Sitem hakkinda

Bu sitede diger sitelerden sectigim yada gazetelerden buldugum ve sizlerle paylasmak istedigim yazi,siir,resim vs seyleri bulacaksiniz.Umarim begenirsiniz.

Okuduklarim


Barış Pehlivan , Barış Terkoğlu
Metastaz

Dinlediklerim

Seyrettigim filmler

MISAFIR DEFTERI

Oguzhan Muftuoglu

Donnerstag, 13. September 2007

AKP'nin sol versiyonu aranıyor

AKP'nin sol versiyonu aranıyor

Yeni sol tartışmalarında istenen şey bana göre AKP'nin bir sol versiyonu. Emperyalizme, kapitalizme, onun politikasına karşı durmayan bir politika. Bence üçüncü cephe Avrupa Birliği'nin kapitalist düzenini de eleştiren, emperyalizme ve onların politikalarına karşı duran bir hareket olmak zorunda. Bağımsız aday gösterilemez diye bir düşünceye sahip değilim. Fatsa'da 80 öncesinde Fikri Sönmez'i gösterdik ve kazandık. Ama kendi gücümüze güvenerek kazandık. Şimdi ise biraz abartılı bir şekilde Kürt hareketinden istifade ederek bir şeyler yapma anlayışı çok fazla öne çıktı...

* * *

Devrimci Yol davası sanıklarından ve ÖDP eski PM üyesi Oğuzhan Müftüoğlu ile, Türkiye'deki neo-liberal gelişmeler ve solun bu aşamadaki görevleri üzerine konuştuk. Bağımsız adaylık sürecine de değinen Müftüoğlu, solun Kürt hareketi desteğiyle Meclis'e girmiş olmasına dair eleştirilerini aktardı.

» Seçim sonuçlarını genel olarak değerlendirirsek...
Seçimleri liberalizmin zaferi olarak görüyorum. Seçimlerden önce şöyle bir tartışmamız vardı Türkiye solunda: En ciddi tehlike acaba liberalizm midir, milliyetçilik midir? Milliyetçiliği tabii ki bir tehlike olarak görüyorum ama dünya çapında milliyetçilik liberalizmin yedeğine düştü artık. Türkiye'deki siyasal gelişmeler de dünyadaki rüzgâr doğrultusunda yürüyor. Darbe söylentilerinin, muhtıranın seçimler üzerindeki etkisi üzerinde çok duruldu. Ben muhtıranın mesnetsiz bir güç gösterisinden, kaba bir güç gösterisinden ibaret kaldığını düşünen birisiyim. Elbette darbeye karşı çıkmak gerekir, ama her şeyi bir darbe kaşıdığı üzerinden kurgulamanın sonuçta AKP çizgisine düşen bir tavra yol açabileceğini düşünüyorum. CHP'nin seçimlerde oy kaybettiği söyleniyor. Bana göre çok bile oy aldı. Bir kere CHP düzen eleştirisinden vazgeçerek rejim savunucusu durumuna düştü. CHP'nin zaten konumu geleneksel olarak bir devlet partisi, düzen partisi olmaktır. 60'ların ortasına kadar böyleydi. Dünyadaki ve Türkiye'deki gelişmeler bir şekilde CHP'yi görece sol, 'ortanın solu' diye tabir edilen sosyal demokrasi doğrultusunda bir yönelime itti. Ama bir süreden beri, dünyadaki bu küreselleşme sürecinin Türkiye'deki etkileriyle ve devletin neo-liberal değişim sürecine girmesiyle beraber, CHP rejim savunuculuğu misyonunu sahiplendi. Zaten rejimi korumaya yöneliyorsan, rejimin altyapısı olan mevcut düzeni de savunmak durumunda kalırsın.

» Din etkeninin rolü ne olmuştur?
Bir askeri darbenin olanaksızlığı kadar bir şeriat tehlikesinin de Türkiye için var olmadığını düşünüyorum. Evet; AKP, politikalarını aslında toplumdaki dinci eğilimleri güçlendirerek yaygınlaştırıyor. Besleyerek ve biraz da onlara yaslanarak iktidarını kuvvetlendiriyor. Neo-liberal politikaları da din sayesinde daha kolay benimsetiyor. Ama ılımlı İslam dedikleri de bu zaten. Tehlikeden söz edilecekse, tehlike bugünkü durumdur. 'Şeriat gelecek' söylemi gerçek durumu gizliyor; var olan neo-liberal ve ılımlı İslam karışımının yönetimine muhalefeti de engelliyor.

» O halde 'Üçüncü cephe' tarifinde de bir kavram karmaşısı söz konusu, öyle mi?
Üçüncü cephenin ne olduğunu belirlemek, birinci ve ikinci cephenin ne olduğunu çok iyi belirlemekten geçer. 'Vesayet rejimine karşı demokrasi' diyerek düzen eleştirisini bir kenara bırakan, sadece rejim üzerinden siyaseti yürütmeyi amaçlayan ve o rejim sorununu askeri vesayet üzerinden saptayan, alternatifi de sivilleşme olarak gören, vesayete karşı mücadeleyi esas olarak gören bir sol söylem egemen Türkiye'de. Bunun da CHP'nin düştüğü yanılgının zıttı bir bir yanılgı olduğu kanısındayım. Bu neo-liberalizmin soldaki etkisiyle izah edilebilecek bir şey. Abartılmış bir milliyetçilik tehlikesi, dinci liberal akımlar karşısında daha hoşgörülü ve hayırhah bir tutuma yol açıyor.

» Bu durum solun toplumla kuracağı iletişimi de engellemez mi? Sol rejimi onarmak üzere işlev gören bir harekete dönüştü neredeyse, değil mi?
Tabii ki sol askeri darbelere duyarlı olmak durumunda. Ama bunu düzenle, kapitalizmle, emperyalizmle bağını kopararak ele alırsanız olmaz. Zaten ABD bütün dünyada strateji değiştirdi; askeri darbeler yerine artık neo-liberal yönetimleri doğrudan destekliyor. Tırnak içinde bir demokrasiyi, sınıf meselesini göz ardı eden bir demokrasiyi de neo-liberal programın bir parçası olarak ikame ediyor. Askerlerin düzenle, kapitalizmle, emperyalizmle bütünleşmiş rollerine karşı açık bir tavır içinde, düzen ve rejimle kavgasını birlikte yürüten bir sol gerekli bana göre.

» 'Çatı partisi' kavramı önümüzdeki dönemde çok tartışılacak gibi görünüyor. Bir çatı partisinin işlevi ne olabilir Türkiye solu için?
Sosyalist solun sorununun bir çatı partisiyle çözülebileceği kanısında değilim. Seçimler falan mevzu olduğunda belki bir çatı partisi ihtiyacı hep öne çıkıyor ama asıl sorun fikir cephesinde. Fikir ve hayat içindeki karşılığı anlamında eylem! Fikir karışıklığından kurtulmuş, kendi devrimci iddialarında birleşen ve toplumsal hayat içinde kendi yatağını açabilecek eylem hattına sahip bir sola ihtiyaç var bugün. ÖDP aslında bir ölçüde böyle bir çatı partisi görünümüne sürüklenmeye çalışılan bir kitle partisi süreci yaşadı. Ve ÖDP, öyle sol grupları bir araya getirerek çözüm üretilemeyeceğinin bir tarihi oldu.

» Hâlâ eğer solda bir birlik olacaksa solun bileşenlerini bir araya getirecek olan etkiyi ÖDP'nin oluşturabileceği söyleniyor...
Bana göre son birkaç yıldır ÖDP aslında kuruluş döneminden bu yana gelen misyonunu belli ölçüde tamamlamış, kendisini yenilemesi gereken, kendisini aşması gereken bir duruma gelmiştir. Çünkü artık Türkiye ÖDP'nin kurulduğu koşullarda değil. ÖDP'nin kurgulanış biçimi artık eskidi. ÖDP'nin artık daha geniş, kapsayıcı, kitleselleşecek, kitle ilişkilerine önem veren, kitle çalışmasına, sokak çalışmasına önem veren bir parti haline dönüşmesi gerekiyor. Parti son birkaç yıl içerisinde yapması gereken değişimi, sıçramayı gerçekleştiremedi. Sanırım bağımsız adaylık sürecinde bazı dış müdahalelere de uğradı ve iç problemler yaşamaya başladı. Partiyi yarılmaya sürükleyen bir durum zorlanıyor. Bu handikapı atlatması gerekiyor ÖDP'nin.

» ÖDP'nin bir Devrimci Yol partisi yapılmak istendiğinden söz ediliyor...
ÖDP'nin kuruluşunda Devrimci Yol geleneğinden gelenlerin önemli bir yeri olduğu doğru. Benim de içinde bulunduğum bir grup olarak doksanlı yılların başında uzunca bir tartışma süreci yaşadık. Özetleyecek olursak: Dünyada sosyalizm mücadelesinin bir dönemini sona erdiren önemli gelişmelerin yaşandığı, bugünkü koşullarda hareketin geçmiş çizgisini sürdürmenin mümkün ve doğru olmadığı, devrimci düşüncenin şimdi ancak geçmiş geleneksel sosyalizm süreçlerinin devrimci bir eleştirisi üzerinden kendisini yenileyerek ilerleyebileceği, bunun için geniş, taban inisiyatiflerine dayanan, sol ve emek güçlerinin bütün potansiyellerini içerisinde birleştiren bir kitle partisiyle neo-liberal değişim sürecine karşı bir direnme odağı oluşturulabileceği şeklindeki düşüncelerle ÖDP'nin kuruluşuna öncülük ettik.

Türkiye solunun bu olanağı doğru değerlendirebildiğini söyleyemem. Bu saptamadan kendimizi ayrı tutuyor da değilim. Bugün Devrimci Yol'un siyasetle, politika ile ilgilenmeye devam eden kesimlerinin önemli bir kısmı ÖDP içerisinde, bu doğru. Ama, ÖDP içinde Devrimci Yol'un bir hükümranlık kavgası içinde olması gibi bir şey söz konusu olamaz. Devrimci Yolcular zaten çok farklı farklı düşünceler içerisinde. Bu neo-liberal sürecin düşünce yapısının bizim sürecimizi de etkilediği çok açık bir şey.

» Ahmet İnsel, Radikal İki'de 70'lerin devrimcileri arasında hâlâ etraflarına birilerini toplayıp o dönem çizgisini sürdürmek isteyenler olduğunu söyledi...
Sanırım burada mesele solun seksen öncesi devrimci yönelimleriyle bağlarının kopartılması meselesidir. Seksen öncesi dönem doğrusuyla yanlışıyla yüzbinlerce insanın katıldığı ve Türkiye devrimci mücadele tarihinin en büyük süreçlerinden biridir. Bu dönemi silip atarak Türkiye'de hiçbir şey yapılamaz. O grupları aynen yaşatmaya kalkmak bir yanlışsa, bu dönemi silip atmak, "İşte bir şeyler olmuş, artık onlar geride kaldı" demek de aynı derecede yanlıştır. Sol köksüz olamaz ve kökünü en çok buralardan almak zorundadır, buralardan alacaktır.

Yapılmak istenen aslında 'yenilenme' diye diye geçmişin devrimci değerlerini çürüterek liberal-sol bir projenin önünü açmaya çalışmaktan başka bir şey değil. Dünya çapında esen büyük sol-liberal fikirlerin hegemonya mücadelesi yaşanıyor. Bu hegemonyaya direnenleri, sol-liberal fikirlerin rahat gelişmesi için engel olarak görüyor, ortadan kaldırmak istiyorlar.

» ÖDP'nin önündeki süreç nasıl gelişecek sizce?
Biraz karamsarım doğrusu. Biraz zorlama, kişi bazlı bir tartışma sürecine sürüklendi parti. Kongrede Ufuk Uras'ın yaptığı konuşmayla başlatılan bir süreç var. Bunu doğru bulmuyorum. Bağımsız adaylık süreciyle ilgili ise şunu söyleyebilirim: DTP için çok mantıklı bir şeydir. ÖDP için problem yaratmıştır. İyi yönetilememiştir bu süreç. Yani yine şu veya bu kişi aday olabilir, seçilebilirdi ama parti içerisini bu kadar karıştıracak biçimde, içinde sorunlar olsa bile Türkiye solu için iyi kötü bir şeyler çıkartabilecek güçlü bir birikimi taşıyan bir partiyi korumak yerine bu kadar karıştıracak bir şey yapılmamalıydı. Özen gösterilmeliydi bu birikime.

» Bağımsız aday projesinden duyulan heyecan kimilerince de solun başarı kazanma ihtiyacı olarak yorumlanıyor. Solun başarı tarifi nasıl yapılmalı?
Bir hareketin başarılı olmasında kazanma umudu yaratabilmesi çok önemli. Kaybedene oynamayı istemez kimse. Kitleselleşebilmek biraz da bu konudaki eşiği atlamaktan geçiyor. ÖDP bu anlamda kazanma umudunu henüz yaratamadı. Bunda parlamentoya endekslenmiş bir bakış açısının mutlaklaştırılmasının da rolü var. Bağımsız adaylık konusu işte bu umutsuzluğu kıracak bir yol olarak göründü. Nasıl olursa olsun bir şey başaralım diye düşünüldü.

Ama gerçek anlamda bir başarı, bu şekilde, adeta bir yerlerden ödünç başarı tedarik edilerek elde edilemez. Özgücüne dayanan doğru siyasetierle iğne ile kuyu kazılarak, bedeller ödenerek, kitlelerin güveni kazanılarak elde edilebilecek bir şeydir başarı... Bağımsız adaylık sürecinin bu bakımdan biraz abartıldığını düşünüyorum. Kuşkusuz orada elde edilebilecek bir sonucu da bütünüyle küçümsemek doğru olmaz, muhakkak bazı avantajlar ve imkanlar sağlar ama yarattığı sorunlara değer mi bilemiyorum. Daha kolay yoldan başarı kazanma anlayışlarını güçlendiren bir siyaset anlayışına götürüyor. Bunun ÖDP'nin gerçek kuruluş ilkelerine çok zarar verdiğini düşünüyorum.

En çok eskitilen kavramlardan biri de 'devrim'. "Artık devrime ihtiyaç yok, devrim dönemleri kapandı" diyorlar. Bu konudaki inanç yitimi en büyük sorunudur solun. Gündelik başarı arayışlarına yol açan nedenlerden biri de bu. Oysa devrim toplumların gelişme yasasının en temel değişmez ilkesidir. Dünya tarihi mutlaka yeni bir devrimler çağı yaşayacaktır. Belki tarihte yaşanmış örneklerinde olduğu gibi değil, ama mutlaka kendi yolunu çizecek bir devrimler çağını dünya yeniden yaşayacak. Bunu kendi anayasasına almayan bir mücadelenin bir manası yoktur.

* * *
Sol, sorunlarını Kürt hareketinden faydalanarak çözme hatasına kapılmamalı

» Seçimlerin bu kadar merkeze oturtulmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? 37 yıl sonra elde edilen bir başarıdan söz ediliyor...
Şu 37 yıl lafı tabii Türkiye devrimci hareketinin tarihini iyi bilmemekten ya da çarpıtmaktan kaynaklanan bir şey. 70'li yıllarda yaşanan sürecin Türkiye Sosyalist Hareketi'ne en önemli katkılarından birisi bence solun kendi dışındaki güçlere dayanarak siyaset yapma alışkanlığını kırması oldu. Şimdi '37 yıldır ilk defa' söylemiyle bu tarihi sürecin üzerinden atlanıyor.

Ben bağımsız aday gösterilemez diye bir düşünceye sahip değilim. Nitekim Fatsa'da 80 öncesinde biz bağımsız aday olarak Fikri Sönmez'i gösterdik ve kazandık. Ama kendi gücümüze güvenerek kazandık. Şimdi ise biraz abartılı bir şekilde Kürt hareketinin bağımsız girmeye karar vermesinden sonra bir tür ondan istifade ederek bir şeyler yapma anlayışı, bir tür fırsatçılık anlayışı çok fazla öne çıktı. Bunun için ben buna biraz eleştiri ile yaklaştım. Çok farklı bir dinamiğe sahip olan Kürt hareketinin bazı etkilerinden faydalanarak kendi sorunlarını çözme hatasına kapılmamalıdır sol. Bu büyük bir yanılgı olur. Türkiye devrimcileri Türkiye toplumunda devrimci ve demokratik düşünceleri ne kadar yaygınlaştırıp güçlendirirlerse o kadar çok destek olabilirler Kürtler'in sorunlarının çözümüne. Doğru olanın da bu olduğunu düşünüyorum. Aksi takdirde Türkiye toplumu bu kadar çok şoven, milliyetçi, gerici, dinci fikirlerin etidsi altındayken, onlarla yeteri kadar bağ kuramamış bir solun, dar ve marjinal bir duruma düşmüş bir solun, Kürt hareketine yapışarak ne onlara ne kendisine bir faydası olacağını sanıyorum.

Ben DTP'nin önerisiyle Ufuk Uras'ın bağımsız aday olması sürecinde biraz eleştirel baktım meseleye. Parti Meclisi'nde kabul edilmeden, dışarıdan bir emrivaki ile getirilmiş olmasına... Sonra DTP'nin Bin Umut Adayları içerisinde ÖDP Genel Başkanı'nın aday olmasını da problemli gördüm.

* * *

Bana göre üçüncü cephe AB'yi ve emperyalizmi eleştirmeden yapılamaz

'Üçüncü cephe' kavramı tam olarak ne ifade etmeli sizce?
Cephenin bir tanesi neo-liberal cephe ise, bunun iyi anlatılması gerekir. Emperyalizme karşı durmayan bir üçüncü cephe olamaz. İkinci cephe Avrupa Birlikçi'dir, Batıcı'dır. Avrupa Birlikçi bir üçüncü cepheden de söz edilemez. Avrupa Birlikçi bir sol aslında birinci cephenin bir versiyonu olur. Yani AKP'nin yürüttüğü neo-liberal politikalar doğrultusunda rejimin demokratize edilmesiyle yetinen, bunu benimseyen, bazı eksiklikleri işte "Yeteri kadar demokratik değil diyerek" eleştiren, biraz daha demokratik, sosyal haklar vesaire ile beslenmiş bir üçüncü cephecilik bana göre ikinci cephenin bir sol versiyonudur.

Yeni sol tartışmalarda da görüyorum. İstenen şey bana göre AKP'nin bir sol versiyonu. Emperyalizme, kapitalizme, onun politikasına karşı durmayan bir politika. Bana göre üçüncü cephe Avrupa Birliği'ni de eleştiren, onun kapitalist düzenini de eleştiren, emperyalizme ve onların politikalarına karşı duran bir hareket olmak zorundadır. Sadece rejim eleştirisi yapan değil, bugünkü neo-liberal düzenin ve içlerinde onun ideolojisinin hegemonik hale getirilmiş olduğu sol liberal hareketlerin de eleştirisini yapan bir cephe olmak zorundadır. Bu İslami hareketle kırılmış bir neo-liberalizm belli ki Türkiye'de ikinci cephenin belirleyicisi olacaktır. Sol buna karşı, bunu aşan bir mücadele içerisinde kendini var edebilir. Muhafazakâr konuma düşmeden.

Avrupa demokrasisini aşan -çünkü bana göre Avrupa'daki demokrasi, liberal demokrasi de çağını tamamlamış bir demokrasidir - onu aşan bir demokrasi anlayışıyla, onu aşan bir düzen eleştirisiyle ancak üçüncü cephe politikası başarılı olur.
OĞUZHAN MÜFTÜOĞLU:Sol tartisiyor adli yazi dizisinden

http://birgun.net/bolum-57

Sonntag, 13. Mai 2007

Pat iyidir

12/05/07
Cumhurbaşkanı seçimi beklendiği gibi bir uzlaşmayla sonuçlanmadı ama iki egemen sınıf kutbu arasındaki mücedelede şimdi bir "pat" (berabere) durumu söz konusu.

Bugünkü koşullarda ancak taraflardan birinin kazanmasıyla sonuçlanabilecek olan bu kriz'in devam etmesi anlamına gelen bu "pat" durumu sanılanın aksine o kadar kötü bir şey değildir.

Bu tür "nisbi denge" durumları, bir tarafın kesin hâkimiyetiyle sonuçlandığı durumlara oranla, görece daha demokratik, daha özgür bir ortama yol açabiliyor. Şu anda krizin demokrasi cephesini oluşturduğu varsayılan AKP bu görüntüsünü bile karşıtlarının kendi üzerinde kurduğu baskıya borçludur. Onların kesin hâkimiyet kurabildikleri anda neler yapabileceklerini, (İran gibi) başka ülkelere gitmeye de gerek yok, Sivas'tan Malatya'ya kendi ülkemizin yakın tarihindeki marifetlerinden çıkarabilirsiniz. 1 Mayıs 07 en taze örnektir. Ötekilerin ne yapabileceklerini ise, 12 Mart'ta, 12 Eylül'de yaşadıklarımızdan biliyoruz. O nedenle, bizim berabere kalmalarınıtercih etmemiz normal sayılmalıdır. ***

Şimdi bu söylediklerimizden kalkılarak bizi darbecileri desteklemekle, muhtıraya karşı çıkarak demokrasiyi savunmamakla suçlayanlar olabilir. Darbeye, muhtıraya karşı çıkarken, "Şeriat'a da" diyerek dengecilik yapmamak gerekir deniyor. Ben de doğrusu sol AKP yandaşlarının serzenişleri bir yana, ilkesellik adına soldan da savunulan bu mantığı anlamakta zorlanıyorum. Çünkü aslında bu şimdi eşit, özgür ve demokratik bir Türkiye için üçüncü cepheye çağrıdan başka bir şey değildir.

Bugün gerçekten ortada 12 Eylül gibi, 12 Mart gibi bir darbe ortamı söz konusu olmuş olsa, söylendiği gibi, AKP'yi, şeriatı şunu bunu bir yana bırakarak darbeye karşı şimdiki gibi sınırlı da olsa demokrasi için mücadele etmek en önemli iş haline gelebilirdi. Ama, daha önce de birkaç kez "darbe de yok şeriat da" diyerek yazdığım gibi, bugün koşullar böyle bir faşist darbe için uygun olmadığı gibi, sözcüğün ifade ettiği anlamda bir şeriat tehlikesi de söz konusu değildir.

Evet, bayrağı kapıp koşmanın saçmalığı ortada ama, Cumhuriyet Mitingleri'ndeki "görülmemiş" diye tanımlanan kalabalıkları, kur-gulayıcılarının niyeti ne olursa olsun, faşizmin kitle tabanı olarak görmek de bir o kadar yanlıştır.

Zaten bakın şimdi maç uzatmaya gitti ve sandığa havale edildi. Şimdi ne yapacağız? Darbecilere karşı çıkmak için AKP'nin bu sefer kahir ekseriyetle kazanması için uğraşamaya-cağımıza, ya da "şeriat tehlikesinden kurtulmak için" daha şimdiden "küreselleşmenin zamanımızın inkâr edilmesi mümkün olmayan bir gerçekliği olduğunu" tesbit ederek piyasa ekonomisine uyacaklarını ve AB sürecinin devam edeceğini ilan eden Baykal'ın CHP'sinin kazanmasına çalışamayacağımıza göre, ne yapacağız?

Bu yüzden hiçbirinin kazanamadığı bu "pat" hali iyidir diyorum. Hiç değilse şimdilik.

Egemen sınıf güçleri arasındaki hâkimiyet krizleri, taşıdıkları risklerin yanı sıra, muhalefet güçleri için kendilerini daha net çizgilerle tanımlayarak geliştirebilmeleri için önemli imkânlar da barındırır. Bugün yaşanan kamplaşmanın da olumsuz etkilerinin yanı sıra bir üçüncü cephenin gelitirilmesi için sunduğu olanaklarda vardır.

Ancak bu "olanaklardan faydalanma" konusu, şu fındık reklamında söylendiği gibidir:

O da, doğal olarak, ancak "yerseniz" iyi gelirmiş!

Donnerstag, 3. Mai 2007

Hayatın ironileri

03/05/07
Geçmişte yaşananların gölgeleri, gözlerimizin önüne çekilmiş ince bir perde gibi, yaşamakta olduğumuz zamanın üstüne düşüyor. Geçmiş bu şekilde bazen yaşadıklarımızı anlamakta yardımcı olduğu gibi, çoğu zaman da şaşırtıyor bizi.

Daha bir hafta önce yalaka basına göre Başbakan tarafından mükemmel yönetilen Cumhurbaşkanı seçim süreci, araya bir "sanal muhtıra" da sıkıştırarak hepimizin başını döndürecek zik zaklar çizerek devam ediyor.

12 Mart ve 12 Eylül'ün anıları bu kadar tazeyken elbette darbeye hep birlikte karşı çıkıldı ve Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararının da katkılarıyla darbe tehlikesi savuşturulmuş oldu. Şimdi herkes Baykal'ın uzun süredir hükümete karşı bir koz olarak kullandığı 367 şifresinin, hükümet için bir kurtuluş kapısı açtığında hemfikir.

Malum basın, Erdoğan'ın seçim kartıyla inisiyatifi bir kere daha ele geçirdiğinden söz ediyor.

***

Bütün yaşananlar sahnede oynanan bir oyun gibi. Sahnenin her değişmesinde ekranlardaki yorumcuların araştırıp üzerinde durduğu konular bugün yaşadığımız hayatın bir yüzünü gösteren şifreler gibiydi.

"Erdoğan, eşi türbansız birini işaret edecek" sinyali geldiğinde endeksin ucu yukarı kalkıyor,

"Gül sürprizi" ortaya çıkınca piyasalar biraz dalgalanıyordu.

Darbe olasılığı ortaya çıkınca en önemli mesele piyasaların bunu nasıl karşılayacağıydı.

Eğer yüksek mahkeme 367'ye göre iptal kararı verirse borsa rahatlayabilir, aksi halde yabancıların buna karşı nasıl hareket edeceği kestirilemezdi.

Bir yetkili, borsadaki yatırımların yüzde yetmişinin yabancılara ait olduğunu bildirdi. Diğer yüzde otuzun çok büyük bir kısmını da büyük yatırımcılar teşkil ediyordu. Borsada artık küçük yatırımcı yoktu.

Babacan en kritik günde sahneye çıktı ve "Allah göstermesin", demokrasiye yapılacak bir müdahalenin borsa ve tahvile 60 milyar dolar yatırmış olan yabancı yatırımcıları çok olumsuz etkileyeceğini açıkladı. Çünkü yabancı yatırımcılar, Türkiye'nin yüzü Avrupa'ya çevrildiği için geliyordu. Çocuklarımızın geleceği için bu çok önemliydi.

***

Bizim çocuklarımızdan birinin adı Eylem.

Yirmi yaşlarında bir genç kız. Bir özel sağlık kuruluşunda çalışıyor.

Bu konuları çok iyi biliyorum ya, "şimdi ne olacak" diye sordu. Erken seçime gidilip gidilmeyeceğini merak ediyordu. 'Niye merak ediyorsun, borsada hisse senetlerin mi var,' 'yoksa dolara mı yatırım yaptın' diye sordum, şakayla. 'Ne borsası abi,' dedi. Onun hayatının şifreleri başkaydı. Üç kere KPS'ye girmiş. Şimdi tayin beklerken, seçim olursa tayin işinin gene yatacağından korkuyordu. Bir arkadaşları varmış, işsizlikten ve çaresizlikten, (mütedeyyin!) birini bulunca, inançlarına uymadığı halde, hemen o da örtünmüş! 'Durum bu kadar kötü' dedi.

Şimdi bir kere daha 'yabancıların' hayatlarına ait şifrelerle kodlanmış bir erken seçim daha yapılacak.

Tamam, darbeye de şeriata da karşıyız da, bu konuda bizim şifremiz ne olacak şimdi?

Eylem'lerin, Deniz'lerin, Ulaş'ların hayatlarına ve geleceklerine dair...

Oğuzhan Müftüoğlu

oguzhanmuftuoglu@birgun.net

Samstag, 21. April 2007

14 Nisan darbesi

21/04/07
Her ne kadar ben önceki haftalardaki yazılarımda "bugünkü koşullarda darbe mar-be olmaz" diye yazmışsam da, düzenleyicileri arasında adları darbeciye çıkmış asker emeklilerinin bulunduğu ve hemen herkesin "Cumhuriyet tarihinin en büyük mitingi" olduğunu söylediği 14 Nisan mitinginin bizatihi kendisi bir "14 Nisan darbesi" olarak gerçekleşti!

Bu değerlendirmede genelde bir mutabakat bulunmasına karşın, 14 Nisan'ın kimi "darp"ettiği konusunda farklı yaklaşımlar var. Darp edildiği düşünülenler arasında AKP hükümeti ve Tayyip Erdoğan'ın yanı sıra (bizimki de dahil!) medya kuruluşları, mitinge katılmayan kitle örgütleri ve sol kuruluşlar da var.

Mitingi olumlayan pek çok yazar mitingin "kürsü"süyle "meydan" arasındaki ayrıma işaret etti. Yurtdışında televizyon yayınlarından izlediğim kadarıyla mitingin olumlanabilecek yanlarından biri, (Malatya'da işlenen cinayetlerden sadece üç beş gün önce!) ülkedeki misyonerlik faaliyetlerinden şikâyet edilen kürsünün koyu bir milliyetçi, devletçi söylemle donatılmış çağrılarının yüz binlerle ifade edilen meydanda hemen hiç yankı bulmamış olmasıydı. Bence bu da, 14 Nisan'ın kürsüdeki darbecilere pek de farkedilmeyen darbesiydi!

Buna karşı başta Cumhuriyet yazarı Mustafa Balbay ve Milliyet yazarı Melih Aşık gibi yazarlar kürsü cenahından konuşanlar safında yer aldılar. Onlar, adları darbeciliğe çıkmış eski subayların çağrılarına temkinli bir yaklaşım gösteren ve yıllardır o meydandaki yüzbinle-rin haklarını savunmak için amansız bir mücadele yürütenlere darbe vurmaya çalışıyorlar.

Bizi ya milliyetçi-devletçi laik kampta ya da liberal-dinci kampta yer almaya, yanında saf tutmaya zorluyorlar! Hep aynı ikilem. **•

Temcit pilavı gibi durmadan yazmaktan usandım: EceTemelkuran'ın Milliyetteki "değişeceğiz" başlıklı güzel yazısından -özetleyerek- aktarayım:

"Aydınlar ve bilhassa sol aydınlar epey bir zamandır iki kampa bölündü. Memleketin en ciddi sorununun milliyetçilik olduğunu düşünenler İslami çevrelerle yakınlaşıp özgürlükler meselesini "inanç özgürlüğü" çevresinde ve bununla sınırlı olarak algılama eğiliminde oldular. Birincil sorunu muhafazakârlaşma ve İslamileşme olarak görenler, giderek sertleşen bir biçimde ulusalcı kampı oluşturdular. Birinci grup bütün yasaklara karşı çıkar gibi görünmekle birlikte en büyük ve en derin yasakları getiren dini sorgulamayı kendilerine yasak saydılar. Üstelik dinin insanlara ve bilhassa kadınlara getirdiği yasakları, özgürlükler adına cansiperane savunurken, kendi gündelik hayatlarının bundan hiç etkilenmediğini ama mesela Adıyaman'daki on üç yaşındaki bir kızın kendileri gibi ayrıcalıklı bir hayat yaşamadığını, muhafazakârlaşma karşısında hiçbir gücünün olmadığını düşünmediler.

Aydınlardan ulusalcı kampı oluşturanlar ise enternasyonal sol değerleri bir hışımla lanetleyip Türkiye'yi dünyanın dışında tek başına bir ülke olarak tanımlamaya gidecek şuursuzluğa vardırdılar işi... Sonuçta Hran-t'ın cenazesinde ve Ankara mitinginde gördük ki memleket hem aşırı milliyetçiliği hem de hayatın ve siyasetin İslamileştirilmesini aynı oranda tehdit olarak görüyor... Oysa onlar Malatya'da saldırı yapanların ve benzerlerinin hem "Vatan için yaptık" hem de "Din düşmanlarına ders olsun" dediğini görüyor. Tehlikenin hem milliyetçi hem dinci olduğunu biliyor."

Durum aslında kısaca bundan ibarettir.

Ancak ne kadar haklı olursanız olun, var olan duruma karşı sadece itiraz etmek yetmiyor. İtirazın hayatın içinde kendini somut bir seçenek olarak, ortaya koyması gerekir.

Sorun da burada.

Bugün gericiliğin "ilerici" bir misyon takınarak karşımıza çıkartıldığı ve eskiyle yeninin bir çatışması gibi gösterildiği bu ikilem aslında söz ve fikri düzeyde kalan devrimci bir misyonun yaşanan hayatın içinde somut olarak, bir eylem hattı ve hayat tarzı olarak henüz kendisini ortaya koyamamış olmasından kaynaklanan boşluktur.

Bu anlamda 14 Nisan darbesi biraz da bu boşluğa karşıdır.

Oğuzhan Müftüoğlu

oguzhanmuftuoglu@birgun.net

Sonntag, 11. März 2007

Yaban ördeği veya maymun olmak

Uzunca süredir bir hayli seferi bir hayat yaşıyorum. Bu nedenle gündeme ilişkin tartışmaları yakından takip edemiyorum. Zaman zaman yazılarımda eski yazılarıma gönderme yapmamın nedeni biraz da bu. Bazen farklı anlamlandırmalara da yol açabiliyor ama, önceki bir yazımda da aktarmıştım Mevlana'nın deyişini: (galiba şöyle bir şeydi: "Ne kadar bilirsen bil, anlatttığın şey, dinleyenin bildiği kadardır."

Bugün de öyle bir gün işte. Yazacaklarımın çoğu bana gönderilmiş yazı veya notlardan oluşuyor:

Yaşadığımız zamanın bozucu özelliklerinden birinin bireyciliğin kutsanması olduğunu söylemek mümkün. Oluşturulan yeni hayat tarzının esası bir bakıma bu kavram üzerine kuruldu. "Hayat kısa keyfine bak diyorlar." Neoliberaliz-min yaratmak istediği toplum, haksızlığa, eşitsizliğe ve zulme itiraz etmek yerine, kendilerini "kurtarmaya" çalışan ve kendi başlarına gelmedikçe sorunlara seyirci kalan insanlardan oluşan bir toplumdu. Başlangıçta garipsenen "Dayanışma" kavramının parti adına eklenmesi bu bakımdan önemliydi. İlk bölüm bu konuda:

"Öteden beri insanın kendi çıkarını her şeyin önüne almasının ve 'ben' kavramının bir tür 'bencilliğe' varmasının "doğal" olduğu varsayılır ve bu konuda doğadan örnekler verilir. Bu konuyla ilgili olarak şöyle bir deney aktarılır:

Bir maymunu yavrusu ile birlikte bir kafese kapatmışlar ve sonra kafesin iletken olan zeminini ısıtmaya başlamışlar. Zemin ısındıkça iki maymun da önce zıplamayarak ayaklarını yanmaktan kurtarmaya çalışmışlar. Isı biraz daha artınca anne maymun önce yavrusunu kurtarmak için kucağına almış. Ama sıcaklık dayanılmaz hal alıp artık ayaklarını iyice yakmaya başlayınca, yavrusunu yere koyup üstüne çıkmış.

Bu şekilde bireyin kendi çıkarını temel almasını haklı çıkarmak için verilen örneklere karşı, yaban kazlarının veya kargaların kendi içlerindeki dayanışmayı gösteren örnekler de var.

Bir yaban ördeğinin yumurtaları arasına keklik yumurtası da karışmış. Kuluçkaya yatan ördeğin yumurtalarından birçok yavru çıkar ve ördek, onların arasındaki kekliği de sahiplenir. Hep birlikte kırda dolaşırken, yavrulardan birini kapmak isteyen tilkinin saldırısıyla karşılaşırlar. Ama anne ördek, yavrulardan hiç olmasa birini, belki keklik yavrusunu vererek kendi canını kurtarabilecekken, tilkiye karşı koymaya çalışır. Bir tek yavrusunu feda etmektense kendi canını ortaya koyar."

İnsanın atasının maymun olduğu söyleniyor. Ama bakarsanız yaban ördeği olmak bile maymun olmaktan iyi gibi görünüyor!

İkinci aktaracağım yazı bölüm felsefeden: Sizce herşey bölünebilir mi? diye başlıyor:

"Bölünemez derseniz, söyleyeyim, Elea'lı-lar da sizin gibi düşünüyordu. Bazı şeylerin bölünebilir bazı şeylerin bölünemez olduğu fikrini de kabul etmiyorlardı. Parçalara ayrıla-mayan birşey, parçalardan yapılmış olamayacağından bu iki türün tek kökeni olamaz demişlerdi. Herşeyin ardında tek töz varsa, mantıksal olarak değişme saçmalıktır diyordu Ele-alı Parmenides (M.Ö. 510). Bölünür derseniz, yandaşlarınız arasında Tales'i (M.Ö. 600), Pi-tagoras'ı (M.Ö. 525/500), Herakleitos'u (M.Ö. 500) bulacaksınız. Onlarsa, her şeyin başka tek şeyden doğduğunu, tek temel töz bulunmasına karşın şeylerdeki çeşitliliğin kaynağının bu olduğunu, Tek'in çok olduğu sürecin değişme süreci olduğunu ileri sürüyorlar. Par-menides'in öğrencisi Zeno (M.Ö. 489), dünya çoğuldur ve birimlere bölünebilir iddiasını saçmaya indirgeyerek değişmenin olmadığını anlatabilmek için hareket problemini bakın nasıl ele almış.

Bir yarış kulvarı düşünün; uzunluğu x olsun. Herşey bölünebilirse, yarış kulvarı da bölünebilir. Koşucu sonraki noktaya varabilmek için önceki noktayı geçmek zorundadır. Öyleyse kulvarın sonuna, tam yarısındaki noktayı (x/2) geçmeden ulaşamaz; kalan uzunluk da ikiye bölünebilir, benzerlikle kulvarın 3X/4 mesafesinin bitim noktasını geçmeden bitişe ulaşamaz. Kalan mesafe gene ikiye bölünebilir. Her yarılamadan sonra geride bir kalan vardır ve bu kısımda bölünebilir olduğundan bölme işlemi sınırsızdır (x/2+x/4+x/8+ ....). Demek ki yarışçı koşuyu tamamlayabilmek için sonsuz sayıda noktayı geçmek zorundadır. Koşucunun bitiş noktasına vadığını hepimiz bildiğimize göre bunu sonlu sayıda anda (moment), t gibi bir sürede yapmştır. Sonsuz sayıda nokta sonlu zaman miktarında nasıl aşılabilmiştir? Buna dayanarak Zeno, hareketin dolayısıyla değişmenin açık bir tanımının bulunmadığını, çokçu dünya anlayışının çözümsüz saçmalıklara indirgendiğini ileri sürüyor. Elea, okulunun iddia ettiği gibi hareketin bir yanılsama olduğunun kabul edilebileceğini söylüyor.

Hegel'in, "diyalektik Zeno ile başlar" dediği ve Engels'in Anti-Dühring'te "hareket çelişkidir" diye yazdığı dikkate alınırsa problem üzerinde önemle düşünmeye değer."

Oguzhan Muftuoglu

Sonntag, 18. Februar 2007

Fatsa'nın çağrısı (*)

Bugünkü hayat içinde izi kalmayan, yani artık yaşamayan tarih, ölüdür.

Türkiye yetmişli yıllarda büyük ve çalkantılı bir dönem geçirdi. Hâkim güçlerin ekonomik ve siyasi nedenlerle ülkeyi yönetmede ciddi sıkıntılar yaşadıkları bir dönemdi. 12 Mart döneminde aldıkları "önlemler" yeterli olmamıştı. Yönetim düzeyindeki sorunlarını Demirel'in başkanlığındaki MC hükümetleriyle aşmaya çalıştılar. Altmışlı yıllarda ABD'nin soğuk savaş stratejilerinin bir gereği olarak geliştirilen sivil faşist hareketleri, kontrgerilla örgütlerini yoğun ve pervasız biçimde kullanarak muhalefet hareketlerini ezmeye çalıştılar. Bu politikalar Türkiye'yi bir iç savaş ortamına sürükledi.

Bu, gerçekte ABD emperyalizmin Türkiye'ye karşı (bu gün de sürüp giden) dolaylı bir müdahalesiydi. İçerdeki özel faşist kuvvetlerini kullandığı, özel yöntemler uyguladığı bir müdahale.

FATSA devrimcilerin bu faşist işgal ve iç savaş stratejisine karşı yurt sathında yürüttüğü devrimci direniş mücadelesinin bir ürünüydü.

Bu direniş stratejisinin özü halk kitlelerini teslim almayı hedefleyen faşist saldırılara karşı aktif mücadeleyle birlikte, halk içindeki direniş eğilimlerini güçlendirmeye ve örgütlemeye, mücadelenin geliştiği ve faşist güçlerin bölgesel etkinliğinin kırıldığı her yerde iktidar gücünü halka devretmeye dönük politikaları içeriyordu.

Fatsa direnişi yurt çapında yürütülen bu direniş mücadelesinin bir parçası olarak, Fatsa halkının ve Fatsalı devrimcilerin o mücadeleyi en ileri boyutlara ulaştırdığı bir örnekti.

Bugün geriye dönüp baktığımızda birçok hatamızın olduğu kadar, çok güzel şeyler de başardığımızı söyleyebiliyoruz.

Başarabildiğimiz en güzel şeylerden biri belki de en önde geleni kuşkusuz Fatsa'dır. Fatsa belki ciltler dolusu kitaplarla anlatamayacağımız şeyleri anlatan güzel bir öyküdür.

1979 yılında Fatsa'da halkın kendi kendini yönetmeye başlaması, sorunlarını elbirliğiyle çözmesi, bütün Türkiye bir kan gölüne dönerken bu küçük Karadeniz kentinin bir huzur ortamına sahip olması, devrimciler için bir başarı, yönetenler içinse bir korku kaynağıydı.

Faşist güçlerin saldırılarıyla yaratılan iç savaş ortamı bütün Türkiye'de hayatı bir karabasana çevirmişken Fatsa'da Terzi Fikri ve arkadaşları o kan denizinin içinde bir umut çığlığı gibiydi. Kan davalarını, karaborsayı ve kısa bir süre sonra tank paletlerinin işgal edeceği yolların çamurunu yok etmişlerdi. Orada kötülüğe direnmenin ve haksızlığa aman vermemenin, yeni bir hayatı yaratmanın yolunu açtılar.

Bu yüzden bir avuç sömürücü adına ülkeyi despotlukla yöneten ve eğer kendileri olmasa halkın kendi kendisini asla yönetemeyeceğini iddia edenlere karşı en zor koşullar altında yaratılarak tarihe düşülen muhteşem bir manifestodur Fatsa.

Devrimci Fatsa, halkın kendi kendini çok iyi yönetebileceğini gösterirken, hem var olan sistemden ayırıyordu kendini; hem de dünya genelinde sosyalizm diye gösterilen yanlış uygulamalardan. Bu yüzden, Fatsa, aynı zamanda, reel sosyalizm denen anlayışın devrimci bir eleştirisiydi de.

Evet, bugünkü hayat içinde izi kalmayan, yani artık yaşamayan tarih, ölüdür.

Fatsa gerçeği, bize bugün en çok ihtiyaç duyulan şeyleri hatırlatırken, paranın, baskının, haksızlığın, adaletsizliğin, medyanın, yozlaşmanın esiri olmuş bir toplumda, her türden gericiliğin ortalığı boğucu bir duman gibi sardığı ülkemizde, umut ışıkları gönderiyor bize.

Dayanışmanın, kardeşliğin, dostluğun, arkadaşlığın, adaletin, vefanın, fedakârlığın, alçak gönüllülüğün, bir arada yaşamanın geçerli olduğu o güzelim yıldızlar ülkesinin ışıklarını...

En güç, en zor koşullarda bile doğru bir siyasetle neler yapılabileceğini gösteren Fatsa'nın, "Terzi Fikrilerin" hikâyesi, bugünkü burjuva siyasetinin bütün çirkinliklerine karşı, o ışıkları çoğaltmaya bir çağrıdır şimdi.

(*) Bu yazı Pertev Aksakal tarafından hazırlanan "FATSA GERÇEĞİ" isimli kitap için yazılmıştır.

oguzhanmuftuoglu@birgun.net

Sonntag, 21. Januar 2007

Daha önce neredeydiniz?

Nasıl bir ülkede yaşıyoruz biz? Bu nasıl bir zaman? Sonunda Hrant'ı da vurdular, göz göre göre. Şimdi herkes katilleri lanetliyor. Bu kurşunlar hepimize diyorlar. Kusura bakmayın. Sormak istiyorum: Daha önce neredeydiniz?

***

Kimdi o manşetleri atanlar?

Bir iki çocuk bayrağı yere attı diye,

Ermeni konferansı ertelenirken,

İnsanlar fikirleri yüzünden sokaklarda mahkeme kapılarında linç edilmek istenirken,

İnsanları milliyetçi hezeyanlara sürükleyen o manşetleri atanlar kimdi?

Şimdi gözyaşı dökenler de onlar değil mi?

Tabii, bir de sokaklardaki kışkırtılan milliyetçi hezeyana sahip çıkarak nemalanmak isteyen kimi sol siyasetçilerimiz de vardı değil mi?

* * *

Görüyor musunuz, ne kadar çok seviliyormuş Hrant, nedense hep böyle oluyor. Vurulup öldükten sonra çok seviyoruz insanları.

Keşke bu sevgiyi onlar böyle sokak ortasında vurulup ölmeden gösterebilseydik.

Ermeni milliyetçiliğindeki Türk düşmanlığını eleştirdiği bir yazısından dolayı Türk düşmanlığı yaptığı gibi saçma bir iddiayla yargılanırken gösterebilseydik.

O mahkeme kapılarında muhtemel katillerinin saldırısına uğradığında,

Bütün sevenleri ve hepimiz onunla birlikte yaşamaktan mahrum kalmadan gösterebilseydik...

* * *

Sevgili Hrant, belki görüyorsundur, ne kadar çok sevenin varmış bu ülkede.

Şimdi herkes senin bu ülkeye, bu ülkenin insanlarına nasıl büyük bir sevgiyle bağlı bir insan olduğunu anlatıyor.

Bu yüzden artık belki bağışlarsın bizi.

Tanışmıyorduk, arkadaşım değildin belki, ama arkadaşlarımın arkadaşıydın. Ve biliyorsun sen, yanındaydık her zaman.

Şimdi hepimiz arkandan gözyaşı döküyoruz birlikte.

Güle güle sevgili Hrant,

Güle güle kardeşim!

Oğuzhan Müftüoğlu

Sonntag, 31. Dezember 2006

DİN, TOPLUM, SİYASET (3) "Din, Kemalizm, darbecilik ve sol"

Küreselleşme sürecinin yarattığı sonuçlar üzerinde gelişen "laik anti-laik kutuplaşması" bu gün solun açmaza sürüklendiği önemli konulardan biri olarak karşımıza çıkıyor. "Din, Toplum ve Siyaset" konusundaki yazılarıma gösterilen (olumlu / olumsuz) tepkiler de bunu gösteriyor. Aynı duyguları paylaşan bir dostun mesajında şöyle deniyordu:

"...28 Şubat öncesinde 'ne refahyol ne hazırol mitingi'nde 50 000 kişinin toplandığını yazmıştı gazeteler. Ne yazık ki o günden bu yana din istismarcılarının kaydettiği açık mesafe ve bundan duyulan ürküntü sonucu hazırol taraftarlığı çaresizlikten dolayı daha çok güçlendi. Yani iki yanlış çözüm de daha fazla güç topladı. 3. bir ve doğru çözüm olan "ne şeriat ne darbe" şu anda seyirci durumunda..."

Üçüncü yolun 'seyirciliğinin' nedeni ise malum: Kemalist darbecilerin safına düşme korkusu!

Gerçekten özellikle AKP iktidarı zamanında daha da yoğunluk kazanan toplumdaki muhafazakâr-laşma ve dinci hareketlerin gelişimi karşısında devletin baskı güçlerine (darbeciliğe) umut bağlama eğilimleri de güçlendi.

Her yazımızda altını çize çize belirtmeye çalışıyoruz. Bu gün laik cepheyi oluşturan Kemalistler ve darbe yanlıları "laikCumhuriyeti şeriat tehlikesine karşı koruma" adına, esas olarak mevcut düzenin ve devletin, onun bütün baskı ve sömürü biçimlerinin, bütün eşitsizliklerinin savunulmasından başka bir şey yapmıyorlar. CHP'nin izlediği - solla ilgisi hiç kalmayan - çizgi de bu. Oysa baskı ve sömürü esasına dayanan bir düzeni savunarak gericiliğe karşı mücadele edilemez. Darbecilik de zaten bu güne kadar her zaman gerici güçlerin hizmetinde olmuştur. (Sözde o zamanki sağcı hükümetin anayasal reformları yapmaması gerekçesiyle gerçekleştirilen 12 Mart'ta ülkenin bütün ilerici-devrimci güçleri ezilirken, cuntacılar Erbakanı yurt dışından getirterek parti kurdurmuştu. Kahramanmaraş gibi faşist katliamlar gerekçe gösterilerek ilan edilen sıkıyönetimler yalnızca solu ve devrimcileri ezmek için kullanıldı. 12 Eylül'de de toplumda gelişen devrimci düşünceleri önlemek için okullarda din derslerini zorunlu hale getirerek dini teşvik eden önlemler alınmıştı...)

Öte yanda ülkede gelişen dinci hareketlerde bir tür ilericilik keşfedenler de var. Doğu'nun namaza durmasını bir yana bırakalım; "Dinci hareketlerin ideolojik olarak gericiliğin bir parçasıyken politik olarak ilerici tutumlarla ortaya çıkabileceği gibi" enteresan tahliller ortaya atılabiliyor. Tarihin ve ideolojilerin sonunu ilan ettiği makalesinde Hun-tigton Türkiye'ye "İslam aleminin liderliğini" önermiş, bunun için de "Kemalist mirasın köklü biçimde reddedilmesi gerektiğini" ileri sürmüştü. Şimdilerde sol adına bazen (sanki hazretin tavsiyesinin gereğini yerine getirmek için!) dinci hareketlerin Kemalist devlete karşı gösterdikleri tepkilerin desteklenmesi gerektiği söyleyenler bile çıkabiliyor. Kuşkusuz bu gün mevcut sömürü ve baskı düzenini ve onun bütün eşitsizlik ve özgürlüksüzlük biçimlerini savunan Kemalizme karşı çıkılması gerekir. Ama dinci hareketlerin Kemalizm'le karşıtlığının nedeni başkadır. Avrupa'da laiklik devletin kendisini dinden ayrıştırmasıyla gerçekleşirken, Türkiye'de tersine bir yol izleyerek Cumhuriyet'le birlikte Kemalist devletin dini kamusal alandan kişisel inanç alanına uzaklaştırmasıyla gerçekleştirilmiştir. Bu gün dinci hareketlerin Kemalist devlete karşıtlığının nedeni dini kişisel inanç alanından çıkararak yeniden kamusal alana hâkim kılmaya çalışmaktır. Bu karşıtlıkta (düşmanımın düşmanı dostumdur türünden bir ilkesiz fırsatçılık mantığıyla) desteklenmesi gereken bir ilericilik görmek ultra liberal bir şaşkınlıktan başka bir şey olamaz. Bu gün mevcut devlete, onun sömürü ve baskı düzenine karşı mücadele ederken Cumhuriyet'le ilerici ve laik kazanımlarına sahip çıkılmadan ilericilik de solculuk da demokratlık da yapılamaz.

Din temelindeki gerici siyasetler mevcut devletin özüne karşı çıkmak bir yana, her zaman mevcut düzenlerin korunmasına hizmet eder. Bugün Türkiye'de olduğu gibi bütün dünyada küreselleşmenin sosyal devletin tasfiyesine yönelen neoliberal politikaları sonucu yoksulluğa sürüklenen kitleler içinde dinci akımlar körükleniyor. Tam bir beyaz Avrupalı bakışına sahip olan şimdiki Papa da bu yüzden bütün Avrupa'yı dolaşarak dinciliğin yeniden yaygınlaşmasına çalışıyor. Medeniyetler çatışması hikâyeleri de medeniyetler kucaklaşması hikâyeleri de hep aynı kapıya çıkıyor. Türkiye'de de büyük sermaye güçlerine dayanarak iktidara gelen AKP eliyle bir yandan toplumdaki dincilik temelindeki bir muhafazakârlaşma güçlendirilirken, neo liberal politikalar geniş kitlelere sessizce benimsetilebiliyor.

Bu yüzden bu gün küreseleşmenin neoliberal politikalarına karşı mücadelenin dinsel gericiliğe karşı mücadeleden, her ikisinin de düzene karşı mücadeleden ayrılması mümkün değildir.

Tekrar edelim:

Tayyip C.B olacak mı olmayacak mı? C.B eşi türbanlı biri olabilir mi?

Türkiye'nin sorunu bu değildir.

2007 yılına girerken Türkiye'nin sorunu, hepsi dinci, milliyetçi, liberal seçenekler karşısında eşitlikçi, özgürlükçü, devrimci bir gücün sesinin yeniden yükseltilmesinden başka bir şey değildir.

*Hepimize böyle bir sesin (alanlar ve stadyumlar dolusu!) yükseleceği bir yeni yıl diliyorum.

Oğuzhan Müftüoğlu

Sonntag, 10. Dezember 2006

Din, toplum, siyaset

Doğu toplumlarının Batı toplumlarının aksine şifahi (sözel) toplum özeliklerine sahip olduğu söylenir. Ülkemizde gazete, dergi ve kitap okuma alışkanlığının yetersizliğinin nedeni belki de budur.

Buna karşı batılı toplumların daha çok okur-ya-zar ve bu yüzden daha hoşgörülü olduğu söyleniyor ve bu farklılığın kaynağının Müslümanlık ile Hıristiyanlık arasındaki farktan kaynaklandığı ileri sürülüyor.

Tartışmaya açık bir önerme olsa da, bununla bağlantılı olarak, kendi tarihimizi sorgulamamız gerekir.

Bundan bin yıl önce, henüz üç-dört asırlıkken, İspanya'ya, Endülüs'e kadar yayılan İslam'ın halifesinin kütüphanesinde 400 bin cilt kitap bulunduğu söyleniyor. Aynı dönemde, Hıristiyan dünyasındaki en büyük kütüphanede bile sadece birkaç bin el yazması bulunuyormuş. Üstelik Kordoba'da-ki halife kütüphanesi, şehirdeki yetmiş kütüphaneden sadece biriymiş ve şehir pazarında, bugün adliye önlerinde oturan arzuhalciler gibi yerleşmiş yetmiş yazıcı sürekli kitap kopyalarken, Ortaçağ Avrupa'sında tam bir kitap düşmanlığı hüküm sürüyor, okumak ve öğrenmek tehlikeli sayılıyor-muş.

Peki neden aynı İslam geleneğinden gelen toplumlar sonradan gerilediler ve kendi geçmişlerinin daha akılcı, daha gelişmeye açık örneklerinden yüz çevirdiler? Bütün hayatın, dogmatik üç-beş ezber cümlesi ve Tanrı kelamıyla açıklandığı ve gerisinin günah sayıldığı bir darlığa neden düşüldü?

Batı'nın yaşadığı rönesans ve reformların toplumla birlikte esas olarak düşünme biçimlerini ve dolayısıyla dinin algılanışını da değiştirdiği biliniyor. Toplum-devlet-din ilişkisinde laikliğin egemen hale gelmesinden sonra Hıristiyanlık, hem Orta-çağ'ın bağnaz karanlığından hem de çok daha önceki, kendinden olmayanlara karşı aşırı hoşgörüsüzlükle dolu geleneklerinden uzaklaşarak mo-demizme geçişin yolunu açmıştı.

Bugün batı (emperyalist) kapitalizminin başını çektiği küreselleşme dalgası, adeta modemizmin tersinmesi (postmodern) şeklinde, dini yeniden gökten yere indirdi. İçinde yaşadığımız yüzyılın bir din çağı olacağını söylüyorlar. Bütün dünyada farklı din grupları arasındaki çatışmaları körüklüyorlar. Din, düpedüz yeni tip bir sömürgecilik olan istila hareketleri ve emperyalist politikalar için bir örtü olarak kullanılıyor.

Laikliğe ve modemizme asıl olarak Cumhuriyet döneminde yönetebilmiş olan Türkiye'de şimdi yeniden birdin dalgasını yaşıyoruz. Hıristiyan (Batı) dünyasıyla Müslüman (Doğu) dünyası arasında bir köprü olduğu söylenen Türkiye'de Doğu-Batı ikileminin gerilimleri ve din faktörünün toplumsal ve siyasal yaşamımızdaki baskısı hiç eksık olmamıştı. Şimdi batıdan estirilen bu yeni dalganın etkisiyle bütün entelektüel, toplumsal ve siyasal hayatımız, Kürt sorunu bağlamında yükseltilen milliyetçilikle birlikte siyasallaşmış bir dinsel hareketin de yoğun baskısı altında.

Din, toplum ve siyaset ilişkisine dair sorunlar yoğun bir tartışma konusu olmaya devam ediyor. Bir "Laik- Anti Laik" çatışması fırtınası ortalığı kaplamışken, solda "siyasal İslam ile ilişkiler" konusunda Hayri Kozanoğlu'nun "tehlikeli flört" olarak tanımladığı) yeni açılımlara da tanık oluyoruz.

Özellikle "türban sorunu" çerçevesindeki tartışmalarda "dine dışarıdan müdahalenin doğru olmadığı, inananların dinlerini istedikleri gibi yaşama hakkı bulunduğu" görüşü liberal bir düşünüş biçimi olarak pek çok yazar tarafından da yaygınca savunulan bir düşünce. İlk bakışta gerçekten çok da makul bir düşünce tarzı olarak görülebilir. Ama geçekten her şey bu kadar basit mi?

Basit ve düz bir örnekle devam edelim: Ku-ran'da (Nisa suresi, 34), erkeğin kadını dövebileceği açıkça belirtildiği için, buna inanan bir aile içinde erkek, karısını dövüyorsa, "İsteyen inandığı gibi yaşayabilir, buna karışılamaz" mı denilecek?

"Din, toplum, siyaset" ilişkilerinde sınırların nasıl belirleneceği ya da uzlaşma çizgisinin hangi konuda, kim tarafından ve nasıl çizilmesi gerektiği meseleleri üzerinde tartışmaya belki bu soruya verilecek yanıt üzerinden başlanabilir.

oguzhanmuftuoglu@birgun.net

DIN TOPLUM SIYASET 2

http://www.birgun.net/bolum-73-yazar-49.html

Dienstag, 19. September 2006

Soldan sağa

Son günlerde siyasal hayatımız iyice renklendi. Geçenlerde Doğu Perinçek'in Hazreti Muhammed'in peygamberliğini kabul ettiğini ilan etmesi herkesin ezberini bir kere daha bozdu. Kitleleri etrafında toplamak için Mao bayrağının artık yetmediğini nihayet anlayan Doğu, herhalde bu şekilde artık kendisini kesin zafere götürecek en büyük manevrayı gerçekleştirdiğini düşünüyor olmalıdır.

D.Perinçek bu tür manevralarla gündeme geldikçe, bana onun CIA veya MİT ilişkileri konusunda ne düşündüğümü soranlar oluyor. Biz hep farklı ve zıt kulvarlarda yürüdüğümüz için ben bu konuda bir şey bilmiyorum. Doğrusu bu gibi soruları Doğu'yla uzun süre birlikte olan Oral gibi arkadaşlar daha iyi yanıtlayabilir. İlginçtir, Doğu'yla uzun süre çok yakın mesai sürdüren arkadaşlara bu tür soruları aktardığımda hiçbiri bana "yok böyle şey" gibi net bir yanıt vermedi. Bana bu hep ilginç gelmiştir. Bu konudaki en açık yanıtı Gün Zileli vermişti. Gün, örgüt anılarını yazdığı "Yarılma" isimli kitapta bu tür soruların kendisine de sorulduğunu anlatarak, 'aslında öyle resmi bir ilişki içinde olmaya da gerek yoktu, çünkü bizim kafamız zaten öyle çalışıyordu' diye yazmıştı.

Belki "artık onu kimse solcu olarak kabul etmiyor" denebilir ama her şeye rağmen Doğu'un birçok çevre üzerinde kafa karıştırıcı bir etki yaptığı da görmezden gelinemez.

Bu çevrelerden biri de EMEP çevresindeki arkadaşlar. Bu arkadaşlar bunca olup bitene karşın Doğu'nun ideolojik atmosferinden bir türlü tam olarak kurtulamıyorlar, siyasi çizgilerini saptarken adeta Doğu'yu yan gözle izleyerek hareket ediyor, onu birkaç adım gerisinden takip etmekten hiç vazgeçmiyorlar. En son Evrensel gazetesinde yayınlanan sahte Nasrullah röportajı rezaleti de basit bir istihbarat hatası değildi. Bu uyduruk röportajda güya Hizbullah liderlerinin Deniz Gezmiş'lere ve Türkiyeli devrimcilere nasıl sempatiyle baktığı hikâyesi anlatılmaya çalışılmıştı. Siyasal İslam'la flört hevesi içinde solun sempatisini doğuracak bir malzeme bulduk diye düşünmüş olmalılar. Bunu Selçuk Candansayar, Birgün gazetesindeki yazısında psiko politik yönleriyle birlikte çok güzel yorumlamıştı. Zaten sevgili Aydın Çubukçu da "Siyasal İslam'la çalışmaya alışmalıyız" mealindeki görüşleriyle bu konuda herhangi bir tereddüt bırakmadı.

Bu gibi tutumlar "düşmanımın düşmanı dostumdur" gibi bir zihniyetten de kaynaklanıyor. Oysa bugünün Türkiye koşullarında emperyalizmine karşı mücadeleyi gericiliğe karşı mücadeleden ayırmak çok büyük bir yanılgıdır.

Bu arada sağ cenahtan da bazı enteresan sesler duyuluyor. Yıllardır ABD emperyalizme karşı mücadele eden devrimcilere "Amerika gitsin de Rusya mı gelsin" diye savaş açan milliyetçi cepheden "meğer devrimciler haklıymış" diye sesler duyulmaya başladı. En son Yeni Çağ gazetesinde Hazan Demir imzalı yazıda, Efraim Elrom'un kaçırılmasından sonra yayınlanan THKP bildirisinden ABD ve İsrail karşıtı pasajlar aktarılarak "ne dersiniz, bu ifadeler bizim bugün söylediklerimizden çok mu farklı?" diye soruluyor. Bunca zaman sonra anlamışlar ki, "bugün Türkiye solunun o zaman karşı çıktığı ABD'nin çiftliği halindeymiş" ve meğer devrimciler ABD'ye karşı çıkarken gerçekten haklıymışlar!

Hani bir de devrimcilerin özgürlükçü ve eşitlikçi bir dünya için verdikleri mücadelenin de aslında haklı olduğunun anlaşılabilmesi için, kim bilir daha kaç zaman geçmesi ve daha kaç can verilmesi gerekecek?

***

Son zamanlarda sağdan soldan bu tür hidayete ermeler, yolunu şaşırmalar, bir de otuz yıllık tarih üstüne köşe kapmaca oynamalar zuhur ettikçe Osman Nuri Hoca'nın bir hikâyesini hatırlamadan geçemiyorum.

Türkiye'de sol hareketin yeni gelişmeye başladığı altmışlı yılarda üniversitelerde oldukça yoğun bir fikir mücadelesi ortamı vardı. Kendi görüşlerimizi yaygınlaştırmak için antiemper-yalist, demokrat, ilerici fikir adamlarına konferanslar verdirirdik. Bunlardan biri de özellikle kültür emperyalizmi üzerinde fikirler savunan Osman Nuri Koçtürk idi.

Osman Nuri Hoca özellikle beslenme sorunları üzerinde durur, bu arada tek yanlı ve tahıllara bağlı beslenmenin zararlarını anlatırken görüşlerini küçüklüğünde yaşadığı köyündeki mandaların intikal yeteneği üzerine örnekler vererek pekiştirirdi.

Hoca'nın köyünde bir akarsu varmış. Üzerinde bir köprü olmadığı için akarsu içindeki taşlara basa basa karşıya geçerlermiş.

Hoca bazen oyun olsun diye akarsuyun içinde yatan mandaların sırtına basa basa karşıya geçtiklerini anlatır, mandaların tek yanlı olarak sadece otla beslendikleri için üzerlerine birilerinin bastığını ancak kendileri karşıya geçtikten sonra fark edebildiklerini, ancak ondan sonra başlarını yavaşça çevirerek arkalarından baktıklarını anlatırdı. Aslı Frenkçe olan bir laf var; Türkçe "öğleden sonra sabahı şerifleriniz hayırlı olsun" manasında; öyle bir durum işte.

Oğuzhan Müftüoğlu

oguzhanmuftuoglu@birgun.net

Diger yazilar icin

http://www.birgun.net/index.php?sayfa=73&view_author=49

Aziz Nesin
Bam teli
Can Dündar
CUMOK
Enver gökce
Enver Karagöz
Fikri Sönmez
Gülten Akin
Karamizah
Laz Kapital
Melih Pekdemir
Nazım Hikmet
Ofli hoca
Oguz Aral
Oguzhan Muftuoglu
Okuma kösesi
... weitere
Profil
Abmelden
Weblog abonnieren