikaları karşısındaki en geniş çevreleri destekleyen, bu güçleri Türkiye’nin geleceğine devrimci bir anlayışla sahip çıkmak temelinde birleştirmeyi hedefleyen bir politik hat izlenmelidir.

Başka türlü bir Türkiye mümkün iddiasını somut ve ciddi bir iddia haline getirebilmek, başka türlü mümkün olamaz.

Ancak bu şekilde kazanma umudunu toplumun en geniş kesimleri içinde yeniden ateşleyerek umutsuzluk sarmalını kırabilir, hayatın içindeki çalışma ve örgütlenmelere ayağını sağlamca basabilen bir devrimci hareketi geliştirebiliriz.

Bunun için Türkiye’nin geleceğine sahip çıkmalıyız! ÖDP’nin kuruluş gerekçesinin özü de kısaca budur.
Oğuzhan MÜFTÜOĞLU

Küreselleşme ve Ulus Devlet

Solun parçalanmışlığından söz ediyoruz. Burada her şeyden önce düşünsel planda bir parçalanma söz konusudur. Son 15-20 yıldır bütün dünyada bir çağ değişimi yaşanıyor. Bu değişim sürecinin dünyada ve ülkede yarattığı sorunlara farklı bakış açıları var.

Bunlar hemen her konuda derin görüş ayrılıklarına dayanan saflaşmalara yol açıyor. Solun ülkede yaşanan gelişmelere karşı bütünsel bir etkinlik geliştirememesi biraz da bu değişim krizinin yarattığı ideolojik saflaşma ve parçalanmadan kaynaklanıyor. Tartışmanın odağında da küreselleşme ve ulus devlet kavramları yer alıyor.

Küreselleşme sürecine ilişkin farklı kavramsallaştırmalar var. Küreselleşme sürecinin ulus devletler üzerindeki etkileri de farklı siyasi tavırlara yol açıyor.

Yaşadığımız dönemde ulus-devletler artık önemini yitirmiş, ulus devlet ile birlikte ulusal planda verilen iktidar mücadelelerinin önemi de ortadan kalkmış mıdır; ulus-devlet küreselleşmeye karşı geliştirilecek mücadele açısından savunulması gereken bir mevzi midir?

DAHA ADİL BİR DÜNYA

Bu çerçevedeki sorulara verilecek yanıtlar, küreselleşmeyle birlikte gündeme gelen bütün gelişmeler karşısındaki farklı tavır alışları da ifade ediyor. Malların ve sermayenin dünyadaki serbest dolaşımı olarak tanımlanan küreselleşme olgusu, solun bazı kesimleri tarafından, ulus devleti ortadan kaldırarak solun uzun yıllardır savunduğu enternasyonalizmi gerçekleştirmesi bağlamında olumlanmaktadır. Bir bakışa göre, karşı konulmaz bir gelişmeye tekabül eden küreselleşmeyi dönüştürmek olanaksızdır, onun aksayan yönlerini düzenlemek, küreselleşmeyi daha adaletli hale getirmek mümkündür ve sol bunun için mücadele etmelidir.

Alternatif küreselleşme kavramı, malların ve sermayenin serbest dolaşımını kapsayan mevcut küreselleşme karşısında hak ve özgürlüklerle, sosyal-iktisadi güvencelerin tüm toplumlar, insanlar için geçerli olmasını talep eden bir yaklaşımı ifade ediyor.

Son dönemlerde yaygınlaşan bir küreselleşme çözümlemesi, onun 'emperyalizmi' aşan yeni dünya sistemi olduğu iddiasına dayanıyor. M.Hard ve A.Negri'nin "İmparatorluk"daki yaklaşımlarına göre, günümüzde ulus devletlerin ortadan kalkmasıyla birlikte emperyalizm de ortadan kalkmıştır.

EMEĞİN DURUMU

Bence, küreselleşme sürecinin ulus-devletleri ortadan kaldırdığı iddiası gerçeği yansıtmıyor. Söz konusu olan şey, eski ulus devletlerin egemenlik alanlarının sermaye ve malların serbest dolaşımına olanak sağlayacak ve küreselleşme sürecinin ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda yeniden düzenlenmesidir. Bu amaçla, merkezi ulusal devletin gücü (yerelleri, etnik ve dinsel cemaat oluşumları da güçlendirilerek) zayıflatılmaktadır. Ancak bugün farklı ulus devlet sınırları içerisinde emeğin farklı değerlere sahip olması bugünkü küresel kapitalizmin işleyişinde (ucuz emeğe sahip olma bakımından) önemli unsurlardan biridir. Bu nedenle bugünkü küreselleşme süreci emeğin serbest dolaşımını kapsamıyor. Bu ve benzeri nedenlerle ulus devletler uzun dönemli olarak zayıflama eğilimi içerisinde olmakla birlikte varlığını sürdürmeye devam ediyor. Keza, AB sürecinin ulusal devletlerin ortadan kalkmakta olmasının bir örneği olarak gösterilmesi de (Almanya –Fransa, İngiltere gibi ulus devletlerin merkezinde oturduğu) bir ulus devletler topluluğu olarak AB sürecinin bugünkü gerçekleriyle bağdaşmıyor.

Bu nedenlerle ulus-devletlerin tamamen ortadan kalkmakta olduğunu varsayan değerlendirmeler sürecin kavranmasını zorlaştırmakta ve ulusal planda yürütülmesi gereken politik- iktidar mücadelesi hedeflerini bulanıklaştırmakta, dünya çapında yol açtığı savaşlarla, bölgesel eşitsizliklerle, açlık ve yoksullukla kol gezen emperyalizmi gizlemektedir.

Öte yandan, küreselleşme sürecinin şimdi kendine göre yeniden düzenlemekte olduğu ulus devletlerin eski yeni-sömürge yapılarını, işbirlikçi imtiyazlı konumlarını kaybetme telaşı içindeki eski egemenlerle birlikte koruyarak küreselleşmeyi önleme mücadelesi yürüten "ulusal solculuğun" şaşkınlıkları ise ayrı bir yazı konusu.


Oğuzhan Müftüoğlu
oguzhanmuftuoglu@birgun.net

Birgün Gazetesi

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren